top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Romantik ilişkiler ve pişmanlıklar



Bu haftanın normal insanlar konusu " romantik ilişkinizde pişman olduğunuz bir davranış" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI


  • Başka Birine Aşık Oldum – Edward Bloom

  • Rus Ruleti – Rojda Aksoy

  • Kulaçlarımla Suyun Canı Yanar Mıydı – Tuğçe Eser

  • Arzunun o Belirsiz Nesnesi – Canderel

  • Bunu Yapan Ben Miyim – Matruşka

  • Cennet Cehennem – Sınırda

  • Konuşanlar – Ayşe Çetinkaya

  • Eski Kaşar – Karahindiba

  • Dünyanın Merkezi – Gorila Voladora

  • Kutsal Bir Yalnızlık - San

  • Kirpi – Nehir Niş

  • Bütün Kadınlarıma – Mehmet Can Kaya

  • Keşke – Coggywriter

  • Büyü – Gül

  • Hem Evet Hem Hayır – Bir Başka Dünyadaki

  • Kırmızı Kalemle Yazılmış Not – Dalgın Canbaz

  • Mantık Cezası – Saturnuslog

  • Pişmanlık Mı Tecrübe Mi – Msy

  • Yangın Yeri – Gülçin Karabulut

  • Bağımlılık – Yorgun Kafa Olmayan Kalp

  • Pişmanlık Mı Öğreti Mi – Ayşe Menekşe

  • Beklenti – Melike Yılmaz

  • Su Götürmez Bir Gerçek - Mon cher

  • Keşkelerle Dönmüyor Dünya - İgiem





 

BAŞKA BİRİNE AŞIK OLDUM

- Edward bloom -


Yaklaşık üç yıl olmuştu birlikteliğimiz başlayalı. Yumuşak iniş çıkışlarla ilerlemeyen, başlarda duygusal yoğunluğun en abartılı şekilde yaşandığı, gözlerin dış dünyaya tamamen kapandığı her -haydi çoğu diyelim- ilişki gibi zirveyi çabuk görmüş ve hızlı bir şekilde inişe geçmeye başlamıştı. Zor olansa inişe tek başıma geçiyor olmamdı. O hâlâ zirvedeydi ve ona orada yalnız olduğunu hissettirmemek için yorucu bir rol üstlenmiştim; aşıktım ve mutluydum. Ve rolü herhangi bir mecburiyetim olmadığı halde onu üzmemek için oynuyordum. Bırakırsam yere çakılırdı. (Bu düşüncem kibirimden değil; her fırsatta bana hatırlatılmasından kaynaklanıyordu)


Başta şımartan ilgisi boğmaya, değerli hissettiren kıskançlıkları bunaltmaya başlamıştı, ama gidemiyordum. "Ben artık yapamıyorum!" diyemiyordum. Çünkü zamanla duygusal şiddete dönüşen vicdan sömürüsüyle çocukluğumda annemle tanışmıştım. "Sen benim her şeyimsin!"le başlayan o ağır yükün sırtımda bir kambur olmasını çaresizce seyretmiştim. Kimsenin "her şeyi" olmamam gerektiği bilgisi vardı, ama bilinci gelişmemişti. Frodo'nun yüzüğü taşıdığı gibi taşımam gerekiyordu bu yükü; taşımayı ben seçmemiştim ama taşımakla yükümlüydüm.


Artık kamburumun acısı katlanılamaz hale geldi. Sırtımdan atmam gerekiyordu ve ben makul bir insan gibi karşıma alıp "artık taşıyamıyorum" demek yerine; "başka birine aşık oldum" dedim, telefonda, birden bire. Üstelik de böyle bir şey yokken. İnanmadı, kabullenmedi, ardı arkası kesilmeyen sorular sordu. Hayali birini yarattım. Okuldan, arada bir karşılaştığım biri dedim, bir isim uydurdum, bir yüz, bir tip yarattım.

Ağlama krizleriyle geçen gecenin sonunda direncim kırıldı ve "belki de kafam karışmıştır, tanımıyorum bile. İlişkimizi böyle bir sebeple bitirmeyelim" demek zorunda kaldım ve sonrasında sırtımdaki daha da büyümüş kamburumla yeni hayatıma başladım.

Bir yıl daha sırt ağrısıyla devam ettirdiğim ilişkiyi nihayetinde bitirdim ama o gece yaptığım şey, ilişkinin geri kalanında da, bittikten sonra da kendimi hep suçlu hissettirdi bana. Bundan bir ders alabilmiş olmayı dilerdim ama hiçbir zaman ilişki bitirme konusunda makul bir insan gibi davranamadım.


Bir ilişkide yaptığım en acımasız hareket buydu. Önce kendime, sonra ona.


 

RUS RULETİ

- rojda aksoy -


En büyük günahları hep romantik ilişkilerimde işledim. Beni olduğum gibi seven, bana güvenen, değer veren birinin tüm dengesizliklerimi kabul edeceğini (bir süreliğine de olsa) içten içe biliyordum sanırım ya da öyle olmasını umuyordum. Geriye dönüp baktığımda yaptığım hataları başka nasıl açıklayabilirim bilmiyorum.


Bana yeterince aşıksa dengesizlikerimi görmezden gelir.

Beni yeterince seviyorsa kıskançlığıma katlanır.

Bana yeterince değer veriyorsa huysuzluklarıma aldırmaz.


İşte bu saçma ve çarpık düşünme şekliyle birçok ilişkimde karşımdaki kişiyi yaraladım. Bana verilen değeri bana ne kadar tahammül edildiğiyle ölçtüm. Öyle ya; iyi ve sevimli halimle beni zaten herkes sever, asıl mesele huysuz ve çekilmezken de sevilip sevilemeyeceğimdi.


Bence bu akıl yürütme biçimi tamamen yanlış değil. Yani evet, karşımızdaki insanı zor yönlerine rağmen sevebiliyor ve yanında durabiliyorsak bu oldukça değerli ama tüm ilişkiyi böyle negatif bir zemin üzerinden inşa ediyorsak o ilişkinin yıkılması kaçınılmaz.

Ben maalesef bu hatayı en çok aşık olduğum kişiye karşı yaptığımı başlarda fark edemedim. Böylece her geçen gün içinden kurtulmanın daha da zorlaştığı bir girdaba kapıldım. Başlarda küçük küçük yarattığım gerilimler tartışmalara sebep oluyordu fakat her seferinde sevgilimin bana geri dönmesi daha fazla risk almam konusunda beni yüreklendirdi. İnsanların kumar oynarken aldığı risk arttıkça heyecanları da nasıl artıyorsa ben de ilişkimde el yükselttikçe sonucun ne olacağını heyecanla bekliyordum. Sevgilimle el ele uçurumun kenarında yürümekle kalmıyor her seferinde bu yürüyüşü farklı tehlikelerle renklendiriyordum. Çünkü her defasında beni düşmekten kurtarıp kurtaramayacağını görmek konusunda daha büyük bir meraka kapılıyordum sanırım.


Küçük bir hatırlatma;


Böyle psikopat gibi anlattığıma bakarak beni yargılamanız çok üzücü olur. Bunları şimdi olduğum noktadan geriye bakarak yorumluyorum ama bu süreçler yaşanırken asla farkında değildim. Bahsettiğim heyecanı, gerilimi, korkuyu elbette hissediyordum ama bu duyguların sebebini ya da bunları yaratan koşulların ne olduğunu açıkça görmekten oldukça uzaktım.


Zaman geçtikçe ve kendimi tanıma konusuna eğildikçe geçmişimle de sık sık yüzleşmek zorunda kaldım. Aslında kendimi sevmek konusunda yeterince ikna olmadığım için bir başkasının da beni sevmesine inanamamış olmam beni bugün çok şaşırtmıyor. Onun bana olan sevgisine inanmam için her zorluğu aşmasını, bütün tuzaklardan zekice kurtulmasını ve beni böylece ikna etmesini beklemiştim. Fakat bugün dönüp baktığımda bunun hem sevgilime hem de bana karşı haksızlık olduğunu görüyorum. Artık sevildiğime inanmak için daha makul göstergeler kovalıyorum ama bir daha kimseye böyle eziyet etmeyeceğim konusunda hala kendime çok fazla güvenemiyorum. Sanırım damarlarıma bir zehir gibi yayılan bu duygulardan tamamen kurtulmak için biraz daha zamana ihtiyacım var. Umarım o zaman gelene kadar yalnızlıktan ölmem.


 

KULAÇLARIMLA SUYUN CANI YANAR MIYDI?

- tuğçe eser -


Romantik bir ilişki kurmak benim için her zaman zor oldu. Yaşıtlarımdan hep daha geride hep daha çekingendim. Belki babam ile olan ilişkim, belki güvensizliğim, tam nedenlerimi hala çok iyi bilmiyorum. Ama anladığım tek bir şey varsa o da denize atlamaya cesaret etmeden, yüzmeyi öğrenemediğim.


Babam, ben iki yaşındayken beyin ameliyatı geçirdi. Sonra yirmi iki yıl yaşadı. Ancak bildiği birçok şeyi unutmuştu. Arabayı kullanırken hep sağında otururdum, sürekli hata yapar, yanlış tarafa sinyal verir, el frenini çekmeyi unutur, yolu karıştırırdı. Polis çevirse, polisle benim konuşmam gerekirdi. Yeterince küçükmüşüm. Biri tarafından kollandığını hissetmesi gerekecek kadar küçük. Hala çok küçüğüm. Güvende olduğunu hissetmeyi çok arzulayacak kadar küçüğüm. Babasının güvenlik kemeri olan o küçük kızım.

