top of page
Ara

ree

Bu haftanın normal insanlar konusu " gülünç bir anınız" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




  • Tık Tık – Bir Başka Dünyadaki

  • Isırgan – Rojda Aksoy

  • Berliner – Karahindiba

  • Kelebekler Vadisi – Müzdevice

  • İlk Gün Heyecanı – Nehir Niş

  • Otuz Yedi – San

  • Lan Mı? – Ayşe Çetinkaya

  • Makarna, Şarap ve Kahve – Dalgın Canbaz

  • Kaybolan Otobüs – Coggywriter

  • Karma – Matruşka

  • Gülmece – Gülçin Karabulut

  • Kaymaksız Künefe – Topaz

  • Roket Takımı – Voila

  • Etek – Ayşe Menekşe



TIK TIK

- bir başka dünyadaki -


Başıma gelen gülünç olaylar, başıma geldiği an bana değil başkalarına komik gelir. Genellikle ben durumun komikliğini ya da gülünç tarafını, üzerinden biraz zaman geçtikten sonra fark edebilirim. Şimdi anlatacağım durumda da öyle oldu. Okuldan yeni mezun bir hemşire olarak özel hastanelere iş başvurusu yapıyorum. Ne kadar para verdikleri ilk aşamada düşündüğüm en son ayrıntı. Amacım bir işe girmek ve deneyim kazanmak. Özgeçmişimi bıraktığım yerlerden bir kurum, başvuru yaptıktan iki hafta sonra beni görüşmeye çağırıyor. Acemi bir mezun olarak kendimi en iyi şekilde ifade etmeye çalışıyorum. Şu okuldan mezunum, şöyle bir anlayışım var. Maaş beklentim konusunda bir fikrim yok; “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorum. Teklifini söylüyor. Beklentimin de altında bir ücret ama olsun diyorum içimden. İlk birkaç ay bu maaşla devam edin diyor hastane yöneticisi, bir iki ay sonra maaşına güzel bir iyileştirme yaparız diye ekliyor. Çalışma saatlerinde mesai, kabul. Hemen yarın başlayın o halde.


İşe başlıyorum. Hastane çok yoğun, iş arkadaşlarım bana işi ve işleyişi öğretiyorlar. Çok ılımlı ve çalışkan bir kızım. Ben bu genel kabul halindeyken, hastanenin içindeki dedikoduları da yavaş yavaş öğrenmeye başlıyorum. Birbirimize yakınlaşmaya başladıkça; “Ee sen ne kadar maaşa anlaştın?” soruları geliyor. Söylüyorum, rakamı duyan herkes benim için çok üzülüyor. Ama diyorum birkaç sonra iyileşme olacak. Yalan o iş diyorlar. Meğer hastanenin mali durumu hiç iyi değilmiş. Hatta küçülmeye gidiyormuş. Değil zam almak, maaşın zamanında verilirse şükret diyorlar. Dedikleri gibi birkaç ay içinde küçülme adı altında işten çıkarmalar başlıyor. Hatta bana işi öğreten deneyimli hemşire arkadaş bile gidiyor. Çalışanlar azaldıkça benim iş yüküm artıyor. Artık birkaç katta birden çalışıyorum. Sabahtan öğlene kadar birinci kat hasta muayenesi, öğleden sonra zemin kat ameliyathane, çıkışa kadar kalan sürede de ikinci kat hasta bakımı ve tıbbi cihaz sterilizasyonu.


Bu yoğun dönemde sürekli kapı tıklatıyorum. Doktor odası, hasta odası. Tık tık tık, doktor hanım hasta muayene için hazır. Tık tık tık affedesiniz, girebilir miyim ilaç saati. Tık tık, doktor bey imza için gelmiştim. Tık tık hasta hazır, tık tık örnek getirdim uygun musunuz? Hayatımın her anında kapılar var. Sürekli kapı tıklatıyorum. İş çıkışı eve girerken evimin kapısını ya da içerden dışarı çıkarken tuvalet kapısını tıklattığım zamanlar oluyor. Deli gibi oradan oraya koştururken, maaşımın yükselmesi için yönetici ile konuşma provaları yapıyorum kafamda. Ha bugün ha yarın derken, bir türlü cesaret edemiyorum. Sekizinci ayımı doldurmuş artık yeter noktasındayım. “Kimse nasıl yüksek bir tempoyla çalıştığımı görmüyor mu?” diyorum. Yok kimse beni görmüyor, herkes iş yürüsün gerisi önemli değil diye düşünüyor.


Bir gün tüm cesaretimi toplayıp konuşmak için yöneticinin kapısını tıklatıyorum. “Hakan bey merhaba, müsait misiniz bir şey konuşmak istiyorum?” Sesim nasıl cılız çıkıyor, heyecandan yutkunma krizim geliyor yine. Sanki suçluymuşum gibi hissediyorum. “Tabi tabi gelin” diyor. Koltuğun ucuna oturuyorum ezile büzüle; “Bildiğiniz gibi çok yoğun çalışıyorum, giden arkadaşlarla birlikte iş yüküm de arttı. Sekiz aydır maaşım bu, acaba vadettiğiniz iyileştirmeyi artık yapabilir misiniz?” diye soruyorum. Cümlemin bitişiyle, bahaneler, hastanenin durumu vs vs sıralamaya başlıyor. Nasıl başım dönüyor, o konuştukça bayılacakmışım gibi hissediyorum. Evet, tabi, hı hı diyerek konuşmaya dahil olmaya çalışıyorum. “Biraz daha sabret” diyor, “az kaldı senin durumunu öncelikli olarak değerlendireceğim” diye devam ediyor. “Peki çok teşekkür ederim” diyorum usulca kalkıyorum koltuktan ve ağır ağır yürüyorum. Çıkarken önümdeki kapıyı tık tık iki kere tıklatıyorum.


Arkama dönüp bakıyorum, göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum utanarak. Gülmemek için zor tutuyor kendini. “Pardon” diyorum usulca. Yaptığım saçma hareketin nedenini bir ben biliyorum. Yalnızca ikimizin olduğu odada dışarı çıkmak için kimden izin alıyorum. Bu kapı nereye açılıyor. Benim artık buradan gitmem gerekiyor. Çok yorgun hissediyorum. Çıkıyorum odadan ve çıkıyorum o kurumdan. Bir süre kapı tıklatma alışkanlığıma devam ediyorum. İlk zamanlar bu duruma canım sıkılıyor sonra gülüyorum halime. Zaman geçtikçe tıklatmayı unutuyorum. Şimdi o acemi tık tık halimi gülümseyerek anımsıyorum.


ISIRGAN

- rojda aksoy -


Gönüllü çalışma projesi ile gittiğim Fransa’nın küçük bir şehrinde çalıştığım kurum tarafından bana bir bisiklet verildi. O sıralar tek kelime Fransızca bilmediğim ve çalışma arkadaşlarımın da İngilizcelerinin pek iyi olmadığı için bazen kendimi ifade etmeye çok üşeniyordum. O yüzden ‘’ben bisiklet sürmeyi bilmiyorum’’ demektense teşekkür edip bisikletle eve kadar yürüdüm. Bu durum karşısında sessiz kalmamın bir diğer sebebi de yirmi yedi yaşında olmama rağmen bisiklet sürmeyi bilmiyor oluşumdan dolayı hissettiğim mahcubiyet de olabilir. Evet o yaşa kadar öğrenememiştim çünkü çocukluğum ve ergenliğim dayımın dükkanında çalışarak geçmişti ve bir yaştan sonra da öğrenmeye heves etmedim ama bu öğrenemeyeceğim anlamına gelmiyordu. Ilk defa yurt dışına çıktığım bu bir yılı en verimli şekilde geçirmeyi kafaya koyduğum için o bisiklete binmeyi de illa ki öğrenecektim.


Hayatımın en yalnız yılını geçirdiğim bu küçük şehirde pek arkadaş edinmedim ve vakitimi hep kendimle geçirdim. Kışı atlatıp bahara girdiğimizde artık o bisikleti garajdan çıkarıp onunla işe gitme zamanı gelmişti ama nasıl? Bana yardımcı olabileceğini söyleyen iki kişiyle de aram bozulmuştu gönül işlerinden dolayı ve artık onlardan da yardım isteyemezdim. Zaten yardım istemek hayatımdaki en zorlu başlıklardan biriydi. Neyse ki her konuda imdadımıza yetişen google ve youtube vardı…


Hemen araştırmalara başlayıp kendimi önce bunu yapabileceğim fikrine inandırmam gerekiyordu. Saatlerce internette oradan oraya savrulurken bugün bile net bir şekilde hatırladığım şu cümleye denk geldim; dönen iki tekerlek duran bir cisimden daha dengelidir… Bu cümleyi yazan kişinin kendinden emin tavrından mı yoksa benim çaresizliğimden mi bilemiyorum ama anında ikna oldum ve bisikleti aylardır yattığı garajdan çıkarıp yaşadığım evin hemen yakınındaki mezarlığın arkasındaki boş alana yürüdüm.


Saatler süren çabadan ve bacaklarımda oluşan morluklardan sonra en azından bisiklet üzerinde durabiliyordum ve 5 dakika yürüme mesafesindeki evime de bisikletle gidebilirdim elbette. Birkaç pedal çevirip sağa döndüm ve hafif bir yokuştan iniyordum ki artan hızla beraber paniklemeye başladım. ‘’Freni kullan’’ dediğinizi duyar gibiyim ama ben henüz o kadar koordineli bir şekilde yapamıyordum bu işi. Freni kullanmak aklıma gelmediği için yokuşun solunda bulunan bitki kümesinin üzerine kırdım bisikleti ve bu yumuşak geçişle durumu kurtarabilirim sandım. Aslında kurtardım da. İçinde tepetaklak kaybolduğum bitkilerin ısırgan otu olması ve üzerimdeki kot pantolona rağmen bacaklarımda, kollarımda, yüzümde çıkan sivilceli kızarıkların beni üç gün boyunca yakması bir kurtuluş sayılabilirse elbette. Bir de üzerine bunu beraber çalıştığım arkadaşlarıma anlattığımda beni bir süre dalgaya almalarını saymazsak evet bu işi başarmıştım. Kendimi bir kez daha tebrik edebilirdim.



BERLİNER

- karahindiba -


Ben eğlenmeyi çok severim. Bana eğlenmeyi herkes sever demeyin. Ben hakkını vererek seviyorum. İş yerinde bile bir karar verirken ilk önceliğim eğlenmek. Batı kültürünü (daha çok Amerikan kültürünü) sevme sebeplerimden biri de bu eğlenmek denen şeyin oralarda günah olmayışı. ‘Öğlen yemeğinde bir bira içelim’ veya ‘cuma öğleden sonra işi bırakıp go-kart yapalım’ dememle beni çarmıha germeye hazır Yahudiler beliriyor etrafımda. Güzel ülkemizin kültüründe en düzenli kravat takmasıyla, en sporcu gol atmasıyla, en bilgili en çok bağırmasıyla ölçülüyor. Eğlenmek zaten kültürümüzde yok.

Bu düzene olan tepkim belki de hatırladığım ilk doğum günlerimden biriyle başladı. Sabah kalktım çok mutluyum. O gün tamamen benimle ilgili. Biliyorum ne istesem yapılacak. Herkes bana hediye alacak, hep benimle ilgili hikayeler anlatılacak. Doğum günüm aralık ayında olduğu için teyzelerim Almanya’dan yüce İsa’nın doğum gününü kutlamaya Türkiye’ye gelmişlerdi. Alman markı cinsinden harçlık almaya çok hazırım. İsa’yı seviyorum her şey tamam. Konu pastaya geldi. Ben tabii ki en şaşalı, en büyük ve en kremalısını istiyorum. Bu düzene tutunamayıp Almanya’ya giden, orada doktor olmuş sevgili teyzem ortaya glütensiz saçma sapan ev yapımı bir pasta fikri attı. Belli ki oraya da tutunamamıştı. Getirme işte buraya bu tam anlaşılmamış fikirleri! Daha glüten Türkiye’de bu kadar popüler değil, saf ebeveynlerim de bu fikrin üstüne atladı. Karar verilmişti, pastayı teyzem yapacaktı ve yıllardır süren bir gelenek batıda eğlence kültürünün içinde gününü gün eden teyzem tarafından alaşağı edildi. Bu teyzemin evinde radyasyon geliyor diye televizyon yok televizyon! O yaştaki çocuğun en sevdiği şeyi evine almamış bir insan nasıl bir doğum günü pastası yapabilir?


Biraz bozulmuştum ama yine de moraller yüksekti ananem de bizde, kalabalık içinde azami şımarıklık ile bir günlüğüne batılı gibi eğleniyorum çok mutluyum. Akşam oldu mutfakta işler bitti ve doğum günü pastası diye hiç de gösterişli olmayan, kremasız, küçük ve resmen sağlıklı bir pasta önüme koyuldu. Bir anlığına bombok olmuştum. Mecburen üfledim mumları ve tabii ki en iştahla ben yedim o pastayı. Çok kızgındım ama odaklanabilme sürem on dakika olduğundan dile getiremeden konu kapandı. Annemler çocuğu idare ettiler bu iğrenç pasta ile ancak unuttukları bir faktör vardı. Ananem.


1920’lerde Adana’da doğmuş, kebabın ve bulgurun hasını yemiş, damarlarında vitaminden çok kolesterol akan sevgili ananem. Benim odaklanma sürem on dakika olabilir, peki ananemin bünyesi bu glüten ihanetine ne tepki verecekti? Tepkilerin en coşkulusu ancak en sinsisi ile günümüzün akışı değişti. Mütevazı partimizin sonlarına doğru ananem yerinden kalktı tuvalete yönelmek üzere koridordayken ağzından çok sonra üniversitede adının eğik atış olduğunu öğrendiğim atışları yapmaya başladı. Sonra akışkanlar mekaniğinin en çirkin örnekleri bizim koridorda peyda oldu. Her yer çay ile karışık, yarı sindirilmiş glütensiz pasta olmuştu. Herkes çok telaşlıydı ama ben yine çok mutluydum. Batının kültürünü sindirememiş teyzemin bilmişliklerine en doğru tepkiyi ananemin adana kebapla temeli güçlenmiş mide hücreleri veriyordu. Onun bok gibi dediği şeye kimse itiraz edemezdi. Sonunda haklı çıkmıştım. Mutsuz olduğum bir on dakika vardı onu da ananem kusarak düzeltti.


Ertesi gün vücudumdan fazla dopamini atarken annemle biraz konuştuk. Ananem iyiydi. Pastanın dokunduğuna kanaat getirilmişti. Pastayı hiç beğenmediğimi söyledim. Anacığım tahmin etmişti sevmeyeceğimi ama ablasına da itiraz edememişti. Allah bizi bu doğuyla batı arasında bırakanların belasını versin diyemedim ama ananemin süper sembolik kusuşu insanları epey düşündürtmüş olmalı. O günden sonra doğum günü pastalarım hep dışarıdan alındı. Ben de hiç geri durmadım. Halen upuzun sakallarımla üzerinde “iyi ki doğdun karahindiba paşa hazretleri” yazan pastalar üfleyip anneme sarılıyorum. Düşününce çılgın bir partinin her unsuru o gün evde vardı. Belki de partinin kralı yapıldı ve ananem ondan kustu ben de çocuk aklımda hatırladıklarımı kendimce yorumluyorum. Gerçi evde televizyonu olmayan insanla parti mi yapılır oralar biraz bana da mantıksız geliyor. Büyüdükçe herhalde bu hikâyeye bakış açım değişir. Bakalım, ben de henüz büyüyorum.



KELEBEKLER VADİSİ

- müzdevice -


Günlerden neşe ertesi, Gençlik Pınarı Üniversitesi, Azıcık Aşım Ağrısız Başım Kampüsündeyiz. Kaybedecek hiçbir şeyimizin olmadığı zamanlar. İş yok, para yok, bakmakla sorumlu olduğumuz bir aile yok, e korku da yok haliyle.


Genciz, güzeliz, yaşam bize hep böyle davranacak sanıyoruz. Kolumuz mu kırıldı; e nasıl olsa iyileşir. Kalbimiz mi kırıldı; azcık içer dağıtır, yapıştırırız. Yaralarımız iyileşirdi o zamanlar.


Atladık otobüse, düştük yollara; Ölü Bir Denizin üstünde, ölümü düşüneceğimiz aklımıza gelmeden, kalbimizde uçuşan Kelebeklerin Vadisi hayali ile.


Dere tepe düz gittik, sohbet edip eğlendik. Sonunda yazın bile rüzgarı soğuk esecek bir irtifadaki dağın ucundan manzarayı izlerken bulduk kendimizi. 1700 metre tepesi dediler. Beğenmedik, 1800 isteriz. Küçük bir kalkış pisti, vadi içine doğru. Kuşandık. Kask, telsiz, kanat…koş…ve ayakların yerden kesilsin.


Artık sadece sen varsın ve rüzgarın içinde yol alırken, kanadından çıkan ıslık. Bir süre devam et, önündeki ilk zorlu görev, vadinin içinden çıkmak. Bunun için, bıçak gibi pürüzsüz ve keskin yamaçlara yanaşmalısın ve oraya çarpıp yukarı çıkan rüzgarı yakalayıp , irtifa kazanıp, o yamacın diğer tarafına geçmelisin. Deli mi dürttü? Ne yapıyorum ben burada demeye zaman yok. Her geçen saniye aleyhinde işliyor. Bu görevi başardın mı, tamam şimdi bağıra bağıra şarkı söyleyebilir ve manzaranın tadına varabilirsin sanıyorsun sanırım. Öyle değil. Hareket halinde olan bir buluta yaklaşıyorsun. Ah pofucuk bulutçuk ne kadar da güzelsin demeye gelmiyor, azcık iltifatla baştan çıkan bulut, seni içine aldı mı? Her yer beyaz, görüş gitti, ben neredeyim, dağlar neredeydi? Telsizde hocanın sesi, seni göremiyorum diyor. Sen başını yukarıya kaldırıyorsun, yanından yükselen renkli ipler havada bir boşluğa doğru gidip kayboluyor. Kanadım nerede? Derken bulut hanım insafa geliyor. Yeniden mavi, yeniden yeşil. Ve Bulutsuzluk Özleminin haykırdığı gibi; küçülmüş ufacık olmuş insanların alemi, vazgeçmek birdenbire, her şeyden vazgeçmek.


Denizin üstüne doğru yarım saatlik bir kardiyo. Kardiyo diyorum çünkü, arkandaki harnesse tam sığamamışsın, neredeyse ayakta uçuyorsun. Oturmaya çalışmak için ellerini fren iplerinden çekip, kendini desteklemek için kullanmalısın ve bu esnada 1500 metrede biraz sağa sola sallanmayı da göze almak gerek. Şimdi şarkını söyle. İnerken de, şansına yakışıklı bir turistin üstüne düşebilirsen, tam puan.


Böyle harikadır gökyüzünde olmak. Zorluklar bile birer eğlence gibidir. Kendi sınırlarını görürsün. Ve doğanın gücüne şahit olursun. Ona saygı göstermeyi ve onu öğretmenin yapmayı seçersen, ondan güç alırsın.


Buradaki gülünç hikaye nerede diye soranları duyar gibiyim. Şöyle ki; anlatırken bile gözlerim parlar benim. Uçmak dediğinizde, akan sular durur. Sonra birileri gelir, en sevdiğim şeyi bile bırakmayı düşündürecek haksızlıklar yapar. Sonra da tehdit eder, bunları hiçbir yerde anlatamazsın. Özgür kuşu alır ve kendi zevki için bir kafese koyar. Ötmek bile yasaktır. İşte bu çok gülünç. Kuşum olsun diye kuşu alıp, uçamayacağı bir yapının içine sokmak. Ve yine çok gülünç; kanatları olup uçamamak, dili olup konuşamamak, kalemi olup yazamamak, toprağı olup ekememek, suyu olup yangın söndürememek, parası olup fakir yaşamak.



İLK GÜN HEYECANI

- nehir niş -


Erkenden uyandım. Şubat ayının soğuk günlerinden biri. Bugün okulda ilk günüm. Ögrenci olarak değil de öğretmen olarak ilk. O yüzden çok heyecanlıyım. En sevdiğim öğretmenlerimi hayal ediyorum durmadan. Akşamdan hazırlayıp ütülediğim beyaz gömleğim ve vişne çürüğü eteğimi özene bezene giyiyorum. Hafif bir makyaj yapıyorum yüzüme. Anlatacağım konuyu önceden planlamış ve hazırlanmışım. Şöyle bir göz gezdiriyorum. Sabah kahvaltısı niyetine bir şeyler atıştırıyorum. Bahçemde kuşlar cıvıldıyor ya da içim cıvıl cıvıl. Bilemiyorum. Liseli hallerim geliyor aklıma. Felsefe öğretmenimiz Gönül Hanım, esmer, kısa boylu, esprili, sakin. Türlü düşünsel yolculuklara giderdik birlikte. Ve çok eğlenceli geçerdi derslerimiz. Benimde derslerim öyle olmalıydı. İşleyeceğim üniteyle ilgili yaptığım görseller, filozof ve fikir eşleştirmeleri. İlk ödev olarak da konuyla ilgili olarak çekilmiş bir çizgi film. Daldığım düşlerden zamanın daralan akışını fark edip acele ediyorum. Tam saatinde değil de biraz erken varmak istiyorum okula. Evin kapısına koyduğum çöp torbasını da alıp, girişte duran boy aynasına son defa baktım. Acele durağa indim. Gelen ilk otobüsle metro durağına aktarma yaptım. Çeyrek saat sonra oradaydım. Nedense otobüs ve metroda insanların tuhaf ve gülümseyen bakışlarına maruz kaldım. Tabii o zamanlar hayatımızda maske diye bir şey yok. Heyecanım yüzümden okunuyor galiba deyiveriyorum kendime. Şubatın kuru ve buz gibi soğuğunda selpak satan yaşlı teyzeden bir selpak alıp hayır duasını alıyorum. Öğrenciler kalabalıklar halinde okul kapısından içeri giriyorlar. Ben de Öğretmenler girişinden kapıya yöneldim. Yaşlı bir bey olan güvenlik görevlisi hoş geldiniz dedi. Yüzünde kocaman, babacan bir gülümsemeyle. “Öğretmen Hanım o çöpü atın isterseniz.” dedi. Elimde taa evden buraya kadar getirdiğim mavi çöp torbasını fark edip, önce irkildim sonra kahkahayla gülmeye başladım. Güvenlik görevlisi de zar zor tuttuğu kahkahasıyla eşlik etti. Katıla katıla güldük. Öğretmenler odasında bir çay içip ders ziliyle birlikte sınıfıma girdim. Yoklamadan sonra tanışma başladı. Öğrencilerden biri; “ hocam sabah elinizde çöp torbası vardı atmayı mı unuttunuz?” dedi. Evet; “evden alıp otobüs ve metroyla buraya kadar getirmişim.” deyip hep beraber kahkahalarla hem güldük hem tanıştık. İlk ders heyecanım böylelikle bol kahkahalı bir tanışmaya vesile oldu. Aklıma geldikçe de halen çok gülerim.


OTUZ YEDİ

-san-


Üç dersini almak durumunda kaldığım ve dersleri hobi olarak sonraki yıla bıraktığım bir profesörden söz edeceğim. Ben ilk dersi zar zor verirken ve artık bitsin diye dualar, dilekler, ritüeller, ayinler gibi akla gelebilecek bütün ruhsal eylemleri gerçekleştiriyorken; sınıfın bir kısmının "hocam lütfen x dersini de siz alın, lütfen y dersine de siz girin!" diye yalvarıp yakardığı günü dün gibi hatırlıyorum. Sonuç; girdi.


İlk dersi şerefimle verdim. Bunun sarhoşluğuyla diğerlerini de halledebileceğimi düşünerek ikinci derse hevesle başladım. İşler beklediğim gibi gitmedi. Bende bu hocanın sevmediği, göze batan, eğreti duran bir şey vardı. Israrla diyordu ki; "Buradasın ama sanki yoksun." Bu kadar etkilenmesi beni sarsıyordu ve "Buradayım hocam," diyordum. "Sizi dinliyorum." Derslerin çoğundan mide bulantısı, baş ağrısı gibi mücbir sebeplerden dolayı kaçıyordum. Katıldığım derslerde de uzun ve istekli sorularına tek kelimelik hap gibi yanıtlar vererek istemeden sinirlerinin bozulmasına sebep oluyordum. Aralarda da yalvaran ekip dahil, tüm sınıfın hocanın arkasından atıp tutmasına şahitlik ediyordum. İkinci dersi elbette veremeyecektim, neyse ki erken anlayıp kendim bıraktım. Üçüncü dersi ondan almamak için elimden geleni yapacaktım. Yaptım da. Danışman hocama dersi başka birinden almak istediğimi söyledim.-İstediğim, bana daha önce "Freud olsam ilk seni incelerdim," demiş olan ilgili bir hocaydı.- Güldü ve nedenini sordu. "İletişim..." diye kibarca açıkladım. Ama yeni gelen bir kurala göre birinci dersi kimden aldıysak üçüncü dersi de ondan almak zorundaymışız. Teşekkür ettim ve yanından ayrıldım. Bu dersin ilk gününde elbette eski hevesim kalmamıştı. Dakikalarca bekledikten sonra o geldi. Bütün ihtişamıyla, tebessümüyle, kahvesiyle, bağımlılıkla titreyen elleriyle, 45 dakika geri olduğuna inandığım kol saatiyle ve en önemlisi de dersi ondan almak istemediğimi söylediğim danışman hocamla birlikte geldi.


Asistanıymış.


Zihnimde bir ses yankılandı; "Bu ders gitti."


Öyle de oldu.


Yılın sonuna doğru yenilgiyi, zaferi kabul edip her şeyi rafa kaldırmıştım. Birkaç bütünleme kalmıştı sadece. Yıl sonu değerlendirmemi yapıp hangisinden kalıp hangisinden geçtiğime karar vermiştim artık. Tüm bunların verdiği buruk rahatlıkla kitap okurken telefon çaldı. O arıyordu, bütün ihtişamıyla. "Bütünleme için akşam, bir saatte yapıp yüklenecek kolay bir şeyler tanımlayacağım sisteme," dedi. "Tamamlayıp gönderebilirsin." Teşekkür edip telefonu kapattıktan sonra şok oldum. Ben bu dersten her türlü kalacaktım. İçimde bir şüphe oluştu. Bunun için beni arayan tek hocaydı. "Acaba haksızlık mı ettim" diye düşündüm, "Çabaladığımı o da gördü ve yardımcı olmaya çalışıyor. Durum düşündüğüm kadar vahim olmayabilir." Kitabı kenara koyup insanlara yaklaşımımı, önyargılarımı ve birtakım iletişim problemlerimi ölçüp biçtikten sonra sakince dosyayı yüklemesini bekledim. Saat gece on ikiyi geçti ama bir saat süre tanıyacağını söylediği için bekledim. Saat biri geçti, sabırla beklemeye devam ettim. İkiyi geçti, artık yüklemeyecek derken iki buçukta dosyam hazırdı. Bir gün süre tanımıştı. Saatlerce uğraşıp iyi bir proje yükledim. Diğer sınavlar da bitince yastığa başımı huzurla koymaya başladım. Ta ki sonuçlar açıklanana kadar. "70 vermez de 60 verir-55 verir, geçirir" diye düşünürken gördüğüm manzara 37 oldu. Hayatımdaki hiçbir 37'ye bu kadar çok gülmedim.



LAN MI

-ayşe çetinkaya-


Kardeşim mezun olup işe başlayınca, ben de yüksek lisansa kabul edilince birlikte Ankara’da bir eve çıktık. Otomobil sevdalısı babam, üniversiteyi ailemin yanında okudum, onlara masraf yaptırmadım bahanesiyle, ben ehliyetimi alınca heves edip benim için de bir araba almıştı. O araba da bizimle Ankara’ya geldi. Pandemiden önce gül gibi geçinip gidiyorduk. Kardeşimin işi evimize çok yakındı, ben de haftada üç gün okula gidip gelmek için kullanıyordum arabayı sadece. Sonra kardeşim iş değiştirdi, iş yeri evden hayli uzaktaydı artık. O sırada pandemi patladı. Ben de nasıl olsa almazlar diye başvurduğum bir işe kabul edildim. Benim iş yerim daha da uzakta. Mesai saatlerimiz de asla birbirimizi işe bırakabileceğimiz şekilde değil. Ben erken gidip geç çıkmaya razı oldum. Kardeşim beni bırakıyor ve gelip alıyor; ofiste o kadar saat ebem ağlıyor, ama ne yapalım hiç değilse pandemi zamanı bir arabamız var.


Geçtiğimiz kış, akşam oldu, mesai bitti, ben de vakit geçiriyorum kardeşim gelene kadar. Aradı, “abla geldim, inebilirsin” diye. Çantamı topladım, indim. Kapının önüne park etmiş. Açtım kapıyı, arabanın iç lambası yandı, arka koltukta kedili medili iki yastık gözüme çarptı; “aaaa o yastıklar ne laaannn?” dedim. Kapıyı iyice açınca da ön koltuktaki pandalı bez çantayı gördüm, “ohaaa bu da çok güzelmiş” derken fark ettim ki, bu koltuk bizim arabanın koltuğu değil. Kafamı kaldırıp bir baktım, lanlı lunlu konuştuğum kişi de asla kardeşim değil. “Ayy çok özür dilerim, sizi kardeşim sandım” deyip kahkahayı patlattım beyefendinin yüzüne. Sonra da arabasının kapısını kapattım. Karanlıkta tam göremedim, ama o da güldü galiba. Baktım kardeşim biraz daha ilerde park etmiş bekliyor, kahkaha atmaya devam ederek doğru arabaya bindim.





MAKARNA, ŞARAP VE KAHVE

- dalgın canbaz -


Ciao bella İtalya. Sırf seni görmek için, yüksek lisanslara girmiş, Erasmus yaparım umudundaydım. Ve hayallerim gerçek olmuştu.( Gerçekten altı aylığına İtalya’ya gidiyordum. Bölümden bir kız arkadaşımla yollara koyulmuştuk, çat pat İtalyancamla. Uçaklar, otobüsler sonrası, L’aquila (Kartal) şehrine varmış, ev arkadaşlarım iki oğlanı aramıştım. Upuzun bir yürüyüş yolu sonrası, bizi almaya gelmişlerdi. Eve vardık, bir tanesinin kız arkadaşı ilk günden ordaydı ve hiç gitmedi o günden beri, bu adam benim der gibi. İtalya’ya vardığımdan beri bir hafiflik gelmişti üstüme, Akdeniz insanın coşkusu ve her şeyi hafifleten, neşe katan bir halleri vardı, bizim her şeye üzülen ama hiçbir şey yapmayan Ortadoğu halimize inat. Daha sonradan bu her şeyi tiye alma hallerini, hiçbir şeyi ciddiye almama olarak görsem de bu hafiflik, bu özgürlük çok hoşuma gitmişti. Kadınlar, özgür ve eli maşalıydı, benim ülkeme inat. O kadar ki, feminizm üzerine tez yazmak isteyen ev arkadaşım, tezinden vazgeçecekti nerdeyse, göğüs dekoltesini çok seven bu hatunların karşısında.


Günlerimiz, neşe, zevk ve sanatla geçiyordu. Hayatımı şarap, kahve ve makarnayla sürdürebilirdim bir ömür :). Makarna sosunu yapmaya her akşam bir saat özen göstermeleri ve ortaya çıkan sonucun hastasıydım. Ha bir de herhangi bir yemeği yaparken, malzemeleri nerden aldıkları, nasıl kestirdikleri, nasıl pişirdikleri detaylarını, büyük bir coşkuyla ve bir şiir gibi anlatmalarına da hayran kalıp, şaşırıyordum. O büyük sofralarda neşeyle, şarkılarla ve gülüşmelerle oturuyorduk. Lise hayatım boyunca İngilizceden nefret etmeme ve çok zor öğrenmeme rağmen, İtalyancayı bu kadar hızlı öğrenmeme çok şaşırıyordum. Çünkü beni olduğum gibi kabul ediyor, yardım ediyor, tepeden bakmıyor ve snopluk yapmıyorlardı.


Yine bir gün akşam masalarımızdan birinde, enfes bir makarna sonrası ‘ho sesso’ dedim. Önce bir sessizlik, sonra kahkaha koptu. Tekrar karnımı ovuşturup ‘ho sesso’ dedim. Doydum demeğe çalışıyordum. Yemek üstü çok iyi olmaz bence dediler, gülüştüler. Sonra, bir durup ev arkadaşlarım ‘ho sazso ‘ mu demek istiyorsun dediler. Farkı ne ki dedim, naif bir gülümsemeyle. Ho sesso, sex istiyorum demekmiş meğerse.



KAYBOLAN OTOBÜS

- coggywriter-


Halk oyunlarına olan ilgim lise yıllarında başlamıştı. İki kız arkadaşımla beraber bir derneğe kayıt olduk. Muazzam bir ortam vardı, belki de tam da aradığım sosyallik buydu. 95 yılından bahsediyorum daha bilgisayarlara bile uzak bir toplumduk. O zamanlar insan ilişkileri, arkadaşlıklar, beraber vakit geçirmek sosyalleşmenin en önemli yapı taşlarıydı.


Yaklaşık tüm sömestr her hafta sonu, tüm dansçılar ile spor salonunda çalışmalar yapmış; sezon sonunda Temmuz ayında gerçekleşecek olan Bray-Dunes halk dansları festivaline hazırlanmıştık. Rotamız belliydi. Otobüs ile yola çıkılacak, önce Yunanistan' ı dolaşıp, daha sonra feribot ile İtalya'ya geçecektik. İtalya turu atıp Fransa'nın kuzeyindeki Bray-Dunes kasabasına geçecektik.


Otobüs ile gidecek olmak her ne kadar zor gibi gözükse de, aslında bir o kadar da heyecanlanmıştık. 42 kişilik bir kafile olarak yola koyulduk. Önce Yunanistan'a geldik. Selanik, Atina, Kavala derken Igoumenitsa'dan feribot ile Bari' ye(italya) geldik. Rehberimiz hırsızlık olaylarının çok olduğunu ve mümkünse çantalarımıza sarılarak yürümemizi söylemişti. Pek tekin bir yer değildi ve zaten hiç sevmemiştim Bari' yi.

Roma'ya geldiğimizde tatlı bir heyecana kapıldık. İlk durak Colleseum idi. Herkes arabadan inip şaşkın şaşkın etrafa bakıyordu. Saat 19.00' da aynı yerden bizi almak şartı ile şoför ile anlaştık. Herkes çok heyecanlıydı ve Roma turu başlamıştı.


Aşk Çeşmesi, İspanyol merdivenleri, Colosseum, Aziz Petrus Bazilikası, Piazza Venezia derken, tüm günümüz güneşin altında yürüyerek geçmişti. Ancak fotoğraflarda ve dergilerde gördüğümüz yerdeydik, mutluyduk.


Bir sürü fotoğraf çektik, güldük, yedik içtik, eğlendik. Saat 19.00' a doğru hareket edeceğimiz otoparka doğru yol aldık. 42 kişi oradaydık, fakat bir şey eksikti. Otobüs yoktu. Rehberimiz ve yöneticilerimiz bizlere paniğe gerek olmadığını ve gezmeye devam edebileceğimizi söylediler. Roma sokaklarına gidip biraz dolaştıktan sonra, tekrar İspanyol merdivenlerine geldik. Otobüsten haber alınana kadar burada bekleyebilirmişiz. Biz mutluyduk. Keşke otobüsü hiç bulmasalar da, orada kalabilseydik.


Gece saat 03.00'e kadar, İspanyol merdivenlerinde bekledik. O kadar kalabalıktı ki, sanki tüm ülkelerden insanlar orada toplanmış, şarkılar söyleniyor, fotoğraflar çekiliyor, sohbetler ediliyordu. Roma'da bir ömür yaşayabilirdik, o kadar çok sevmiştik. Saat beşe doğru yöneticilerimiz geldi, aynı otoparka yürüdük. 42 kişilik kafilede müzisyenlerde vardı. Dolly çalan Erdal abi telaşlı bir karakterdi. Otoparka doğru yol aldığımızda, otobüsü ilk gören o olmuştu ve maymunumsu hareketlerle "Ula Ula otobüs karşıda" diye bağırarak otobüse koşmuştu. Tam köyden indim şehire misaliydi. Define yerini bulan yeşilçam kahramanlari gibiydi. O an yaşadığı sevinç ile hepimizi güldürmüştü.

Festivale geldiğimizde çok güzel karşılandık. Beş gün boyunca çeşitli kasabalarda gösteriler yaptık. Diğer ülkelerin dansçıları ile tanışıp arkadaşlıklar kurduk. Hala görüştüğümüz dostlarımız var.


Dönüş yolunda yöneticilerimizin aklına kaybolan otobüs hikayesini Erdal abiye ikinci kez yaşatmak vardı. O hariç tüm kafile bu konuda anlaşmıştık. Andorra sokaklarında herkes dağılmış şehir turu atıp, alış-veriş yapıyorduk. Yoneticiler, bu kez otobüsü bilinçli olarak toplanma yerine getirmeyince Erdal abiyi tekrar panik sarmıştı. Bu seferki atak seviyesindeydi. Endişeli tavırları ve korku dolu gözleri hala aklımda. Dakikalarca " neden bir işi doğru düzgün yapamıyorsunuz" diye hayıflandı. Yaklaşık 15 dakika boyunca tüm otobüs kafilesi onu izledik ve en sonunda dayanamayıp kahkahayı patlattık. Şaşkın şaşkın etrafa bakıyor anlam veremiyordu. Herkes gülüyordu ve "ikinci defa aynı olaya nasıl inanırsı”n diye yol boyunca Erdal abiye takılmıştık.


Tüm yolculuk boyunca otobüsün kaybolmasından çok, Erdal abinin sevinci ve hareketleri konuşulmuştu. Bizim ilk yurt dışı seyahatimizdi. İnanın Erdal abi ile çok keyifli bir hâle gelmişti.


KARMA

- matruşka -


Evliliğimizin ilk yıllarıydı. Ankara’da bir alışveriş merkezinin restoranında yemek yiyorduk. Eşim ikide bir çapraz masaya bakıyordu. “Hadi be!” dedi. Gördüğü on beş yıl önce askerlik yaptığı arkadaşı Diyarbakırlı Reşat’tı. Hoşbeşten sonra yanındaki kadına dönüp eşin mi diye sorduk. Üstüne ekledik “Yenge çocukları ne yaptınız” diye. Çünkü bizim bildiğimiz Reşat, evli ve üç çocukluydu. Kız şaşkın gözlerle “Biz evli değiliz.” dedi. Eşim “Nasıl olur oğlum, sen evli değil miydin, hatta çocukların da vardı.” diye ısrarla sormaya devam etti. “Yok oğlum o iş olmadı, ayrıldık.” deyip geçiştirdi. Eşimi bir bahane uydurup tuvalete götürdü. Biz o arada Reşat’ın sevgilisiyle sohbeti ilerlettik. Avukatmış. Birbirlerini çok seviyorlarmış, evleneceklermiş. O gün ayrılmadık yanlarından. Akşam beraber gece kulübüne gittik, eğlendik. Tabi bu arada birbirimizin telefonlarını da almayı ihmal etmedik. Sonra yanlarından ayrıldık. Yanlarından ayrılır ayrılmaz eşim Reşat’ın hala evli olduğunu, bu kadınla da yasak aşk yaşadığını söyledi. Zavallı kadının hiçbir şeyden haberi yoktu. Bu duruma çok ama çok sinirlenmiştim. Kıza söyleyeceğim, dedim. Ben bununla yaşayamam. Eşim erkeklerin birbirlerini koruma güdüleriyle asla söylememem gerektiğini, söylersem kötü bozuşacağımızı söyledi. Günlerce aklıma takıldı bu konu. Sonra dayanamadım, telefon ettim, telefonu kapalıydı- meğer Kıbrıs’taymış- Sosyal medyadan yazdım. Bir iki hafta sonra geri döndü. Emin misin diye defalarca sordu. Sonra tabi kızılca kıyamet koptu. Kız Reşat’tan ayrılmıştı. Bana defalarca kez teşekkür etti, çok dua etti. Hala görüşüyoruz, evlendi güzel bir de kızı oldu.


Aslında bu hikaye bunca yıldan sonra bana trajikomik geliyor. Kilometrelerce öteden gelip yanlış bir şey yaparken yıllardır görmediğin arkadaşınla karşılaşmak ve ipliğinin pazara çıkması çok komik ama aynı zamanda çok da trajik. Hayatın karması bu diye düşünüyorum. Yaptıklarımız bir yerlerde yakalıyor bizi.


GÜLMECE

- gülçin karabulut -

Gülmek, mutlu beyin kimyasalları olan seretonin, oksitosin, dopamin ve endorfinin artışına yol açan, yüz kaslarının anormal bir şekle bürünerek, içsel bir tetikleyici neticesinde garip seslerin eşlik ettiği şahane keyifli bir durumdur. Gülmeyi çok severim. Güzide KASACI kadar olamasam da bir Yay kadını olarak müthiş kahkahalar atarım. Gülmenin stresi azalttığı, ağrı kesici özelliği olduğu ve ruhsal sağlığı olumlu etkilediği artık herkesçe biliniyor.


Büyük çoğunluk gibi gülmece izlemeyi severim ve yaşadıklarımla pek çok gülmeceye de konu olmuşumdur. Maalesef bazıları açıklanmayacak kadar fena, o yüzden onlara hiç değinemeyeceğim, zira çok utanıyorum.


Kendimi bildim bileli sağımı solumu karıştırırım. Şoför koltuğunda oturana yol tarif ettiğimde, şoförü sağ yerine sola yönlendirdiğim ve yanlış yola saparak kilometrelerce yol gitmeye sebebiyet verdiğim için şoför ve ahaliden epey güzel temenniler aldığım çok olmuştur. Mesela meslek gereği duruşma salonunda bir duruş düzeni vardır. Avukatın davacı veya davalı vekili, sanık veya katılan vekili olması hakim kürsüsünün sağ ve solunda bulunması şeklinde farklılık gösterir. Ben duruşmaya girmeden önce hakimin bulunduğu pozisyona göre sağ-sol ezberi yaparım. İşe yaramadığı zamanlar oluyor maalesef ve sonrasında rezil olmaktan ve gülmekten başka elimden bir şey gelmiyor. Bazen disleksi olduğumu düşünüyorum. Yazı yazarken çok nadir de olsa aklımdaki ve yazdığım arasındaki farklılık da bunu destekliyor sanırım. Yön bilgim çok kötüdür, yönler kafamda çok farklı kaydediliyor ne yapayım. Bir keresinde yatılı okuldan evci izni ile eve gelmiştim. Bulunduğumuz mahalleye yeni taşınmıştık ama ben henüz doğru yönü beynime kaydedememiştim. 16-17 yaşlarındayım ve evin çevresinde epey tur atmış evi bulamamıştım. Her yer birbirine benziyordu. Dolaşmaktan çokça yorulmuştum ki yanında 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu olan yolda karşılaştığım bir beye durumu izah ettim ve sağ olsun beyefendi evimi bulmama yardımcı olmuştu. O zamanlar her şey ilkeldi, henüz teknoloji ile tanışmamıştık, yolda tanımadığımız insanlara bile güveniyormuşuz. Şimdi ne cesaret diye geçmiyor değil içimden.


Şimdilerde çocuklarıma çok gülüyorum. Astrolojiye meraklıyım biraz ve malum astrologların da pandemi ile ilgili yorumları oluyor. Kızımın keyfi evde pek bir yerinde ve okula gitmeyi hiç istemiyor. Geçenlerde, sesli bir şekilde bir astroloğun “okullar açılacak ama Ekim'de tekrar kapanacak” yorumunu okudum. Kızım bunu duyunca çok sevindi, "Anne söyledikleri çıkıyor degil mi? Hep doğruyu söylüyor değil mi? Mesela hangileri gerçek oldu, okullar açılmaz değil mi?" gibi sorularına belli aralıklarla muhatap oldum. Oğlum da market alışverişinde ödeme sırasında, önümüz arkamız doluyken eline prezervatifi alıp bağırarak "Anne bu ne, ne işe yarıyor?" diye sorunca ben birden panikleyip elindekini bırakmasını ve onun anlayacağı bir şey olmadığını kısık sesle ona söylemek durumunda kaldım. Bana göre utanılacak bir şey olmamasına karşın toplum buna henüz hazır değildi. Oysa içimden büyük kahkahalar atıyordum, eve geldiğimde katıla katıla güldüm tabi ki.

Güldürmek müthiş bir sanat, dram oyuncusu çok ama güldürü ustası buna keza epey az. Geçenlerde büyük usta Metin Akpınar'ın hayatını konu alan "İyi ki Yapmışım" belgeselini izledim. Bir güldürü ustasının ne denli zor yetiştiğinin ve güldürmenin büyük bir yetenek ve zeka gerektirdiğinin en güzel örneğiydi bu belgesel. İzlemenizi tavsiye ederim.

Gülmek, bir lütuftur insana. En zor anımızda bile, en insan yanımız, bir yandan hep gülümsesin hayata....



KAYMAKSIZ KÜNEFE

- topaz -


Başıma gelen en komik şey “doğmuş olmak.”


Sorulmadan getirildiğimiz bu yerde hiçbir seçme hakkı verilmemişken, kaşının gözünün rengi, boyun, dilin, ırkın, ailen, doğduğun sokak veya ev, hiçbiri ile ilgili söz hakkımız olmamışken, üstelik hiç kimsenin olmamışken birilerinin bunlardan herhangi birini övüyor veya yeriyor olması çok komik değil mi?


Kürt olduğun için aşağılayan ya da öven insanlar var mesela, Aleviliği kutsayan ya da lanetleyen. Boyun uzun olduğu için, kaşın gözün genel geçer kriterlere uygunsa güzelsin, değil ise de yapabilecek bir şey yok, otur kahrol. Tamam ama sen seçmedin, İngiltere kraliçesinin oğlu olarak doğabilirdin ama sana Yozgat’ın meraları düştü. Yapılacak şey “ ölümüne” Yozgat’ı savunmak olabilir mi yahu?


Doğduğun memleketi seçemiyorsun da nasıl en üstün olduğunu iddia edebiliyorsun?

Hayatında hiç Hatay’da odun ateşinde pişmiş bir künefe yememiş bir Yozgatlının ilk yediği künefenin dünyanın en güzel künefesi olduğunu iddia etmesinden farkı ne?

Hiçbir medeniyetle karşılaşmamış bir kabilenin ateşe taptığı ayinlere katılmamışken, yaşadığın toplumun çoğunluğunun inandığı dinin ennnn büyük, en ulu din olduğuna inanmak niye.? Hatta nasıl?


Siz hiç bir Türk’ün İngiliz ırkçısı olduğunu duydunuz mu? Ben duydum ama sessizce söylüyordu, çünkü aksi durumda çok ciddi sıkıntı yaşayabilirdi. Adam doğduğu coğrafyanın insanını “aklınca” elemiş, tartmış ve başka coğrafyadakini daha çok sevmiş, bitti. Doğru ya da yanlış bir tercih yapmış, fikir beyan etmiş ve kendince doneleri var. Sadece burada doğdu diye Turancı olmak daha mı mantıklı yani?


Tercih etmediğimiz şeyleri sırf sahip olduğumuz için övmek ya da değiliz diye yermek, hatta lanetlemek, hatta yok etmek. İçine doğduğumuz şey işte bu, bizler yargılayıcılarız.

Boyu uzun olanı, kısaların yanında kutsarız, burnu kemerli ise öneriler getirebiliriz, bu bizim hakkımız, eğer Alevi ise” sonuçta sen onlar gibi yaşamıyorsun, takma kafaya” diyerek avutabilir ya da dışlayabiliriz, ateist ise onu “doğru yol” a getirmek için sevap mukabilinde bir kaç akıl verici cümle bağışlayabiliriz. Ailesinin zorla başını kapattırdığı kız özenip bir ruj sürdü diye dalga geçeriz, bu yaşta bile talibin çıkıp evlenebilirsin diyerek destek oluruz, asla evlenmek istemiyor olma ihtimali yoktur çünkü, çocuk yapmıyorsa kısırdır, müslüman değilse bir çocuğa gülümsemesine şaşar kalırız mesela ”gavur ama kötü niyeti yok”…


Coğrafya kader deriz, bizim coğrafyanın kaderi olabileceğimizi hiç düşünmeyiz, eh çünkü biz Türküz, müslümanız, inançlıyız, Milliyetçiyiz, bizden âlâ millet mi var??

Doğaya çıkar, arkamızda poşetler dolusu çöp bırakır doğayı severiz, ağzımızdaki sigarayı, sövmek için alıp hiddetle yere fırlatır memleket toprağını savunuruz, Müslümanlık tek gerçek din deriz, çamaşır makinasını bulana dualar ederiz…


Şimdi bunlardan sonra bir düzeltme yapmak istiyorum, komik olan doğmak değil, insan olarak doğmak. Sonunda kibrimizde boğulduk, boğuluyoruz…



ROKET TAKIMI: BİR UÇUŞ HİKAYESİ

- voila -


Çocukluğumdan beri hem erkek, hem de kadınlardan oluşan arkadaş gruplarım oldu; yılları devirdik. İki tip birlikteliğin de ayrı keyfi olmuştur benim için. Kadın dostlarımla paylaşımımız hep çok özel, derin ve keyifli olmuştur. Ancak erkek yakın arkadaşlarımla çocukluğumuzdan bu yana saçmalıkların sınırlarını çok daha fazla zorlamışızdır.

Hep görece yaşıtlarımdan daha minik biri oldum. Boy ortalaması olarak normal üstü olsam dahi zayıf olduğum için hep ufak tefektim aralarında, minyon tipli insan anlayacağınız. Bu yüzden beni istedikleri her an bir un çuvalı gibi oradan oraya taşıyabiliyorlardı. Çok dolaşmışımdır sırtlarında konserleri, etkinlikleri… Direttiğim zaman bir yerde tek elleriyle oradan oraya kolayca kaldırıp bırakabiliyorlardı. Bu yüzden hiçbir zaman ön koltuğu kapamadım. Bu ne yazık ki hala böyle…


Ara sıra okul çıkışında sinsi sinsi arkamdan gelip kollarımdan havaya kaldırarak okulun çevresinde birlikte tur atardık; güya uçuruyorlarmış beni, tam roket takımıyız anlayacağınız. Artık o kadar alışmıştım ki direkt ayaklarımı kaldırıp akışa bırakıyordum kendimi. Aşırı da keyif alıyorum her türlü saçmalıktan, sırık gibi herifler bana 180 boyundaki insan atmosferini yaşatıyorlardı sağ olsunlar. Şimdi tanımadığım insanlar aynı hareketi yapsalar hiç karşı koymaz direkt refleks olarak ayaklarımı kaldırıp uyum sağlarım, öyle bir benimseyiş hali. Kaçırılmaya müsait bir durum, neyse ki kimse bilmiyor

bu huyumu.


Yine böyle zamanlardan birindeyiz; on üç - on dört yaşlarında, okulun içindeyiz. Birden kollarımdan kaldırdılar, uçuşa geçtik ve ben pek tabii ayaklarımı kaldırdım akıştayım, hepimiz halinden memnun ufak bir seyahat yapacağız okulda. Artık herkesle içli dışlı olduğum için utanma duygusu, rezil oldum kaygısı da kalmamış. Neredeyse öğretmenlerle selamlaşıp yolumuza devam ediyoruz. Ergenliğin verdiği IQ düşüklüğü sebebiyle sanırım herkes dehşet eğleniyordu, ancak turumuz sonunda bu sefer beklenmedik bir şey oldu ve o iki yakın erkek arkadaşım beni yere bırakacaklarına götürüp sınıfın çöpünün içine bırakmışlardı. Sonrasını siz tahmin edin; kızılca kıyamet, kargaşa ve onlarca insan hunharca gülmüştük o duruma. Hala gülünç bir anı denilince ilk aklıma gelenlerden ve istemsiz kahkaha atmama sebep olan en acınası halimdir.


ETEK

- ayşe menekşe -


Haftanın konusunu okuduğumda tam da olması gereken dedim. Bu süreçte ben de hepimiz gibi gülebilme duyumuzu yitirmenin hüznünü yaşıyorum. Olanlar her neyse eski normalimize dönmemize az kalmış olmasını diliyorum. Art arda yaşanan tüm olumsuzlukların bir an önce hayatımızdan çıkması için duadayım.


Tek çocuk büyüdüm ben. Kardeşlerim vefat etti, biri benden önce diğeri de benden sonra. Ailemin bana olan aşırı korumacı halini anlatmak için yazdım bu cümleyi. Okul hayatım başlamadan tek çocuk kalmıştım. Bundan mütevellit pek çok olayla karşılaştım. Bir tanesini anlatacağım sizlere.


Ortaokuldaydım. Beden eğitimi dersleri pek keyifli olurdu. Tabi korumacılığın üst sınırındaki anneciğim her durumda olduğu gibi burada da beni soğuktan korumak adına okul önlüğümün altına bir de etek giydirirdi. Soyunma odasında hazırlanırken unutuvermişim altımdaki eteği. Koşarak çıktım soyunma odasından, üzerimdeki garip bakışları hala hatırlarım. Biraz koştuktan sonra bir de baktım ki eşofmanımın üzerinde eteğim. Nasıl bir utançla döndüğümü tahmin edersiniz.


Şimdi aklıma geldiğinde gülüp geçiyorum da bi de o zaman görseydiniz. Eteği çıkarıp döndüm ama bakın kaç yıl geçti üzerinden hala etkisindeyim.


ree

Bu haftanın normal insanlar konusu " romantik ilişkinizde pişman olduğunuz bir davranış" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI


  • Başka Birine Aşık Oldum – Edward Bloom

  • Rus Ruleti – Rojda Aksoy

  • Kulaçlarımla Suyun Canı Yanar Mıydı – Tuğçe Eser

  • Arzunun o Belirsiz Nesnesi – Canderel

  • Bunu Yapan Ben Miyim – Matruşka

  • Cennet Cehennem – Sınırda

  • Konuşanlar – Ayşe Çetinkaya

  • Eski Kaşar – Karahindiba

  • Dünyanın Merkezi – Gorila Voladora

  • Kutsal Bir Yalnızlık - San

  • Kirpi – Nehir Niş

  • Bütün Kadınlarıma – Mehmet Can Kaya

  • Keşke – Coggywriter

  • Büyü – Gül

  • Hem Evet Hem Hayır – Bir Başka Dünyadaki

  • Kırmızı Kalemle Yazılmış Not – Dalgın Canbaz

  • Mantık Cezası – Saturnuslog

  • Pişmanlık Mı Tecrübe Mi – Msy

  • Yangın Yeri – Gülçin Karabulut

  • Bağımlılık – Yorgun Kafa Olmayan Kalp

  • Pişmanlık Mı Öğreti Mi – Ayşe Menekşe

  • Beklenti – Melike Yılmaz

  • Su Götürmez Bir Gerçek - Mon cher

  • Keşkelerle Dönmüyor Dünya - İgiem






BAŞKA BİRİNE AŞIK OLDUM

- Edward bloom -


Yaklaşık üç yıl olmuştu birlikteliğimiz başlayalı. Yumuşak iniş çıkışlarla ilerlemeyen, başlarda duygusal yoğunluğun en abartılı şekilde yaşandığı, gözlerin dış dünyaya tamamen kapandığı her -haydi çoğu diyelim- ilişki gibi zirveyi çabuk görmüş ve hızlı bir şekilde inişe geçmeye başlamıştı. Zor olansa inişe tek başıma geçiyor olmamdı. O hâlâ zirvedeydi ve ona orada yalnız olduğunu hissettirmemek için yorucu bir rol üstlenmiştim; aşıktım ve mutluydum. Ve rolü herhangi bir mecburiyetim olmadığı halde onu üzmemek için oynuyordum. Bırakırsam yere çakılırdı. (Bu düşüncem kibirimden değil; her fırsatta bana hatırlatılmasından kaynaklanıyordu)


Başta şımartan ilgisi boğmaya, değerli hissettiren kıskançlıkları bunaltmaya başlamıştı, ama gidemiyordum. "Ben artık yapamıyorum!" diyemiyordum. Çünkü zamanla duygusal şiddete dönüşen vicdan sömürüsüyle çocukluğumda annemle tanışmıştım. "Sen benim her şeyimsin!"le başlayan o ağır yükün sırtımda bir kambur olmasını çaresizce seyretmiştim. Kimsenin "her şeyi" olmamam gerektiği bilgisi vardı, ama bilinci gelişmemişti. Frodo'nun yüzüğü taşıdığı gibi taşımam gerekiyordu bu yükü; taşımayı ben seçmemiştim ama taşımakla yükümlüydüm.


Artık kamburumun acısı katlanılamaz hale geldi. Sırtımdan atmam gerekiyordu ve ben makul bir insan gibi karşıma alıp "artık taşıyamıyorum" demek yerine; "başka birine aşık oldum" dedim, telefonda, birden bire. Üstelik de böyle bir şey yokken. İnanmadı, kabullenmedi, ardı arkası kesilmeyen sorular sordu. Hayali birini yarattım. Okuldan, arada bir karşılaştığım biri dedim, bir isim uydurdum, bir yüz, bir tip yarattım.

Ağlama krizleriyle geçen gecenin sonunda direncim kırıldı ve "belki de kafam karışmıştır, tanımıyorum bile. İlişkimizi böyle bir sebeple bitirmeyelim" demek zorunda kaldım ve sonrasında sırtımdaki daha da büyümüş kamburumla yeni hayatıma başladım.

Bir yıl daha sırt ağrısıyla devam ettirdiğim ilişkiyi nihayetinde bitirdim ama o gece yaptığım şey, ilişkinin geri kalanında da, bittikten sonra da kendimi hep suçlu hissettirdi bana. Bundan bir ders alabilmiş olmayı dilerdim ama hiçbir zaman ilişki bitirme konusunda makul bir insan gibi davranamadım.


Bir ilişkide yaptığım en acımasız hareket buydu. Önce kendime, sonra ona.


RUS RULETİ

- rojda aksoy -


En büyük günahları hep romantik ilişkilerimde işledim. Beni olduğum gibi seven, bana güvenen, değer veren birinin tüm dengesizliklerimi kabul edeceğini (bir süreliğine de olsa) içten içe biliyordum sanırım ya da öyle olmasını umuyordum. Geriye dönüp baktığımda yaptığım hataları başka nasıl açıklayabilirim bilmiyorum.


Bana yeterince aşıksa dengesizlikerimi görmezden gelir.

Beni yeterince seviyorsa kıskançlığıma katlanır.

Bana yeterince değer veriyorsa huysuzluklarıma aldırmaz.


İşte bu saçma ve çarpık düşünme şekliyle birçok ilişkimde karşımdaki kişiyi yaraladım. Bana verilen değeri bana ne kadar tahammül edildiğiyle ölçtüm. Öyle ya; iyi ve sevimli halimle beni zaten herkes sever, asıl mesele huysuz ve çekilmezken de sevilip sevilemeyeceğimdi.


Bence bu akıl yürütme biçimi tamamen yanlış değil. Yani evet, karşımızdaki insanı zor yönlerine rağmen sevebiliyor ve yanında durabiliyorsak bu oldukça değerli ama tüm ilişkiyi böyle negatif bir zemin üzerinden inşa ediyorsak o ilişkinin yıkılması kaçınılmaz.

Ben maalesef bu hatayı en çok aşık olduğum kişiye karşı yaptığımı başlarda fark edemedim. Böylece her geçen gün içinden kurtulmanın daha da zorlaştığı bir girdaba kapıldım. Başlarda küçük küçük yarattığım gerilimler tartışmalara sebep oluyordu fakat her seferinde sevgilimin bana geri dönmesi daha fazla risk almam konusunda beni yüreklendirdi. İnsanların kumar oynarken aldığı risk arttıkça heyecanları da nasıl artıyorsa ben de ilişkimde el yükselttikçe sonucun ne olacağını heyecanla bekliyordum. Sevgilimle el ele uçurumun kenarında yürümekle kalmıyor her seferinde bu yürüyüşü farklı tehlikelerle renklendiriyordum. Çünkü her defasında beni düşmekten kurtarıp kurtaramayacağını görmek konusunda daha büyük bir meraka kapılıyordum sanırım.


Küçük bir hatırlatma;


Böyle psikopat gibi anlattığıma bakarak beni yargılamanız çok üzücü olur. Bunları şimdi olduğum noktadan geriye bakarak yorumluyorum ama bu süreçler yaşanırken asla farkında değildim. Bahsettiğim heyecanı, gerilimi, korkuyu elbette hissediyordum ama bu duyguların sebebini ya da bunları yaratan koşulların ne olduğunu açıkça görmekten oldukça uzaktım.


Zaman geçtikçe ve kendimi tanıma konusuna eğildikçe geçmişimle de sık sık yüzleşmek zorunda kaldım. Aslında kendimi sevmek konusunda yeterince ikna olmadığım için bir başkasının da beni sevmesine inanamamış olmam beni bugün çok şaşırtmıyor. Onun bana olan sevgisine inanmam için her zorluğu aşmasını, bütün tuzaklardan zekice kurtulmasını ve beni böylece ikna etmesini beklemiştim. Fakat bugün dönüp baktığımda bunun hem sevgilime hem de bana karşı haksızlık olduğunu görüyorum. Artık sevildiğime inanmak için daha makul göstergeler kovalıyorum ama bir daha kimseye böyle eziyet etmeyeceğim konusunda hala kendime çok fazla güvenemiyorum. Sanırım damarlarıma bir zehir gibi yayılan bu duygulardan tamamen kurtulmak için biraz daha zamana ihtiyacım var. Umarım o zaman gelene kadar yalnızlıktan ölmem.


KULAÇLARIMLA SUYUN CANI YANAR MIYDI?