Ben atlarsam suya, beni çıkartabilecek olan kişinin eksikliğini şimdi anlıyorum. Bir yandan ailemdeki kadınların, yaşantıları nedeniyle, erkeklere olan nefreti, bir yandan her gün canım ülkemdeki canım kadınların ezildiklerini, tecavüz edildiklerini, bıçaklandıklarını, katledildiklerini duymak, izlemek; o atlayacağım denizi bir okyanusa çevirdi. İçinde köpekbalıklarının cirit attığı, dalgaların sert çarptığı beni korkutan bir su. Üstelik bir can yeleğim bile yokken, nasıl cesaret edemezsin atlamaya, diye kendime yüklenmeyeceğim.


Gelgelelim, o tüm cesaretimi toplayıp, balıklama daldığım nadir zamanlara. Birçok hata yaptım haliyle, ama sanırım en önemlisi ve beni en çok kendimden uzaklaştıranı; “hayır” demeyi bilememekti. Hep çok nazik olmayı ve benden istenilen her şeyi vermem gerektiğini öğrenmiştim. Aşırı iyilik yaptım, belki kaybetmeyi istemediğim için. Ama nihayetinde bu davranışlarımın da etkisi yüzünden kaybetmiş oldum. Sadece karşımdakini üzmekle kalmadım, aynı zamanda kendimden de uzaklaştım. İçimde bir ses, her geçen daha yüksek sesle bağırdı…”ben de buradayım” diye. Kendi isteklerimi, her yerde bir rafa kaldırıp, sadece erkeği memnun etmeye odaklıydım. Bu cinsellikte de böyleydi, yaşamda da, basit bir televizyon izleme etkinliğinde de. Bana ağır gelen tavırlara bile karşı koyamadım. Bunu hak etmediğimi yeterince söyleyemedim. O çok korkulan erkek, aynı zamanda babam gibi en kırılgan olan şeydi. Ona karşı gelmek, onu öldürmekle birdi belki de benim için.


Ayakladığınızda, kurallarına baş kaldırdığınızda, sırf bu tavrınız yüzünden gerçekten de yok olabilecek olan bir ülkede olduğunuzu düşünün.


Nihayetinde, hata yapa yapa, doğru bulunur. O yüzden, en büyük pişmanlığım, sadece korkaklığımdır. Keşke daha çok hata yapsaydım. Keşke daha çok deneyimleseydim. Keşke yüzmeye çabalarken atttığım kulaçların denize zarar vermeyeceğini bilseydim.

 

ARZUNUN O BELİRSİZ NESNESİ

- Canderel -


Biraz afili bir başlık oldu ama Lacan’dan falan bahsetmeyeceğim, bildiğim konular değil, bu ifade üzerine uzaktan düşünmek hoşuma gidiyor sadece. Benim hikâyem basit; uzun, upuzun bir ilişkinin ortasında “Bu adam gerçekten beni seviyor mu” sorusu kafama takıldı ve uzun süre oradan ayrılmadı. Arkadaşlarıma “Metreslik müessesi daha mı iyi acaba” dediğimde ve gülüştüğümüzde, ben aslında biraz da ağlıyordum. Yılların geçmesinin her şeyi kötüleştireceği gibi sabit bir fikrim oldu hayatımın önemli bir kısmında. İlişkin illa ki eskir, alışkanlığa dönüşür, sen giderek sevmediğin bir insana dönüşürsün, gün geçtikçe verimliliğin azalır, hayatını değiştirmek için çabalamaktan vazgeçersin. Güzelliğini, çekiciliğini kaybetmekten falan hiç söz etmiyorum bile, onlar zaten cepte. İçimden bir ses “Sakin ol, insan sevilmediğini eninde sonunda anlar, eşek değilsin ya, emin olduğunda Ahmet Kaya’nın şarkısındaki “ Kafama sıkar giderim” gibi değilse de, bir şekilde gidersin” dese de içimi uzun süre kurtlar kemirip bitirdi.


Sonra ne mi oldu, basit bir hikâye demiştim, bir yere gitmem gerekmedi, olduğum yerde duruyorum, zaman zaman beni saran eskime, paslanma, değersizleşme hislerinin ilişkimle pek de bir alakası olmadığını anladım. Belirsizliğe tahammül edebilmenin çok önemli bir güç olduğunu anladım. Bir de şu; insan uzun süren bir ilişkinin ortasında, ilerleyen yaşında aşk acısı çekebiliyormuş, aynı evin içinde. Ne var bunda diyebilirsiniz ama yine de uzaktan bakınca bana biraz acayip geliyor…


 


BUNU YAPAN BEN MİYİM?

- matruşka -


Televizyonda, internette hep görür, nasıl olur derdim aile içi şiddet haberlerine. Bir ilişki nasıl bu hale gelir, bu hale gelmeden önlem alınmaz mı, insanlar bu işte bir yanlışlık var demez mi, diye hayıflanır dururdum.


Evliliğimin on ikinci yılıydı. Âşık olarak ama mantığımı da ortaya koyarak evlendim. Çocuklarımız oldu. Kendi halimizde yaşayıp gidiyorduk. Çocuklarımın yaşları birbirine çok yakın, işim yoğun, evdeki sorumluluklarım çok fazlaydı. Ağır geliyordu hepsi. Eşim de çok yoğun çalışıyordu. Hala öyle…


Romantik ilişkilerimde pek çok kadının yaptığı hatayı ben de yaptım: Karşımdakinin beni ve ihtiyaçlarımı ‘ben söylemeden’ anlamasını bekledim. Anlamayınca da gerildim, gerildikçe sinirli, sağa sola saldıran biri olup çıktım. Hâlbuki ataerkil yetişen, yediği önünde yemediği arkasında bir Türk erkeği bunu nasıl anlayacaktı ki? Haftalarca süren küslükler, aynı evde dünyayı birbirimize dar etmekten başka ne işe yarardı ki? Annemden bilinçsizce aldığım davranış kalıpları annemi mutlu etmiş miydi de beni edecekti?


Yine gergin olduğum bir akşam –şükür ki çocuklar babaannedeydi- üzerine yürüdüm. Eften püften sebepler. Hatırlamıyorum bile. Vurmaya başladım, kıyamadı bana, vurmadı. Kışkırtıyordum bana vurmasını istercesine. Boğazıma yapıştı. Soluksuz kaldım. Bıraktı en nihayetinde. Hırsımı hala alamamıştım. Üzülsün, acı çeksin istiyordum. Polisi aradım, şikâyetçi oldum. Dedim ya geleneksel yapıyla yetişmiş, çevresinde tanınan, itibar gören biri eşim. Konunun komşunun içinde, “el âlem ne der tanrısı” yakamızda geldi polis. Arayı bulmaya çalıştılar. Sonrası cehennem azabıyla geçen günler…


Bir zaman sonra psikoloğa gittim. Olanları anlattım. Kaygı bozukluğum olduğunu, bu kadar sorumluluğun düşünme mekanizmamı bozduğunu söyledi. Hafif bir antidepresana başladım. İki ay içinde kendimi toparladım. İlacı bir yıl kullandım.

Hatalarımı fark ettim. Yardım istemeye başladım. Arkadaşlarımdan, ailemden, eşimden ve hatta çocuklarımdan... İnsanların davranışlarını değiştiremeyiz belki fakat bu davranışlara verdiğimiz tepkiyi değiştirebiliriz. “Güçlü kadın” imajından kurtulmalıyız. Ve insanların bizi anlamasını beklememeliyiz. Biz kendimizi ısrarla anlatmaya ve anlaşılmaya çalışmalıyız. Her şeyi tek başına yapacak “on kaplan gücünde Fantom” değiliz.


 


CENNET CEHENNEM

- sınırda -


İlişkilerimi gözden geçirdiğim zaman yaptığım çoğu şeyi utanç ve pişmanlık içinde hatırlıyordum. Davranışlarımın sebebinin borderline kişilik bozukluğuna sahip olmam olduğunu öğrendiğimden beri artık utanç ya da pişmanlık duymamayı da öğrendim. Davranış bozukluğumun getirdiği sonuçları en yakından tecrübe edenler, hayatıma giren erkekler oldu. Bunlardan en can alıcısı sanırım gecenin 03:00’ünde sarhoş bir vaziyette erkek arkadaşımın karısının kapısına dayanmam ve evde çocukları varken balkonundan intihar etmeye çalışmamdı. Uzun süre erkek arkadaşım ve karısına yaşattıklarım için kendimi suçladım. Şimdi bu noktaya gelecek kadar sonucunu düşünmediğim davranışlarda bulunduğum için kendime fazlasıyla şefkat duyuyorum ve kendimi iyileştirmeye çalışıyorum.


On dört yaşında ilk aşık olduğum erkekten itibaren bütün sevgililerimi aldattım. Bununla gurur duymuyorum. Aksine şimdi Otuz sekiz yaşındayım ve kendime güvenmediğim için artık ilişki kurmuyorum. Yani neyi neden yaptığımı anladığımdan beri bunu tekrar etmekten korkuyorum.


Yirmi dört yaşında başlayan ve evli olan son ilişkim otuz dört yaşında son buldu. Ayrılmadan kısa bir süre önce on yıl boyunca borderline ve bipoların muhteşem birlikteliğini yaşadığımızı öğrendik. Yaşadıklarımız her şeyin en üst noktasıydı. Sevginin, aşkın, nefretin, kavganın, seksin en yoğun hallerini, mutluluğun en üst ve acının en dip noktalarını gördük. Araba parçalamak artık sıradan bir tartışmanın sıradan bir sonucuydu. Ya da yanımızda kim olduğuna ve nerde olduğumuza bakmaksızın masaların devrilmesi normalleşti. Yaşadığımız evi ateşe vermek ise çok normalleşmese bile yaşanan şeylerdendi.