- tuğçe eser -


Romantik bir ilişki kurmak benim için her zaman zor oldu. Yaşıtlarımdan hep daha geride hep daha çekingendim. Belki babam ile olan ilişkim, belki güvensizliğim, tam nedenlerimi hala çok iyi bilmiyorum. Ama anladığım tek bir şey varsa o da denize atlamaya cesaret etmeden, yüzmeyi öğrenemediğim.


Babam, ben iki yaşındayken beyin ameliyatı geçirdi. Sonra yirmi iki yıl yaşadı. Ancak bildiği birçok şeyi unutmuştu. Arabayı kullanırken hep sağında otururdum, sürekli hata yapar, yanlış tarafa sinyal verir, el frenini çekmeyi unutur, yolu karıştırırdı. Polis çevirse, polisle benim konuşmam gerekirdi. Yeterince küçükmüşüm. Biri tarafından kollandığını hissetmesi gerekecek kadar küçük. Hala çok küçüğüm. Güvende olduğunu hissetmeyi çok arzulayacak kadar küçüğüm. Babasının güvenlik kemeri olan o küçük kızım.

Ben atlarsam suya, beni çıkartabilecek olan kişinin eksikliğini şimdi anlıyorum. Bir yandan ailemdeki kadınların, yaşantıları nedeniyle, erkeklere olan nefreti, bir yandan her gün canım ülkemdeki canım kadınların ezildiklerini, tecavüz edildiklerini, bıçaklandıklarını, katledildiklerini duymak, izlemek; o atlayacağım denizi bir okyanusa çevirdi. İçinde köpekbalıklarının cirit attığı, dalgaların sert çarptığı beni korkutan bir su. Üstelik bir can yeleğim bile yokken, nasıl cesaret edemezsin atlamaya, diye kendime yüklenmeyeceğim.


Gelgelelim, o tüm cesaretimi toplayıp, balıklama daldığım nadir zamanlara. Birçok hata yaptım haliyle, ama sanırım en önemlisi ve beni en çok kendimden uzaklaştıranı; “hayır” demeyi bilememekti. Hep çok nazik olmayı ve benden istenilen her şeyi vermem gerektiğini öğrenmiştim. Aşırı iyilik yaptım, belki kaybetmeyi istemediğim için. Ama nihayetinde bu davranışlarımın da etkisi yüzünden kaybetmiş oldum. Sadece karşımdakini üzmekle kalmadım, aynı zamanda kendimden de uzaklaştım. İçimde bir ses, her geçen daha yüksek sesle bağırdı…”ben de buradayım” diye. Kendi isteklerimi, her yerde bir rafa kaldırıp, sadece erkeği memnun etmeye odaklıydım. Bu cinsellikte de böyleydi, yaşamda da, basit bir televizyon izleme etkinliğinde de. Bana ağır gelen tavırlara bile karşı koyamadım. Bunu hak etmediğimi yeterince söyleyemedim. O çok korkulan erkek, aynı zamanda babam gibi en kırılgan olan şeydi. Ona karşı gelmek, onu öldürmekle birdi belki de benim için.


Ayakladığınızda, kurallarına baş kaldırdığınızda, sırf bu tavrınız yüzünden gerçekten de yok olabilecek olan bir ülkede olduğunuzu düşünün.


Nihayetinde, hata yapa yapa, doğru bulunur. O yüzden, en büyük pişmanlığım, sadece korkaklığımdır. Keşke daha çok hata yapsaydım. Keşke daha çok deneyimleseydim. Keşke yüzmeye çabalarken atttığım kulaçların denize zarar vermeyeceğini bilseydim.

ARZUNUN O BELİRSİZ NESNESİ

- Canderel -


Biraz afili bir başlık oldu ama Lacan’dan falan bahsetmeyeceğim, bildiğim konular değil, bu ifade üzerine uzaktan düşünmek hoşuma gidiyor sadece. Benim hikâyem basit; uzun, upuzun bir ilişkinin ortasında “Bu adam gerçekten beni seviyor mu” sorusu kafama takıldı ve uzun süre oradan ayrılmadı. Arkadaşlarıma “Metreslik müessesi daha mı iyi acaba” dediğimde ve gülüştüğümüzde, ben aslında biraz da ağlıyordum. Yılların geçmesinin her şeyi kötüleştireceği gibi sabit bir fikrim oldu hayatımın önemli bir kısmında. İlişkin illa ki eskir, alışkanlığa dönüşür, sen giderek sevmediğin bir insana dönüşürsün, gün geçtikçe verimliliğin azalır, hayatını değiştirmek için çabalamaktan vazgeçersin. Güzelliğini, çekiciliğini kaybetmekten falan hiç söz etmiyorum bile, onlar zaten cepte. İçimden bir ses “Sakin ol, insan sevilmediğini eninde sonunda anlar, eşek değilsin ya, emin olduğunda Ahmet Kaya’nın şarkısındaki “ Kafama sıkar giderim” gibi değilse de, bir şekilde gidersin” dese de içimi uzun süre kurtlar kemirip bitirdi.


Sonra ne mi oldu, basit bir hikâye demiştim, bir yere gitmem gerekmedi, olduğum yerde duruyorum, zaman zaman beni saran eskime, paslanma, değersizleşme hislerinin ilişkimle pek de bir alakası olmadığını anladım. Belirsizliğe tahammül edebilmenin çok önemli bir güç olduğunu anladım. Bir de şu; insan uzun süren bir ilişkinin ortasında, ilerleyen yaşında aşk acısı çekebiliyormuş, aynı evin içinde. Ne var bunda diyebilirsiniz ama yine de uzaktan bakınca bana biraz acayip geliyor…




BUNU YAPAN BEN MİYİM?

- matruşka -


Televizyonda, internette hep görür, nasıl olur derdim aile içi şiddet haberlerine. Bir ilişki nasıl bu hale gelir, bu hale gelmeden önlem alınmaz mı, insanlar bu işte bir yanlışlık var demez mi, diye hayıflanır dururdum.


Evliliğimin on ikinci yılıydı. Âşık olarak ama mantığımı da ortaya koyarak evlendim. Çocuklarımız oldu. Kendi halimizde yaşayıp gidiyorduk. Çocuklarımın yaşları birbirine çok yakın, işim yoğun, evdeki sorumluluklarım çok fazlaydı. Ağır geliyordu hepsi. Eşim de çok yoğun çalışıyordu. Hala öyle…


Romantik ilişkilerimde pek çok kadının yaptığı hatayı ben de yaptım: Karşımdakinin beni ve ihtiyaçlarımı ‘ben söylemeden’ anlamasını bekledim. Anlamayınca da gerildim, gerildikçe sinirli, sağa sola saldıran biri olup çıktım. Hâlbuki ataerkil yetişen, yediği önünde yemediği arkasında bir Türk erkeği bunu nasıl anlayacaktı ki? Haftalarca süren küslükler, aynı evde dünyayı birbirimize dar etmekten başka ne işe yarardı ki? Annemden bilinçsizce aldığım davranış kalıpları annemi mutlu etmiş miydi de beni edecekti?


Yine gergin olduğum bir akşam –şükür ki çocuklar babaannedeydi- üzerine yürüdüm. Eften püften sebepler. Hatırlamıyorum bile. Vurmaya başladım, kıyamadı bana, vurmadı. Kışkırtıyordum bana vurmasını istercesine. Boğazıma yapıştı. Soluksuz kaldım. Bıraktı en nihayetinde. Hırsımı hala alamamıştım. Üzülsün, acı çeksin istiyordum. Polisi aradım, şikâyetçi oldum. Dedim ya geleneksel yapıyla yetişmiş, çevresinde tanınan, itibar gören biri eşim. Konunun komşunun içinde, “el âlem ne der tanrısı” yakamızda geldi polis. Arayı bulmaya çalıştılar. Sonrası cehennem azabıyla geçen günler…


Bir zaman sonra psikoloğa gittim. Olanları anlattım. Kaygı bozukluğum olduğunu, bu kadar sorumluluğun düşünme mekanizmamı bozduğunu söyledi. Hafif bir antidepresana başladım. İki ay içinde kendimi toparladım. İlacı bir yıl kullandım.

Hatalarımı fark ettim. Yardım istemeye başladım. Arkadaşlarımdan, ailemden, eşimden ve hatta çocuklarımdan... İnsanların davranışlarını değiştiremeyiz belki fakat bu davranışlara verdiğimiz tepkiyi değiştirebiliriz. “Güçlü kadın” imajından kurtulmalıyız. Ve insanların bizi anlamasını beklememeliyiz. Biz kendimizi ısrarla anlatmaya ve anlaşılmaya çalışmalıyız. Her şeyi tek başına yapacak “on kaplan gücünde Fantom” değiliz.




CENNET CEHENNEM

- sınırda -


İlişkilerimi gözden geçirdiğim zaman yaptığım çoğu şeyi utanç ve pişmanlık içinde hatırlıyordum. Davranışlarımın sebebinin borderline kişilik bozukluğuna sahip olmam olduğunu öğrendiğimden beri artık utanç ya da pişmanlık duymamayı da öğrendim. Davranış bozukluğumun getirdiği sonuçları en yakından tecrübe edenler, hayatıma giren erkekler oldu. Bunlardan en can alıcısı sanırım gecenin 03:00’ünde sarhoş bir vaziyette erkek arkadaşımın karısının kapısına dayanmam ve evde çocukları varken balkonundan intihar etmeye çalışmamdı. Uzun süre erkek arkadaşım ve karısına yaşattıklarım için kendimi suçladım. Şimdi bu noktaya gelecek kadar sonucunu düşünmediğim davranışlarda bulunduğum için kendime fazlasıyla şefkat duyuyorum ve kendimi iyileştirmeye çalışıyorum.


On dört yaşında ilk aşık olduğum erkekten itibaren bütün sevgililerimi aldattım. Bununla gurur duymuyorum. Aksine şimdi Otuz sekiz yaşındayım ve kendime güvenmediğim için artık ilişki kurmuyorum. Yani neyi neden yaptığımı anladığımdan beri bunu tekrar etmekten korkuyorum.


Yirmi dört yaşında başlayan ve evli olan son ilişkim otuz dört yaşında son buldu. Ayrılmadan kısa bir süre önce on yıl boyunca borderline ve bipoların muhteşem birlikteliğini yaşadığımızı öğrendik. Yaşadıklarımız her şeyin en üst noktasıydı. Sevginin, aşkın, nefretin, kavganın, seksin en yoğun hallerini, mutluluğun en üst ve acının en dip noktalarını gördük. Araba parçalamak artık sıradan bir tartışmanın sıradan bir sonucuydu. Ya da yanımızda kim olduğuna ve nerde olduğumuza bakmaksızın masaların devrilmesi normalleşti. Yaşadığımız evi ateşe vermek ise çok normalleşmese bile yaşanan şeylerdendi.


Bunların hepsi bulutların üzerine çıktığımız sekslerle son buluyordu.

Onun ailesinin evinin önünde arabamın içinde aldığım ilaçlarla ölmek istedim. Evden çıktığında beni bulup ömrünün sonuna kadar acı çekmesi tek isteğimdi. Olmadı. Tekrar denedim. Üçüncü intihar girişimim de onu cezalandırmak içindi. O da olmadı. Yoğun bakımdan çıktığımda ailemin gözlerini gördüm ve her şey farklılaştı. Artık yaşamak zorundaydım.


Ülke değiştirdim ama yapamadım sonra Türkiye’ye döndüm. Başka bir şehre taşındım. Şimdi tek amacım hiçbir duygu durumunun uç noktasına gitmeden dengede kalabilmek.

Borderline olduğumu öğrendiğimde ağzımdan çıkan ilk cümle bunun benim cehennemim olduğuydu. Doktorum aynı zamanda cennetim de olduğunu söyledi. Çünkü kötü duygular yaşadığımda en dipte olduğum gibi manik anlarımda da kimsenin olamayacağı kadar mutlu oluyordum. Artık ne cenneti ne de cehennemi yaşamak istiyorum. Çünkü cennetin bedelinin ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Bu dünyadan ortalama bir duygu durumu ile geçip gitmek istiyorum. Bunun için de emek, zaman ve para harcıyorum. Çok şanslıyım ki iyi bir psikiyatrist, psikolog ve aile desteğine sahibim. İlaçlar, psikoterapi, meditasyon, yoga ve doğada geçirdiğim zaman yeni yaşamımın temelleri oldu.


Borderline hiç geçmeyecek, ben yaşadığım müddetçe benimle olacak. Ben de onunla yaşamayı, onu kontrol etmeyi öğreniyorum. Belki bir gün acı vermediğim, acı çekmediğim, paylaşımlar üzerine kurulu ve olabildiğince dengeli bir ilişkim de olur.

Neden olmasın? Acelem yok…



KONUŞANLAR

-ayşe çetinkaya-


Kendim dışında herkesi dinliyorum. Dedem diyor ki, büyümek için yemen lazım. Yiyesim yok, ama yiyorum. Annem diyor ki, öğrenmek için okula gitmen lazım. Okula gitmek istemiyorum. Babam diyor ki, sınavları kazanmak için çok çalışman lazım. Zaten çok çalışıyorum, üstelenince çalışasım kaçıyor. Ne istediklerini duymak için artık konuşmalarına gerek kalmıyor, ben duyabiliyorum. Ama ben ne istiyorum, bilmiyorum.


Sonra biri geliyor. Bana onun istediği şeylere gülmemi, onun istediği şeyleri izlememi, onun istediği şeylere inanmamı söylüyor; vicdanı, adaleti, sevgiyi, güvenmeyi, fedakarlığı, kızmayı, affetmeyi, arkadaşlığı, neredeyse yaşamayı sil baştan öğretmeye kalkıyor. Bu bana hiç garip gelmiyor. Kendim dışında herkesi dinliyorum ya, onu da dinliyorum. Seslerimiz çatışıyor. Ama ben kendimi duymuyorum. Bildiğim ne varsa yıkıp yerine ondan gelen hurafeleri koyuyorum. Bu insan ben değilim. Ben kimdim?


Dedem mi? Babam mı? Annem mi? O mu? Bu içimde konuşup duranlar kim? Ben neredeyim? Cılız bir ses var, bazen netleşiyor, “çok yanlış” diyor, “bu olanlar çok yanlış, bunu istemiyorsun”. Bir kurtarıcı bekliyorum. Bana “ne yapmam lazım”, söyleyecek birini. Hiç kimse gelmiyor. Ben aslında bana söylüyorum, ama kendimi hala duymuyorum.


ESKİ KAŞAR

- karahindiba -


Bana istediğiniz kadar burnu havada deyin, ben genel olarak acı hatıralar veya pişmanlıklar üzerine düşünmüyorum. Çünkü önemli olan pişmanlığı yaşayacağın anda doğru hareket edip söz konusu pişmanlığı yaşamamak. Baktım yaşayacak gibi oluyorsam da hemen haklıymışım gibi davranıp karşı tarafın o küçük tartışmada içine atmak zorunda kaldıklarını yıllar sonra psikoloji bültenlerinde dışa vurmasını sağlıyorum. Bir dönem ‘hayatta bazı kararları farklı verseydim acaba şu anda nerede olurdum?’ u merak ederek zaman harcadım. Halen emin değilim tabii ama büyük ihtimalle yine aynı haltları yiyip yine aynı hataları yapacağımı düşünüyorum. İnsanın hareketlerinde duygular çok önemli rol oynuyor ve hareketlerinizi geriye dönüp tekrar düşündüğünüzde bu duyguları aynı şekilde yaşamıyorsunuz. Dolayısıyla vah Ayşe’yle düzüşmeseydim, Mehmet’i öpmeseydim gibi pişmanlıklar kalıyor hep elimize. Ancak o anda Ayşe’nin kokusu, size attığı üç numaralı bakış, çevre, hormonlar, sizin hissettikleriniz gibi faktörlere hiç de hâkim değiliz. Bunların tamamına hakimmişiz, yine de geriye dönüp olayı tam anlamıyla yaşayabilmiş ve gerçek bir sonuca varmış gibi davranmamız bana biraz kendimizi fazla üstün görmek gibi geliyor. O nedenle büyük pişmanlıklar bir nevi illüzyon benim için. O anda düşünecektin canım bunları. “Keşke yapmasaydım ama çok sinirlendim ne yapayım?” diyorsan bence sen zaten sinirli bir karaktersin ve bunu düzeltmen lazım. “Çok sarhoştum ne yapayım kendime hâkim olamadım” diyorsan içme güzel kardeşim. Kendini tanı. Hayatta hatalar yok mudur? Kesinlikle vardır ancak dersler de vardır. O saçma hareketi yapmasan üniversitedeki partnerinle evlenir miydin? Allah bilir! O saçma hareketi yapmamayı öğrenmek için ne yaptın peki? Pişmanlıkları yaşamaktansa bu tip düzeltici adımlar atmak çok daha iyi bana göre. Geçmişte çok ayıp ettiğim adamın gözünde g.tün teki olmakta hiçbir sorun yok. Herkes en az bir kişinin gözünde şerefsizin teki. Bu gayet normal. Çok onurluymuşuz da herkesin bizi sevmesi/övmesi/hayran olması gerekiyormuş gibi düşünmek bence biraz kişilik mastürbasyonu. Ulu düşünür İnternet bu konuda şöyle der; “sen nutella kavanozu değilsin, herkesi mutlu edemezsin”. Geçmişte seni üzdüm mü? Üzgünüm, o anki hormonlarım, çevre, duygularım vb. seni üzmemi gerektiriyordu ve üzdüm. Seni üzmesem ben üzülecektim ve belli ki asla zarar vermemem gerekenler listesinde değilsin. Çocuk olarak nitelendirdiğim ve maddi ya da manevi kırıp döktüğümün önemsenmediği yıllarda pişman olunacak hareketleri sıklıkla yaptım. Anne terliği tam da bu noktada beni eğitti ve hayatımın kalanında bu hatalara daha az düşmeyi öğrendim. Anne terliğinin gücü azaldığında ise çevremdekilerin kalbini kırarak ve kalbimi ite-köpeğe kırdırarak hayat mücadelesindeki yerimi aldım. Pişmanlıklarım kesinlikle var ama içimi buralara dökecek kadar değil. Hayatı biraz eskimiş kaşar gibi yaşamak lazım.



DÜNYANIN MERKEZİ

- gorila voladora -


Meşhur bir Nasreddin Hoca fıkrası vardır: sormuşlar hocaya dünyanın merkezi neresi diye… O da ayağını bastığı yeri göstermiş ve “Dünya’nın merkezi tam olarak burasıdır, inanmıyorsanız ölçün” demiş. “Hahaha, ilahi Hoca ya!” demişler, “Aman da aman, ne felsefi bir söz!”


Romantik ilişkilerimin yakınında olsaydı o an Hoca Efendi, beni işaret ederdi: “Dünya’nın merkezi hiç şüphesiz şu kızın yanındaki adamdır.” derdi. Kimse kusura bakmasın ama o fıkra yerine bunu daha çok tercih ederdim. En azından benim hikâyeme, üzerine becerikli kalemlerden çıkacak bir kurgu eklenir, bir miktar estetik kaygı, azıcık ticari zekâyla kaliteli bir drama çıkardı ortaya. Şimdi, Hoca’nın yaşadığı iddia edilen ilçenin yerel yönetiminin acayip yersiz ve hatta trajikomik bir sloganı haline gelmiş. Dünyanın merkezine hoş geldiniz… Dünyanın merkezi ilçemize hayırlı olsun…


Romantik ilişkimde, yani en ciddisinde (ciddi olunca sevmek yetmiyor anladığım kadarıyla yüzük takma merasimleri falan lazım) bizzat yaptığım ve pişmanlık duyduğum tonlarca şeyi zihnimde kapıştırdım ve birincilik madalyasını o kişiyi hayatımın/dünyanın merkezine koymam geldi.


Bir insan. Biri. Kendinden o denli nefret ediyor, kendi varoluşuna o kadar katlanamıyor ki başkasına hipnotize edilmiş biçimde bağlanıyor ve sanki cumhurbaşkanının talimatıymışçasına onu tüm dünyasının göbeğine koyuyor. Yetmiyor, başka insanların da öyle yapmasını talep ediyor. Bu ne cürettir ya! Sen kimsin?


Kendimi kendi içimdeki zindanlara hapsedip, adlarını gerçek hayatımdaki kişilerden alan gardiyanlar ekledim başıma. Boğdum kendimi, boğdum, boğdum duvarlara fırlattım. Kendi kendimin üstesinden gelemiyordum, yetemiyordum asla. Sonra bir ilkbahar sabahı o adamı gördüm. Fişini çektim beynimin! Hayatımda gördüğüm en yakışıklı erkeklerden biriydi ve bunun farkındaydı. Ukala dümbeleği… İletişim becerisi yüksek, diksiyonu düzgün, karizmatik bir ses tonuna sahip. Koyu kahve gözleri karşısındakini delip geçiyordu defalarca kez; filmin son sahnesindeki Tony Montana gibiydim. İşte bu! İşte! Beni kendi yarattığım gaddar gardiyanlardan kurtaracak şey: AŞK! Bacak bacak üstüne atmış, karizmatik bir duruşla tam karşımda oturuyor ve bana şunu söylüyordu ben onun dudaklarının güzelliğine odaklanmışken: “Bu hayatta kimseye güvenmemelisin.”


O beni benden kurtarabilirdi. O ne derse, ne isterse yapabilirdim; yeter ki kendim olmanın sancılarını yaşamayayım! Ne kadar da güzel parmakları var! Görüp görebileceğim en güzel burun! Ailesinden çok bahsediyor, demek ki çok düşkün, vefalı bir evlat! O çok güzel, içimde uyanan hisler çok güzel! Artık o zindana dönmeyeceğim.

Bu şuursuzluk hali yaklaşık iki yıl sürdü. Uyanışım aniden gerçekleşmedi. Ancak bir insanın kölesi olduğumu fark ettiğimde kendi yarattığım ve içine sadece kendimi mahkûm ettiğim zindanlarımı özler olmuştum. O adamdan önce dünyamın merkezi yine bendim, öyle veya böyle. Ama kendimi kaybetmiştim artık; sevdiğim şeyler, kariyer hedeflerim, arkadaşlarım-ailem, gecem gündüzüm, her şeyimi onun varlığı belirliyordu. Ben yok olmuştum, benliğim hiçliğe gömülmüştü.


Bağlanma çeşitlerini, narsisizmi, sosyopatiyi, gaslighting’i çok çok sonrasında öğrenecektim, uyanışım gerçekleştikten bile sonra. Neden başıma böyle dertler açtığımı ve önümdeki yıllarda da şayet yeniden romantizm rüzgârına kapılırsam neler yapmam/yapmamam gerektiğine dair dersler dinledim. Ben kolayca dengeyi tutturabilen biri olamadım hiç hayatta. Çünkü hep “BEN ÖYLE DÜŞÜNMÜYORUM” ile başlarım ve kendi burnumun istikametinde yol alırım. Ama dedim ya, o dönem beynimin fişini çekmiştim. Düşünseydim keşke azıcık…


Herhangi bir insanı hayatımın tam ortasına yerleştirecek kadar idealize etmekle meşgulken, zaman da durmamış tabii akmaya devam etmiş. Yalnızca romantik ilişkimde değil, tüm hayatım söz konusu edildiğinde de kendime ait olmayandan başkasını kendimin merkezine koymak yani yine kendi topuklarıma sıkmak… En büyük pişmanlığım.



KUTSAL BİR YALNIZLIK

-san-


Romantik ilişkilere yatkın bir insan değilim. Hatta yalnızlığına fazlasıyla aşina ve onu neredeyse kutsayan biri olduğumu söyleyebilirim. Hayatımın belli bir dönemine kadar bunun nedenini bile sorgulamam gerekmemişti. Benim için doğal olan buydu. Çocukluğumda da prensini bekleyen bir prenses değildim çünkü. Aile büyükleri gelecekteki eşim hakkında şakalaşırken asla evlenmeyeceğimi ısrarla iddia ederdim. Hatta teyzemin anlattığına göre bu şakalardan birinin ardından hiç de sevimli olmayan bir davranış sergilemişim. Teyzemin yanağında beş küçük parmaktan oluşan bir el izinin belirmesiyle sonuçlanmış bu sohbet(?)


Bu tavırlarım belki o zamanlar favori masal karakterlerimden biri olan Deniz Kızı Ariel'in, uğruna sesini feda ettiği prensin hayırsız çıkmasıyla ilintiliydi, belki bambaşka bir şeyle.


İlerleyen süreçlerde de çocukluk aşkım ya da ergenlik döneminde sempati duyduğum önemli biri olmadı. Olduysa bile en önemli kriterim ulaşılmaz olmasıydı. Yakın çevremden birine ilgi duyarsam biterdim, bu bir ilişkiye başlama riskini taşıyabilirdi. Sorumluluklarla dolmak, korkularla beslenmek, açıklamalarla boğulmak yerine hayalet gibi dolaşmayı tercih ederdim. Kimsenin rahatımı bozmasına izin vermemeyi düstur edindim. Ta ki on dokuz yaşıma, bana o güne kadarki tüm yaşantımı sorgulatacak kadar yetenekli ama iletişim kurmakta benim kadar beceriksiz bir adamla karşılaşana kadar.


Aslında onu düşününce, pişman olacağım binlerce şey bulabilirdim. Sorduğu sorulara cevap veremediğim için pişmanlık duyabilirdim, verdiğim cevaplar için de. Denemeye karar verdiğim ya da deneyemediğim için. Kafamda onu idealize ettiğim için ya da ona hak ettiği değeri hiçbir zaman hatırlatamadığımdan, yanlış duygularda eridiği için. Düşünemediğimiz ya da düşünmemeyi beceremediğimiz zamanlar için. Hayatı çok ciddiye aldığımız ya da hayatın bir oyun olduğunu sandığımız için. Kendisiyle ilgili söylediği her şeyin doğru olduğuna inandığım için ya da tüm inançlarımın altında kronik şüpheci biri yattığı için. Duygularımı çok derin yaşadığım için ya da yüzeysel davrandığım için. Uçlarda yaşadığım için gayet tabii pişman olabilirdim. Ama ne hayatımdan geçmesinden, ne de hayatımda olmamasına yol açan herhangi bir sebepten dolayı pişmanlık duyuyorum. Önümüzdeki en az on yıl boyunca da bu durumun değişeceğini düşünmüyorum. "Sen ben misin?" diye sormuştum bir gün, "Bunu ben mi yazdım?" diye karşılık vermişti yazdığım yazıya başka bir gün. Bir bakıma doğru, onu tanımasaydım kendimi de tanıyamazdım. O düşündüğüm, tanıdığım, bildiğim kişi değilse bile onda gördüğüm bendim. Şu an eriştiğim duygusal olgunluk, huzur, güven ve güçte önemli payı olan bu insana besleyebildiğim tek duygu minnet. İsteyerek tercih ettiğim yalnızlığımı tercih etmek zorunda kaldığım 'gerçekten' kutsal bir yalnızlıkla değiştirmeseydi, öğrenemezdim.



KİRPİ

- nehir niş -


Nisan ayının ilk günleri. İnsanın içi sıcacık, yeşile dönen otlar, tomurcuk açmış papatyalar gibi. Her yer rengarenk. Seninle yeni tanışmışız. Günlerdir her gün birbirimize yazıyor ve daha sık görüşüyoruz. Alınan kitaplar, konser biletleri, kurutulmuş çiçekler. Adım adım evriliyor. Aynı kitabı okumalar sonra. Birer roman kahramanı oluyoruz. Paris sokaklarında serserilik yapıyor, Fransız Devrimi’nin barikat arkası aşıkları oluveriyoruz. Arzu dolu şiirler kopyala yapıştır. Bazen üretken sözcük dansları. Ve senin büyük tutkun alkol. Benim pek aram yok. Davranış ve alışkanlıklarını kontrol altına almaya çalışıyor gibiyim. Hem rahatsızım, hem rahat... Ara sıra içicilerdenim ben. İyi bir eşlikçi değilim. Kendiliğinden başlayıp süren serüvenimiz biraz hızlı ilerliyor. Üzerimden atamadığım güvensizliğim ve bitmeyen küsmelerim var benim. Onları ordan oraya taşıyıp sürüklüyorum. Bütün ilişkilerime. Kendi kendimin farkında olmadan bazen. Güvensizlik ise ülke gündemi. Bütün erkekleri birer katil gibi görüp kendimi bir kirpi gibi korumaya aldığım için utanmalı mıyım? Her şey yolunda ama yine de tedbirler sana karşı. Tanıma sürecim uzun sürüyor. Aslında sürmüyor. Evriliyoruz. Sürekli benim küsmelerim başlıyor. İlgi bekleyişlerim. Yavaş yavaş çiçekler vazoda soluyor. Kitaplar azalıyor. Müzik bitiyor. Toparlamaya çalıştıkça açılan kara delik büyüyor. Kontrol edemediğim her davranışına küsüyor, günlerce konuşmuyorum. Hiçbir kendini ifade etme çaban beni ikna etmiyor. Şımarık bir çocuk gibiyim. Yara büyüyor, sevgim derinleşiyor, ama sen gidiyorsun. Senin değil; kendi davranışlarımı, kontrol etmem gerektiğinin farkına çok sonra varıyorum. İki ayrı bireyiz ve herkes kendi davranışlarının kontrolcüsü.




BÜTÜN KADINLARIMA

- mehmet can kaya -


Yaş 20...


Anaç, esprili, üşenmeyen, neşeli, ev işlerini seven “Marul.”


Yaşadığı aile kültürü ve düşünce şeklinden kaynaklı benimle evlenmeden sevişmek istemediği için terk ettim.


Yaş 23...


Asker kızı, öğretmen, sanatsal çekimlerimde poz verebilen, geceleri barlarda arkadaşlarımızla eğlenebildiğim, çılgın sevişmeler yaşadığım, “Özgür Ruh.”


Askerden sonra, başka kadınlarla da takılmak isteyip “gerçek aşk”ı aradığım için terk ettim...


Yaş 25...


Sakin, entelektüel, mütevazi, köye de, kokteyle de uyum sağlayabilen “Kitap Kurdu."

Daha hareketli bir hayat istediğim için terk ettim.


Yaş 27...


Hepsinden biraz, aşkı da doyasıya hissedebildiğim, yurtdışında eğlenip, akşamları sakince takılabildiğim “Sarı."


İçimdeki bu doldurulamaz boşluğu kapatır umuduyla, çok fazla bağlandığım için oluşan kıskançlık krizlerimden dolayı terk ettim.


Yaş 30...


Annesini erken yaşta kaybetmiş, babasıyla çok güzel bir ilişkisi olan, mesleklerimiz benzer, bazen çocuksu ve delidolu, bazen de duygusal ve empati yapabilen, aynı zamanda aşkı da olması gerektiği kıvamda bulduğum “Kızıl elma."


Gündüzleri ne kadar sevişebilsek de sırf akşamları beraber sarılıp uyuyamıyoruz ve evlenmek için acele ediyor diye terk ettim.


Ve burada adı anılmayan, birine bağlanıp mutlu olmak isteyen, nasıl şartlarda büyüdüklerini, çocuklukta yaşadıkları ve hala kadın oldukları için belki kendilerinin bile fark etmedikleri hangi görünmez engellerle mücadele verdiklerini bilmediğim, bazen hayatta kalmaya çalışan, bazen ufak bir huzur arayan, bu ızdıraplarla dolu dünyaya belki bir umut ışığı olacak yeni insancıklar yetiştirecek olan terk ettiğim sayısız kadın.


Pişmanlığım onları terk edişim olmadı hiçbir zaman. Pişmanlığım, hayatlarına girmiş olmamdı. Onlar daha ne olduklarını anlamadan terk etmiş olmam. Kaşık kaşık verdiğim neşe, aşk ve umudu, onların gözyaşlarıyla kepçe kepçe geri almış olmam.


Yaş 35...


Ne kadar sıkıntısı olsa da eşiyle mutlu, tutkulu hatta çocuklarını da şefkatle büyüten “bir kadın."


Akşamları çocukları yattıktan sonra kitap okuyup bazen de şarap açıp eşiyle güzel bir film izliyor, özel günlerde çocukları annelerine bırakıp arkadaşlarıyla eğlenceli ve içten bir akşam geçirdikten sonra, eşiyle birlikte konuşmak istedikleri konuları netleştiriyor, sonrasında da eski günlerdeki gibi sevişiyor bu severek evlendiği insanla.


Çünkü ben, kim olduğunu bile bilmediğim bu kadının hayatında hiç olmadım.



KEŞKE

- coggywriter -


Evde, kendi kendime kurguladığım derin, anlamlı ve farklı ilişkinin bir sonucu ile yine karşı karşıyayım. Elimde annemin hazırladığı kahve ile hayatıma çok büyük anlamlar katan birkaç filmin afişine göz atıyorum. Sanki yaşam bana, yaşanmamış ne varsa o filmlerde saklı diyor ve öylece kıskanıyorum o filmleri...


Hayat bazen sıradan günlerden ibaretti benim için ve sıradan bir filmin sıradan bir sahnesi gibi mutlu, hüzünlü, neşeli, acılı her türlü duyguyu barındıran eylemlerden oluşuyordu. Kendi dünyamda, kendimle ilgilenirken çok sevdiğim halde iyi şarkı söylemediğimin farkına varmak, ya da şarkı sözü yazmak gibi eylemleri gerçekleştirmiyordum.

Her günün bir öncekinin tekrarı olduğu günlerde elime mikrofonu alır, kayıtlar yapardım sevdiğim şarkılar üzerine. “Ah bir eğitimim olsa, her şey daha güzel olacak" diye düşünürdüm. Sonra yıllardır biriktirdiğim hikayelerimi gün yüzüne çıkarma isteğimin her yıl olduğu gibi yine depreştiğini fark ederdim. Müsvette kağıtlar üzerinde oynardım onlarla, daha iyi nasıl anlatırım diye. Aldığım notlarda aşklarımı, pişmanlıklarımı, sevinçlerimi, hüzünlerimi görür; keşkelerimi bir kenara bırakır ve tadını çıkartırdım yaşadığım hayatın.


Sonra sıra, bana maziyi, eskiye dair ne varsa hatırlatan o iki büyük kutuya gelirdi. Saçma sapan zamanlarda aldığım ufak notlar, eski sevgililerime ait küçük eşyalar, gezip gördüğüm yerlere ait birkaç fotoğraf ve kartpostal beni her defasında farklı boyutlara taşırdı. O kutudan çıkan bir sürü fotoğraf, hem gülümsememi hem de gözyaşlarımı beraberinde getirirdi.


Aynı kutudan çıkan, beni 90'lı yıllara götüren ufak notlar gözüme çarpıyor. Dans ettiğim dernek ile çıktığım yurt dışı gezilerimden birinde aldığım notlar bunlar. Roma' da şehir turu attığımız otobüsü kaybettiğimizde aldığım korku dolu anları yazdığım notlar. Şimdi okuması gayet keyifli gelen ama küçük yaşta olmanın verdiği tedirginlikle yazdığım duygu yoğunluklarım. Arkadaş ve dostça gayet keyifli geçen seyahatler, her geçtiğimiz şehrin üzerimizde bıraktığı etkiler, hepsi bu kutuda saklıydı. Ve ben o kutuyu her açtığımda hiç bıkmadan aynı duyguları tekrardan yaşıyordum.


Hiçbir zaman bir üst evresine geçemediğim aşklarımın, elinden tutup götürmeye cesaret edemediğim sevgililerimin ardından yazılmış notlarımla karşılaştığımda, illa ki bana öğrettikleri ya da bilinçli bilinçsiz söyledikleri bir şeylerin bana aslında çok şeyler katmış olduğunun farkına varmak ve bir o kadar da benden bir şeyler götürmesi galiba hayatın ta kendisiydi. Eski sevgilime, bu defa başaracağız umuduyla ikinci defa şans vermek ve tekrar aynı hüsrana uğramak, hayatin bana yaşattığı en büyük pişmanlıktı.


Yeniler, eskiler, arkadaşlar, dostlar sevgililer, bazen hepsini birilerine benzetir ve" sen bilmem kime benziyorsun” larla kendi benliğimizi oyalarmışız. Bana bir şey öğretemeyen birilerinin günün birinde bir başkası olarak tekrar hayatıma girdiklerini ve ikinci kez aynı şeyleri öğretmek için savaştıklarını hep düşünmüşümdür. Galiba bu yüzden o insanları daha önceden tanıdığımız insanlara benzetmelerimiz.


Bir sevgilim olsa ve ben ona çocukluk düşlerimi anlatsam, sokaklarda gece yarılarına kadar oynadığım zamanları, bisikletimden her düştüğümde dizlerimde açtığım yaraları, zillerine basıp kaçtığım evlerden çıkan teyzelerin bağırışlarını, radyodan istek parça istemek için ev telefonunu saatlerce meşgul etmeyi, sokakta yaptığımız maçları, ailecek gidilen açık hava sinemasında izlenilen ilk filmleri, ben küçükken ile başlayan tüm cümleleri kursam ona ve sonra çocukluğumu uğurlayıp bugüne dönsek, yaşadığım aşklara, sevinçlere, kırgınlıklara, küslüklere ve kıskançlıklara daha iyi olmaz mıydı?

Çok ufakken inandığım çocukluk kahramanlarımın aslında hiçbir zaman gerçek olmadığını öğrenmek bana çok acı vermişti. Zamanla buna alışıp hayatıma devam etmem gerektiğini anladığımda her şey çok daha farklıydı. Yine de, şu an bile bir sevgilim olsa, saatlerce süren bir sevişmenin ardından sabahın köründe o çizgi filmleri izleyebilmek için benimle birlikte güne başlamasını dilerdim ve geceden başucuma koyduğum bir bardak suyu paylaşabilmeyi...


Keşke çok sevsek ve sevilsek, elinden tutsak hayatlarımızın, gözlerimizi kapatarak güven içerisinde yürüyebilsek; küçükken dinlediğimiz o büyülü masalları, şimdi içimizde büyüyen aşklarımızla yeniden beraber yazabilsek.

Keşke, keşkelerin olmadığı bir yerde, yeniden başlasak ve hiç pişman olmasak...


BÜYÜ

- gül -


Siz büyüye inanır mısınız bilmem ama beni zorla inandırdılar. Evet evet inandım.

Yirmi bir yaşındayım, çok minikmişim. Evlendim. Kendi hür irademle. Ve “gerdek” gecesine giremedik. Yedi ay çabaladık. Hocalar hacılar doktorlar… Gezip durduk. Sonra, aslında yakınımız olan ama benim hocalık vasfını bilmediğim bir tanıdığımız aradı. Üstümde büyü olduğunu ve beni okuyup iyileştireceğini söyledi. Tabi inanmadığımız için doktorlara da gidip geliyorduk. O sırada hangisi çözdü bilmiyoruz, ama bizim “iş” rayına girdi.

Aradan seneler geçti. Herkes tarafından yoğun bir şekilde çocuk isteği çıktı ortaya. Çocuğa onlar bakacakmışcasına, yatak odamızı bizden iyi biliyorlarmışcasına, istisnasız herkes bizden çocuk istiyor. Edebimi bozmadan “Şu an için düşünmüyoruz.” desem de tek karşılaştığım soru şuydu “Bir sorun mu var?” Hı hı evet var, olsaydı muhakkak sana söylerdim çünkü!


Gel zaman git zaman, bir gün kayınvalidem -el almak için- gittiği hocadan, eşime ve bana büyü yapıldığını fakat bizim bunu atlattığımızı söylüyor Eşim de öyle bir şeyin olmadığını söylemiş ama kayınvalidem onu öğrendiği an bayıldığı için beni de alıp evlerine götürdü. Kayınvalidem yalvardı yakardı doğruyu anlatmamız için, ki ben yalanı hemen ortaya çıkan bir insan olduğum için sadece sustum. En sonunda “Evet böyle böyle, hoca atlattığımızı da söylemiş, neden bu kadar büyütüyorsun ki” dedim ve demez olaydım. Eşim onlara giderken beni defalarca uyardı. Gerçeği anlatmamam gerektiğini annesinin her şeyi çok büyüttüğünü söylemişti. Biz hayır dememize rağmen o kadar büyütmüştü ki bu bana aşırı garip gelip kendimi tutamayıp söylemiştim.


Öyle pişman oldum ki eşimi dinlemediğime. O günden sonra çok sevdiğim kayınvalideme ne sevgim kaldı ne saygım. Beni götürmediği hoca kalmadı. Tüm sorunumuzu bilmesine rağmen ve iyileşmeme rağmen tek dediği şey “sizin çocuğunuz olmuyor” ! Yahu be kadın ne alaka! Üstümüzde büyü olduğu için olmuyormuş yoksa biz istiyormuşuz ve inanır mısınız bilmem hastane hastane geziyormuşuz olsun diye! Bunu söyleyen kayınvalidem.


Altı yıl geçti. Hala çocuk düşünmüyoruz. Bence içten içe korkuyoruz. Kayınvalidemle ne mi oldu? Eşimle kavga ettiler ve uzun zaman görüşmedik. Hala aramız limoni çünkü bizim hala hastanelerde derman bulamadığımızı düşünüyor. İşte ben o gün gerçekten büyünün varlığına inandım. En azından aramızı açtığı kesin!


HEM EVET, HEM HAYIR

- bir başka dünyadaki-


Birisi için sınırları fazlaca genişletmeyi göze almıştım. Onu gördüğüm an aslına düşünmem gereken son şey aşık olmaktı. Ama zamansız bir duygu bu şartlara bakmıyor. Tam bir teslim olma hali. Benim için de böyle olmuştu. Farklı bir şehirde kısa bir süreliğine bulunuyordum. Çok kısa bir an tanıştık ve aynı günün akşamı yaşadığım yere geri döndüm. Aklımda onun imgesiyle. Birini çok düşündüğün an yüzü silinecek gibi olur ya o noktaya kadar gitmiştim.


Sonrasında sosyal medya üzerinden iletişim kurmaya başladık, telefon numaraları derken her gün konuşuyoruz. Birisini özelleştirmek, şu an düşünüyorum da çok hızlı gelişen bir şey. Günler bu şekilde ilerlerken aramızda adı konmayan bir yakınlık oluşmuştu. Farklı şehirlerdeyiz bu nedenle görüşemiyoruz. Yoğun olduğunu, rahatladıktan sonra bir gün yanıma gelebileceğini söyleyerek başlıyor, buluşma kavuşma dilekleri, sevgi seli ile konuşmasını bitiriyordu. Ben neden gitmiyorum peki, şimdi çok yoğunum gelirsen zor olur görüşmek bariyerleri ile karşılaşıyorum. Bana gel dese hemen gideceğim ama şimdi değil diyor yani gel ama şimdi gelme. Gel ama şimdi değil, git ama çok uzaklaşma gibi bir durum var.


Bir süre sonra artık kafama koydum ben onun yanına gitmeyi. Ne olursa olsun gideceğim onu görmeye. Biletimi aldım. Yanımda konuştuğumuz süre içinde bizim için özel olan şeylerden yaptığım bir dolu hediye, tanışmamızı yazıp resimlediğim bir hikaye ile yola çıktım. Üç saat süren yol boyunca bir sürü hayal kurdum, içim içime sığmıyor. Yol bitti. Şehri çok iyi bilmiyorum. Garın hemen yanındaki bir okulun önünde durup beklemeye başladım. Şimdi onu arama zamanı. Heyecan tüm bedenimi sarmış bir halde yok arayamam dedim. En iyisi mesaj yazmak; mesaj yazmaya başladım. “Ben geldim, şu okulun önündeyim” dedim. “Nasıl yani?” dedi. “Şaka yapmıyorsun değil mi?” diye ekledi. “Hayır, seni okulun önünde seni bekliyorum” dedim. İşi varmış, bir süre bekledikten sonra o okulun önünde geldi. Yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı. Ben çok heyecanlıydım. Ne diyeceğimi bilemeden, onun için hazırladığım hediyeleri apar topar vermeye çalıştım. Bizi anlattığım bir hikaye yazdım diyerek, orada oluşumu gerekçelendirmeye çalışıyordum. Sevinmiş görünmüyordu. Yalnızca şaşkınlık. Tamam, evet, güzel gibi kısa cevaplar veriyordu. Bu kadar zaman boyunca hiç konuşmamışız, bir şeyler paylaşmamışız gibi, iki yabancıdan daha yabancı gibi sanki.


Bir saate yakın belki biraz daha fazla okulun önünde oturduk. “Peki” dedi. “Benim şimdi gitmem gerekiyor” diye devam etti. “Tamam, ben zaten seni görmek için gelmiştim, fazla zamanını almak istemem” dedim. Sarıldık, bisikletine atladı gitti. Ben okulun önünde kalakaldım öylece, geldiğim gibi. Gardan çok uzaklaşmamış, şehirde tek bir adım atmamıştım, neye uğradığımı şaşırmış bir halde bir süre durdum. Adımlarımı hayal kırıklığıyla birbiri ardına atıp dönüş biletimi aldım. Üç saat süren yol boyunca ağladım. Neden aşık olmuştum ki, neden buraya gelmiştim, beklemiştim onu. Tam bir aptallık bu yaptığım diyerek kendimi suçladım. Oraya gittiğim için çok pişmandım. Keşke diyordum keşke gitmeseydim.


Eve döndüm, yaşadığım anları tekrar tekrar zihnimde canlandırdım. Sonrasında konuşmalarımız eski sıcaklığında olmasa da devam etti. Kolay kolay arkasını dönüp giden biri olamadım hiç. Bir zaman sonra bana, görüşmek istemediğini, ayrılmanın daha iyi olacağını söyledi, nedenini sorduğumda, öyle olması gerekiyor gibi net olmayan cevaplar aldım. Elimde bir sürü cevapsız soruyla kaldım. Ağlaya ağlaya unutma evresine girdim. Sonrasında tesadüfen tanıştığım, onu tanıyan birinden, uzun süredir devam eden bir ilişkisi olduğunu öğrendim. Kimseyi suçlamadım, yargılamadım ama kendimi hemen kaptırdığım için çok üzüldüm. Bir daha da kimseye masal yazmadım.


Kırmızı Kalemle Yazılmış Not

- dalgın canbaz -


Merhaba Amelie, merhaba Karanlıkta Dans, merhaba şaşkınlık, merhaba dalgınlık, merhaba kocaman dünya, merhaba yirmili yaşım. Liseden kendini, güzel sanatlara atmış, özgürlüğün, cesaretin, farklılıkların sonuna kadar savunulduğu acayip keyifli bir ortamda buldum kendimi. Herkes üretiyor, araştırıyor, paylaşıyor, koca bir atölyede, sıcak ama zorlu bağlar kuruyordu. Dünyayı, sanatı ve kendimizi keşfediyorduk. Ego ve yetenek savaşlarının içinde olsam da mutluydum. Sonra ilk erkek arkadaşımla tanıştım. Gayet saf, yumuşak ve duyarlı bir ilişkiydi ve üç yıl da öyle gitti. Daha ilk günden, senle Perşembe pazarını, hırdavatçılar çarşısını keşfetmek istiyorum diyecek kadar bana ve ilgi alanlarıma düşkündü. Her şeyi paylaşıyorduk. Kendimi değerli hissettiriyordu. Filmler, müzikler, bisikletle film festivaline gitmeler, bir ilişkide isteyeceğim her şey vardı içinde. Peki neden aldattım o adamı? Sonradan bir sürü tanımlamam oldu bu konuda, hala da tanımlamaya devam ediyorum. Çok genç olmam, dünyayı keşfetme isteğim mi? Sorumluluktan kaçışım mı? Kendime hayranlık duyulması arzusu mu? Ailemden geldiğini düşündüğüm döngüleri tekrar etmem mi? Hayatı oyun alanı olarak görmem mi? Sadece sonradan gördüğüm, bunun kendimde fark etmem gereken bir döngü olduğu, tekrarladığı ve son olmadığı. Ta ki sağlam bir yaşanmışlık ve farkındalık olmasına kadar hayatımda.


Üçüncü yılına girmiştik ilişkimizin ve bir özel tiyatroda kuzenimin arkadaşı bir dramaturgla tanıştım. Ve o andan itibaren, bana o dönem sihirli bir dünya gibi gelen bir oyunun içine adım attım. Tiyatroya girdiğimde o dönem izleyip bayıldığım Amelie film müziğinin başlatılması, paltomun cebinde bulduğum, ‘kırmızı paltonun cebinde, kırmızı kalemle yazılmış not ’ yazan bir not bulmam, bir opera çıkışı sürpriz bir şekilde elime tutuşturulan bir cd, çocuk karnavalında yanımda yürüyen bir palyaço ve sonra telefonuma gelen şu mesaj, ‘kim karşılardı seni çocukken gözleri’.. kadınların romantik komediyi bu kadar sevmesi, bu filmlerle algımızın yönetilmesinden miydi, yoksa gerçekten böyle bir dünyaya çekilimimiz mi vardı bilmiyorum. Bildiğim benim, böyle şiirsel, simgesel ve gerçeküstü dünyaya çekilmeyi çok sevdiğim ve bu dünyayı gerçek dünya yerine her zaman tercih ettiğimdi. Boşuna, sanatla, hatta ütopyalarla uğraşmıyordum. Gerçek dünya ağır, baskın ve acımasızdı. Ama unuttuğum bir şey vardı, daha sonra otuzlarımdan yirmilerime bakınca gördüğüm. Ben bu dünyanın öznesi olmak istiyordum. Hayranlıktı isteğim. Vermekten çok almak istiyordum. Hayat sonsuz bir oyun alanıydı benim için ve sonunu düşünmeden akışa kaptırmayı çok seviyordum. Güzel sanatların da getirdiği bir özgürlükçülük söylemi içine girmiştim diyorum ya. Başka ilişki tarzları, başka modeller olamaz mı diyordum hayatta. Bir sürü gerekçe daha sayabilirim bu seçimim için ama kendimi yaşadığım durumdan dolayı iyi hissettiğimi söyleyemem. Rutinden sıkılma, kendimin fazla merkeze konması, ilişkinin çıkmaza girmesi, yeterince iletişimin kalmaması... Aslında, şimdiki yıllardan geçmişe bakınca, çok da düşünmediğimi, deneysel ilerlediğimi görüyorum. Ha bir de hayata karşı hissettiğim özgüvensizliği, özel hayattaki bu hayranlıkla tamamlamaya çalıştığımı ve sürekli yenilik arayışında olduğumu. Yıllar içinde, bunun çözümünün, kendini yenilemek, beslemek ve ürettiklerinle, yaptıklarınla ilgi çekmek olduğunu görecektim.


Sonra ne oldu dersiniz peki, her şey tepe taklak oldu. Peşinden koşulan, peşinden koşmaya başladı diğer oyuncunun. Yolda bıraktığı oyuncu, ‘o bıçağı ya sok, ya çıkart, böyle acı çektirme olmaz’ dedi. Ve şaşkın, dalgın oyuncu, karar vermeyi, sevmeyi, değer vermeyi, sorumluluğu, akışa bırakmanın, aslında hayatı ilmek ilmek, emek vererek, el ele yürüyerek ilerlemek olduğunu öğrendi ama çok çok sonra...



MANTIK CEZASI

- saturnuslog -


İlişkilere bakış açım çoğu insanınkinden farklı. İnsanların yalnız kalmamak için içgüdüsel olarak ilişki kurmaya meyilli olduğunu bu yüzden de abartılacak bir yanı olmadığını düşünüyorum. Evet, fazla analitik…


“Romantik” ilişkilerimde de yakındığım asıl konu romantik olamamak. Sadece mantıklı düşünüyorum. Hisler de var pek tabii ancak ön planda olamıyor. Biriyle romantik bir ilişkiye başlamadan önce karakterini analiz ediyorum. Benimkine uygunluğunu test ediyor, ardından olasılıklara bakıyorum. Bu kişiyle yapabileceklerimi, yapamayacaklarımı, konuşabileceğim konuları ve konuşamayacaklarımı, en önemlisi de ilişki içindeki özgürlük alanımı kısıtlayıp kısıtlamayacağını tartıyorum. Yanlış anlaşılmasın, mükemmeli aramıyorum. Mükemmel değilse mükemmeldir zaten. Bunu yapmak elimde değil maalesef. Bazı konularda sürekli yakınıp bazı konularda ise kendimle gurur duyduğum bir özellik bana kalırsa. Çünkü bu olasılıklara ve analizlere yalnızca kendi açımdan bakmıyorum. Karşı tarafın ihtiyaçları, sevdiği şeyler, psikolojik durumu… Bunların hepsi de onu tanıyabilmemi ve ona göre davranmamı sağlıyor. İnsanlar duygusal olarak kırılgan ve hassas canlılar sonuçta ve ilişkilerde mantık genelde istenmeyenler arasında.

Karşı taraf açısından bakıldığında ise, aşırı duygusuz olduğum yorumu da yapıldı daha önce, ince düşünceli bulunduğum da…


Yalnız kalmamak için hayatlarımızın kısa ya da uzun bir döneminde hepimiz bir refakatçiye ihtiyaç duyarız. Her ne kadar birbirimize eşlik etsek de iki taraf da kendi hayatının merkezinde. Bu durumda sadece gideceği yere kadar keyif almak kalıyor bize. Bakış açıma göre, keyif alabileceğim, gölgesinde dinleneceğim bir ilişki için de karşımdakini analiz etmek, en azından gözüm kapalı atlayıp kendimi cezalandırmamdan alıkoyuyor beni. Ancak bolca da rahatsızım bu durumdan. Çünkü duygusal davranabilsem de bazen, duygusal düşünemiyorum hiçbir zaman. İstemeden de olsa karşımdaki kişiyi kırmama sebebiyet veriyor. Sonrasında tabii ki gönül alma durumu var ki o da duygusal olmalı. Bu da ikimizi çok zorluyor.


PİŞMANLIK MI TECRÜBE Mİ?

- msy -


Bir ilişkim vardı. Çok bir bağlılığımız yoktu ama bir şekilde sürdürüyorduk. Bazı olaylar neticesinde ayrıldık daha doğrusu ben ayrıldım ama karşı tarafın hâlâ hisleri olduğunu biliyordum. Söylediği sözler ve buna bağlı davranışları beni soğutmaya yetmişti.

Pişman olduğum birçok şey var ama en kötüsü ona ailevi her olayı anlatmamdı. Nereden bilebilirdim gün gelip beni oradan vuracağını. Ona anlattığım olaylardan birisi, abimin çok baskıcı olduğu ve beni çok kıskandığıydı. Bundan şikayetlenir ve en büyük korkumun bizi öğrenmesi olduğunu söylerdim. İlişkimden ayrılınca iki yıl sonra yeni bir ilişkiye başlamıştım ve çok mutluydum. Her şey mükemmel giderken bir gün abimin telefonuyla sarsıldım. Benim sevgilimle olan resimleri almış, sahte bir hesaptan abime göndermişti: "kardeşine sahip çıkmanı öneririm."


O kadar korkmuş, o kadar çaresiz hissetmiştim ki şu an o hislerime bürününce kalp atışlarım hızlanıyor ve ellerim zangır zangır titriyor. O çocuğa kinim hâlâ içimde diridir. Kolay kolay da unutacağımı hiç sanmıyorum. O gün abimle biraz tartıştık ama güzel bir şekilde durumu anlattım. Bir süre sonra anlayışlı davranmaya başladı ve yanımda oldu. Ama o anki korkum bile en büyük pişmanlık adı altında bu olayı anlatmama yeter ve artar bile. O gün dedim ki, bir daha hiç kimseye ailevi hiçbir şeyimi anlatmayacağım. Öyle de oldu o an anlatmak iyi geliyor ama bir süre sonra pişmanlık duymaya sebep oluyor.


O olay bende öyle bir etki bıraktı ki... mesela abim her aradığında tüylerim ürperir korkarak açarım telefonu, sürekli suçlu psikolojisiyle hareket eder her zaman bir şeyler için savunurken bulurum kendimi. Bazen hayatımıza aldığımız insanların bizde ne tür bir etki bırakacağını bilmeden alırız hayatımıza. Büyük bir umutla girdiğimiz o yoldan büyük bir hayal kırıklığıyla döneriz. Her ilişki sonunda pişmanlık değil de tecrübe odaklı bakınca o kişinin hayatınıza neden girdiğini anlamanız çok zaman almıyor. Evet bazılarına bu olay basit gelebilir ama abimi ve bana karşı davranışlarını bildiğim için o korkumu tarif dahi edemem. Ama anladım ki bir insana içini açmak ve korkularından bahsetmek çok tehlikeliymiş. Hele ki bu kişi sevgilinizse. Çünkü eğer gerçekten bir şeyler biterse ve o kişi saygısız ve karaktersiz bir insansa aslında hayatınızdan çıkarmıyorsunuz, yeni bir düşman ediniyorsunuz. Umarım hayatınıza her zaman, saygının ve sevginin ne demek olduğunu bilen, ilişki bittiğinde size yük olmayan, kısacası pişmanlık duymanıza sebep olmayacak insanlar girer çünkü diğer türlüsü çok güç.



YANGIN YERİ

- gülçin karabulut -


Romantizm Fransızca kökenli bir kelime ve sözlük anlamı; "XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa'da ortaya çıkan, başlıca özelliği duyguların ve içgüdülerin yüceltilmesi, ulusal özelliklerin değer kazanması, aşırı ölçüde coşkuya ve imgeye dayanma olan sanat akımı." şeklinde.


Bu tanıma göre pek romantik sayılmam. Gerçekçilik daha bana göre. Ülkemizin yangın yeri olduğu bugünlerde doğaya yapılanlar canımı ziyadesiyle incitti. Bu manada romantik bir bakış açısı geliştirmek geçti içimden. Yakılan “Doğa” ile romantik bir ilişki kurmak istedim şu an. Yanan ağaçların küllerini avuçlayıp ağlamak, utan, keder ve acıyla beni affedin sizi koruyamadım demek istedim. Avazım çıktığı kadar bağırıp, öfkemi göğe haykırmak ve gökteki kutsaldan bu dehşeti doğrudan ya da dolaylı olarak yaşatan tüm suçluların üzerine lanet yağdırmasını diledim. Bir anne kuşun doğacak yavrularını terk etmeyerek yanmayı göze aldığı aşkın derinliğinde alev alev yanmanın hiçliğini hissettim. 25 yaşındaki gencin yangın söndürenlere şu taşırken ölüme gidişinde, Nemrut'u değil de Hz. İbrahim'i taraf belleyen karıncanın inancını ve cesaretini gördüm. Dünya annenin yaşayan her organizmasının katledilişinde biz parazit insanların ne kadar acımasız ve vurdumduymaz olduğunu gördüm. Cehennemi bizzat dünyadayken yaşadığımızı, kötülerin hep tetikte ve güçlü olduğuna bir kez daha şahitlik ettim.


Doğayla yaşadığım bu romantik ilişkide en büyük pişmanlığıma gelince; insan familyasının bir üyesi olarak hayata gelmiş olmak en büyük pişmanlığım oldu. Keşke bir kardelen olsaydım, yüce doruklarda can bulan, keşke bir solucan olsaydım toprağın altında bitkileri havalandıran, onları hayatta tutan. Küçük Prens'in B12 astroidinde yalnız bıraktığı fanustaki gül olmayı bile tercih ederdim doğrusu. Yani demem o ki bu yangın yerinde kendi beşeri romantik hallerime pek dalamadım. Aşktan çok canım yanmış olsa da bu olgunluk çağımda bana acımasızca davranan adam diye geçinen insan evladının yaptıkları önemini yitirmiş durumda. Adem denenin manasına eremediği bu hayatta artık beni Ademin yaptıkları da şaşırtmıyor. Pişmanlığım ise insanı hala "KAMİL"sanıyor olmak. Kaygusuz Abdal'ın şu dizeleri ile noktayı koyayım.


Bu Âdem dedikleri

El ayakla baş değil

Âdem mânâya derler

Surat ile kaş değil.



BAĞIMLILIK

- yorgun kafa olmayan kalp -


İnsan bilmediği bir suya atlayınca neresinde boğulabileceğini bilemiyor. Ben de o misal azcık sevgi göreyim herkesi silip kendimi bile unutup, onun için yaşamaya başlıyorum. O mutlu olsun da ben önemli değilim diyerek kendimi aşağılamaya ona bağımlı olmaya başlıyorum. Tabi ki tek pişman olduğum davranış bu değil, bu adam benim beyaz atlı prensim dediğim anda tüm geçmişimi dökerim ortaya. O kadar çok dökerim ki içimi bu anlattıklarımla karşındakini sıktığını düşünüp hemen onu mutlu etmeye çalışırım. Fakat şöyle bir durum var, çok beğenerek yeni bir elbise aldığınızı düşünün bir kere iki kere giydikten sonra artık çokta hevesiniz kalmaz değil mi? İşte benim pişmanlık yaratan bağımlılığından doğan mutlu etme isteğinin de karşı taraf için bir süre sonra pek de önemi kalmamaya başlar.


Herhangi bir şeyi daha çok yapmak. daha çok sevmek, daha çok çaba sarfetmek, daha çok ilgilenmek gibi. daha çok yapan genellikle de kaybediyor.

Tabi böyle yazması kolay da, insan sevince bunların hiçbirini düşünemiyor. haklı olduğun halde özür dileyecek kadar sevip aptal olmaya başladığında bir şimşek çakıyor, her şeyi bitiren o şimşek oluyor işte. Kış Uykusu filminden Aydın'la Nihal arasında geçen bu diyalog ilişkilerin en güzel özetidir;


"Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?"


PİŞMANLIK MI ÖĞRETİ Mİ?

- ayşe menekşe -


Gereğinden fazla değer vermek mesela kendime vermem gereken değeri karşımdakine vermek. İlk aklıma gelen bu oldu. Toplumca en büyük yanılgılarımızdan biri bu olsa gerek. Aileden gördüğümüz, toplumda yer edinme araçlarından biri, bu olgu. Küçükken anne babamıza, akrabalara; biraz büyüyünce okulda öğretmenlerimize karşı takınmamız gereken tavrın bu olduğu artık DNA’ mıza işlemiş. Başka türlüsünü düşünemez olmuşuz. Önce karşındakini memnut et!