Bunların hepsi bulutların üzerine çıktığımız sekslerle son buluyordu.

Onun ailesinin evinin önünde arabamın içinde aldığım ilaçlarla ölmek istedim. Evden çıktığında beni bulup ömrünün sonuna kadar acı çekmesi tek isteğimdi. Olmadı. Tekrar denedim. Üçüncü intihar girişimim de onu cezalandırmak içindi. O da olmadı. Yoğun bakımdan çıktığımda ailemin gözlerini gördüm ve her şey farklılaştı. Artık yaşamak zorundaydım.


Ülke değiştirdim ama yapamadım sonra Türkiye’ye döndüm. Başka bir şehre taşındım. Şimdi tek amacım hiçbir duygu durumunun uç noktasına gitmeden dengede kalabilmek.

Borderline olduğumu öğrendiğimde ağzımdan çıkan ilk cümle bunun benim cehennemim olduğuydu. Doktorum aynı zamanda cennetim de olduğunu söyledi. Çünkü kötü duygular yaşadığımda en dipte olduğum gibi manik anlarımda da kimsenin olamayacağı kadar mutlu oluyordum. Artık ne cenneti ne de cehennemi yaşamak istiyorum. Çünkü cennetin bedelinin ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Bu dünyadan ortalama bir duygu durumu ile geçip gitmek istiyorum. Bunun için de emek, zaman ve para harcıyorum. Çok şanslıyım ki iyi bir psikiyatrist, psikolog ve aile desteğine sahibim. İlaçlar, psikoterapi, meditasyon, yoga ve doğada geçirdiğim zaman yeni yaşamımın temelleri oldu.


Borderline hiç geçmeyecek, ben yaşadığım müddetçe benimle olacak. Ben de onunla yaşamayı, onu kontrol etmeyi öğreniyorum. Belki bir gün acı vermediğim, acı çekmediğim, paylaşımlar üzerine kurulu ve olabildiğince dengeli bir ilişkim de olur.

Neden olmasın? Acelem yok…



 

KONUŞANLAR

-ayşe çetinkaya-


Kendim dışında herkesi dinliyorum. Dedem diyor ki, büyümek için yemen lazım. Yiyesim yok, ama yiyorum. Annem diyor ki, öğrenmek için okula gitmen lazım. Okula gitmek istemiyorum. Babam diyor ki, sınavları kazanmak için çok çalışman lazım. Zaten çok çalışıyorum, üstelenince çalışasım kaçıyor. Ne istediklerini duymak için artık konuşmalarına gerek kalmıyor, ben duyabiliyorum. Ama ben ne istiyorum, bilmiyorum.


Sonra biri geliyor. Bana onun istediği şeylere gülmemi, onun istediği şeyleri izlememi, onun istediği şeylere inanmamı söylüyor; vicdanı, adaleti, sevgiyi, güvenmeyi, fedakarlığı, kızmayı, affetmeyi, arkadaşlığı, neredeyse yaşamayı sil baştan öğretmeye kalkıyor. Bu bana hiç garip gelmiyor. Kendim dışında herkesi dinliyorum ya, onu da dinliyorum. Seslerimiz çatışıyor. Ama ben kendimi duymuyorum. Bildiğim ne varsa yıkıp yerine ondan gelen hurafeleri koyuyorum. Bu insan ben değilim. Ben kimdim?


Dedem mi? Babam mı? Annem mi? O mu? Bu içimde konuşup duranlar kim? Ben neredeyim? Cılız bir ses var, bazen netleşiyor, “çok yanlış” diyor, “bu olanlar çok yanlış, bunu istemiyorsun”. Bir kurtarıcı bekliyorum. Bana “ne yapmam lazım”, söyleyecek birini. Hiç kimse gelmiyor. Ben aslında bana söylüyorum, ama kendimi hala duymuyorum.


 

ESKİ KAŞAR

- karahindiba -


Bana istediğiniz kadar burnu havada deyin, ben genel olarak acı hatıralar veya pişmanlıklar üzerine düşünmüyorum. Çünkü önemli olan pişmanlığı yaşayacağın anda doğru hareket edip söz konusu pişmanlığı yaşamamak. Baktım yaşayacak gibi oluyorsam da hemen haklıymışım gibi davranıp karşı tarafın o küçük tartışmada içine atmak zorunda kaldıklarını yıllar sonra psikoloji bültenlerinde dışa vurmasını sağlıyorum. Bir dönem ‘hayatta bazı kararları farklı verseydim acaba şu anda nerede olurdum?’ u merak ederek zaman harcadım. Halen emin değilim tabii ama büyük ihtimalle yine aynı haltları yiyip yine aynı hataları yapacağımı düşünüyorum. İnsanın hareketlerinde duygular çok önemli rol oynuyor ve hareketlerinizi geriye dönüp tekrar düşündüğünüzde bu duyguları aynı şekilde yaşamıyorsunuz. Dolayısıyla vah Ayşe’yle düzüşmeseydim, Mehmet’i öpmeseydim gibi pişmanlıklar kalıyor hep elimize. Ancak o anda Ayşe’nin kokusu, size attığı üç numaralı bakış, çevre, hormonlar, sizin hissettikleriniz gibi faktörlere hiç de hâkim değiliz. Bunların tamamına hakimmişiz, yine de geriye dönüp olayı tam anlamıyla yaşayabilmiş ve gerçek bir sonuca varmış gibi davranmamız bana biraz kendimizi fazla üstün görmek gibi geliyor. O nedenle büyük pişmanlıklar bir nevi illüzyon benim için. O anda düşünecektin canım bunları. “Keşke yapmasaydım ama çok sinirlendim ne yapayım?” diyorsan bence sen zaten sinirli bir karaktersin ve bunu düzeltmen lazım. “Çok sarhoştum ne yapayım kendime hâkim olamadım” diyorsan içme güzel kardeşim. Kendini tanı. Hayatta hatalar yok mudur? Kesinlikle vardır ancak dersler de vardır. O saçma hareketi yapmasan üniversitedeki partnerinle evlenir miydin? Allah bilir! O saçma hareketi yapmamayı öğrenmek için ne yaptın peki? Pişmanlıkları yaşamaktansa bu tip düzeltici adımlar atmak çok daha iyi bana göre. Geçmişte çok ayıp ettiğim adamın gözünde g.tün teki olmakta hiçbir sorun yok. Herkes en az bir kişinin gözünde şerefsizin teki. Bu gayet normal. Çok onurluymuşuz da herkesin bizi sevmesi/övmesi/hayran olması gerekiyormuş gibi düşünmek bence biraz kişilik mastürbasyonu. Ulu düşünür İnternet bu konuda şöyle der; “sen nutella kavanozu değilsin, herkesi mutlu edemezsin”. Geçmişte seni üzdüm mü? Üzgünüm, o anki hormonlarım, çevre, duygularım vb. seni üzmemi gerektiriyordu ve üzdüm. Seni üzmesem ben üzülecektim ve belli ki asla zarar vermemem gerekenler listesinde değilsin. Çocuk olarak nitelendirdiğim ve maddi ya da manevi kırıp döktüğümün önemsenmediği yıllarda pişman olunacak hareketleri sıklıkla yaptım. Anne terliği tam da bu noktada beni eğitti ve hayatımın kalanında bu hatalara daha az düşmeyi öğrendim. Anne terliğinin gücü azaldığında ise çevremdekilerin kalbini kırarak ve kalbimi ite-köpeğe kırdırarak hayat mücadelesindeki yerimi aldım. Pişmanlıklarım kesinlikle var ama içimi buralara dökecek kadar değil. Hayatı biraz eskimiş kaşar gibi yaşamak lazım.



 

DÜNYANIN MERKEZİ

- gorila voladora -


Meşhur bir Nasreddin Hoca fıkrası vardır: sormuşlar hocaya dünyanın merkezi neresi diye… O da ayağını bastığı yeri göstermiş ve “Dünya’nın merkezi tam olarak burasıdır, inanmıyorsanız ölçün” demiş. “Hahaha, ilahi Hoca ya!” demişler, “Aman da aman, ne felsefi bir söz!”


Romantik ilişkilerimin yakınında olsaydı o an Hoca Efendi, beni işaret ederdi: “Dünya’nın merkezi hiç şüphesiz şu kızın yanındaki adamdır.” derdi. Kimse kusura bakmasın ama o fıkra yerine bunu daha çok tercih ederdim. En azından benim hikâyeme, üzerine becerikli kalemlerden çıkacak bir kurgu eklenir, bir miktar estetik kaygı, azıcık ticari zekâyla kaliteli bir drama çıkardı ortaya. Şimdi, Hoca’nın yaşadığı iddia edilen ilçenin yerel yönetiminin acayip yersiz ve hatta trajikomik bir sloganı haline gelmiş. Dünyanın merkezine hoş geldiniz… Dünyanın merkezi ilçemize hayırlı olsun…


Romantik ilişkimde, yani en ciddisinde (ciddi olunca sevmek yetmiyor anladığım kadarıyla yüzük takma merasimleri falan lazım) bizzat yaptığım ve pişmanlık duyduğum tonlarca şeyi zihnimde kapıştırdım ve birincilik madalyasını o kişiyi hayatımın/dünyanın merkezine koymam geldi.