Ama bi yerden sonra, algımız açıldıkça mı desem yaşadıklarımız altında ezilme duygusunu hissetme baskısı mı desem her ne oluyorsa kendimize göstereceğimiz saygı ve sevginin her şeyden daha önemli olması gerektiğini idrak ediyoruz. Çünkü Ömer Hayyam’ın da dediği gibi ‘’Ben olmayınca bu güller yok, ben olmayınca bu serviler yok, kızıl kızıl dudaklar yok, mis kokulu şaraplar yok, sabahlar akşamlar yok ,sevinçler tasalar yok, be düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.’’


Varlığımızın muhteşem detaylarını gördükçe en çok sevmem, değer vermem gerekenin kendim olduğuna ikna oluyorum.


Herkesi olduğu gibi kabul etme yetisi - ki çok da doğru değil – sevdiğim adamın karakterime hiç uymayan ve bana çok zarar veren pek çok özelliğini görmezden gelmeme sebep oldu. Uzun zaman sonra dönüp baktığımda dinlediği müzikten tutun da insanların zor günlerinde yanında olma şekli, hobileri, fobileri o kadar farklıydı ki benden, olduğu gibi kabullendim önce ama sonrası facia. Ben ‘’ ben ’’ olmaktan çıktım, kendi hayatımda figürandım. Bu figüranlığa devam edip etmemeyi de uzun zaman düşündüm. Toplumsal baskı, yalnız kalma korkusu gibi farklı ve beni zorlayan nedenlerle karar vermem uzun sürdü. Ayrılma kararını almadan hemen iki saniye önce söylenen cümle - ki bu cümleyi duymasaydım belki hala devam ediyor olacaktım – galiba bardağa damlayan son damlaymış. Tamam dedim bitti. Onca yıla, emeğe rağmen.


Verdiğim en iyi kararlarımdan biridir. İnsan kendi olmadığı yerde kalmamalı yazıyor bi sürü yerde. Hani bu cümleye katılmamak elde değil bazı durumlarda. Bu coğrafyada özellikle kızlar yetiştirilirken kendinden önce başkalarına önem vermesi gerektiği öğretilir oysa insan mayasına zıt bir durumdur. Ben olmadan biz olmaz. Özellikle kızlar. Önce kendimize öncelik sırası vermeliyiz ki toplum da buna göre şekillensin.

En büyük pişmanlığım budur, önceliği diğerine vermek. Kendimsiz olmayı maharet saymak. Aklanmak için nedenler uydurmadan dümdüz tekrarlayayım. Herkese ve her şeye rağmen benliğimizi bulmalı ve ben’e göre yaşamayı becermeliyiz.


BEKLENTİ

- melike yılmaz -


Romantik bir ilişki ne çok istedin değil mi? Bir aralar çok romantiktin zaten. Ama umduğunu bulamadın, bulduklarında da sen mutlu olmadın. Böylece o meşhur aşk mı para mı sorusunun cevabı paraya dönmeye başladı. Peki dürüst olup geriye bakarsan ne söyleyeceksin? Tamam karşına çıkanların da hiç oluru yoktu ama olur gibiydi, lütfen olsundu hatta bir aralar. Ne değişti? Bu konuda hala daha hassas olduğunu biliyorum o yüzden ben söyleyeyim ne değiştiğini. Yaptığın en büyük hata fazla beklentiye girmekti. Çok hayal kurdun bence bu çok kıymetli ama ayakların yere basmadı. O hiç senden senin ondan hoşlandığın gibi hoşlanmadı. Oyun oynarken yan yana durduğunuzda onun kalbi seninki gibi yerinden çıkacak gibi olmadı. Seninle iletişim kurması sosyal medyalardan yazışmanızın nedeni arkadaşından hoşlanan arkadaşı için yakın olmaktı. Şimdi bakınca haklısın böyle anlamana yol açacak işaretler de vardı. Bunun için seni suçlamıyorum ama gerçek sevginin seni şüpheye düşürmeyeceğini, acaba dedirtmeyeceğini biliyorsun artık. Her duygu çok özeldi ve seni bir sonrakine şeye hazırladı. Şu an aynada gördüğüm bu kızla gurur duyuyorum. Bu sefer de fazla mantıkçı oldun ama bir gün o gerçek sevgiyle karşılaşacağını biliyorum.


SU GÖTÜRMEZ BİR GERÇEK

- mon cher -


Her zaman kendinden ödün veren ve fedakarlığı bir tık daha fazla olan taraf oldum ve bu yüzden de çok hırpalandım sanırım. Çünkü kendinden ödün vermek bir yandan da o ilişkiye olabildiğince bağlanmak benim için. Tutkuyla bağlı olmak, bağlı kalmak. Karşı tarafa fazla tolerans doğuran bir durum. Bu durum her şeye sebebiyet veriyor maalesef. Ayrılık başta olmak üzere, ihanet, saygısızlık, sadakatsizlik, güvensizlik, daha fazla çoğaltılabilir. Şımarmak, şımartılmak hoş şey, güzel şey ama bunu kötüye kullanmak bir o kadarda soğutabilen şeyler. İnsanın bir anda aklı başına gelir böyle durumlarda. “Ya ben ne yapıyorum?” deyip kendine soru sormak lazım. Nasıl bu hale gelebildik demek ve oturup düşünmek lazım. Lazım da lazım yani anlayacağınız. Olağan ve can yakıcı davranışlar arasında buluverir insan kendini ve bu da su götürmez bir gerçek.

KEŞKELERLE DÖNMÜYOR DÜNYA

- igiem -


Eski sevgilimle aramız bir iyi bir kötüydü.


Hep tartışırdık birbirimizi çok fazla eleştirirdik ama aramızda bir fark vardı ki ben onun bana karşı davranışlarını eleştirirken o benim dış görünüşümü eleştiriyordu! Evet resmen yüzümdeki kusurları kilomu sürekli yara olan dudaklarımı eleştirirdi. Ayrıca sırf cinsel anlamda yakınlaşmayla ilgili sınır koyduğum için bile bir kere bana kadınlığını kullanamıyorsun dişilik duyguları sende sıfır demişti ve benim bu çok ağrıma gitmişti. Aslında ben hiçbir şey için pişman değilim de keşke ama keşke sırf o laf için ona kocaman harflerle SİKTİR GİT deyip yoluma bakabilseydim. Her şeye eyvallahım var da o laf içimde öyle bir kaldı ki.


ree

Bu haftanın normal insanlar konusu " zor bir döneminiz ve baş etme mekanizmanız" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI

  • Ormanda On Kaplan Gücü – Canderel

  • Ben Böyle İyiyim – Herzi

  • Gelip Geçici – Ayşe Çetinkaya

  • Yokuş Aşağı – San

  • Her Gün Güneş Doğar... – Gorila Voladora

  • Tutunduğum Dal – İgiem

  • Dört Kova – Eta Carinae

  • Ölümle Oynaşmak – Mehmet Can Kaya

  • Dostumun Dostu Irvin – Edward Bloom

  • Cadılık ve Büyücülük Okulu – Tuğçe Eser

  • Şiirden Uçak – Dalgın Canbaz

  • Örek – Topaz

  • Bakmak ve Görmek – Msy

  • Zaman, Umarım Bu Sızıma da İyi Gelirsin – Mutlu

  • Vazgeçme – Bir Başka Dünyadaki

  • Aliye Hanım’ın Ödevi – Nehir Niş

  • Türk Filmi – Coggywriter

  • Her Şey Anlık – Saturnuslog

  • Her Şey Geçiyor, Geçecek - Voila

  • Geçiyor Geçmez Dediklerim – Sehvenli

  • İşte Ben – Hayat Yeniden

  • Hayat ve Bize Verdiği Dersler – Yorgun Kafa Olmayan Kalp

  • Umut Işığım – Gökçin

  • Ş-A-H-İ-N – Clementine

  • İlk Aşk – Matruşka

  • Kendimce – Ayşe Menekşe


ORMANDA ON KAPLAN GÜCÜ

- canderel -


Yeni sevgili olduğumuz zamanlarda eşim bir kâbusunu anlatmıştı. Bir duvarın önünde duruyormuşum, bir kaplan bana saldırıyormuş, eşim bana yardım etmek istiyor ama yanıma gelemiyormuş. Kaplan her pençe atışında yere düşüyormuşum, o da her seferinde öldüğümü düşünüp gözlerini kapatıyormuş, ancak ardından çizgi film karakterleri gibi tekrar ayağa kalkıyormuşum. Bana bunları dehşet içinde anlatmış olsa da ben - diğer muhtemel düş yorumlarını bir kenara bırakarak- kendime bir takım paylar çıkardım. Evet, zayıftım, yeterli savunma mekanizmaları geliştirememiştim, çok darbe alıyordum ama ardından ayağa da kalkıyordum. Gücümü aldığım şeyin ne olduğunu bulduğumu sanıyorum, karşılaştığım tüm zorlukları alt etmiş değilim elbette, ama geri dönüp baktığımda ancak ‘’kötü’’ olmayı göze alarak hareket ettiğimde zorlukların üstesinden gelebildiğimi anladım. Eve geç geldiğimde babam beni kapının önünde uzun süre bekletip içeri aldığında ‘’neredeydin’ ’diye sorduğunda ‘’ dışarlarda sürtüyordum’’ diye diye bağımsızlığımı kazandım, bir ‘’sürtük’’ olmayı göze alarak. Daha fazla nasıl katkı verebilirim diye kafa yorduğum partim aniden ikiye bölündüğünde, ikisinden de ayrılabilmek için ‘’rahatına düşkün küçük burjuva’’ etiketini üzerimde taşımam gerekti. Çok sevip saygı duyduğum, hayatımı şekillendiren hocama bağlılığım hayatımı olumsuz etkilemeye başlayınca ‘’nankör’’ demesini göze alarak ondan koptum, hala rüyalarıma giriyor olması bunu yapabildiğim için kendimle gurur duymama engel olmuyor. Henüz evli değilken gebe kaldığımı tesadüfen öğrenip sağlığımı sormak için hiç değil, iğnelemek için hatırımı soran aile dostumuzun kızına başım dik çok iyi olduğumu söylerken de ‘’ahlaksız’’ sıfatını göze almam gerekiyordu. Günlük hayatta utangaç ve içe dönük olan insanların olağanüstü durumlar için biriktirdiği bir güç vardır belki, belki psikolojide bunun bir adı da vardır, ben de el yordamıyla bunu keşfetmiş olabilirim, kim bilir…

BEN BÖYLE İYİYİM

- herzi -


İngiltere’nin nehirlerinde ve denizlerinde yapılan bir araştırmada, bir şekilde suya karışan psikiyatrik ilaçlara maruz kalan balıkların, yaşadıkları güvenli alandan çıkıp, daha büyük balıklara yem olabilecekleri tehlikeleri alanlara gidebildiklerini gözlemlemişler.

Geçen yıl, pandeminin başı, henüz Covid Türkiye’de yeni görülmeye başlamış. İnternette bir sürü teori var, biri diyor ki, bildiğimiz düzen değişecek ve yeni bir düzen ortaya çıkacak.


Bu cümleyi okuduğumda, yataktayım ve uyumak üzereyim. İlk kez o zaman hissediyorum göğsümdeki sıkışmayı: Düzen mi değişecek? Benim bir sürü fedakarlıkla kurduğum kavgasız, gürültüsüz hayatım da mı değişecek? Ne kadar donuk olursa olsun bir düzen kurmuşum. Bozulmak zorunda mı?


Karanlık üstüme üstüme geliyor, daha önce tanımadığım bir his bu. Çok korkuyorum. Bana bir şey oluyor diyorum, göğsüm.. Bir garip. Eşim bana bakıyor, su iç diyor, dönüyor ve uykusuna devam ediyor.


Evden çalışmaya başlamışız. Sürekli evde olmaya çok hızlı alışıyorum. Sonsuza kadar evde kalabilirim diye düşünüyorum. Evden çıkmazsam düzenimin bozulmasını engelleyebilirmişim gibi. Çarpıntılarım tabii ki devam ediyor. O günlerde terapistime söylediğim bir cümle var hiç unutmuyorum: Ben böyle iyiyim.


İşlerimi evden halledebiliyor, yemeğimi, yogamı, bakınca istediğim her şeyi yapıyorum. Çarpıntım kalkar kalkmaz başlıyor ve yatasıya kadar devam ediyor ama bir şekilde idare ediyorum. Eşim sabah akşam içerde bilgisayar oyunu oynuyor, çok fazla iletişimimiz yok ama kavga da etmiyoruz. Ben hakikaten böyle iyiyim.


Üniversite yıllarımda delicesine aşık olduğum ama bir türlü kavuşamadığım bir adam var. O sıralar, ortada görünür hiçbir sebep yokken onunla mesajlaşmaya başlıyoruz. Muhabbet ediyoruz, şakalaşıyoruz, ben sıkıntılarımı paylaşıyorum. Ortada tehlikeli bir durum yok.


İşler ne ara o noktaya geliyor, bilmiyorum. Sanırım çarpıntılarım için içtiğim ilaçlarla alkolün çok iyi gittiğini keşfetmemden sonrasına denk geliyor.


Artık her gün, her saat mesajlaşıyoruz, hatta arada telefonda da konuşmaya başlamışız ve ben de kendimi, onun da içinde olduğu hayaller kurarken buluyorum. Ama bu durumda hiçbir tehlike hissetmiyorum. Sanki olması gereken bu.


Her akşam düzenli bir şekilde aldığım ilaçların üstüne bir bardak bira içtiğimi, hatta zamanla bu biraların sayısının arttığını gören eşim de hiçbir şeyin farkında değil. Sadece bir akşam “İçme istersen” diyor ve sonra içeri oyununa geri dönüyor.


Yem olacağım tehlikeli sulara doğru yüzüyorum ama hiç korkmuyorum.


Ayık olduğum nadir zamanlarda bu durumda bir terslik olduğunu seziyorum, hatta bu zamanlarda mesajlaşmayı bitirmeyi denediğim oluyor ama neyse ki ilaç ve alkol kokteylim beni bu denemelerimden hızla uzaklaştırabiliyor.


Bir gece kanepede uyuyakalmışım. Elimde telefon ve mesaj ekranı açık. Eşim beni uyandırmak için geliyor ve mesajları görüyor.


Sonrasını pek hatırlamıyorum. En son eşimin kapıyı yumrukladığını ve benim de üstümü başımı parçaladığımı hatırlıyorum, bir de düğünümüzde çekilmiş bir fotoğrafımızı camdan dışarı fırlattığımı.


Hangisi hangisinin başa çıkma mekanizmasıydı kestiremiyorum. Bir şeylerden kaçarken çok feci hatalar yaptım. Bu sefer de bu hatalarla yazarak başa çıkmaya çalışıyorum belki, kim bilir…



GELİP GEÇİCİ

-ayşe çetinkaya-


Aynaya bakıyorum, aynadaki ben miyim? Burnum, benim mi? Peki gözlerim? En yabancı gelen de onlar. Gözlerinin içine bakma. Aynaya bakma, çabuk başka bir şeye bak. Ellerime bakıyorum, ellerim benim mi? Nefes alıyorum, nefes benim ciğerlerime mi doluyor? Bu tepedeki ampul, ne garip görünüyor. Anneme sarılsam geçer mi bu his? Ya geçmezse, ya annem de hayal gibi görünürse? Keşke ölsem. En son kiminle konuştum? Garip şeyler söyledim mi acaba? Hiç hatırlamadığım garip şeyler söylüyor muyumdur insanlara? Ya delirdiysem, herkes bunun farkındaysa ve ben değilsem? En iyisi evden hiç çıkmayayım. Hiç kimseyle konuşmayayım. Hatta odamdan hiç çıkmayayım. Uyusam geçer mi? Ya sabah uyanınca da geçmemiş olursa? Keşke hiç doğmamış olsaydım. Asla çocuk yapmayacağım. Çocuk yaparsam ve benim gibi olursa? Asla bir aile kurmayacağım. Belki de intihar etmeliyim. Bunu bir düşüneyim.


Gecelerce düşündüm, ama sadece düşündüm, bir seçenek olarak yani. Ölüm fikri bile beni dünyaya geri döndürmüyordu, ölüm bile flu görünüyordu gözüme. Hali hazırda zor bir sene geçiriyordum. Liseden mezun olmuştum. ÖSS’de ilk panik atağımı geçirmiştim; sene boyu öyle olacağını herkese söylediğim üzere sınav çok kötü geçmişti, tekrar hazırlanacaktım. Babaannem çok hastalandı ve bir ay içinde öldü. Panik atakların devamı geldi ve bunlara günlerce geçmeyen ağlama krizleri eklendi. Kendimden nefret ediyordum. Gerçeklik algım da bozulunca delirdiğime emin gibiydim. Artık mezun, ÖSS’yi atlatmış ve goygoyunun peşinde olan arkadaşlarımı “bende bir değişiklik görüyor musunuz, eskisi gibi miyim?” gibi sorularla darlıyordum. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kullandığım antidepresanlar etki etti, belki de terapi iyi geldi; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi. Ama o boşluk hissinin huzursuzluğu hep aklımın bir köşesinde kaldı, bir daha geri gelmemesini umarak.

Derealizasyon. Bir gece Ekşi Sözlük okurken tesadüfen denk geldim bu başlığa. Okudukça hem çok şaşırdım hem de çok rahatladım. Meğer yıllar önce bana aklımı yitirdiğimi düşündüren şey bir sürü kişiye olan bir şeymiş ve bir adı varmış. Hisleri adlandırmak, onları sağaltmak için en hızlı çözüm olabilir. Terapistler de bunun farkında olsa keşke.


Üç sene önceydi. Anne babamın evine geri dönmüştüm. Tam anlamıyla bitik haldeydim. O zamanki erkek arkadaşımdan yaklaşık iki sene boyunca ağır psikolojik ve fiziksel şiddet görmüştüm. Bu sürecin büyük kısmı başka bir ülkede, yardım isteyebileceğim herkesten uzakta geçmişti. Öyle olmasa bile birinden yardım istemezdim herhalde. Çünkü zayıf karakterli ve başkalarına bağımlı olduğuma inandırılmıştım. Bunun aksini kanıtlamak için beni öldürmeye bile kalksa yardım istemeyecek kadar şuurumu yitirmiştim. Çünkü insanlığımı yitirmiştim ve bir yerinden tutup geri getirmeye çalışıyordum. Fakat onun değerli bulacağı şekilde. Beni yiyip bitiren bir kısır döngünün içindeydim. Bir gün yine itilip kakıldığım için sinir krizi geçirirken babamı aramıştım ve o anki halime uyduruk sebepler sunarken babam, “uçak biletini alıyorum Ayşe, geri dönüyorsun” diyerek bu döngüye son vermişti.


İlk haftalar berbattı. Kendimden tiksinerek de olsa onu özlüyordum. Dayanılmaz derecede acı çekiyordum. Ve acılarımı sonlandırabilecek tek kişi oydu. Hiçbir şey yiyemiyordum, uyuyamıyordum. Ben böyle biri değildim. Zayıf karakterli değildim, beceriksiz değildim, başkalarına bağımlı, aptal, takıntılı, çirkin, depresif, uğursuz değildim. Ben dayak yemeyi hak etmemiştim. Bu olanların bir sebebi vardı. Bu sebepler, tüm bunların mantıklı açıklaması ondaydı. Ona dönersem acılarım son bulacaktı. Bir oturup konuşabilsek hepsi bitecekti belki. Başka türlü kendimi nasıl tekrar inşa edebilirdim, bilmiyordum. Geceleri ağlama krizine giriyordum. Aileme hala hiçbir şey anlatmıyordum. Bilmem kaçıncı gece, annem “artık seni dinlemeyeceğim, yarın doktora gidiyoruz” dedi. Doktora gitmek istemiyordum; yine antidepresanlar, yine işe yaramayacak terapiler... Doktora gittim. Tahmin ettiğim gibi olmadı, ilaç vermedi, sadece terapilerle ilerledik. Yaşadıklarımı anlatmaya cesaret etmem için birkaç seans geçmesi gerekti.


Terapiye başlamamın altıncı ayında, iyileşmekle ilgili hayli yol katetmiştim. Yaşadıklarımın sorumluluğunu üstlenmiştim, bir daha aynılarını yaşamamak için kendimde değiştirmem gereken şeylerin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kendime merhametli olmayı öğrenmiştim. Doğduğum şehirdeydim. Eski arkadaşlarımlaydım. Eskisi gibi haftada iki-üç kez görüşüyorduk. Ben gerçekten sevilmenin ne olduğunu tekrar öğreniyordum. Yurt dışında okumak istediğim yüksek lisans programına burada başvurmaya karar vermiştim ve bölüme özel öğrenci olarak başlamıştım. Bir şeyler yoluna giriyor gibiydi, sanırım mutluydum.


Ve yine o geldi, o his. Bir gün sinemadaydım, eski arkadaşlarımdan biriyle, eskisi gibi. Perdede oynayan, o ana kadar zevkle izlediğim filmdeki karakterler birden küçüldü ve sesleri kısıldı sanki. Kocaman bir “hassiktir ya” duygusu. Hemen aklımdan, göğsümden kovalamaya çalıştım o hissi, tekrar gelmiş olamazdı; filme odaklanmalıydım. Fakat adıyla sanıyla, olağan şüphesiyle birlikte gelmişti artık; travma sonrası stres bozukluğu, derealizasyon, panik ataklar; diğer eski dostlarım, eskisi gibi.


Sonraki terapimde durumumdan bahsettim ve başta ilaç yazacak diye korktuğum doktora zorla ilaç yazdırdım. Terapi ile düzelecek sabrım yoktu. Hayatıma devam edemiyordum. Daha doğrusu, ediyordum da ağzıma sıçılıyordu. Hiçbir şeyi ertelememek için kendimi zorluyordum, her gece yatağa zombi olarak giriyordum. Bundan on sene önceki gibi evden çıkmayarak, okula gitmeyerek, arkadaşlarımla görüşmeyerek kaybedecek zamanım yoktu. Belki de vardı, ama istemiyordum. Doktor ilacımı bana seçtirdi, “daha önce kullanıp memnun kaldığın bir ilaç var mı, onu yazalım?."


Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kendi seçtiğim antidepresan etki etti, belki de devam eden terapiler iyi geldi, belki de geçti gitti işte; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi.



YOKUŞ AŞAĞI

-san-


"Gelince hepsi üst üste geliyor," klişesinin özetleyebileceği bir dönem yaşadım. Kendimi şanssızlığıyla tanınan bir kurgusal karakter gibi hissetmeme sebebim, kimsenin düşünüp kurgulayamayacağı kadar komplike şanssızlıklar yaşamamdı. Yaşadığım sorunlarla baş ederken seçtiğim yol da kaçmaktı. Hepsinden itinayla uzaklaşıyordum. Genellikle derin düşüncelere-bu beni daha fazla yorsa da-, uykuya ve rüyalara kaçıyordum. Bu da çözüm olmadığı için bir tür kısır döngüye yol açtı ve yokuş aşağı koşmaya devam ettim. Benim için bardağı taşıran, annemin uzun süre teşhis konulamayan hastalığı oldu. Bedeninde bir kitle vardı. İki yıl ne olduğu anlaşılamadı. İki yıl boyunca hayatımdaki her şeyi altüst ettim. Bu toparlamak için ideal ama altüst etmek için epey uzun bir süre olduğundan, iyiden iyiye dağıldı her şey. Burayı hızlı geçelim.


Artık hiçbir şey yapamayacak ve kimseyle görüşemeyecek kadar bitkin bir haldeydim. Kaçmaya devam ettim. İnsanlardan saklandım, birine rastlayıp konuştuğumda bile uzun uzun başka şeylerden bahsettim, benim için önemli olan konuları-bazen saçmalayarak- örtbas ettim. Okuldan, topluluklardan, kurumlardan, mekanlardan, her şeyden kaçıyordum. Sadece en yakınlarımla kafamı dağıtacak aktivitelere katılıyordum ama katılan da ben değildim. Sürecin sonlarına doğru pandemi patlak verdi. İşte bu beni çok utandırıyor ama ilk karantinalar derin bir oh çekmeme yardımcı oldu. 14 Nisan 2020'de günlüğüme şunları yazmışım; "Şu an olmak istediğim tek yerde olmamı sağladı berbat bir hastalık, evde olmamı. Bunu itiraf etmek güç. Çünkü ömrüm boyunca başkalarının acılarını da yaşayan bir insan oldum. Nasıl oldu da şimdi insanlar ciğerlerine havayı çekemeyerek ölürken ben rahat bir nefes alabildim?"


Pandemi sürecinde annemin sonuçlarında "kanser" yazdığını gördük, ama hepimiz "pankreasta kitle" demeye devam ettik-iyi ki de öyle yapmışız-. 13 saat süren ameliyatı başarılı sonuçlandı. Koruyucu kemoterapi aldı ve o da yaklaşık bir yıl sürdü. Sonuçları iyi geldiğinde ikinci kez rahatladım. Bütün bir yılı kapsayan süreçte kendimi çalışarak oyalamayı çoğu zaman başardım, üç-dört kez sinir krizi geçirdim. Her defasında da sakinleşip "O kadar da çabalıyorum iyileşmek için, neden böyle oluyor?" diye sorguladım. Çünkü öyle ya da böyle, bu sistem bana göre değildi. Sevgili Emre Özarslan, Huzursuz Beyin instagram hesabında "Son zamanlarda sizi en çok strese sokan durum/düşünce nedir?" diye sorduğunda "Her şey durulduğunda dünyanın eski düzenine daha ihtiraslı ve aç bir şekilde dönecek olması," diye cevap vermiştim. O da, bu normale dönmeyi olumsuz bir şey olarak görmediğini yazıp "Ölümlü olduğumuzun farkında olan ve kısa süreli hayatlarımızdan maksimum verimi almak için çırpınan, tuhaf başa çıkma mekanizmalarına sahip, uyumcul, zavallı bireyleriz. Biraz daha ihtiraslı olsak ne fark eder, ipimizin uzunluğunu biz belirleyemiyoruz ki" diye mükemmel bir yanıt vermişti. Üzerinde düşünüp arşivimde sakladım. Henüz kendi "tuhaf başa çıkma mekanizmamı" bulduğumu düşünmesem de dünyada herhangi bir şekilde belirleyici unsur olmadığımı kabullendikten sonra hayattan çok daha fazla verim almaya başladım. Bu haftaki bültende yazılanlardan kopya çekerek daha fazlasını öğreneceğimden de eminim.


HER GÜN GÜNEŞ DOĞAR, YETER Kİ AÇIK OLSUN PERDELER

- gorila voladora -


“Kırmızı renkteydi, her şey. Hayatımda hiç bulunmadığım kadar geniş bir mekân, gerçek bir mahşer alanı! Üstleri kana bulanmış dünyanın en çirkin çıplak vücutları, dört koldan üzerime yürüyor ve kanlı gözleriyle kalbime bıçaklar fırlatıyorlardı. Kadın veya erkek olduklarını bile anlayamıyordum. Yüzleri o denli korkunçtu ve hepsi o kadar birbirine benziyordu ki, aralarındaki tek ucubenin ben olduğunu zannediyordum. Ne yapacağını bilmez halde onlara çarpmadan yürümeye çalışıyordum. İçim alev alevdi; cehennem beni kendi içine almamıştı, içim cehennem olmuştu. Çaresizliğimden dilimi yuttum; çığlık atamayacak kadar dehşet içindeydim. Birden damarları vücudundan fırlamış devasa gövdeli Kibele bana doğru geldi. Elinde, kendisiyle aynı boyuttaki asasını bana doğrulttu ve “Burada senin yerin yok. Ama onlardan korkmana gerek de yok.” dedi.”


Gözümü açtığımda gece, en karanlık evresini yaşamaktaydı. Tavan üzerime çökmüş gibiydi, büyük bir ağırlık altında eziliyordum; odadaki oksijen de katılaşmıştı. “Kalp krizi denen şey buymuş demek” diye düşündüm. “Bu kadarmış. 26’ya kadarmış demek ki.” İçim gerçekten alev alıyormuş. “Şimdi ölürsem” diyordum, “cesedim akşama kadar fark edilmez.” Böyle zamanlarda ne kadar hızlı çalışıyormuş insan beyni. Cam kenarında sessizce duran sivrisinekle göz göze geliyorum. Ve içimde tek bir şeyin arzusu uyanıyor: YAŞAMAK.


*


Hayat, insanın başına gelenlerden çok bunlara nasıl tepkiler verdiği –imiş. Ben fena çuvalladım bu konuda. Ya da o zaman için öyleydi.


Evlilik arifesindeydik. Asla “match” olmamam gereken bir adam vardı hayatımda. Açıkçası ben körkütük âşıktım. Kördüm dümdüz. Başkaları söylüyordu birbirimize uygun olmadığımızı. Özellikle de ailem ve onun ailesi. Hatta belki de bütün evren bu birlikteliğe engel oluşturmak için çalışıyordu. Ama ben direndim sonuna kadar. Çok sonradan öğrenecektim engelin en büyüğünün o adamın ta kendisi olduğunu.


Nişanı henüz sonlandırmıştık. Ayrılık ölümle eş değer, kendimden bekleyemeyeceğim kadar arabesk bir ruh hali içindeydim. Bir akşam, yıllardır konuşmadığım ortak arkadaşlarımızdan biri beni aradı ve benim üç yıllık ilişkimiz boyunca defalarca kez ve birçok farklı kadınla aldatıldığımı söyledi. Bunu duyunca puzzle’ın ayrık parçaları kendiliğinden birleşti. Ancak esas mesele, benim şüphe duymama rağmen gerçekleri duymaktan çekinmem ve yalanlara inanmayı SEÇMEMDİ.


O dönemde yaşadıklarımı yeniden yorumlamak üzerine çok fazla mesai harcadım. Şu an bu yazıyı yazarken, o zamanki hislerimi ve düşüncelerimi net şekilde hatırlayamıyorum. Çoğu anı hafızamdan uçmuş. Ama bu ihanetle “baş edememek” için kullandığım ve asla tavsiye etmediğim mekanizmalar şöyle:


Uyumamak

Yememek

Tüm gün alkol almak

Yememek

Yabancılarla yakın temasta bulunmak

Alkol

Uyumamak

Yabancılar

Uykusuzluk

Yememek

Alkol

Kan kusmak

Kapanış


En büyük ihaneti o mu yapmıştı bana, yoksa kendim mi?


O rüyayı gördüğümün sabahı rüyamda atamadığım çığlığı attım. Tüm nefesimle. İki kez. Üst üste. Sonra ağlamaya başladım. Komşuların sesini dinliyordum ağlarken. “Polis çağıralım.” diyen vardı, endişeliydi hepsi, kapının zili çaldı, o da iki kez. Durmaksızın ağlıyordum ben, durmak imkânsızdı.


Annemi aradım çaresizce. Onu da korkuttum ve karanlığımın içine çektim. Müthiş bir utanç duygusu sıkıyordu boğazımı. Yaşamayı hak etmiyordum. YAŞAMAYI HAK ETMİYORDUM!!!


Birkaç dakika sonra da kardeşim aradı, ertesi gün için iyi bir psikologdan randevu aldığını söyledi. Sağ olsun… Hayatımda ondan aldığım ilk ve tek yardım bu olmuştur.