Bir insan. Biri. Kendinden o denli nefret ediyor, kendi varoluşuna o kadar katlanamıyor ki başkasına hipnotize edilmiş biçimde bağlanıyor ve sanki cumhurbaşkanının talimatıymışçasına onu tüm dünyasının göbeğine koyuyor. Yetmiyor, başka insanların da öyle yapmasını talep ediyor. Bu ne cürettir ya! Sen kimsin?


Kendimi kendi içimdeki zindanlara hapsedip, adlarını gerçek hayatımdaki kişilerden alan gardiyanlar ekledim başıma. Boğdum kendimi, boğdum, boğdum duvarlara fırlattım. Kendi kendimin üstesinden gelemiyordum, yetemiyordum asla. Sonra bir ilkbahar sabahı o adamı gördüm. Fişini çektim beynimin! Hayatımda gördüğüm en yakışıklı erkeklerden biriydi ve bunun farkındaydı. Ukala dümbeleği… İletişim becerisi yüksek, diksiyonu düzgün, karizmatik bir ses tonuna sahip. Koyu kahve gözleri karşısındakini delip geçiyordu defalarca kez; filmin son sahnesindeki Tony Montana gibiydim. İşte bu! İşte! Beni kendi yarattığım gaddar gardiyanlardan kurtaracak şey: AŞK! Bacak bacak üstüne atmış, karizmatik bir duruşla tam karşımda oturuyor ve bana şunu söylüyordu ben onun dudaklarının güzelliğine odaklanmışken: “Bu hayatta kimseye güvenmemelisin.”


O beni benden kurtarabilirdi. O ne derse, ne isterse yapabilirdim; yeter ki kendim olmanın sancılarını yaşamayayım! Ne kadar da güzel parmakları var! Görüp görebileceğim en güzel burun! Ailesinden çok bahsediyor, demek ki çok düşkün, vefalı bir evlat! O çok güzel, içimde uyanan hisler çok güzel! Artık o zindana dönmeyeceğim.

Bu şuursuzluk hali yaklaşık iki yıl sürdü. Uyanışım aniden gerçekleşmedi. Ancak bir insanın kölesi olduğumu fark ettiğimde kendi yarattığım ve içine sadece kendimi mahkûm ettiğim zindanlarımı özler olmuştum. O adamdan önce dünyamın merkezi yine bendim, öyle veya böyle. Ama kendimi kaybetmiştim artık; sevdiğim şeyler, kariyer hedeflerim, arkadaşlarım-ailem, gecem gündüzüm, her şeyimi onun varlığı belirliyordu. Ben yok olmuştum, benliğim hiçliğe gömülmüştü.


Bağlanma çeşitlerini, narsisizmi, sosyopatiyi, gaslighting’i çok çok sonrasında öğrenecektim, uyanışım gerçekleştikten bile sonra. Neden başıma böyle dertler açtığımı ve önümdeki yıllarda da şayet yeniden romantizm rüzgârına kapılırsam neler yapmam/yapmamam gerektiğine dair dersler dinledim. Ben kolayca dengeyi tutturabilen biri olamadım hiç hayatta. Çünkü hep “BEN ÖYLE DÜŞÜNMÜYORUM” ile başlarım ve kendi burnumun istikametinde yol alırım. Ama dedim ya, o dönem beynimin fişini çekmiştim. Düşünseydim keşke azıcık…


Herhangi bir insanı hayatımın tam ortasına yerleştirecek kadar idealize etmekle meşgulken, zaman da durmamış tabii akmaya devam etmiş. Yalnızca romantik ilişkimde değil, tüm hayatım söz konusu edildiğinde de kendime ait olmayandan başkasını kendimin merkezine koymak yani yine kendi topuklarıma sıkmak… En büyük pişmanlığım.



 

KUTSAL BİR YALNIZLIK

-san-


Romantik ilişkilere yatkın bir insan değilim. Hatta yalnızlığına fazlasıyla aşina ve onu neredeyse kutsayan biri olduğumu söyleyebilirim. Hayatımın belli bir dönemine kadar bunun nedenini bile sorgulamam gerekmemişti. Benim için doğal olan buydu. Çocukluğumda da prensini bekleyen bir prenses değildim çünkü. Aile büyükleri gelecekteki eşim hakkında şakalaşırken asla evlenmeyeceğimi ısrarla iddia ederdim. Hatta teyzemin anlattığına göre bu şakalardan birinin ardından hiç de sevimli olmayan bir davranış sergilemişim. Teyzemin yanağında beş küçük parmaktan oluşan bir el izinin belirmesiyle sonuçlanmış bu sohbet(?)


Bu tavırlarım belki o zamanlar favori masal karakterlerimden biri olan Deniz Kızı Ariel'in, uğruna sesini feda ettiği prensin hayırsız çıkmasıyla ilintiliydi, belki bambaşka bir şeyle.


İlerleyen süreçlerde de çocukluk aşkım ya da ergenlik döneminde sempati duyduğum önemli biri olmadı. Olduysa bile en önemli kriterim ulaşılmaz olmasıydı. Yakın çevremden birine ilgi duyarsam biterdim, bu bir ilişkiye başlama riskini taşıyabilirdi. Sorumluluklarla dolmak, korkularla beslenmek, açıklamalarla boğulmak yerine hayalet gibi dolaşmayı tercih ederdim. Kimsenin rahatımı bozmasına izin vermemeyi düstur edindim. Ta ki on dokuz yaşıma, bana o güne kadarki tüm yaşantımı sorgulatacak kadar yetenekli ama iletişim kurmakta benim kadar beceriksiz bir adamla karşılaşana kadar.


Aslında onu düşününce, pişman olacağım binlerce şey bulabilirdim. Sorduğu sorulara cevap veremediğim için pişmanlık duyabilirdim, verdiğim cevaplar için de. Denemeye karar verdiğim ya da deneyemediğim için. Kafamda onu idealize ettiğim için ya da ona hak ettiği değeri hiçbir zaman hatırlatamadığımdan, yanlış duygularda eridiği için. Düşünemediğimiz ya da düşünmemeyi beceremediğimiz zamanlar için. Hayatı çok ciddiye aldığımız ya da hayatın bir oyun olduğunu sandığımız için. Kendisiyle ilgili söylediği her şeyin doğru olduğuna inandığım için ya da tüm inançlarımın altında kronik şüpheci biri yattığı için. Duygularımı çok derin yaşadığım için ya da yüzeysel davrandığım için. Uçlarda yaşadığım için gayet tabii pişman olabilirdim. Ama ne hayatımdan geçmesinden, ne de hayatımda olmamasına yol açan herhangi bir sebepten dolayı pişmanlık duyuyorum. Önümüzdeki en az on yıl boyunca da bu durumun değişeceğini düşünmüyorum. "Sen ben misin?" diye sormuştum bir gün, "Bunu ben mi yazdım?" diye karşılık vermişti yazdığım yazıya başka bir gün. Bir bakıma doğru, onu tanımasaydım kendimi de tanıyamazdım. O düşündüğüm, tanıdığım, bildiğim kişi değilse bile onda gördüğüm bendim. Şu an eriştiğim duygusal olgunluk, huzur, güven ve güçte önemli payı olan bu insana besleyebildiğim tek duygu minnet. İsteyerek tercih ettiğim yalnızlığımı tercih etmek zorunda kaldığım 'gerçekten' kutsal bir yalnızlıkla değiştirmeseydi, öğrenemezdim.



 

KİRPİ

- nehir niş -


Nisan ayının ilk günleri. İnsanın içi sıcacık, yeşile dönen otlar, tomurcuk açmış papatyalar gibi. Her yer rengarenk. Seninle yeni tanışmışız. Günlerdir her gün birbirimize yazıyor ve daha sık görüşüyoruz. Alınan kitaplar, konser biletleri, kurutulmuş çiçekler. Adım adım evriliyor. Aynı kitabı okumalar sonra. Birer roman kahramanı oluyoruz. Paris sokaklarında serserilik yapıyor, Fransız Devrimi’nin barikat arkası aşıkları oluveriyoruz. Arzu dolu şiirler kopyala yapıştır. Bazen üretken sözcük dansları. Ve senin büyük tutkun alkol. Benim pek aram yok. Davranış ve alışkanlıklarını kontrol altına almaya çalışıyor gibiyim. Hem rahatsızım, hem rahat... Ara sıra içicilerdenim ben. İyi bir eşlikçi değilim. Kendiliğinden başlayıp süren serüvenimiz biraz hızlı ilerliyor. Üzerimden atamadığım güvensizliğim ve bitmeyen küsmelerim var benim. Onları ordan oraya taşıyıp sürüklüyorum. Bütün ilişkilerime. Kendi kendimin farkında olmadan bazen. Güvensizlik ise ülke gündemi. Bütün erkekleri birer katil gibi görüp kendimi bir kirpi gibi korumaya aldığım için utanmalı mıyım? Her şey yolunda ama yine de tedbirler sana karşı. Tanıma sürecim uzun sürüyor. Aslında sürmüyor. Evriliyoruz. Sürekli benim küsmelerim başlıyor. İlgi bekleyişlerim. Yavaş yavaş çiçekler vazoda soluyor. Kitaplar azalıyor. Müzik bitiyor. Toparlamaya çalıştıkça açılan kara delik büyüyor. Kontrol edemediğim her davranışına küsüyor, günlerce konuşmuyorum. Hiçbir kendini ifade etme çaban beni ikna etmiyor. Şımarık bir çocuk gibiyim. Yara büyüyor, sevgim derinleşiyor, ama sen gidiyorsun. Senin değil; kendi davranışlarımı, kontrol etmem gerektiğinin farkına çok sonra varıyorum. İki ayrı bireyiz ve herkes kendi davranışlarının kontrolcüsü.




 

BÜTÜN KADINLARIMA

- mehmet can kaya -


Yaş 20...


Anaç, esprili, üşenmeyen, neşeli, ev işlerini seven “Marul.”


Yaşadığı aile kültürü ve düşünce şeklinden kaynaklı benimle evlenmeden sevişmek istemediği için terk ettim.


Yaş 23...


Asker kızı, öğretmen, sanatsal çekimlerimde poz verebilen, geceleri barlarda arkadaşlarımızla eğlenebildiğim, çılgın sevişmeler yaşadığım, “Özgür Ruh.”


Askerden sonra, başka kadınlarla da takılmak isteyip “gerçek aşk”ı aradığım için terk ettim...


Yaş 25...


Sakin, entelektüel, mütevazi, köye de, kokteyle de uyum sağlayabilen “Kitap Kurdu."

Daha hareketli bir hayat istediğim için terk ettim.


Yaş 27...


Hepsinden biraz, aşkı da doyasıya hissedebildiğim, yurtdışında eğlenip, akşamları sakince takılabildiğim “Sarı."


İçimdeki bu doldurulamaz boşluğu kapatır umuduyla, çok fazla bağlandığım için oluşan kıskançlık krizlerimden dolayı terk ettim.


Yaş 30...


Annesini erken yaşta kaybetmiş, babasıyla çok güzel bir ilişkisi olan, mesleklerimiz benzer, bazen çocuksu ve delidolu, bazen de duygusal ve empati yapabilen, aynı zamanda aşkı da olması gerektiği kıvamda bulduğum “Kızıl elma."


Gündüzleri ne kadar sevişebilsek de sırf akşamları beraber sarılıp uyuyamıyoruz ve evlenmek için acele ediyor diye terk ettim.


Ve burada adı anılmayan, birine bağlanıp mutlu olmak isteyen, nasıl şartlarda büyüdüklerini, çocuklukta yaşadıkları ve hala kadın oldukları için belki kendilerinin bile fark etmedikleri hangi görünmez engellerle mücadele verdiklerini bilmediğim, bazen hayatta kalmaya çalışan, bazen ufak bir huzur arayan, bu ızdıraplarla dolu dünyaya belki bir umut ışığı olacak yeni insancıklar yetiştirecek olan terk ettiğim sayısız kadın.


Pişmanlığım onları terk edişim olmadı hiçbir zaman. Pişmanlığım, hayatlarına girmiş olmamdı. Onlar daha ne olduklarını anlamadan terk etmiş olmam. Kaşık kaşık verdiğim neşe, aşk ve umudu, onların gözyaşlarıyla kepçe kepçe geri almış olmam.


Yaş 35...


Ne kadar sıkıntısı olsa da eşiyle mutlu, tutkulu hatta çocuklarını da şefkatle büyüten “bir kadın."


Akşamları çocukları yattıktan sonra kitap okuyup bazen de şarap açıp eşiyle güzel bir film izliyor, özel günlerde çocukları annelerine bırakıp arkadaşlarıyla eğlenceli ve içten bir akşam geçirdikten sonra, eşiyle birlikte konuşmak istedikleri konuları netleştiriyor, sonrasında da eski günlerdeki gibi sevişiyor bu severek evlendiği insanla.


Çünkü ben, kim olduğunu bile bilmediğim bu kadının hayatında hiç olmadım.



 

KEŞKE

- coggywriter -


Evde, kendi kendime kurguladığım derin, anlamlı ve farklı ilişkinin bir sonucu ile yine karşı karşıyayım. Elimde annemin hazırladığı kahve ile hayatıma çok büyük anlamlar katan birkaç filmin afişine göz atıyorum. Sanki yaşam bana, yaşanmamış ne varsa o filmlerde saklı diyor ve öylece kıskanıyorum o filmleri...


Hayat bazen sıradan günlerden ibaretti benim için ve sıradan bir filmin sıradan bir sahnesi gibi mutlu, hüzünlü, neşeli, acılı her türlü duyguyu barındıran eylemlerden oluşuyordu. Kendi dünyamda, kendimle ilgilenirken çok sevdiğim halde iyi şarkı söylemediğimin farkına varmak, ya da şarkı sözü yazmak gibi eylemleri gerçekleştirmiyordum.

Her günün bir öncekinin tekrarı olduğu günlerde elime mikrofonu alır, kayıtlar yapardım sevdiğim şarkılar üzerine. “Ah bir eğitimim olsa, her şey daha güzel olacak" diye düşünürdüm. Sonra yıllardır biriktirdiğim hikayelerimi gün yüzüne çıkarma isteğimin her yıl olduğu gibi yine depreştiğini fark ederdim. Müsvette kağıtlar üzerinde oynardım onlarla, daha iyi nasıl anlatırım diye. Aldığım notlarda aşklarımı, pişmanlıklarımı, sevinçlerimi, hüzünlerimi görür; keşkelerimi bir kenara bırakır ve tadını çıkartırdım yaşadığım hayatın.


Sonra sıra, bana maziyi, eskiye dair ne varsa hatırlatan o iki büyük kutuya gelirdi. Saçma sapan zamanlarda aldığım ufak notlar, eski sevgililerime ait küçük eşyalar, gezip gördüğüm yerlere ait birkaç fotoğraf ve kartpostal beni her defasında farklı boyutlara taşırdı. O kutudan çıkan bir sürü fotoğraf, hem gülümsememi hem de gözyaşlarımı beraberinde getirirdi.


Aynı kutudan çıkan, beni 90'lı yıllara götüren ufak notlar gözüme çarpıyor. Dans ettiğim dernek ile çıktığım yurt dışı gezilerimden birinde aldığım notlar bunlar. Roma' da şehir turu attığımız otobüsü kaybettiğimizde aldığım korku dolu anları yazdığım notlar. Şimdi okuması gayet keyifli gelen ama küçük yaşta olmanın verdiği tedirginlikle yazdığım duygu yoğunluklarım. Arkadaş ve dostça gayet keyifli geçen seyahatler, her geçtiğimiz şehrin üzerimizde bıraktığı etkiler, hepsi bu kutuda saklıydı. Ve ben o kutuyu her açtığımda hiç bıkmadan aynı duyguları tekrardan yaşıyordum.


Hiçbir zaman bir üst evresine geçemediğim aşklarımın, elinden tutup götürmeye cesaret edemediğim sevgililerimin ardından yazılmış notlarımla karşılaştığımda, illa ki bana öğrettikleri ya da bilinçli bilinçsiz söyledikleri bir şeylerin bana aslında çok şeyler katmış olduğunun farkına varmak ve bir o kadar da benden bir şeyler götürmesi galiba hayatın ta kendisiydi. Eski sevgilime, bu defa başaracağız umuduyla ikinci defa şans vermek ve tekrar aynı hüsrana uğramak, hayatin bana yaşattığı en büyük pişmanlıktı.


Yeniler, eskiler, arkadaşlar, dostlar sevgililer, bazen hepsini birilerine benzetir ve" sen bilmem kime benziyorsun” larla kendi benliğimizi oyalarmışız. Bana bir şey öğretemeyen birilerinin günün birinde bir başkası olarak tekrar hayatıma girdiklerini ve ikinci kez aynı şeyleri öğretmek için savaştıklarını hep düşünmüşümdür. Galiba bu yüzden o insanları daha önceden tanıdığımız insanlara benzetmelerimiz.


Bir sevgilim olsa ve ben ona çocukluk düşlerimi anlatsam, sokaklarda gece yarılarına kadar oynadığım zamanları, bisikletimden her düştüğümde dizlerimde açtığım yaraları, zillerine basıp kaçtığım evlerden çıkan teyzelerin bağırışlarını, radyodan istek parça istemek için ev telefonunu saatlerce meşgul etmeyi, sokakta yaptığımız maçları, ailecek gidilen açık hava sinemasında izlenilen ilk filmleri, ben küçükken ile başlayan tüm cümleleri kursam ona ve sonra çocukluğumu uğurlayıp bugüne dönsek, yaşadığım aşklara, sevinçlere, kırgınlıklara, küslüklere ve kıskançlıklara daha iyi olmaz mıydı?

Çok ufakken inandığım çocukluk kahramanlarımın aslında hiçbir zaman gerçek olmadığını öğrenmek bana çok acı vermişti. Zamanla buna alışıp hayatıma devam etmem gerektiğini anladığımda her şey çok daha farklıydı. Yine de, şu an bile bir sevgilim olsa, saatlerce süren bir sevişmenin ardından sabahın köründe o çizgi filmleri izleyebilmek için benimle birlikte güne başlamasını dilerdim ve geceden başucuma koyduğum bir bardak suyu paylaşabilmeyi...


Keşke çok sevsek ve sevilsek, elinden tutsak hayatlarımızın, gözlerimizi kapatarak güven içerisinde yürüyebilsek; küçükken dinlediğimiz o büyülü masalları, şimdi içimizde büyüyen aşklarımızla yeniden beraber yazabilsek.

Keşke, keşkelerin olmadığı bir yerde, yeniden başlasak ve hiç pişman olmasak...


 

BÜYÜ

- gül -


Siz büyüye inanır mısınız bilmem ama beni zorla inandırdılar. Evet evet inandım.

Yirmi bir yaşındayım, çok minikmişim. Evlendim. Kendi hür irademle. Ve “gerdek” gecesine giremedik. Yedi ay çabaladık. Hocalar hacılar doktorlar… Gezip durduk. Sonra, aslında yakınımız olan ama benim hocalık vasfını bilmediğim bir tanıdığımız aradı. Üstümde büyü olduğunu ve beni okuyup iyileştireceğini söyledi. Tabi inanmadığımız için doktorlara da gidip geliyorduk. O sırada hangisi çözdü bilmiyoruz, ama bizim “iş” rayına girdi.