Sonrasında zaman ve azmim tekrar ışığın sızmasını sağladı içime. Ay’ın karanlık tarafında yeterince vakit geçirmiştim. Baş etme mekanizmalarım tamamen değişti:


Kötü bir zamandan geçtiğimi kabullendim ve hayatıma devam edebilmem için bir süre durmam gerektiğini anladım. Yardım almaktan çekinmedim.


Terapistimle birlikte her şeyi yerli yerine oturttuk. Tanımları değişti çoğu şeyin: örneğin aşık olmamıştım ben, akıl tutulmasıydı o. Ben öyle demiştim. Sonra sadece bana öyle gelmiyordu hiçbir şey. Depresyon diye bir gerçek vardı. Keşke kanser olsaydım bunun yerine dedim, terapistim beni yargılamayınca şaşırdım.


Sevildiğimden emin olduğum insanlarla vakit geçirdim bol bol.


Alkol yoktu. Olmayacaktı. Canım da istemiyordu zaten.


Yüzdüm. Suyla bütünleştiğimi, sudan geldiğimi hayal ettim hep. Ağaçlara sarıldım. Aynaya bakıp gülümsedim her gün. Dans ettim.


İnsan olmak aslında nedir, bunu öğrenmeye çabaladım. Kitaplar okudum, videolar izledim. Ve çokça yazdım.


Sonra annem bana bir çizim tableti hediye etti. Zamanı unutuyordum çizim yaparken, renkler, gölgelendirmeler, çizgiler, dokular… Bağımlısı olmuştum dijital resimlerin.

Zihnimi daha faydalı şeylerle meşgul ettim. İspanyolca öğrenmeye başladım, klavye çaldım, hatta kod yazmaya bile kalkıştım –ki benim için ilginç bir deneyimdi.

Zamanla özgüvenim yerine geldi. Tekrar romantik ilişkiler için adım atar olmuştum. Devamı gelemese de girişimde bulunmam muazzam bir başarıydı benim için.

Yemek yemeye başlamam ve uyuyabilmem en büyük başarımdı. Ben güldükçe çevremdeki insanlar güldü. O yaz bahçemizde her zamankinden fazla çiçek vardı. Belki de ben hep öyleydi ve ben şimdi fark ediyordum.


Kendimden başka kimseyi affetmedim. Bugün, 2021 yılının temmuz ayında, hiç olmadığı kadar sıkı sarılıyorum kendime. Gurur duyuyorum ve o günleri bir şeref madalyası olarak göğsümde taşıyorum.



TUTUNDUĞUM DAL

- igiem -


Henüz on altı yaşındaydım ve babam beni kendi ailesinin de baskısıyla zorla kapatmaya çalışıyordu. Buna hiç hazır değildim ve babama istemediğimi söyledikçe o inatla başımı örtmemi buyuruyordu. Ben de hem annem üzülmesin hem babam kavga çıkarmasın diye sabah okula giderken başımı örtüp sokaktan çıkınca gizli gizli açılıyordum. Bİr sabah babam beni takip etti ve başımı açtığımı görünce yakaladığı gibi saçımdan tutup eve sürükledi.


Eve gelince bağırma, küfür, dayak derken tüm ev uyandı ve babamı benden uzaklaştırmaya çalıştı. O sırada fırsatını bulduğum an salya sümük evden kaçtım. Beni koruyacaklarını düşündüğüm için okula doğru nefes nefese koştum. Sınıfa girince korkudan sararmış yüzümü ve nefes alışımı görenler sorular sordu ama hiçbir şey anlatamadım.


Okul çıkışı eve geldim, odamın kapısını kilitledim, kapının önüne gardırobumu ittirip oturdum, babam geldiğinde neler yapacağını hesap ediyor ve ağlıyordum. Kendimi tamamen boşlukta ve yapayalnız hissediyordum. Tutunacak bir dal arıyordum. Zil çaldı, babam içeri girer girmez beni sorarak odama koştu. Kapıyı vurdu, açmam için bağırdı, tehditler, küfürler savurdu. Bu sırada gözüme çantamdaki İngilizce sözlüğü takıldı ve babamın hakaretlerini bastırmak için kelime ezberlemeye başladım.


Bu şekilde devam etti; babam akşam eve gelince dayak yememek için kapımı kilitleyip sözlükten kelime ezberliyordum. Kafamı dağıtan tek tesellim buydu. Babama açık olmamı kabullendirmek hiç kolay olmadı, aile büyükleri araya girdi, ben ise zor zamanımda beni yalnız bırakmayan sözlüğümü hiç elimden bırakmadım. Kendimi kötü hissettiğim her an sözlüğümü elimin altında tutuyordum.


Şimdi yirmi yaşındayım ve geçen yıl iyi bir üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı bölümünü kazandım.


Diyeceğim o ki kötü zamanlarda ölümünü beklerken tutunduğun bir dal senin hayatını değiştirebiliyor.



DÖRT KOVA

- eta carinae -


Hayattaki motivasyonlarımı dörde ayırdığımı fark ettim geçen gün telefonda konuşurken. Şöyle dedim arkadaşıma; “Bence mutlu olma gayreti dört yerden geliyor insana. Bu kaynakları birer kova gibi düşün. Birinci kova ebeveynlerinle ilişkin, ikincisi kendinle olan, üçüncü kova duygusal ilişkilerini temsil ediyor ve dördüncüsü ise iş hayatını. Bunları ne kadar doldurursan o kadar mutlu hissediyorsun kendini. Ama unutma her biri en az yarısı kadar dolu olmalı.” Telefonu kapattıktan sonra fark ettim ki benim birinci kovam yarısının yarısı kadar bile dolu değildi yıllardır.


Kardeşe sahip her çocuk yaşamıştır kıskançlık duygusunu. Senden daha küçük daha muhtaç ve maalesef daha sevimli bir canlı gelir eve ve tüm ilgi ona çevrilir. Ben bu deneyimi yaşadığımda dört yaşındaydım. Kardeşime göz ucuyla bakıp sokağa koştuğumu ve onun sürekli ağladığını hatırlıyorum. Bir de kardeşime iyilik olsun diye gizli gizli yedirdiğim muzları. Tabi zavallı bebek ağlamaktan bitap düşüp bizimkiler soluğu acilde alınca korkup itiraf etmemle öğrenmiş oldular, saklayamadım. Kardeşe sahip olmak başlarda o kadar kötü değildi, hatta bir bakıma iyi bile olmuştu. Aşırı talepkar ve yüksek standarda sahip annemin artık kontrol etmesi gereken bir başka çocuğu daha vardı ve ben oyun oynamak için daha çok zaman bulabiliyordum. Ancak gün geçtikçe -annem benim gibi düşünmüyor olsa gerek, daha sinirli birine dönüştü. Her şeye bağırıyordu ve ben dayak yiyordum. Üstelik bazen hiçbir şey yapmasam bile.


Beş yaşına gelmiştim ve hala -sanırım çocuk olduğum için- başa çıkmak nasıl bir şeydi bilmiyordum. Üstelik bir de yeni görev eklenmişti hayatıma: ablalık yapmak. Sürekli duyduğum cümleler şunlardan oluşuyordu: ”Etacım öyle yapma sen ablasın, Eta buraya gel çabuk kardeşine bak, Eta aman kardeşine dikkat et, çok çekiyorsun çocuğun kolunu koparacaksın Eta, kardeşini niye ağlattın Eta, kardeşin falan, kardeşin filan, kardeşin aman!!” bunalmıştım. Sonra yatağımı ıslatmaya başladım. Neden diye sorduklarında “bana da bez bağlayın o zaman o da altına yapıyor ona hiç kızmıyorsunuz” dediğimi hatırlıyorum. Yıllar yıllar geçti, kardeşimi çok severim, canımdı. Ama ne hissediyorum biliyor musunuz? Çocuk olma hakkım kardeşimin eve geldiği gün elimden alındı ve benim o günden sonra annem ve babam yoktu sanki. Beni doyuran ve bana barınma imkanı sağlayan iki kişiyle aynı evde yaşıyorum gibi hissediyordum ve hala öyle hissediyorum kendimi. İçinizden cıkcıklamaya başladınız mı beni bilmiyorum ama eğer bu fikirdeyseniz yazının devamını okumayın çünkü daha ağır şeyler göreceksiniz.



Birinci kovamın boş olmasının sebebini büyük oranda anneme bağlıyorum. Özetle, sevgisiz biri, sevmeyi bilmiyor. Yazmaktan hoşlandığım bir cümle değil ama maalesef. Babam ise benimle olan bağını okul ve iş hayatı üzerinden kurmuş biri. Hayatım boyunca her ikisini de mutlu etmeye ve gururlandırmaya çalıştım ama fark ettim ki bu istekler hiç bitmeyecek ve bütün ömrüm böyle geçemez. Artık sabrım o kadar azalmıştı ki nefes alıp vermelerini duymak bile istemiyordum. Şu satırları okusalar muhtemelen beni reddederler. Dahası büyüdükçe etrafta sevilmiş ve çocuk olabilmiş insanları gördükçe daha da yaralandım. Üstelik bu insanların ailelerinin büyük çoğunluğu öyle çocuk psikolojisinden anlayan kişiler bile değildi. Öfkelendim, öfkem yıllar içerisinde daha da arttı. Başa çıkamıyordum artık. Hiçbir bahane yeterli gelmiyordu. Çünkü çocukluğum asla geri gelmeyecekti. Annem ve babam beni şimdi sevse bile.


Geçen hafta kuzenimin babasını kaybettiği haberi ile apar topar hastaneye koştum. Onu öyle, yoğun bakımın kapısının önünde bağdaş kurarak oturmuş, onu günlerce döven, aç bırakan ve ona sürekli bağıran babasının ölü bedenini görmek için çaresizce ağladığını görünce çok şaşırdım. Ağzında ise hep aynı cümle vardı “yapamadım, yaşatamadım.” Ona sarılırken bir an babama baktım. Orada ayakta sağlıklı şekilde duruyordu. Kocaman bir pişmanlık kapladı içimi. Terapiye gittiğim ve ailemden bahsettiğim için, bazen olmasalar hayatımda kendimi daha hisseder miyim diye düşündüğüm için, arkadaşlarımın annelerine bakıp özendiğim için derin ve sarsıcı bir pişmanlık. Morga girdim kuzenimle beraber. Babasını öpüşünü izledim. Pişmanlığım daha da yükseldi, tavan yaptı. Kendimden nefret etmiştim yarım saat içerisinde. Gece yarısı ancak eve döndük. Aklımda tek bir şey vardı, gidip babama sarılmak. Yapamadım. Ertesi gün hiçbir şey değişmemiş gibi devam ettik hayatımıza. Ne değişti hayatımda biliyor musunuz? Hiçbir şey. Hala aynı düşüncelere sahibim, hala kızgın ve öfkeliyim.


Başa çıkmak için yaptığım şeyleri merak ediyorsanız üzgünüm. Çok iyi durumda değilim çünkü. Ama kendimden beklentimi sıfıra indirdiğim için iyi olmak zorunda değilmişim gibi hissediyorum kendimi. Bana iyi gelen şeyler ise konuyla ilgili kitapları okumak ve terapiye gitmek. Sonuç ne olur bilemiyorum ama bende bıraktığı marazı paylaşabilirim sizinle. Anne olmaktan korkmak.


ÖLÜMLE OYNAŞMAK

- mehmet can kaya -


Gözlerimi açıyorum. Uyandım. Her gün olduğu gibi... Hep derler ya; yeni bir gün. Bana sanki hep aynı güne uyanıyormuşum gibi geliyor. Tabi ki bunun, tamamen benim bakış açımdan, psikolojik sıkıntılarım ve kendimle konuşmakta zorlandığım bazı gerçeklerden kaynaklı olduğunu biliyorum ya da öyle sanıyorum.


Her neyse yeni kalktık, bunların sırası değil şimdi. Kahvemi yapıp balkona geçiyorum, sigaramı sarıp, doğan güneşe bakıyorum. Koşturmaya başlayan ve bir saat sonra aralarına katılacağım insanlara. Her biri ben olabilirdim. Çok küçük şanslarla şu anda buradayım. Yolda arabası bozulan az ilerideki orta yaşı biraz geçmiş, muhtemelen emekliliği gelince köye yerleşmeyi planlayan amca veya alt katta mezun olduktan sonra çok acayip şeyler olacağını düşünen ama bugünden daha kötü günler görecek başka şehirden gelmiş üniversite okuyan gençlerden biri. Ya da üç gün önce üst katta yalnız başına ölen teyze.


Herkes olabilirdim, ama şimdi buradayım, bu balkonda. Albet Camus’un “kahve mi içsem yoksa intihar mı etsem” sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Ben yanına bir de sigara ekledim. Bugün de ölmedim, belki yarın da ölmeyeceğim. Kendimi öldürmeye de pek niyetim yok. Fakat herkesin bildiği ama kimsenin tam olarak idrak edemediği bir gerçeği, tüm damarlarımda, bedenimin her hücresinde hissediyorum:


Bir gün hepimiz öleceğiz.


Sigaram yarıya geldi. Kahveyle eşit içmeye çalışıyorum. Geçmiş geliyor bazen aklıma, nedense hep hüzünlü veya dramatik olaylar. Ya güzel kardeşim -diyorum kendime- hiç mi eğlenmedik, hiç mi zevkin dibine vurmadık, hiç mi bitmeyecek gibi dans etmedik, yüzmedik, kahkahalar atmadık. O yüzden zihnimi geçmişten uzaklaştırıyorum çünkü beni sadece depresif yapıyor.


Geleceğe bakıyorum, bir iki yıl sonra daha iyi olacak, hayatımın kadınını bulacağım, tatlı çocuklarım olacak. Tabi tabi... Çocuğuma da aynı şeyi mi öğreteceğim, “bu hayatı tam olarak çözemedim ve bu ızdırabımı annenizle evlenip sizleri yaparak atlattım. Siz de çok farklı şeyler yapmayacaksınız, boş verin” mi diyeceğim? Hayır.


Sigaramın son nefesleri ve ben geçmişten sıyrıldım, uzak hatta birazdan kahvaltı yapıp işe gideceğim yakın geleceğin illüzyonunda da değilim. Bu “an”dayım. Sigaramın dumanıyım, içimde hücrelerime yayılıp o sahte rahatlama hissini verişine ama bir yandan da onları yavaş yavaş öldürüşüme tanık oluyorum.


Hayatla bu an’da kalarak sakinleşebiliyorum çünkü diğer hiçbir şey gerçek değil, hepsi zihnimde geçen ve sonra duygulara dönüşen sahte illüzyonlar.


Sigaram bitti. “An” da bitti. Peki şimdi. Bir gün “şimdi” de olmayacak, bütün bu sistem kapanacak. Kendimi ne dini, ne mistik yalanlarla kandıramam. Ölümü deneyimleme şansım bile olmayacak, e o zaman nedir korku? “Ben” öleceğim. Off çok önemli bir varlık, zihin yok olacak. Vay be... herkes bir “ben” sonuçta, niye bunu benimseyemiyorum. Ölümüne kaçıyorum ölümden. Ne faydası var ki bu korkunun. Nasıl yaşanılacağını değil, nasıl ölünmesi gerektiğini öğrenmeye çalışıyorum. Birileri ölmeli ki birileri doğsun, yaşam bir yolunu bulur.


Böyle savaşıyorum ölümle, her gün. Adına mücadele denirse tabi.


Kazananı belli bu maçın.


Sanırım sadece yarışmaya katılmış olmaktan memnun olmak gerekiyor.


O yüzden ölümle savaşmaktansa, ölümle oynaşmak daha makul görünüyor.



DOSTUMUN DOSTU IRVIN

- edward bloom -


On beş sene öncesiydi. Askere gitmeme kısa bir süre kala ailemden arka arkaya kayıplar yaşamış, kız arkadaşım tarafından terk edilmiştim. Artık tanrının benimle özel olarak ilgilenmeye başladığını düşünüyordum. Evrenin kusursuz uyumu(!), verdiği onca nimet, ezan okunurken uluyan köpek, domatesin içine -nedense hep tek dilde- kendi ismini yazması gibi mucizeler beni kendisine inandırmaya yetmemiş, artık cezalandırarak varlığını gözüme sokmaya karar vermişti. Ama ben ondan inatçıydım. Tüm peygamberleriyle üstüme gelsinler, ben tek onlar hepsiydi. Kendimi birliğime teslim olacağım güne "kötü günler geride kaldı, şimdi sırada daha kötü günler var" diyerek hazırlıyordum. Öyle ya, yaşanan onca acının üzerine insanın başına gelebilecek en güzel şey askere gitmek değildi.


Bir süredir farklı şehirlerde yaşadığımız ve tüm o dramatik sürecime tanıklık etmiş, varlığını her saniye yanımda hissettiren en yakın arkadaşım birkaç günlüğüne ziyaretime gelmişti. Tanıştığımız günden beri zaman geçirdiğimiz her an olduğu gibi oldukça verimli ve entelektüel paylaşımlarımızı yaptığımız, kendimi bir kutu vitamin içmiş kadar zinde hissettiğim o birkaç günün sonunda, otogardan uğurlarken bana Irvin Yalom'un Varoluşçu Psikoterapi kitabını vermişti. Kitaplarla ilgili önerilerine güvendiğim için, onu götüren otobüsün arkasından el salladıktan hemen sonra, kitabı açıp okumaya başladım.


Okuyanlar ya da inceleyenler bilir ki kitabın ilk iki bölümünde ölüm ve özgürlük temaları ayrıntılı şekilde incelenir. Yani o süreçte tam da benim için yazılmış gibidir.

Ölüm bölümünde, yakın zamanda yaşadığım kayıplara benzer vakaları okuyup yakınlarını kaybetmiş insanların bununla nasıl başa çıktıklarıyla ilgili tecrübeleri inceleme şansı bulmuştum. Yas sürecinde hissettiklerimin hiç de olağan dışı olmadığını, başıma gelenlerinse tanrının beni varlığına ikna etme yöntemi değil; her insanın az ya da çok mutlaka deneyimlediği, hayatın sıradan ve fakat nahoş gerçekliği olduğunu fark etmiştim. Bu, ölüm acısını ya da daha sonra yaşanabilecek kayıplarla ilgili korkumu bıçak gibi kesip atmaya yetecek kadar güçlü bir etkileşim değildi elbette fakat, ölüm gerçeğinin "sonu beklemek" yerine varoluşumun anlamını aramamı sağlayacak ve yaşadığım her andan duygusal doyum elde edebileceğim bir pencere olduğunu hatırlatmıştı bana.

İkinci bölüm olan Özgürlük ise, kız arkadaşımın gidişini, beni yalnızlığa mahkum eden bir terk ediliş olmaktan çıkarıp, belki de özlediğim yalnızlığımdan keyif almamı, uzun süreli ilişkinin etrafımda yavaş yavaş ördüğü görünmez kafesten çıkmam için bir kapı olduğunu hayal etmemi sağlamıştı. Artık ne istediğimi kendime sorabilecek ve cevabı da hür irademle verebilecektim.


Yakınlarımın kaybı ve terk edilme travmalarıyla baş edebilmemi sağlayan ve bugün bana "aynı ekiple aynı yerde bir ay daha askerlik yaparım lan!" dedirten şey işte o otogarda arkadaşımın verdiği kitaptı.


CADILIK VE BÜYÜCÜLÜK OKULU

- tuğçe eser -


Her boş olduğum an, aklımdan geçen düşüncelerden yorulduğum zamanlar oldu. Düşünmeyi durduramadığım zamanlar. Zor düşüncelerdi bunlar. Çoğu yakın geçmişe ait, öfke uyandıran, kırgınlık dolu. Aslında o gün, tam da o gün her şey yolunda olmasına rağmen, sağlıklı ve güvende olmama rağmen, yaşadığımı bildiğim geçmişten veya yaşanmasından korktuğum gelecekten kurtulamadığım zamanlar vardı. Düşünmeye başladığım anda bir kara delik gibi beni içine çekti, her gün saatlerce ağlamama neden oldu. Nasıl kurtulabilirdim ki bundan, gidip geçmişi değiştiremezdim artık. O geçmiş hep benimle birlikte yaşayacak, benim bir parçam olacak. Nasıl başaracağım bu parçayı kabullenmeyi?


Derken; içimizden çıkan o fantastik masalları fark ettim. Gerçek olamayacak bir dünyada geçiyordu ama sanki en gerçek olan onlardı. Mitolojiden günümüz dinlerine; kitaplardan filmlere kadar insandan çıkan bu masallar, büyük bir derinlikle bana yol gösterdi. Önce hayatımda okuduğum ilk kitap olan Harry Potter koştu yardımıma. Atladım, Hogwarts Express’e ve şahane bir dünyaya ulaştım. Şimdi, bu sihirli dünyada, elimdeki gücü nasıl kullanacağımı her adımda daha da fazla öğrendiğim bir öğrenci cadıyım. İzin verirseniz size ders notlarımdan birkaç şey paylaşmak isterim.


Dementors

Ruh emiciler; iyi hatıralardan beslenen ve yanına yaklaştığında tüm güzel ve iyi şeylerin sonunun geldiğini hissetmene yol açan, sadece kötü anıların elinde kalacak şekilde, içindeki tüm güzelleri emen yaratıklardır. Onlar etrafındayken, aklına sadece kötü anıların, korkuların ve endişelerin gelir.


Patronus

Ruh emicilerin yakınında olduğunu anlamak bile çoğu zaman, yolunu değiştirip onlardan kaçabildiğin için, o ruh halinden kurtulmak için yeterlidir. Ancak bazen bu yetmediğinde; kullanabileceğin büyü Expecto Patronum’dur. Bu çok ama çok güçlü bir mutlu anıyı zihninde canlandırman ve onu çalmalarına izin vermeden, zihninde tutman ile mümkündür. Zor ve ustalık gerektiren sihirlerden bir tanesidir. Latincede kelime karşılığı “Koruyucumu çağırıyorum” dur. Buradaki koruyucu anı olabileceği gibi bir animagus, içindeki eril karakteri temsil eden bir başkası da olabilir. Benim için babamın çok önce bana anlattığı bir İslam hikayesinin, izlediğim Kore dizisinde Healer olarak adlandırılan karakterle birleşmesinden oluşan, her an her türlü kişiye veya cisme bürünebilen bir koruyucu. Burada işler biraz karışıyor. Bu tip karakterlere atanan anlamlar kişiye ve yaşantısına göre değişiklik gösterebilir. Ancak, kendi anlam atamanızı yaratmanın çok faydalı olduğunu savunuyorum.


Snape

Kitapta geçen karakterden biri de Prof Snape. Son derece irite edici, yaptığınız hiçbir şeyi asla beğenmeyen, hep daha iyisini yapmanız gerektiğini ve yetersiz olduğunuzu suratınıza vuran, suratsız bir öğretmen. Bu karakter, benim içsel eleştirel sesim. Ne zaman onunla karşılaşsam, koşarak kaçmak istiyorum. Asla ama asla memnun olmuyor. Ancak kitapta da olduğunu gibi, bu karakter, pek belli etmese de, aslında beni korumak görevini üstlenmiş ve anneme olan aşkından ötürü benim için yapamayacağı neredeyse hiçbir şey olmayan, çok yanlış anlaşılmış bir kahraman. Yine de gördüğüm yerde kaçarım, uzaktan korusun.


Hogwarts

Güvenli alan

Bu muazzam şato, Harry Potter dünyasındaki en korunaklı yerdir. İçindekileri korumak için en güçlü büyülerle donatılmış her ihtiyacınıza cevap veren akıllı ve sıcacık bir yuva. Burası ne zaman kendimi güvende hissetmek istesem ziyaret ettiğim bir yer. İçinde olduğumu düşünmek, gözümde kalenin duvarlarını canlandırmak, şöminede yanan ateşin çıtırtısını duymak, müziğini kulaklarıma getirmek, her zaman sinir sistemimi yatıştırır ve beni rahatladır. Dumbledore’ın da dediği gibi “Help will always be given in Hogwarts to those who ask for it.”


Abra Kadabra - I will create as i speak - Sözlerimle yaratıyorum

Avada Kedavra - I will destroy as i speak - Sözlerimle yok ediyorum


Ödev: dilinden çıkan her sözcüğe dikkat et. Dedikodu yapma. Kötü söz söyleme. Kötü niyet belirtme.


Sevgi

Kitap, içinde birçok muazzam büyüler barındırsa da; yazar en güçlü büyünün sevgi olduğunu söyler. Sevgi büyüsü, Voldemort’un en çok alay ettiği, küçümsediği ve kullanamadığı büyüdür ve tahmin etmediği bir şekilde kendi sonunu getirir. Sevgi büyüsünden, birçok din ve inançta da bahsedilir. Ancak anlatılan, bir erkeğe, kadına olan sevgiden daha farklı anlamda, Rumi’nin bahsettiği daha geniş bir anlamda olabilir. Bu büyü üzerine çalışmalarım devam ediyor, hakim olmadığım bir alan olduğu için burada bırakıyorum.


Dark Phoenix

X- man hikayesindeki Jean’ in süper gücü saldırıya uğradıkça güçlenmektir. Her saldırının gücünü, kendi içinde dönüştürüp, kendi gücü olarak kullanır. Kontrol edilmesi zor olan büyük güçlere ulaşılabilir. Kontrol etme yeteneği, geçmişi affedebilmesidir.


Riddiculus

Korkulan bir nesneyi, aklında komik bir şekilde canlandırarak korkudan bir süre arınmak. Çok korkulan bir patronu, anneannenin kıyafetleri içinde hayal etmek; korkulan bir örümceğin, paten ayakkabı giydiğini düşünmek; korkulan karanlık bir odada, Sevimli Canavarlar filmindeki canavarın olduğunu düşünmek vb.


Medusa

Medusa’nın gözlerine bakmak, travmanın gözlerine bakmak anlamına geliyor. Onunla baş etmeye çalışan Perseus’un gücü kalkanıydı. Kalkanındaki yansımasında Medusa’nın yerini anlayıp onu yok etmişti. Onun kalkanı bedeni temsil eder. Travma ile onun gözlerinin içine direk bakarak değil, bedendeki yansıması ile çalışmak daha akıllıcadır.


Ödev: Beden farkındalığını arttırıcı çalışmalar, meditasyon, yoga vb.


Harry’in Sırlar Odasına girişi; travma ile baş etme hikayesidir. Basilisk, Medusa’nın yerini alan canavardır. Phoenix, canavarın gözlerini oyarak savaşa yardım eder. Ancak canavar hala koklayarak sizi bulabilir. Phoenix’in gelmesine yol açan davranış, Dumbledore’a olan sadakattir. Tanrıya olan inanç ve bağlılıktan bahsediyor olabilir. Godric Gryffindor’un kılıcı ise bir başka kaynaktır.


Ödev: Kaynak oluşturma (ağaç meditasyonu, klasik müzik, healer*…vb)


Hikaye birden fazla kaynağın kullanılmasıyla başarıya erişir. Buradaki Voldemort, kendini yeniden var etmeye çabalayan ancak aslında çoktan geride kalmış anılardan oluşan bir hatıra defterinden güç alır. Defter ancak, Basilisk’in kendi zehri ile yok edilebilir. Zarar verici travma, yarar sağlayacak şekilde, kendi amaçlarına uygun olarak kullanılabilir. Travmadan öğrenebilebilir hatta güç kazanılabilir. Şerdeki hayır görülebilir.


Ödev: Bu zehirden ne gibi güç kaynakları çıkartabilirsin ?


Ginny, bakir olandır. Safdil olan seni temsil eder. Kolay kandırılabilir. Hikaye, Harry’in “her şey yolunda Ginny, bu sadece bir anıydı” demesi ile sona erer.


Bunlar çoğunlukla Harry’in dünyasından benim dünyama atanan güçler. Hepsinden bahsetmeye zamanım olmadı. Ama sanırım hayatıma en büyük katkıyı yapanları paylaşabildim.



ŞİİRDEN UÇAK

- dalgın canbaz -


Babamın dediğine göre on yaş civarlarındayım. Okuma yazmayı öğrendiğim anda kendimi Doğan Kardeş dergilerinin, Çarli’nin Çikolata Fabrikası’nın, Şişkolar ve Sıskalar’ın, çeşitli macera kitaplarının içinde bulmuştum. Pazar günleri boylu boyunca kanepeye uzanır, kendimi kitaplar aracılığıyla farklı dünyalara açardım. Uzandığım yerden, bambaşka dünyalara yolculuk edebilir, yeni insanlar tanıyabilirdim. Gerçek dünya, çok fazla sarsıntılıydı o zamanlar ve kitabın kapağını açtığımda, dış dünyanın kapılarının kapandığını keşfettim. Anne babam ayrılalı iki yıl olmuştu, ama benim çocuk beynim hala olanlara tam anlam veremiyordu. Yaşadığım değişim, öğretmenimin gözünden kaçmamış, hatıra defterime, koca gözlüm, sen dünyadaki bütün zorlukları aşabilecek güçtesin yazmıştı. Gerçekten, dünyaya kocaman açılmış, anlamaya çalışır gözlerle bakıyordum ama anlayamıyordum bir türlü. Aynaya bakıp, bu ben miyim, bu bedenin arkasında ne var, nasıl bir şeyim diye anlamaya çalıştığım dün gibi aklımda.

Babaannem ve babamla yaşamımı sürdürürken, çok çalışmak, iyi, parlak, uyumlu bir öğrenci ve insan olmak dışında bir yol bulamamıştım. Hatta bunun dışında bir yol düşünmemiştim bile.


Duygularımı kendi içimde yaşıyor, dışa vurmamayı, suskunluğu seçiyordum. Adım sorulduğunda bile cevap vermezdim. Okulda, başka bir çocuğa kızıldığında bile, bunu üstüme alıp üzülebilirdim. Tartışmalardan, tartışma ortamlarından acayip korkuyordum. Dünyanın, durgun bir göl gibi kıpırtısız olmasını istiyordum hep.


Sözel iletişim yerine, elimle ve ya yazıyla kendimi ifadeyi çocukluktan beri sevmişim bunu görüyorum. Yani, şiirle, yazıyla, heykelle, resimle. Gittiğimiz komşulara, parklara bile yanımda kendi yaptığım tuz hamurlarını taşırdım. Sürekli o hamurlardan bir şeyler yapardım. Deli Nergisler, Çöpten Kadınlar, Küçük Evler, Büyük Dünyalar...


Böyle günlerden bir akşam, babamla nerden çıktığını hatırlamadığım bir tartışma sonucu bozuşmuştuk. O salonda, ben odamdaydım. Ve bir an da bir şiir yazmak geçti içimden. Ve daha sonra bu şiiri kâğıttan uçak yapıp içeri, babama attım. Babam şiiri okudu ve Can Yücel’ in mi bu dedi? Hayır, benim baba dedim.


Şiir de şuydu:


Büyüdüm

Çay Semaverin dışına taştı.

Elma olgunlaştı.

Ben büyüdüm birden.

Nasıl oldu bilemem.


Atımın üstüne atladım.

Koşmaya başladım.

Ben koştukça, küçüldü yumağım.

Keşke küçük kalsaydım.

Bebeğimle oynasaydı .

Bebeğim yere düştükçe

Büyüseydi yumağım.


ÖREK

- topaz -


Yeşile sarıldım. Bitmeyecek gibi gelen isyan günlerimin ardından bir arkadaşımın önerisi ile bir doğa yürüyüşüne katıldım. Hiçbir zaman medeniyet delisi olmasam da bu kadar medeniyetsizliği, dağda bayırda yabani hayvanlarla karşılaşma ihtimalini, böceği filan göze alıp “yürümek” fazlasıyla manasız, amaçsız ve gereksiz gelmişti ilk yürüyüşe başlamadan dakikalar öncesine kadar fakat her şey belki o gün değişmeye başladı. Neden “daha fazla doğa, daha az insan” kartını oynamayı hiç akıl edememiştim ki?


Doğa yürüyüşlerine yanımızda götürdüğümüz kahvaltılıkları masaya serdiğiniz bir köy kahvesinde başlıyorsunuz, çayınızı, termosa koyacağınız sıcak suyunuzu o kahveden alırsınız. Kahveciye mutlaka önceden haber verilir çünkü o saatte, o kadar kişi için çayı olmayabilir. Kulüp başkanı haber verir, pazar günü sabah sekiz buçukta orada olacağız diye, eh kahveci duyarsa köyün zaten uykusuzluk çeken dedeleri duymaz mı? Dedeler, sanki köyün kahvesi onların üzerine yapılmışçasına hareketsiz, bize de kıyak geçmek adına sobaya tıka basa doldurdukları odunların sıcağında, sobanın başında bizi bekliyor olurlar. O kısa vakitlerde, çayları soba ve dedelerin ahiret soruları eşliğinde içersin, büyük keyifle.


Sabahın bu saatinde aklınızı mı yediniz ?

Seneye de zam gelir mi bu elektriğe?

Aslen nerelisiniz? Atalardan beri mi yoksa sonradan mı göçmüş sizinkiler o tarafa?

E bu yaşta da bekar gezilir mi goca gız?


Sonra aynı anda onlarca kişi yürüyüş için ayaklanır kahvede, rengarenk kıyafetler ve enteresan yardımcı ekipmanlarla, mesela totomat :)


Yürürsün, yorgunluktan etrafa bakacak vakit bulamazsın bazen, sonra zirveye çıkarsın kimi zaman binlerce metre yükseklikte, nefesin kesilmiştir ama herkes birbirini alkışlıyordur, bitkin halde şaşarsın insanların gözlerindeki ışığa…


Muhteşem bir yaylada kamp yapmayı deneyimledim, kuru odun toplayıp ateş yaktık, yemek pişirdik o ateşte ve yağmurlu bir gecede mis gibi ilk çadır uykuma yattım.

Orada, medeniyetten, insandan uzakta, insanın derdini tasasını unutmasa da bir süreliğine boş verebileceğini gördüm.


Yıllar yıllar oldu, genelde az kişi kampa gidiyoruz şimdilerde ve ben artık zaman zaman da olsa gerçeklerden kaçabiliyorum. Maske takmaktan, pandemiden hatta bazen kendimden bile kaçabildiğim yer ,orada evim arabanın bagajında, ne yiyeceğimi, ne giyeceğimi önemsemediğim zamanlarım var artık dağ başlarında, dere kenarlarında, yaylalarda…


Kaçmak hoş ama oradayken aslolan, salt kendini dinleyebileceğin anları yaratabilme kolaylığı, dedelerimizden bile yaşlı ağaçların yağmura, fırtınaya hatta insan canavarına rağmen hala dimdik ayakta durduğunu görmenin bahşettiği güç, köylü teyzelerin ikram ettiği, elleriyle yaptıkları tereyağları, ayranlar, çaylar. Amcaların ellerinde değnek inek kovalarken “ah iki ay önce gelseydiniz kovayla dereye iner bi kova balık tutardım size” diye hayıflanmaları, belki torunlarından birinin de üniversite okuduğunu ışıl Işıl anlatmaları.


İnsanların doğaya, ineğe, köpeğe duydukları saygı, anaları babaları gibi hürmet göstermeleri, sahip çıkmaları, sevmeleri…


Demem o ki ben doğaya sarıldım ve beni hiç elim kolum havada bırakmadı, herkesten güzel karşıladı, “Gelmek isteyen olursa haber et, her daim başım gözüm üstüne dedi..”


İlginize, bilginize…


BAKMAK VE GÖRMEK

- msy -


Her zorluktan sonra bir kolaylık olduğu kesin ama o zorluk dönemini atlatmak için kullanılan mekanizma çok daha önemli. Çünkü her zorluk, insanda negatif etki bırakır. O dönemi en az hasarla atlatmak her yiğidin harcı da değildir. Bunun için daha çok acı, daha çok tecrübe gereklidir.


Şimdi sizi yıllar öncesine götürmek istiyorum. Lise hayatıma. Hayatımın en saçma yıllarıydı. Kendime en çok eziyet ettiğim, en gereksiz insanlarla arkadaşlık kurduğum, bilginin ve çalışmanın sıfır olduğu, hak etmeyen birine gönül verip dört yıl boyunca onun için gözyaşı döktüğüm, kısaca ziyan olan dört yıldan bahsetmek istiyorum.

Lise tercih zamanında istediğim bir lise vardı fakat ailem bu fikri benim veremeyeceğimi ve onların istediği bir liseye gitmem gerektiğini söyledi. Aileler ne kadar meraklılar hiçbir tercihi çocuklarına bırakmamaya. Çünkü onlar her şeyin en iyisini bilir, değil mi?

Bu savaşın sonunda onlar galip geldiler ve beni (onların istediği) liseye yerleştirdiler. Bunun kinini içimden atamıyordum, nefretim her gün artıyor ve artık kendime hakim olamamaya başlıyordum. Yedi yıl oldu hâlâ o burukluk içimden gitmez. Gittiğim okulda iki tane sözde yakın arkadaşım oldu. Her şeyi onlarla yapıyorduk. Her şeyden kastım; okuldan kaçmak, kavga çıkarmak, okul dışında ne yapacağımızı konuşmak vs vs... O okulda çok başka bir insan olmuştum. Sürekli kavga eden, müdürün odasından çıkmayan, herkese diklenen klasik asi ergen kızdım. O zamanlar bunu kabullenmezdim biri neden böyle olduğumu sorduğunda ailem istemediğim okula yolladı beni, ben de burunlarından getiriyorum derdim. Aslında onlarlık bir durum yoktu. Ben kendi kendime zarar veriyordum. Notlarım çok düşüktü ve hocalarım da benden nefret ederdi. Kim severdi ki böyle bir öğrenciyi?


Gel zaman git zaman ben iyice asileşmeye başladım. Okula her gün ağlayarak hazırlanır ve ders bitmeden güvenlikçiyi arkamdan bağırtarak kaçardım. Koşarken her zaman şu cümleyi kurardım "bu okuldan nefret ediyorum! Bu okuldan nefret ediyorum!" gerçekten iliklerime kadar nefret ediyordum. Okulumuz yeterli ve iyi bir okul değildi. Ama abarttığın kadar da var mıydı derseniz asla yoktu.


Lise son sınıftayken hayatımı değiştiren birine yaşadıklarımı anlattım ve bana sinirlenerek şu cümleyi kurdu "yaşadığın yeri cennet yapmadığın sürece kaçtığın her yer cehennemdir!" ve ekledi "hayatını mahvetmeye ne kadar da meyillisin. Oysa ki, güzelleştirmek için ne kadar da çok nedenin var." Çok haklıydı. Her zaman nefret dolu baktım, nefretle bakılan bir şeyi güzel görmek imkansızdı. O söz benim baş etme mekanizmam oldu. Kolay kolay insanlarla iletişim kuramıyor, girdiğim her ortamda sadece insanları dinliyor ve tanımadığım insanların yanından her zaman kaçacak yer arıyordum. Çünkü onlarla iyi olmak hiç aklıma gelmiyordu. Gözlerim hep kötü yönleri, eksiklikleri görüyordu. Oysa ne kadar da güzellikler varmış. İnsanları dinlemek onlara derdini dökmek ne kadar da rahatlatırmış. Bunu o sözden sonra anladım. Ne zaman istemediğim bir yerde bulunsam bu sözü hatırlar ve orayı cennete çevirmeye çalışırım. Çok güzel de başarırım. Lise son yılımda bir şeyleri düzeltmeye çalıştım; farklı arkadaşlar edindim, hocalarımla iletişimimi düzelttim ve derslerime odaklandım. Bambaşka bir insana dönüştüm ve kendimi seviyordum. İnsanlarında beni sevdiğini görünce her şey daha da kolaylaşmıştı. Sonrasında bir üniversite kazandım ve gittiğimde her şeye o kadar güzel adapte oldum ki. Farklı farklı arkadaş gruplarına girdim, farklı farklı yurtlarda kaldım, farklı farklı kulüplere katıldım... Orada herkes ve her şey mükemmel miydi? Değildi. Ama ben güzel bakmayı öğrenmiştim. Bu sözle değişmiştim ben değişince de hayatım değişmişti. Değişimleri seviyorum bu bana yenilendiğimi hissettiriyor. Ve en önemlisi de hissetmeyi seviyorum bu bana insan olduğumu hatırlatıyor.





ZAMAN, UMARIM BU SIZIMA DA İYİ GELİRSİN

- mutlu -


Sizde de oluyor mu bu?


İnsanlara destek olurken ilham verici cümleler kurup, onlara iyi geldiğiniz ama kendi sorunlarınızda hiç bir şey yapamadığınızı hissettiğiniz oldu mu daha önce?


Kişiliği ve başarıları ile kendisine hayran olduğum bir eğitmenim başından geçen boğulma tehlikesini anlatmıştı. Hayatın her an bitebileceğini ve nefes alabildiğimiz sürece hayatta geçmeyecek hiçbir sorun olmadığını öyle güzel hissettirmişti ki... Bu benim çaresiz hissettiğim anlarda gözümde büyüttüğüm her ne ise onu önemsiz görmek için kurtarıcım olmuştu.


Tanıdığım, sohbet edebildiğim birçok kişinin de bakış açısını olumlu yönde

değiştirebildiğime inanıyorum.


Bu yazıya başlarken de zorluklardan nasıl da kolay sıyrılabildiğimi anlatacaktım. Hiçbir şey hayatta olmaktan önemli değildi. Sağlığımız yerinde ise üzülmeye değecek ne olabilirdi ki? Aldığımız her nefes ne kadar da değerliydi...


Şimdi ise nefes alamıyorum. Ruhum sanki zorla bir şişenin içine tıkılmış gibi. Bağırmak istiyorum ama sesim yok. Çıkıp gücüm bitene kadar koşmak istiyorum oysa ayağa kalksam adım atabileceğime bile inancım yok.


Bana iyi gelen ne varsa bir şekilde elime yüzüme bulaştırıyorum. Bunu istisnasız her konuda yapıyorum. Sevmeyi de beceremiyorum... Sevgimi sonuna kadar vermek istiyorum ama bunun rahatsız edebileceğini düşünemiyorum. Bu yüzden birini kaybettim bugün. Bana yıllardır iyi gelen kıymetlimi kaybettim. Tüm geçmişimiz, güldüğümüz, dertleştiğimiz bütün anlar bir anda çöp oldu. Bağımızın o kadar çok nedeni varken kopmamıza tek bir sebep yetti! Canım bedenimden çıkıp gitti sanki.


Baş edebileceğim bir yol yok, iyi gelebilecek hiç bir şey yok. İnandığım, önerdiğim, beni her defasında ayağa kaldıran sözler şimdi anlamsız.


Her şeye ilaç olan zaman, umarım bu sızıma da iyi gelirsin...



VAZGEÇME

- bir başka dünyadaki -


Sofokles demiş ki, arayın bulacaksınız, araştırılmayan keşfedilmemiş kalacaktır. Tıpkı böyle, bende kendi içimden, kendime doğru bir yolculuğa çıktım. Kendi dünyamda bambaşka suretlerimle karşılaştım. İnandıklarım, inandırıldıklarım sarsıldı ve değişmeye başladım. Bana dayatılan kaderin dışına çıkmam gerekiyordu. Hayatımın en zor dönemi, hayallerime ailemi ve çevremdeki insanları inandırmak için çabaladığım yıllardı. İnsanlar gözleriyle görmedikleri şeylere inanmakta çok zorlanıyorlar. Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler kitabında; “Daha doğmamış olan ne açıklanabilir ne de anlaşılır; ancak hareket ettikçe hissedilir, ele gelir” der. Zaten inandığım şeyleri vaaz verircesine anlatmanın boşuna çabalamak olduğunu sonradan fark ettim. İnandığım şeyi anlatmaktansa inandığım şey olmalıydım, anlatmakla uğraşmak yerine harekete geçmeliydim. Bu süreçte en sık duyduğum cümle; o işler için geç kaldın oldu. Bisiklet sürmek için, dil öğrenmek için, yeni bir okul okumak için, enstrüman çalmak ve esnek bir bedene sahip olmak için geç kalmıştım onlara göre. Hep iş işten geçmişti. Mesela geç kaldığın derse girmek anlamsızdır, konuyu anlayamazsın. Ya da başını kaçırdığın film çekiciliğini kaybetmiştir, zevk alamazsın. Bu yüzden geç kaldığıma inanırsam, hayallerimden de vazgeçerdim. Beklenti buydu ama olmadı. Bir türlü inanmadım geç kaldığıma. Herkes sussun diye istemediğim bir bölümü okumaya devam ettim ve gizlice kendi yoluma çıkmak için araçlar biriktirmeye başladım. Okul bitti, aile yanına geri dönmemek için iş bulup çalışmaya koyuldum. Hayalini kurduğum işe ulaşmak için tekrar üniversite okumam gerekiyordu. Okul sınavlarına girdim fakat sonuç olumsuz oldu. O kadar korktum ki aile yanına geri dönmekten, kendimden vazgeçmekten, özel bir üniversitede okul parasını çalışarak öderim, okuyabilirim diye düşündüm. Yüzde elli bursla özel bir okula kayıt yaptırdım. Coşkuyla hayallerime doğru bir adım attım. Bekar ve genç bir kadın olduğum için tüm gece vardiyaları bana yazılıyordu. Düzenli aile yaşantısı olanlar, gündüz çalışıyordu. Bu adaletsiz çalışma düzeni sağlığımı kötü etkilemeye başlamıştı. Gündüz okula gidiyordum, gece nöbet tutuyordum. Herkes gözlerini üzerime dikmiş vazgeçmemi beklerken, ben inatla devam ediyordum. Bununla birlikte bedenim bu ağır yükü kaldıramadı. Uykusuzluk, yorgunluk, iyi beslenememek derken hastalandım. Hem çalışmak hem de inandığın şeyler için istikrarla savaşmak gerçekten zor. İmkansız değil ama zor. Dört yıl bu şekilde çalışarak okuyabileceğime dair inancım yıkılmıştı. Ya devlet üniversitesini tekrar deneyecektim ya da bu sevdadan vazgeçecektim. Tekrar denemeye karar verdim. Elimdeki olanaklarla yeniden sınavlara hazırlanmaya başladım. Bu sırada meslek erbapları, bu meslek için uygun kriterlere sahip olmadığımı, arkadaşlarım geç kaldığımı, ailem saçmaladığımı, erkek arkadaşım delirdiğimi söylüyordu. İçimdeki şüphecinin beslenmesi için gerekli gıda çevrem tarafından itina ile sağlanıyordu. Tıpkı Prometheus gibi içimdeki inanç gece yenileniyor, gündüz kartallar tarafından yeniyordu. Sonunda kulaklarımı kapattım herkese. Beş gece üst üste nöbet tutup izin aldım çalıştığım yerden; sınavlara girmek için şehir dışına çıktım. Üç farklı ilde sınava girdim. Ve son girdiğim ilin okuluna kabul edildim. İşten istifa ettim ve yeni bir maceraya başladım. Bu macerada yalnızdım. Her zaman şahane şeylerle karşılaşmadım. Başım da okşandı, düşüp yaralandım da. Ama iyi ki vazgeçmedim. İyi ki devam ettim. İyi ki kendime inandım. İyi ki hala bu maceradayım. Olduğum kişiyi, sahip olduğum her şeyi hatta şu an bu yazıyı yazıyor oluşumu bile o kararlılığa borçluyum.


ALİYE HANIM’IN ÖDEVİ

- nehir niş -


Sevgiliydik ve evlenmeyi düşünüyorduk, ama ilişkideki önceliklerimiz başkaydı. Onun iş yerinde sorunları vardı. Kendine ait işletmesinde bir takım tadilat ve yenilikler yapmaya başladı. Bu işler başladıktan sonra buluşma zamanlarımız kısalıp, ortadan kalktı. Bana, bize ayrılacak bir vakti yok. Yaratmak için de bir çaba söz konusu değil. Ortak hiçbir alanımız kalmamıştı. Duygularımın yoğunluğu beni yoruyordu artık. Aşkın aptal oyuncusu bendim burada. Yaşadığımız ufacık sorunlar bile beni alt üst ediyor, içim toparlanamaz bir cehenneme dönüyordu. Bana karşı ilgisizliği; ama, bir yandan annesiyle tanıştırıp düğün gelinlik için konuşmalar yapmamız. Bir süre böyle olacak diye düşündüm. Birlikte karar verip netleştirmeden adım atabileceğim bir şey yoktu. Telefonda bile konuşamaz duruma gelmiştik, bırakalım yüz yüze görüşmeyi. Hep yoğun ve meşgul. Bir gün otobüsle eve giderken; “İstersen ayrılalım.” diye mesaj attım. Cevap; “Tamam sen istiyorsun madem, ayrılalım.” oldu. Sonrasında ben kendi kendime üzülmeler, pişmanlıklar yaşıyorum. Karşı taraftan ses yok.


“Konuşmayacak mıyız? “ diye mesaj attım bir ay sonra. “Bitirdik her şeyi neyi konuşacağız?” diye cevapladı. Ben ısrar edince nerdeyse ayaküstü denilecek bir şekilde buluştuk konuşmak için. Ayak üstü çünkü iş yerinde görüşmeyi tercih etti. Önce ben başladım. “İki yıldır birbirimize emek verdik ve evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim. “Aileleri haberdar ettik.” “Ama ayrılmak için bile konuşmaya vaktin yok öyle mi? Önceliğin ya da duyguların değiştiyse bunları söyleyebilirsin. Ama iş yoğunluğum var o yüzden ilişkiyi sürdüremiyorum saçma bir gerekçe.” dedim. “Hatta başkasından hoşlanmaya başlamış olman bile bu gerekçenin yanında incitici olmaz. Çünkü duygular bitebilir.” Ben öyle çok sıkıştırınca; “tamam artık seni sevmiyorum.” dedi. Sonunda rahatladım. “Bence bu en dürüst açıklama.” deyip teşekkür ettim. Ayak üstü olan konuşmamızı sonlandırıp oradan ayrıldım. Evet insanların duyguları bitebilir ama benim duygularım kanlı canlı sürüyordu. Ne yapabilirdim ki? Ağlayarak eve geldim. Normalde arkadaşlarım tarafından sürekli güçlü bir insan olduğum söylenir. Oysa ki o an çok zayıftım.


Bir hafta işe gitmedim, evden de çıkmadım. Sanki evimizde çok yakınım olan birisi ölmüştü ve ben bunu kabullenemiyordum. Çeşitli alkol türleri alıp içiyordum. Bitmeyen ağlama krizlerim onu aramamak için telefonumu kırmam... Bir hafta sonra toparlanıp işe gittim. Yüzümden halimden gerçekten hasta olduğum kesindi. Ruhum, psikolojim hasta diyemedim. Bir hafta sonra aşırı baş ağrısı ve bayılma ile hastaneye kaldırıldım. Nöroloji bölümünde serum ve su vererek yaklaşık on gün yatırdılar. Çekilen beyin emarları temizdi. Yanıma gelen doktor; “ Seni psikiyatri bölümüne sevk edeceğim çünkü aşırı strese bağlı bir kasılma olduğunu düşünüyorum.” dedi. “Aşırı strese girdin mi?“ Herhangi bir cevap vermedim.


Annem telefonumu yeniletmiş. Hastaneden çıkıyoruz. Randevu alıp başka kliniğe geleceğim o hafta, kollarım delik deşik. Telefonu açıyorum. Birikmiş mesajlar peş peşe geliyor. Annemin yüzü telaşlı tedirgin. İş yeri ve sonra o. Neredeyse her gün yazmış; “ benimle arkadaş kalabilirmiş, nasılmışım falan, ama zaten ben istemişim ayrılmayı.” Hiç bir şey yazmadım. Sonra niyeyse yazdım “ arkadaş kalamayız, benim duygularım var sana karşı ve görüşmek istemiyorum.” diye.


Psikiyatri bölümündeki randevuma ertesi gün gittim. Adı Aliye hanım olan doktorumun yüzü annemin yüzü gibi; kaygılı, üzgün ve yıpranmış duruyordu. Sohbet ettik ilaçlar yazıldı. Kendimi iyi hissetmek için günlük program yapıp bunları yazmamı, ayrıca kendimi suçladığım konularda mantıklı gerekçelerle bunları cevaplamamı istedi. O kadar kötüydüm ki ağır bir depresyon geçirdiğimin farkındaydım. Ve onu arayıp bazen yalvarmak kendimi affettirmek bazen de ağzıma geleni söyleyip küfür etmek istiyordum. Bazen de intihar eğilimli birisi olduğum için, mektup yazıp ilaç içmeyi ya da yaşadığımız evin yedinci katından atlamayı planlıyordum. İlaçları çok gönüllü olmayarak kullandım ve her gün Aliye Hanım’ın verdiği ödevi yaptım. Ağlama krizlerim kesilmişti. Ona ait ne varsa çöp poşetlerine doldurup çöpe attım. Fotoğrafların çoğunu sildim. İlk ilişkim değildi ama ilk defa bu kadar kötü olmuş, takıntı haline getirmiştim.


Her gün yazdım. Kendimle ilgili çoğu şeyi, yaşadıklarımı, sebeplerini, sıradan hayatımın akışını. Sonra bir baktım çok daha iyiyim. Beni aramayı ve sosyal medyadan yazmayı sürdürdü o. Bazen kısa cevaplar verdim bazen de hiçbir şey yazmadım. Onu bitirirken ve yaşadığım o takıntılı duygularımı aşarken kendimi daha yakından tanıdım. Suçlu falan değildim bana karşı takınılan tutuma tavır alma eleştirme hakkım elbette var. Aliye Hanım’ın verdiği ödev hep sürdü. Yazmak beni iyileştirdi.



TÜRK FİLMİ

- coggywriter -


İlk aşık olduğum günü hiç unutmuyorum. Haziran ayıydı. İstanbul' da yaşayan bir dostum ailesini görmek için İzmir' e gelmişti. Hemen buluşmalıydık. Fakat benim haricimde dört, beş kişi daha olacağını duyduğumda biraz keyfim kaçmıştı. Bir yandan gitmek istiyordum, bir yandan da kalabalık olması, doğru düzgün konuşamayacağımız düşüncesi baskın geliyordu. Velhasıl bin bir naz ile görüşmeye gittim.


Ünlü bir kahve zincirinin Alsancak şubesiydi. Ben geç gittiğim için, herkes kahvesini almıştı. Kahvemi alıp masaya geçtim. Karşımda hiç tanımadığım biri vardı. Onlar konuşup sohbet koyulaştıkça, ben karşımdakine bakıyor, ne kadar güzel ve çekici olduğunu düşünüyordum. Bir an masada sadece ikimiz vardık. Hiç beklemediğim bir anda bana soru sorunca heyecandan kahveyi üzerine devirdim. Mahçup, şaşkın ve sakardım. Temizlemeye çalışsam da daha kötü olur korkusu ile çekindim. O zaten durumu anlamış olacaktı ki "ben hallederim" deyip lavaboya gitti.


Masadakiler bana bakıyor, ben onlara bakıyordum. Çıt çıkmıyordu. Toparlandık, kitap ve dergi satan bir mağazaya girdik. Herkes bir tarafta dolanıyordu. CD'lere bakmak için müzik bölümüne girdim. O da yan taraftaymış. Hiç unutmam Sezen Aksu yeni albüm çıkarmıştı. Aynı CD' ye ellerimizi uzatıp göz göze geldiğimiz o anı aklımdan hiç çıkaramamıştım.


İşte böyle başlamıştı ilk aşkım. Çok klişe olsa da, bir film sahnesi gibiydi. Bu kadar güzel başlayan bir aşk ile İzmir bize çok daha farklı geliyordu. Herkesi ve her şeyi seviyorduk. İki yıl geçmişti. Derken bir gün İstanbul'da büyük bir holdingde işe kabul edildiğini ve oraya yerleşeceğini söyledi. Belli etmek istemesem de çok üzülmüştüm. Kafamda felaket senaryoları dolanıyordu. "Beni artık sevmiyor mu?" diye düşünmeye başlamıştım.

Gün geldi çattı ve onu uğurladım. Yeni iş, yeni ev ve yeni bir hayat kurmuştu kendine. Bu özgürlükten onu alıkoyamazdım. Zannettiğimin aksine çok iyi idare ediyorduk. O geliyordu, ben gidiyordum. İki yıl daha mekik dokuyarak geçirmiştik. Evlenmeyi bile düşünüyorduk.


O zamanlar iyi bir şirkette yöneticiydim. Yemek saatinde sevgilimi aradım. Kapalıydı. Geri döner düşüncesi ile " seni özledim" yazıp mesaj yolladım. Saatler geçmiş, hiçbir şekilde geri dönüş olmamıştı. Evde deli oluyordum. Nasıl böyle sorumsuz olabilirdi? Bir gün, iki gün derken üç ayı aşkın süre böyle geçti. Okuduğunuzda diyeceksiniz ki; "niye kalkıp yanına gitmedin?" Aslında çok istedim. Gidip neler oluyor öğrenmeliydim. Fakat bana bir mesaj yazmayı bile çok görmüştü. Gitmek değer miydi? Her geçen gün ondan uzaklaşıyordum. Mutsuzdum, aşk neydi? Ben ne yaşıyordum? İş hayatımda başarısız olmaya başlamıştım. Tek yaptığım eve gelip yemek yemek ve uyumaktı.


Bir gün telefon çaldı, açtım. Farklı bir numaradan o arıyordu. Aylarca depresyonda olduğunu, anne ve babasını bile görmediğini, işi bıraktığını, beni çok sevdiğini ve özlediğini söylüyordu. Belki hepsi doğruydu. Gayet soğukkanlıydım. Onsuz geçen sürenin bende açtığı yaraları, başarısızlıklarımı ve artık ona karşı hislerimin olmadığını anlattım. Güçlüydüm. Fakat telefonu kapattığımda ağlayacak haldeydim.


Bazen, insanlar ikinci bir şansı hak eder mi, etmez mi, diye düşünüyorum. Tek istediğim bir mesaj idi. "Beni bekle, iyi değilim" yazacaktı. Dilediği kadar beklerdim. Belki her şey çok farklı olabilirdi. Beni aylarca habersiz bırakmak onun kararıydı. Sonucunda ayrılmakta benim kararım oldu.


Her ne kadar güçlü görünsem de, kötüydüm. Üzerine bir de aylar sonra araması beni dibe sürükleyebilirdi. Kendimi salmamalıydım. Kitaplar, arkadaşlar ve hobiler ile kendime vakit ayırmaya ve bu sayede toparlanmaya karar verdim. Hatta bu süreçte yardım istemekten kaçınmadım ve destek aldım. Ancak problemi kabullenirsem ondan kurtulabilirdim.


Hayat bizi ne kadar zorlasa da pes etmemeliyiz. Hatta alt-üst bile olabiliriz. Nereden bilebiliriz ki, altının üstünden daha iyi olmayacağını. Hayat gerçekten yaşamaya değer. Hele seni seven ve saran, sevgi dolu bir ailen varsa.


Birçoğumuz yaşadığımız kötü günlerden, getirisinden hatta ne kadar gerçek oluşundan korkarız. Ancak bu kötü tecrübelerin, bizi belki de daha iyiye güzele ve başarıya götürebilecek noktalar olabileceğini de fark etmeliyiz.


Ne demişler; geçmişi değiştiremeyiz, fakat geleceği değiştirmek bizim elimizde.



HER ŞEY ANLIK

- saturnuslog -


Kısa sayılabilecek bir süre önce, şiddetli bir depremin ortasında buldum kendimi. Ders çalışırken hamsterıma bakmak üzere ayağa kalktığım sırada sallantıyla yere düştüm. Çöktüğüm yere hamsterımı da alıp sarsıntının geçmesini bekledim. Odamdaki eşyalar çok eskiydi ve hiçbirinde sağlamlıktan eser yoktu. Koskoca gardırobu kendim zar zor kıpırdatırken depremle dans etmesini izledim endişeyle.


Uzun bir sarsıntının ardından durdu. Elime ilk geçen ceket ve minik arkadaşımla sekizinci kattaki evimden ayrıldım. Nereye gideceğimi ne yapacağımı bilemezken, ilk bir saat artçılar ve telefon görüşmeleriyle bilinçsiz bir şekilde geçti. Bildiğim tek bir şey vardı. O evde tek başıma asla uyuyamayacaktım. Uykusu ağır olanlardanım. Kaçamam korkusuyla ne yapacağımı düşünürken yakın bir arkadaşımın, “bu gece bana gel, birlikte kalalım,” teklifiyle elimdeki kısıtlı eşyalar ve minik arkadaşımla birkaç günlük serüvenimiz de başlamış oldu.


Küçük evde beş insan, bir hamster ve bir kedi birkaç gün nöbetleşe uyuyarak yaşadık. Artçılar durmuyor ve her artçı bir öncekinden sert vuruyordu. Artık bunu oyuna çevirmiştik. Artçılardan sonra kaç şiddetinde olduğunu tahmin etmeye çalışıyor, yaklaşanı alkışlıyorduk.


Büyük depremin ertesi günü apartman görevlisiyle konuşmaya gittiğimde evimin çatlamış olduğunu, üstelik zemin katının da çatlaktan geçilmediğini gördük. Buna rağmen insanlar, “bir şey olmaz bu apartman sağlam” deyip evlerinde yaşamaya devam ediyorlardı.


Bu düşüncenin ölüme kafa atmakla eş değer olduğunu düşünerek, artçılar devam ederken üç senedir kaldığım, evim dediğim yerden ayrıldım. Üç senede yaptığım her şeyi, kurduğum bütün düzeni bozup dağıtmam sadece yarım saatimi aldı. İşte her şey bu kadar anlık…


On beş gün bütün eşyalarımla oradan oraya sürüklendikten sonra işsizlik, evsizlik ve uzaktaki aile baskısıyla, psikolojim alt üst bir şekilde aile evine döndüm. Her şeyin ötesinde minik arkadaşımı ailem kabul etmediği, üstelik öldürmekle tehdit ettiği için sahiplendirmek zorunda kalmam beni mahvetti.