Aradan seneler geçti. Herkes tarafından yoğun bir şekilde çocuk isteği çıktı ortaya. Çocuğa onlar bakacakmışcasına, yatak odamızı bizden iyi biliyorlarmışcasına, istisnasız herkes bizden çocuk istiyor. Edebimi bozmadan “Şu an için düşünmüyoruz.” desem de tek karşılaştığım soru şuydu “Bir sorun mu var?” Hı hı evet var, olsaydı muhakkak sana söylerdim çünkü!


Gel zaman git zaman, bir gün kayınvalidem -el almak için- gittiği hocadan, eşime ve bana büyü yapıldığını fakat bizim bunu atlattığımızı söylüyor Eşim de öyle bir şeyin olmadığını söylemiş ama kayınvalidem onu öğrendiği an bayıldığı için beni de alıp evlerine götürdü. Kayınvalidem yalvardı yakardı doğruyu anlatmamız için, ki ben yalanı hemen ortaya çıkan bir insan olduğum için sadece sustum. En sonunda “Evet böyle böyle, hoca atlattığımızı da söylemiş, neden bu kadar büyütüyorsun ki” dedim ve demez olaydım. Eşim onlara giderken beni defalarca uyardı. Gerçeği anlatmamam gerektiğini annesinin her şeyi çok büyüttüğünü söylemişti. Biz hayır dememize rağmen o kadar büyütmüştü ki bu bana aşırı garip gelip kendimi tutamayıp söylemiştim.


Öyle pişman oldum ki eşimi dinlemediğime. O günden sonra çok sevdiğim kayınvalideme ne sevgim kaldı ne saygım. Beni götürmediği hoca kalmadı. Tüm sorunumuzu bilmesine rağmen ve iyileşmeme rağmen tek dediği şey “sizin çocuğunuz olmuyor” ! Yahu be kadın ne alaka! Üstümüzde büyü olduğu için olmuyormuş yoksa biz istiyormuşuz ve inanır mısınız bilmem hastane hastane geziyormuşuz olsun diye! Bunu söyleyen kayınvalidem.


Altı yıl geçti. Hala çocuk düşünmüyoruz. Bence içten içe korkuyoruz. Kayınvalidemle ne mi oldu? Eşimle kavga ettiler ve uzun zaman görüşmedik. Hala aramız limoni çünkü bizim hala hastanelerde derman bulamadığımızı düşünüyor. İşte ben o gün gerçekten büyünün varlığına inandım. En azından aramızı açtığı kesin!


 

HEM EVET, HEM HAYIR

- bir başka dünyadaki-


Birisi için sınırları fazlaca genişletmeyi göze almıştım. Onu gördüğüm an aslına düşünmem gereken son şey aşık olmaktı. Ama zamansız bir duygu bu şartlara bakmıyor. Tam bir teslim olma hali. Benim için de böyle olmuştu. Farklı bir şehirde kısa bir süreliğine bulunuyordum. Çok kısa bir an tanıştık ve aynı günün akşamı yaşadığım yere geri döndüm. Aklımda onun imgesiyle. Birini çok düşündüğün an yüzü silinecek gibi olur ya o noktaya kadar gitmiştim.


Sonrasında sosyal medya üzerinden iletişim kurmaya başladık, telefon numaraları derken her gün konuşuyoruz. Birisini özelleştirmek, şu an düşünüyorum da çok hızlı gelişen bir şey. Günler bu şekilde ilerlerken aramızda adı konmayan bir yakınlık oluşmuştu. Farklı şehirlerdeyiz bu nedenle görüşemiyoruz. Yoğun olduğunu, rahatladıktan sonra bir gün yanıma gelebileceğini söyleyerek başlıyor, buluşma kavuşma dilekleri, sevgi seli ile konuşmasını bitiriyordu. Ben neden gitmiyorum peki, şimdi çok yoğunum gelirsen zor olur görüşmek bariyerleri ile karşılaşıyorum. Bana gel dese hemen gideceğim ama şimdi değil diyor yani gel ama şimdi gelme. Gel ama şimdi değil, git ama çok uzaklaşma gibi bir durum var.


Bir süre sonra artık kafama koydum ben onun yanına gitmeyi. Ne olursa olsun gideceğim onu görmeye. Biletimi aldım. Yanımda konuştuğumuz süre içinde bizim için özel olan şeylerden yaptığım bir dolu hediye, tanışmamızı yazıp resimlediğim bir hikaye ile yola çıktım. Üç saat süren yol boyunca bir sürü hayal kurdum, içim içime sığmıyor. Yol bitti. Şehri çok iyi bilmiyorum. Garın hemen yanındaki bir okulun önünde durup beklemeye başladım. Şimdi onu arama zamanı. Heyecan tüm bedenimi sarmış bir halde yok arayamam dedim. En iyisi mesaj yazmak; mesaj yazmaya başladım. “Ben geldim, şu okulun önündeyim” dedim. “Nasıl yani?” dedi. “Şaka yapmıyorsun değil mi?” diye ekledi. “Hayır, seni okulun önünde seni bekliyorum” dedim. İşi varmış, bir süre bekledikten sonra o okulun önünde geldi. Yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı. Ben çok heyecanlıydım. Ne diyeceğimi bilemeden, onun için hazırladığım hediyeleri apar topar vermeye çalıştım. Bizi anlattığım bir hikaye yazdım diyerek, orada oluşumu gerekçelendirmeye çalışıyordum. Sevinmiş görünmüyordu. Yalnızca şaşkınlık. Tamam, evet, güzel gibi kısa cevaplar veriyordu. Bu kadar zaman boyunca hiç konuşmamışız, bir şeyler paylaşmamışız gibi, iki yabancıdan daha yabancı gibi sanki.


Bir saate yakın belki biraz daha fazla okulun önünde oturduk. “Peki” dedi. “Benim şimdi gitmem gerekiyor” diye devam etti. “Tamam, ben zaten seni görmek için gelmiştim, fazla zamanını almak istemem” dedim. Sarıldık, bisikletine atladı gitti. Ben okulun önünde kalakaldım öylece, geldiğim gibi. Gardan çok uzaklaşmamış, şehirde tek bir adım atmamıştım, neye uğradığımı şaşırmış bir halde bir süre durdum. Adımlarımı hayal kırıklığıyla birbiri ardına atıp dönüş biletimi aldım. Üç saat süren yol boyunca ağladım. Neden aşık olmuştum ki, neden buraya gelmiştim, beklemiştim onu. Tam bir aptallık bu yaptığım diyerek kendimi suçladım. Oraya gittiğim için çok pişmandım. Keşke diyordum keşke gitmeseydim.


Eve döndüm, yaşadığım anları tekrar tekrar zihnimde canlandırdım. Sonrasında konuşmalarımız eski sıcaklığında olmasa da devam etti. Kolay kolay arkasını dönüp giden biri olamadım hiç. Bir zaman sonra bana, görüşmek istemediğini, ayrılmanın daha iyi olacağını söyledi, nedenini sorduğumda, öyle olması gerekiyor gibi net olmayan cevaplar aldım. Elimde bir sürü cevapsız soruyla kaldım. Ağlaya ağlaya unutma evresine girdim. Sonrasında tesadüfen tanıştığım, onu tanıyan birinden, uzun süredir devam eden bir ilişkisi olduğunu öğrendim. Kimseyi suçlamadım, yargılamadım ama kendimi hemen kaptırdığım için çok üzüldüm. Bir daha da kimseye masal yazmadım.


 

Kırmızı Kalemle Yazılmış Not

- dalgın canbaz -


Merhaba Amelie, merhaba Karanlıkta Dans, merhaba şaşkınlık, merhaba dalgınlık, merhaba kocaman dünya, merhaba yirmili yaşım. Liseden kendini, güzel sanatlara atmış, özgürlüğün, cesaretin, farklılıkların sonuna kadar savunulduğu acayip keyifli bir ortamda buldum kendimi. Herkes üretiyor, araştırıyor, paylaşıyor, koca bir atölyede, sıcak ama zorlu bağlar kuruyordu. Dünyayı, sanatı ve kendimizi keşfediyorduk. Ego ve yetenek savaşlarının içinde olsam da mutluydum. Sonra ilk erkek arkadaşımla tanıştım. Gayet saf, yumuşak ve duyarlı bir ilişkiydi ve üç yıl da öyle gitti. Daha ilk günden, senle Perşembe pazarını, hırdavatçılar çarşısını keşfetmek istiyorum diyecek kadar bana ve ilgi alanlarıma düşkündü. Her şeyi paylaşıyorduk. Kendimi değerli hissettiriyordu. Filmler, müzikler, bisikletle film festivaline gitmeler, bir ilişkide isteyeceğim her şey vardı içinde. Peki neden aldattım o adamı? Sonradan bir sürü tanımlamam oldu bu konuda, hala da tanımlamaya devam ediyorum. Çok genç olmam, dünyayı keşfetme isteğim mi? Sorumluluktan kaçışım mı? Kendime hayranlık duyulması arzusu mu? Ailemden geldiğini düşündüğüm döngüleri tekrar etmem mi? Hayatı oyun alanı olarak görmem mi? Sadece sonradan gördüğüm, bunun kendimde fark etmem gereken bir döngü olduğu, tekrarladığı ve son olmadığı. Ta ki sağlam bir yaşanmışlık ve farkındalık olmasına kadar hayatımda.