Aile evi benim için her zaman cehennem denen yerle eş değer olduğundan o kadar şeyin üzerine dönmek, beni daha kötü hale getirdi. Küçüklüğümden beri akıl sağlığımı korumak için sanat dallarıyla uğraşırdım. Ne zaman kendimi kötü hissetsem, çıkmaza girsem, baskıdan boğulsam sanat hep imdadıma yetişmiştir. Nitekim bu sefer de öyle oldu. Resimle hislerimi ifade etmek, dansla içimdeki öfkenin enerjisini atmak, müzikle sakinleşmek ilacım oldu.


Bu tarz kriz anları benim için her zaman yeni şeyler öğrenmenin, konfor alanından çıkmanın, gelişim alanının kapılarını açmıştır ne kadar acı olsa da.

HER ŞEY GEÇİYOR, GEÇECEK

- voila -


Tuhaf bir adaletin hakim olduğunu düşündüğüm bu hayatın herkes için özenle hazırladığı planları, öğretileri hep var oldu. Bu sebeple herkesin hayatında gerçekten zorlandığı ve çaresiz hissettiği anlar olmuştur illa ki. Hayatın kimseyi es geçtiğini sanmıyorum. Benim öğretilerimin yol yordamı genelde sağlık sorunları üzerinden oldu hep. Bu da tabii öyle temelden bir sarsıntı yaşatıyor ki tüm hayatı kökten etkiliyor bir noktada. Mesela bir yakınınızı kaybetseniz hayat devam eder ya da işsiz kalsanız, sevgilinizden ayrılsanız ne olursa olsun, ne kadar kötü hissederseniz hissedin, baş etmesi ne kadar zor olursa olsun yaşarsınız; hiçbir şey durmaz. Yemek yersiniz, yürürsünüz bir an dahi olsa gülersiniz. Ama mevzu sağlık olunca geriye kalan tüm yaşamlar ve zaman akıp giderken siz sanki öyle oracıkta kalırsınız. Bize hep şunu öğrettiler; ‘’ne olursa olsun canın sağ olsun, sağlık olsun’’ peki ya olan ya da olduramadığımız sağlıksa ne yapacağımızı kimse söylemedi…


Böyle olunca iş başa düştü tabii ‘’yakışmaz bize pes etmek, vazgeçmek bunun da üstesinden gelmemizi sağlayacak, elbette dayanma gücümüzü arttıracak bir şeyler vardır, olmalı’’ diye bir arayışa girdim. Büyük bir belirsizlik içerisinde debelenip dururken her şeyi serbest bırakmak istedim bir anda. Tüm olanlarla baş etmemi sağlayacak en önemli olgu ‘’inanç’’ oldu. Doğru ya da yanlış hiçbir fikrim yok; insanın doğası gereği ‘’inanmaya’’ ihtiyaç duyduğunu hissediyorum. Bu bir tanrı olur, evren olur, doğa olur ya da bir taş olur, ağaç olur; her ne olursa olsun insanın ya da benim insan tanımımın ‘’inanç’’ bir nevi kurtarıcısı. Ben de ilk olarak her şeyin düzeleceğine inandım, hatta yaşadıklarımla mücadeleye girişmek yerine önümde kılıçlarını kuşanmış hayata karşı ellerimi havaya kaldırdım ve teslim oldum. Kabul ettim yaşamam gereken her şeyi ve yalnızca inandım; ‘’bir gün uyanacağım ve her şey geçmiş, bitmiş olacak’’ cümlesine sarıldım adeta. Yeniden baharlar gelecek bahçemize diye her gün teskin ettim kendimi. Bunu yürümeye gücüm olmadığında da, acıdan kıvrandığımda da yaptım. Canım yanarken iç sesim sürekli fısıldadı ‘’her şey geçiyor sabret, inan ve teslim ol Voila, geçecek!’’ Bir gün bir baktım ki gerçekten de geçip gitmişti. Eğer bir ağaca yaratılışımı dayandırıyor olsaydım, her gün yine onunla birlikte geçip gideceğine inanır ve beklerdim. Aksi halde de durup beklemem gerekecekti ancak bir inançla yoğurulunca bu zamanlar, daha kolay umut yeşertebiliyor insan en derinlerinde.


Sonrasında da olan olmayan her şeye karşı bir noktada çırpınmayı bıraktım ve ‘’hepsi geçiyor, bu da geçecek’’ diyerek baş edebilir oldum hayatla. Çünkü biliyorum ki ve buna gerçekten eminim hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor; hayat iyi yönde de akarken bir noktada ibre aşağıyı göstermeye başlıyor ya da kuyunun en dibine düştüğünüzde de yerden olabildiğine güç alarak kendinizi itekleyebiliyor, bir şekilde suyun yüzeyinde buluyorsunuz bedeninizi. Anlayacağınız bu hayat yolunda inanarak söylediğim tek kelime benim kurtarıcımın temsili oldu. Sana, bana, bize söz ‘’geçecek’’ ve yeniden baharlar gelecek bahçemize…


GEÇİYOR GEÇMEZ DEDİKLERİM

-sehvenli-


Çok ağrılarım olduğu için acile gitmiştik. Aylardan temmuz ya da ağustos. Karadeniz’de fındık toplama zamanları. Doktor yanındaki hemşire adayı öğrencisine teslim ediyor beni. Kalçama iğne yapılıyor. Kendimi toparlamaya çalışırken birden sağ bacağımı hissetmediğimi fark ettim. Sağ ayağımda can kalmamış, kopmuş gibiydi. Yaşadığım durumu anlatmaya çalışıyorum beni ciddiye alan yok. İğne vurulunca öyle arada uyuşukluk olur diyorlar. Israrla ‘’hayır bir terslik var, bacağımı hissetmiyorum!’’ diyorum ama nafile serzenişlerim. Üstelik annem de ; ‘’yürü gidelim, geçer ‘’ diyor. Doktor kapris yaptığımı ima ediyor ve bu halde hastaneden ayağımı sürüyerek annemle eve geliyorum. Eve gelince yine derdimi, hissettiğim şeyi anlatmaya çalışıyorum ama hiç kimse oralı değil. İğnenin sebep olduğu geçici bir uyuşukluk ve de benim olayı abartmam olarak düşünülmeye devam ediliyor. Geçmiş zaman o güne dair hatırımda kalan şey, sağ bacağım kanepenin tepesinde oturma odasında uyuyakaldığım. O şekilde nasıl uyumuşum hayret ediyorum. Bacağımda yine his yok. Babam bana ne durumdasın deme gereği bile duymadan kendi için hastaneye gidiyor. Bu beni daha da perişan ediyor. Neden nasılım diye sormuyor çekip gidiyor öylece, doktora beni tekrar götürmeleri gerekmez mi? Bir türlü kimse anlamıyor halimi. Sanki bir duvar var önümde ve kimse beni duymuyor. O kadar çok içerliyorum ki bu duruma, kendim bir şeyler yapmam gerekiyor artık, diyorum. Ayağımı sürüye sürüye evden çıkıyorum. Annem arkamdan bir şeyler diyor ama bana faydası olan sözler değil, ben ayağımı sürüklemeye devam ediyorum. Yeğenimi gönderiyor peşimden. Neden kendi gelmiyor ya da ablam gelmiyor benimle? Eve yakın bir eczane vardı o zamanlar. Yakın dediysem de iki adımlık yer değil sonuçta. Ayağımı sürükleyerek eczaneye geldim, durumumu anlattım ağlamaklı. İğnenin bacağımdaki siniri zedelemiş olabileceğini söylüyor eczacı. Tekrar hastaneye gitmek zorundayım. Yeğenimi eve gönderip eczanenin önünden dolmuşa atlayıp hastaneye gidiyorum. Orada çalışan tanıdığım bir abla var. Öz abladan daha yakın hem de çok değerli bir dost benim için. Laboratuvarda çalışıyor. Başka tanıdık bir abla beni dinlenme odalarına çıkarıyor. Derdimi anlatıyorum oradakilere. Ablanın işi var onu bekliyorum. O zamanlar sigara kullanıyordum. Sigara veriyor tanıdık diğer abla. O sigarayı aç karnına nasıl içtiğimi görmeliydiniz. Abla geliyor, beni başka doktora götürmek için. Koridorda beklerken yanımızdan geçen doktor, ablaya ne oldu deyince, durumumu anlatıyor. Doktor arabasının anahtarıyla ayağımın altını çizer gibi etti ve önemsiz bir durummuş gibi davrandı. Tavrı çok kaba ve inciticiydi. Sonra biz başhekimin yanına gittik. O da bazı ilaçlar yazıp gönderdi. Neler yaşadığımı ilgili kişiler bile anlamıyordu ya da ciddiye almıyordu. Abla bana eğer tatmin olmadıysan seni başka hastaneye götüreyim, dedi. Koskoca başhekim diye düşündüm. İlaçlarla durumum düzelir diye ümit ettim. Gerek olmadığını söyledim.


Oysa daha filmin başındaymışım meğer. Ayağımın altını bıçakla keserlermiş gibi, kırık cam parçalarının üzerinde yürümek zorunda kalmışım gibi, ne gecem ne gündüzüm kaldı. Acılar ve ağrılar başladı. Kaç gece acı içinde kıvranarak, gözyaşlarıyla sabahladım bilemiyorum. İlaçlar hiç işe yaramadı. Sürekli bağırıyordum, ağlıyordum. O kadar çok acı çekiyordum ki, isyan ettim en sonunda. Mahallemizde o zamanlar yatalak bir amca vardı hemen bizim evin karşısında. Bir de yine bizim eve yakın başka cephesine bakan yönde yaşayan genç bir anne lohusa döneminde vefat etmişti. Ağlamaları duyuyordum. Yaşlı amca da yine o zamanlar da vefat etti. Allah’ım! Onların canını aldığın gibi benim de canımı al, kurtar beni bu acılardan, beni neden yaşatıyorsun, dayanamıyorum artık, diye isyan edip durdum. En sonunda beni başka bir hastaneye götürdüler. Siyatik sinirim zedelenmiş. Başka ilaçlar verildi. Ama aynı acıları yaşamaya devam ettim uzun bir süre. Yanlış iğne sonucu felç geçirenler bile oluyormuş meğer. En çok üzüldüğüm şey bu acıların yanı sıra ailemdeki kişilerin duyarsız ve halden anlamayan davranışlarıydı. Her ne kadar babama da çok kızsam da geceleri yanıma gelip uykulu yorgun haliyle, elimden tutup beni salonda yürütmeye çalışıyor olmasına seviniyordum. Bir de her akşam sırf beni mutlu etmek için sevdiğim dondurmadan alıyordu. Ve en önemlisi de canım dostlarım sürekli benim yanımda olmaya çalıştılar, ilgilendiler. Çok zor zamanlardı. Psikolojim de haliyle iyi değildi. Arkadaşlarla sıradan bir sohbet ederken, bir şeylere gülerken birden ağlama krizlerim oluyordu. İnsan başına gelen şeyin ne olduğunu idrak edemiyor hemen. Kabullenmek istemiyor yaşadıklarını. Ama zaman geçtikçe yavaş yavaş durumu kabulleniyorsun. Eninde sonunda bir şeyler bir şekilde yoluna giriyor. Ya kabullenmeyi öğreneceksin yanında sürekli debelenip, isyan edip duracaksın. Özellikle böyle zamanlarda inancını, düşüncelerini, değerlerini de sorgulama imkânı buluyor insan. Şu hayatta yol alabilmek için bir şeylere tutunmak, bir anlama sığınmak gerekiyor. Ben her kötü ya da üzücü olay sonucunda inancın hayatım da çok önemli yer tuttuğuna inandım. Allah’a inanmak beni her defasında boşluğa savrulmaktan kurtardı. Beni bu yaşamda O’na inanmaktan başka hiçbir şey teskin edemez.




İŞTE BEN

- hayat yeniden -


Annem ve babamın doğup büyüdüğü doğunun çetin koşullu bir ilinde doğdum. Çocukluğumun ilk beş yılı bu ilde geçti. Daha sonra memur olan babamın işi sebebiyle ülkenin batısına yolculuk başladı. Hem doğulu oluşumuz hem de Alevi oluşumuz Türkiye'nin batısı için kabul edilemez bir yabancılıktı. Dolayısıyla annem ve babam özellikle Alevi oluşumuz konusunda kimseye bir şey söylemememiz için bizi sıkıca tembihliyordu. Tabi o çocuk aklıyla bunu anlamam imkansızdı. İleriki yıllarda okuduğum okullarda, çalıştığım ortamlarda bu durumu açıklamak hep bir suçluymuş hissi yarattı bende.


Bu ülkede Alevî olmak, Amerika'da siyahi olmakla özdeş. Ülkem insanının Alevilere öfkesinin sebebini hiç anlayamadım. Yapılan katliamlara aklım ermedi. Ülkemizdeki muhafazakâr ve milliyetçi akımın neyin mücadelesini verdiğini de hiç ama hiç anlayamadım. Zaten bu siyasi anlayışa sahip olmanın insanlığa, yaşama, doğaya, varoluşa ve tüm dini inanışlara aykırı olduğunu düşünüyorum.

Neredeyse eğitimli/eğitimsiz girdiğim her ortamda, Alevilere ve ülkemizin doğusunda yaşayanlara (genelleme ile Kürt olarak ifade edilenlere) hakaret edilmekte ve hala bu kişiler en iğrenç canlılar olarak görülmekte. Özellikle ülkemizin batısındaki köylerde Alevi ve Kürtlerle hiç temas etmeme ve akrabalık ve dahi komşuluk ilişkisi kurmama isteği güdülmekte.


Hep ifade ederim, ülkemizin gelişimine ve değişimine köylerden başlanmalı diye. Maalesef köylerimiz, sadece teknolojik aletlerin girdiği, TV bağımlısı, köylü kurnazlığı ile kolay para kazanma amacı güden insanların yaşadığı, cehaletin kol gezdiği, kitabın adının anılmadığı, dedikodu merkezleri olmuş durumda. Üretimin neredeyse adının anılmadığı köylerimizde, herkes yaşlılık ve bakım aylığı alarak evinde oturup tüketimin başını çekmekte.


Ailemin bizi olası tepkilerden ve dışlanmaktan korumak için etnik kimliğimizi saklamamızı istediğini şimdi anlıyorum. Bu saklanma ve gizlenme duygusunu ciddi manada yaşamış bir çocuk olarak, psikolojik açıdan o küçücük bedende, zihinde ve ruhta yaşattığı travmayı size anlatmam imkânsız. Bir kere sürekli temkinli, kontrollü olmak durumundasın, korku ve telaş içindesin, henüz tanımını bile bilmediğin kavramlar sebebiyle yargılanmak sende değersizlik ve öfke duygusunu beraberinde getiriyor ve ileriki yaşlarında inandığın değerlere yanında sayılıp sövüldüğünde ve buna sessiz kaldığında kendinden tiksinmeye başlıyorsun. Dünyanın her neresinde olursa olsun bir çocuğa bu duyguyu yaşatan her insanın, her inanışın, her siyasi düşüncenin karşısında olmanın en yüce insani erdem olduğuna inanıyorum. Beni hala dahi üzmeyi başaran bu köhne ve cahil zihniyetli mahlukların sadece Dünya oksijenini tükettiğini düşünüyorum. İşte tüm bunlar sebebiyle temennim ve çabam bu mahlukların sahip olduğu zihniyetin silinip gitmesi yönünde.


Ülkemizde, Alevi ve Doğu kökenli bir birey iseniz hayatınız muhtemelen hep mücadele ile geçer. İlk evvela doğduğunuz coğrafyanın zorlu hayat koşulları ile mücadele edersiniz, babanızdan kalan yatlar, katlar olmadığı için, doğduğun topraklarda seni doyuracak tarım ve sanayi de olmadığı için büyük şehirlere göç etmek veya okuyup bir meslek edinmek zorundasındır. Benim sahip olduğum bu etnik kimlik ile bulunduğum her camiada kendimi kanıtlamak ve varlığımı göstermekte kullandığım baş etme yöntemi; okumak, iyi bir eğitim ve daha fazlasını bilmek için çabalamak oldu. Öğrenmek ve bilmek neticesinde bilgili insan olmak her ortamda saygı duyulan bir meziyettir. Zaten okudukça ufku gelişen insan dünyaya ve insanlara çok geniş perspektiften bakarak belirli bir olgunluğa erişecek ve yaşayan her organizmanın birbiri ile bağı olduğunu anlayacaktır. Elbette ki okumak ve bilinçlenmek bende de çok işe yaradı. Artık kimliğimi asla saklama gereği duymuyorum ve bana bu konuda sarf edilen her haksız eleştirinin cevabını büyük bir özgüvenle veriyorum. Mevcut kimliğimle baş etmeyi daha evvel hiç beceremezdim ama şimdi bilgi birikiminin bana sunduğu özgüvenle ve anlayışla karşımdaki insanın görüşü, bakış açısı ile mücadele etmeyi, değmeyecek münakaşalara girmemeyi öğrenmiş bulunmaktayım. Çoğu söylemleri umursamıyorum bile. Artık beni var olduğum gibi kabul etmeyen hiç kimseyi hayatımda tutmuyorum. Böyle yargılayıcı insanların hayatımda var olmasına da ihtiyacım olmadığını biliyorum. “İŞTE BEN BUYUM” diye özgürce haykırabiliyorum.


Ezilen, hor görülen ve ötekileştiren her kesimin hissine ve mücadelesine ortak olmak gayretindeyim. Her şeyin güzel olacağı bir dünya umudumu hep canlı tutarak, yaşamı kutlu kılıyorum.


HAYAT VE BİZE VERDİĞİ DERSLER

- yorgun kafa olmayan kalp-


O sıralar tek düşündüğüm uzaklaşmaktı. Neresi olduğunun hiç önemi yok. On dört yaşına kadar sevgi görmeyince kendimi ilk değerli hissettiren kişi, beni bu hayattan kurtarır sanmıştım. Baskıcı ve sevgisiz ailem; bana tecavüz eden, beni döven, benden on iki yaş büyük birine kaçmama neden olmuştu. O günleri hatırladıkça ağlarım. O yaşta düşük yapmak, her gün dayak yemek o kadar ağır olaylardı ki. Ben kimse tarafından sevilmemeyi iyi bilirim. Yardım edecek kimsen olmamasını. Beş ay sürdü bu eziyet, o evden hiç çıkmadan. Sonra bir gün polis buldu beni, çocuk esirgeme serüveni başladı böylece. Çok zor günler geçirdim. Çok ağladım. Bu hayatın benim olduğuna inanmak istemedim. Aradan zaman geçtikçe terapilerle kendime gelmeye başladım. O zaman anladım, kendim için savaş vermem gerekiyor, benim için bunu yapacak kimsem yok. Benim baş etme mekanizmam da bu işte. Başladım o günden sonra gülmeye. Ne kadar sahte gülüşler de olsa, gülmeliydim. Bir öğretmenim vardı, Şevkiye Hanım; “insanlar sandal gibidir, önce bir suya bırakılır kullanıldıkça sandal aşınır su almaya başlar, kıyıya çekilir, onarılır yeniden suya bırakılır. İnsanlar da hata yapar ders alır yeniden hata yapar, bu düzen böyle” demişti. Şimdi Yirmi yaşındayım, altı yıl geçti hala içim sızlar. Hayat en büyük dersini çok acı bir şekilde bir öğretti bana.

UMUT IŞIĞIM

- gökçin-


Şehir dışında okuyordum. Annemin doğum gününü kutlamaya gelmiştim. Kuzenlerimle yapmıştım planı. Her şey hazırdı. Pastamız annemin sevdiğindendi, ben de günün sürprizi.


Eve geldik. Bir telaş. Amcamın oğlu camda, babam evde yok. Annem beni görünce sevinemedi bile. Şaştı kaldı. Elimde pasta, yüzümde gülümsemem, dilimde iyi ki doğdun şarkımla kalakaldım! Hasta bir amcam vardı. Canımın içi, ciğerparem güzel yürekli amcam… oğlundan sonra o da bırakıp gitmişti bizi.


Abimin şokunu atamamışken bir de amcam! Allah’ım şaka mı bu! Allah’ım hani bir başkasını daha almayacaktın? Allah’ım olmaz! Olamaz… Ölümle sınamayacaktın beni hani bir daha! Nasıl yapacağım şimdi! Nasıl olduracağım!

Kafamda bu diyaloglarla durdum.


Hız kesmeden yenileri geliyordu. Yeni sorular! Allah’ım bunu bana neden reva görüyorsun? Allah’ım yetmedi mi çektirdiklerin! Ben sevdiğimden de uzaktayım, kime ağlayayım?


Yeni emirler!


-Babaannem her an bayılabilir acıdan. Güçlü dur. O seni sever. Git yanına otur. Babaannene şımar. Onu eğlendir.

Yeni uyarılar!


-Çok da ileri gitme. İnsanlar geldi, seni ayıplarlar. Kaç yaşındasın, çocuk gibi davranma.

Yeni sözler eklendi dilime sonra. Ağzıma hiç yakışmayan. İğreti duran acayip sözler:


-Dostlar sağ olsun. Amin. Sizler sağ olun….


Amcamı toprağa verdiğimiz gün geri döndüm. Kendimi sıkmaktan ve kaşımaktan ellerim yara olmuş, çenem ağrıyordu. Sevdiğim askerdeydi. Yanımda olamıyordu. Ev arkadaşlarım kendi havasında bense uçurumun kenarındaydım.


Yalnızdım. Kalabalıkta ne kadar yalnız kalınabilirse, o kadar yalnızdım.


Kimseyle konuşmuyordum artık. Kimse de benle konuşmak istemiyordu zaten! Zoraki bir kaç cümle çıkıyordu ağzımdan.


Konuşmadığım her an ağzımda sigaram, kafamda düşünceler. Kafamdaki düşüncelerle yenişemedikçe bir tane daha yakıyordum. Bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha…

Bu hayattan alacaklıydım sanki de bir türlü istediğimi alamıyordum.


Sözcüklerim azaldıkça yürüyüşlerim arttı sonra. Saat fark etmeksizin çıkar yürürdüm. Yürürken içmezdim sigara. Vermezdim o zehri. Sadece yürümeye odaklandım bir süre. Sanki yürümüyordum da eski çağlarda bir savaşta düşman üstüne yürüyen bir erdim ben! Komutanımsa yalnızlığım! Zifiri karanlıklara hapsetti beni.


Zifiri karanlıklarda, yağmurların altında, sigaramın dumanıyla ve tab iki o çok sevgili düşüncelerimle baş başa kaldığım bir gündü. Artık her şey tamamdı. Tüm sevdiklerim uçmuştu göklere oradan izliyorlardı beni. Sıra bana gelmişti. Gecenin karanlığında ıssız iskeleye doğru yürüdüm. Kararı çoktan vermiştim.


İskelenin ucuna geldim. Zaten kırık dökük olan iskelenin üstüne bir de ben ve yalnızlığım eklendi çökmesi an meseleydi. Dert değildi… Kutudaki son sigara, bitti. Son nefesi çek, çektim. Son bir adım at! Telefonum çalıyor! Aldırma! En azından bakayım?


-Sevdiğim… Yanında olamıyorum, senden uzaktayım. Ama kalbim acıyor. Benimle konuş! Benimle paylaş! Nerede benim Çalıkuşum? Yalvarırım biraz kendine gel. Konuş benimle… lütfen!


Suratına kapattım.


Derin bir nefes aldım sonra ve akan göz yaşlarıma dur demedim. Dur desem de dinletemezdim! Var gücümle kaçtım iskeleden. Sanki beni tutup çekecekmiş gibi. Ağlamam biraz hafifleyince bu sefer ben aradım onu. Karşılıklı ağlaştık.


Yaptığı kahramanlığı hiç bir zaman bilmeyecekti. Ama ben bu yazıyı yazdım.

Ve o gün anladım. Hayat, sırtını sevdiklerine yasladığında yaşanılabilir oluyor. Kötü günler onların varlığıyla katlanılabilir oluyor.


Kendime ve pek sevgili okurlara naçizane tavsiyemdir, hayat size ne zorluklarla gelirse gelsin, yüzünüzü muhakkak sevdiklerinize dönün. Umut ışığı her zaman o sıcacık yüreklerde saklı…



Ş-A-H-İ-N

- clementine -


Yedi yaşındayım. Okuma yazmayı yeni yeni öğreniyorum. O heyecanla gördüğüm tüm harflerin önünde ailemi dakikalarca bekletip kelimeyi çözene kadar oradan ayrılamıyorum.


Bir bayram sabahı annemin elinden tutmuşum, akraba ziyaretine gidiyoruz. Bir araba duruyor önümde. Ş-A-H-İ-N harfleri yazıyor kocaman. Heceleye heceleye kelimeyi çözüyorum sonunda. Dedemin soyadını ilk defa okumanın içimde yarattığı heyecanla "Aaaa! Anne bak dedemlerin soyadı!" diye sesleniyorum. Fakat o da ne? Annemler etrafta yok. Gözlerimi kocaman açıp tüm sokağı tarıyorum. Yoklar, gerçekten yoklar! Ben neredeyim, annemler nerede diye düşünmeme bile fırsat kalmadan ağlamaya başlıyorum.


Beni ağlarken görenler alıp karakola götürüyor. Karakolda bana annemi babamı soruyorlar. "Ben Kamil Çavuş'un torunuyum diyorum." Çocuk aklımla ne de olsa ikisi de bizi koruyor dedemi de mutlaka tanırlar askeriyeden diye düşünürken polisin cevabı ile sarsılıyorum: "Kızım ülkede yüz tane Kamil Çavuş vardır. Biz nerden bilelim hangisi olduğunu? " Koskoca Kamil Çavuş'u nasıl bilmez bu polis? Nasıl da cahil?

Neyse ki dedemlerin telefon numarasını ezbere biliyorum da gelip beni almalarını sağlıyorum.


Şimdi yedi yaşındaki o küçük kıza baktığımda şunları görüyorum: Polisle asker arasında ayrım yapmayı bilmeyen minik bir kız çocuğu isen etraftakileri dedeni tanımamakla suçlamak kolay oluyormuş. Oysa ait olduğun yere kavuşmanın yolu başkalarının bildiklerinden değil, senin hafızanın gücünden ve kalbini takip etmenden geçiyormuş.


İLK AŞK

- matruşka -


Üniversitenin ilk yılı… Kabuğunu kırmaya çalışan on yedi yaşında bir genç kızım. Her şeyin “en”ini ben yaşayacağım. Daha doğrusu umutlarım öyle… En başarılı, en sosyal, en çok kitap okuyan, en âşık… Halbuki hayatta başarısızlıklar; boş yere bomboş yere, tüketilmek için geçirilen zamanlar, terk edilmek, yalnız kalmak hem de yapayalnız kalmak… Bunlar da varmış. En kötüsü olağanüstü bir aşk yaşayacağına dair umutlarının ellerinde ufalanması. Öyle de oldu. Düşüverdi yeniyetme ömrüme aşk… Hem nasıl düşmek! “Aşk”ı öyle bilmiyordum ki yanına gittiğimde karnıma giren ağrıları, dizlerimin titremesini hastalık zannediyordum. Kaç kere yanına gidip hastalandım diye öğrenci yurduna geri dönmüşlüğüm vardır. Her şey güzel ama sonunun geleceğini kim tahmin eder ki? Ayrıldık. Daha doğrusu terk edildim. Şimdi sorsanız nedenini bile hatırlamam. Diyorum ya, çocukluk… Paraşütsüz çakıldım. Uyku yok, yemek yok. Gözlerimin önünde mor halkalar, ceset gibi dolaşıyorum. Canım yanıyor, içim acıyor. Fotoğraflarımızı; beraber gittiğimiz sinema, tiyatro, konser biletlerini yaktım; ağladım, psikoloğa bile gittim… Geçmiyor.


Zaman her şeyin ilacıymış, diyorlar ya… Öğrendim. Ders çalışmaya başladım çünkü onunla geçirdiğim zamanlarda derslerimi ihmal etmiştim. Kaldığım yurdun yemyeşil bir bahçesi vardı. Baharla bahçe coşar, rengarenk çiçekler açardı. Alırdım kitaplarımı, koca bir çam ağacı vardı. Onun altında oturur, mis gibi çam kokularının altında okurdum. Kulaklarımda abla yadigârı walkmanim -kasetçalar, 90’ nesli bilir- müzik dinleyerek ders çalışırdım. Öteden beri şiir, deneme türünde yazılar yazardım. Yazdım… Ağlayarak, yaralarıma bakarak, kanadığını görerek. Okudum. Satırlarda benim ne yaşadığımı bilen bir roman, öykü kahramanı arayarak. Unuturcasına çalıştım, görmezden gelerek. Ve o dönem dört yılın en iyi ortalamasını yaptım. O günden beri canım her yandığında çalıştım, ürettim.


İnsanın yaşadığı her acı ona yeni bir şeyler öğretiyor. Tabii baş etmeyi, yönlendirmeyi bilirsen. Bir de yaşadığımız tek acı “aşk acısı” olsun. İnsan kalbinin sınırlarını öğreniyor.





KENDİMCE

- ayşe menekşe -


Ne kadar ve nasıl başa çıktım bilmem ama pek çok zor dönem geçirdim mi, o an evet. İnanın her dönem değişiyor insanın bakış açısı. Ölüyorum deyip yaşıyoruz. Ooo süperim deyip kuyuların dibindeyiz. Yani aslında anlık her şey. Ne oluyorsa o an oluyor. Sonrası ise takılıp kaldığın, belki çözdüğün belki çözemediğin travmalar.


Yıllar önceydi, çocuklarımla yalnız yaşamaya başladığım zamanlardı. Bu duruma kadar herkes tarafından her şekilde desteklenen ( tabi bu desteğin her zaman bir karşılığı istenmişti ) ben, biz, üçümüz kalmalıydık. Üçümüzlüğün ancak gerçekten üçümüz olduğunda bir anlamı olabileceği kalabalık halimizin bedbahtlığından belliydi. Tercihim düzen kurmaktan yanaydı. Bu da dışsal etkenlere - ki çok zorludurlar- mümkün mertebe karşı koymaktı. Kolay olmadı.


İlk olarak bir süre çok fazla kişiyle karşılaşmadan, evde sakince vakit geçirmenin tadına vardık. Aynı zamanda süregiden işim ve çocuklarımın okul süreci vardı. Zamanla, yeni düzene alışacağımız inancımı hiç kaybetmedim. Ev içi düzen kadar kalbim, beynim ve ruhumun da düzene girmesi gerekiyordu. Bunun için de farklı yollar buldum. Müzikle ilgilendim, bireysel olarak sosyalleşmeye çalıştım.


Ama hiç pes etmedim desem yalan olacak. Bir kere ettim. Lüzumsuz birinin çok basit bir lafıyla hem de. Dedim ki galiba başaramıyorum, nefes almamın bir önemi yok. Çok ileri gitmeden sadece düşüncemde denedim ama nefessiz kalmamayı tercih ettim. ‘’ Yapacağım bir sürü iş var’’ dan ziyade sadece yaşamayı seçtim. İyi ki seçmişim çünkü sonrasında yaşadığım güzel anların hepsi buna değdi.

Hepimizin bir şekilde öyle ya da böyle zor dönemleri olur. Bazen yaptıklarımız yeterli gelmez, düşeriz o çukura, çırpınırız, çırpındıkça daha da batarız.


Sonrası mı, bize ait…



30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page