Üçüncü yılına girmiştik ilişkimizin ve bir özel tiyatroda kuzenimin arkadaşı bir dramaturgla tanıştım. Ve o andan itibaren, bana o dönem sihirli bir dünya gibi gelen bir oyunun içine adım attım. Tiyatroya girdiğimde o dönem izleyip bayıldığım Amelie film müziğinin başlatılması, paltomun cebinde bulduğum, ‘kırmızı paltonun cebinde, kırmızı kalemle yazılmış not ’ yazan bir not bulmam, bir opera çıkışı sürpriz bir şekilde elime tutuşturulan bir cd, çocuk karnavalında yanımda yürüyen bir palyaço ve sonra telefonuma gelen şu mesaj, ‘kim karşılardı seni çocukken gözleri’.. kadınların romantik komediyi bu kadar sevmesi, bu filmlerle algımızın yönetilmesinden miydi, yoksa gerçekten böyle bir dünyaya çekilimimiz mi vardı bilmiyorum. Bildiğim benim, böyle şiirsel, simgesel ve gerçeküstü dünyaya çekilmeyi çok sevdiğim ve bu dünyayı gerçek dünya yerine her zaman tercih ettiğimdi. Boşuna, sanatla, hatta ütopyalarla uğraşmıyordum. Gerçek dünya ağır, baskın ve acımasızdı. Ama unuttuğum bir şey vardı, daha sonra otuzlarımdan yirmilerime bakınca gördüğüm. Ben bu dünyanın öznesi olmak istiyordum. Hayranlıktı isteğim. Vermekten çok almak istiyordum. Hayat sonsuz bir oyun alanıydı benim için ve sonunu düşünmeden akışa kaptırmayı çok seviyordum. Güzel sanatların da getirdiği bir özgürlükçülük söylemi içine girmiştim diyorum ya. Başka ilişki tarzları, başka modeller olamaz mı diyordum hayatta. Bir sürü gerekçe daha sayabilirim bu seçimim için ama kendimi yaşadığım durumdan dolayı iyi hissettiğimi söyleyemem. Rutinden sıkılma, kendimin fazla merkeze konması, ilişkinin çıkmaza girmesi, yeterince iletişimin kalmaması... Aslında, şimdiki yıllardan geçmişe bakınca, çok da düşünmediğimi, deneysel ilerlediğimi görüyorum. Ha bir de hayata karşı hissettiğim özgüvensizliği, özel hayattaki bu hayranlıkla tamamlamaya çalıştığımı ve sürekli yenilik arayışında olduğumu. Yıllar içinde, bunun çözümünün, kendini yenilemek, beslemek ve ürettiklerinle, yaptıklarınla ilgi çekmek olduğunu görecektim.


Sonra ne oldu dersiniz peki, her şey tepe taklak oldu. Peşinden koşulan, peşinden koşmaya başladı diğer oyuncunun. Yolda bıraktığı oyuncu, ‘o bıçağı ya sok, ya çıkart, böyle acı çektirme olmaz’ dedi. Ve şaşkın, dalgın oyuncu, karar vermeyi, sevmeyi, değer vermeyi, sorumluluğu, akışa bırakmanın, aslında hayatı ilmek ilmek, emek vererek, el ele yürüyerek ilerlemek olduğunu öğrendi ama çok çok sonra...



 

MANTIK CEZASI

- saturnuslog -


İlişkilere bakış açım çoğu insanınkinden farklı. İnsanların yalnız kalmamak için içgüdüsel olarak ilişki kurmaya meyilli olduğunu bu yüzden de abartılacak bir yanı olmadığını düşünüyorum. Evet, fazla analitik…


“Romantik” ilişkilerimde de yakındığım asıl konu romantik olamamak. Sadece mantıklı düşünüyorum. Hisler de var pek tabii ancak ön planda olamıyor. Biriyle romantik bir ilişkiye başlamadan önce karakterini analiz ediyorum. Benimkine uygunluğunu test ediyor, ardından olasılıklara bakıyorum. Bu kişiyle yapabileceklerimi, yapamayacaklarımı, konuşabileceğim konuları ve konuşamayacaklarımı, en önemlisi de ilişki içindeki özgürlük alanımı kısıtlayıp kısıtlamayacağını tartıyorum. Yanlış anlaşılmasın, mükemmeli aramıyorum. Mükemmel değilse mükemmeldir zaten. Bunu yapmak elimde değil maalesef. Bazı konularda sürekli yakınıp bazı konularda ise kendimle gurur duyduğum bir özellik bana kalırsa. Çünkü bu olasılıklara ve analizlere yalnızca kendi açımdan bakmıyorum. Karşı tarafın ihtiyaçları, sevdiği şeyler, psikolojik durumu… Bunların hepsi de onu tanıyabilmemi ve ona göre davranmamı sağlıyor. İnsanlar duygusal olarak kırılgan ve hassas canlılar sonuçta ve ilişkilerde mantık genelde istenmeyenler arasında.

Karşı taraf açısından bakıldığında ise, aşırı duygusuz olduğum yorumu da yapıldı daha önce, ince düşünceli bulunduğum da…


Yalnız kalmamak için hayatlarımızın kısa ya da uzun bir döneminde hepimiz bir refakatçiye ihtiyaç duyarız. Her ne kadar birbirimize eşlik etsek de iki taraf da kendi hayatının merkezinde. Bu durumda sadece gideceği yere kadar keyif almak kalıyor bize. Bakış açıma göre, keyif alabileceğim, gölgesinde dinleneceğim bir ilişki için de karşımdakini analiz etmek, en azından gözüm kapalı atlayıp kendimi cezalandırmamdan alıkoyuyor beni. Ancak bolca da rahatsızım bu durumdan. Çünkü duygusal davranabilsem de bazen, duygusal düşünemiyorum hiçbir zaman. İstemeden de olsa karşımdaki kişiyi kırmama sebebiyet veriyor. Sonrasında tabii ki gönül alma durumu var ki o da duygusal olmalı. Bu da ikimizi çok zorluyor.


 

PİŞMANLIK MI TECRÜBE Mİ?

- msy -


Bir ilişkim vardı. Çok bir bağlılığımız yoktu ama bir şekilde sürdürüyorduk. Bazı olaylar neticesinde ayrıldık daha doğrusu ben ayrıldım ama karşı tarafın hâlâ hisleri olduğunu biliyordum. Söylediği sözler ve buna bağlı davranışları beni soğutmaya yetmişti.

Pişman olduğum birçok şey var ama en kötüsü ona ailevi her olayı anlatmamdı. Nereden bilebilirdim gün gelip beni oradan vuracağını. Ona anlattığım olaylardan birisi, abimin çok baskıcı olduğu ve beni çok kıskandığıydı. Bundan şikayetlenir ve en büyük korkumun bizi öğrenmesi olduğunu söylerdim. İlişkimden ayrılınca iki yıl sonra yeni bir ilişkiye başlamıştım ve çok mutluydum. Her şey mükemmel giderken bir gün abimin telefonuyla sarsıldım. Benim sevgilimle olan resimleri almış, sahte bir hesaptan abime göndermişti: "kardeşine sahip çıkmanı öneririm."


O kadar korkmuş, o kadar çaresiz hissetmiştim ki şu an o hislerime bürününce kalp atışlarım hızlanıyor ve ellerim zangır zangır titriyor. O çocuğa kinim hâlâ içimde diridir. Kolay kolay da unutacağımı hiç sanmıyorum. O gün abimle biraz tartıştık ama güzel bir şekilde durumu anlattım. Bir süre sonra anlayışlı davranmaya başladı ve yanımda oldu. Ama o anki korkum bile en büyük pişmanlık adı altında bu olayı anlatmama yeter ve artar bile. O gün dedim ki, bir daha hiç kimseye ailevi hiçbir şeyimi anlatmayacağım. Öyle de oldu o an anlatmak iyi geliyor ama bir süre sonra pişmanlık duymaya sebep oluyor.


O olay bende öyle bir etki bıraktı ki... mesela abim her aradığında tüylerim ürperir korkarak açarım telefonu, sürekli suçlu psikolojisiyle hareket eder her zaman bir şeyler için savunurken bulurum kendimi. Bazen hayatımıza aldığımız insanların bizde ne tür bir etki bırakacağını bilmeden alırız hayatımıza. Büyük bir umutla girdiğimiz o yoldan büyük bir hayal kırıklığıyla döneriz. Her ilişki sonunda pişmanlık değil de tecrübe odaklı bakınca o kişinin hayatınıza neden girdiğini anlamanız çok zaman almıyor. Evet bazılarına bu olay basit gelebilir ama abimi ve bana karşı davranışlarını bildiğim için o korkumu tarif dahi edemem. Ama anladım ki bir insana içini açmak ve korkularından bahsetmek çok tehlikeliymiş. Hele ki bu kişi sevgilinizse. Çünkü eğer gerçekten bir şeyler biterse ve o kişi saygısız ve karaktersiz bir insansa aslında hayatınızdan çıkarmıyorsunuz, yeni bir düşman ediniyorsunuz. Umarım hayatınıza her zaman, saygının ve sevginin ne demek olduğunu bilen, ilişki bittiğinde size yük olmayan, kısacası pişmanlık duymanıza sebep olmayacak insanlar girer çünkü diğer türlüsü çok güç.



 

YANGIN YERİ

- gülçin karabulut -


Romantizm Fransızca kökenli bir kelime ve sözlük anlamı; "XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa'da ortaya çıkan, başlıca özelliği duyguların ve içgüdülerin yüceltilmesi, ulusal özelliklerin değer kazanması, aşırı ölçüde coşkuya ve imgeye dayanma olan sanat akımı." şeklinde.


Bu tanıma göre pek romantik sayılmam. Gerçekçilik daha bana göre. Ülkemizin yangın yeri olduğu bugünlerde doğaya yapılanlar canımı ziyadesiyle incitti. Bu manada romantik bir bakış açısı geliştirmek geçti içimden. Yakılan “Doğa” ile romantik bir ilişki kurmak istedim şu an. Yanan ağaçların küllerini avuçlayıp ağlamak, utan, keder ve acıyla beni affedin sizi koruyamadım demek istedim. Avazım çıktığı kadar bağırıp, öfkemi göğe haykırmak ve gökteki kutsaldan bu dehşeti doğrudan ya da dolaylı olarak yaşatan tüm suçluların üzerine lanet yağdırmasını diledim. Bir anne kuşun doğacak yavrularını terk etmeyerek yanmayı göze aldığı aşkın derinliğinde alev alev yanmanın hiçliğini hissettim. 25 yaşındaki gencin yangın söndürenlere şu taşırken ölüme gidişinde, Nemrut'u değil de Hz. İbrahim'i taraf belleyen karıncanın inancını ve cesaretini gördüm. Dünya annenin yaşayan her organizmasının katledilişinde biz parazit insanların ne kadar acımasız ve vurdumduymaz olduğunu gördüm. Cehennemi bizzat dünyadayken yaşadığımızı, kötülerin hep tetikte ve güçlü olduğuna bir kez daha şahitlik ettim.


Doğayla yaşadığım bu romantik ilişkide en büyük pişmanlığıma gelince; insan familyasının bir üyesi olarak hayata gelmiş olmak en büyük pişmanlığım oldu. Keşke bir kardelen olsaydım, yüce doruklarda can bulan, keşke bir solucan olsaydım toprağın altında bitkileri havalandıran, onları hayatta tutan. Küçük Prens'in B12 astroidinde yalnız bıraktığı fanustaki gül olmayı bile tercih ederdim doğrusu. Yani demem o ki bu yangın yerinde kendi beşeri romantik hallerime pek dalamadım. Aşktan çok canım yanmış olsa da bu olgunluk çağımda bana acımasızca davranan adam diye geçinen insan evladının yaptıkları önemini yitirmiş durumda. Adem denenin manasına eremediği bu hayatta artık beni Ademin yaptıkları da şaşırtmıyor. Pişmanlığım ise insanı hala "KAMİL"sanıyor olmak. Kaygusuz Abdal'ın şu dizeleri ile noktayı koyayım.


Bu Âdem dedikleri

El ayakla baş değil

Âdem mânâya derler

Surat ile kaş değil.



 

BAĞIMLILIK

- yorgun kafa olmayan kalp -


İnsan bilmediği bir suya atlayınca neresinde boğulabileceğini bilemiyor. Ben de o misal azcık sevgi göreyim herkesi silip kendimi bile unutup, onun için yaşamaya başlıyorum. O mutlu olsun da ben önemli değilim diyerek kendimi aşağılamaya ona bağımlı olmaya başlıyorum. Tabi ki tek pişman olduğum davranış bu değil, bu adam benim beyaz atlı prensim dediğim anda tüm geçmişimi dökerim ortaya. O kadar çok dökerim ki içimi bu anlattıklarımla karşındakini sıktığını düşünüp hemen onu mutlu etmeye çalışırım. Fakat şöyle bir durum var, çok beğenerek yeni bir elbise aldığınızı düşünün bir kere iki kere giydikten sonra artık çokta hevesiniz kalmaz değil mi? İşte benim pişmanlık yaratan bağımlılığından doğan mutlu etme isteğinin de karşı taraf için bir süre sonra pek de önemi kalmamaya başlar.


Herhangi bir şeyi daha çok yapmak. daha çok sevmek, daha çok çaba sarfetmek, daha çok ilgilenmek gibi. daha çok yapan genellikle de kaybediyor.

Tabi böyle yazması kolay da, insan sevince bunların hiçbirini düşünemiyor. haklı olduğun halde özür dileyecek kadar sevip aptal olmaya başladığında bir şimşek çakıyor, her şeyi bitiren o şimşek oluyor işte. Kış Uykusu filminden Aydın'la Nihal arasında geçen bu diyalog ilişkilerin en güzel özetidir;


"Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip onu tanrılaştırmak; sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak. Bana biraz haksızlık etmiyor musun?"


 

PİŞMANLIK MI ÖĞRETİ Mİ?

- ayşe menekşe -


Gereğinden fazla değer vermek mesela kendime vermem gereken değeri karşımdakine vermek. İlk aklıma gelen bu oldu. Toplumca en büyük yanılgılarımızdan biri bu olsa gerek. Aileden gördüğümüz, toplumda yer edinme araçlarından biri, bu olgu. Küçükken anne babamıza, akrabalara; biraz büyüyünce okulda öğretmenlerimize karşı takınmamız gereken tavrın bu olduğu artık DNA’ mıza işlemiş. Başka türlüsünü düşünemez olmuşuz. Önce karşındakini memnut et!


Ama bi yerden sonra, algımız açıldıkça mı desem yaşadıklarımız altında ezilme duygusunu hissetme baskısı mı desem her ne oluyorsa kendimize göstereceğimiz saygı ve sevginin her şeyden daha önemli olması gerektiğini idrak ediyoruz. Çünkü Ömer Hayyam’ın da dediği gibi ‘’Ben olmayınca bu güller yok, ben olmayınca bu serviler yok, kızıl kızıl dudaklar yok, mis kokulu şaraplar yok, sabahlar akşamlar yok ,sevinçler tasalar yok, be düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.’’


Varlığımızın muhteşem detaylarını gördükçe en çok sevmem, değer vermem gerekenin kendim olduğuna ikna oluyorum.


Herkesi olduğu gibi kabul etme yetisi - ki çok da doğru değil – sevdiğim adamın karakterime hiç uymayan ve bana çok zarar veren pek çok özelliğini görmezden gelmeme sebep oldu. Uzun zaman sonra dönüp baktığımda dinlediği müzikten tutun da insanların zor günlerinde yanında olma şekli, hobileri, fobileri o kadar farklıydı ki benden, olduğu gibi kabullendim önce ama sonrası facia. Ben ‘’ ben ’’ olmaktan çıktım, kendi hayatımda figürandım. Bu figüranlığa devam edip etmemeyi de uzun zaman düşündüm. Toplumsal baskı, yalnız kalma korkusu gibi farklı ve beni zorlayan nedenlerle karar vermem uzun sürdü. Ayrılma kararını almadan hemen iki saniye önce söylenen cümle - ki bu cümleyi duymasaydım belki hala devam ediyor olacaktım – galiba bardağa damlayan son damlaymış. Tamam dedim bitti. Onca yıla, emeğe rağmen.


Verdiğim en iyi kararlarımdan biridir. İnsan kendi olmadığı yerde kalmamalı yazıyor bi sürü yerde. Hani bu cümleye katılmamak elde değil bazı durumlarda. Bu coğrafyada özellikle kızlar yetiştirilirken kendinden önce başkalarına önem vermesi gerektiği öğretilir oysa insan mayasına zıt bir durumdur. Ben olmadan biz olmaz. Özellikle kızlar. Önce kendimize öncelik sırası vermeliyiz ki toplum da buna göre şekillensin.

En büyük pişmanlığım budur, önceliği diğerine vermek. Kendimsiz olmayı maharet saymak. Aklanmak için nedenler uydurmadan dümdüz tekrarlayayım. Herkese ve her şeye rağmen benliğimizi bulmalı ve ben’e göre yaşamayı becermeliyiz.


 

BEKLENTİ

- melike yılmaz -


Romantik bir ilişki ne çok istedin değil mi? Bir aralar çok romantiktin zaten. Ama umduğunu bulamadın, bulduklarında da sen mutlu olmadın. Böylece o meşhur aşk mı para mı sorusunun cevabı paraya dönmeye başladı. Peki dürüst olup geriye bakarsan ne söyleyeceksin? Tamam karşına çıkanların da hiç oluru yoktu ama olur gibiydi, lütfen olsundu hatta bir aralar. Ne değişti? Bu konuda hala daha hassas olduğunu biliyorum o yüzden ben söyleyeyim ne değiştiğini. Yaptığın en büyük hata fazla beklentiye girmekti. Çok hayal kurdun bence bu çok kıymetli ama ayakların yere basmadı. O hiç senden senin ondan hoşlandığın gibi hoşlanmadı. Oyun oynarken yan yana durduğunuzda onun kalbi seninki gibi yerinden çıkacak gibi olmadı. Seninle iletişim kurması sosyal medyalardan yazışmanızın nedeni arkadaşından hoşlanan arkadaşı için yakın olmaktı. Şimdi bakınca haklısın böyle anlamana yol açacak işaretler de vardı. Bunun için seni suçlamıyorum ama gerçek sevginin seni şüpheye düşürmeyeceğini, acaba dedirtmeyeceğini biliyorsun artık. Her duygu çok özeldi ve seni bir sonrakine şeye hazırladı. Şu an aynada gördüğüm bu kızla gurur duyuyorum. Bu sefer de fazla mantıkçı oldun ama bir gün o gerçek sevgiyle karşılaşacağını biliyorum.


 

SU GÖTÜRMEZ BİR GERÇEK

- mon cher -


Her zaman kendinden ödün veren ve fedakarlığı bir tık daha fazla olan taraf oldum ve bu yüzden de çok hırpalandım sanırım. Çünkü kendinden ödün vermek bir yandan da o ilişkiye olabildiğince bağlanmak benim için. Tutkuyla bağlı olmak, bağlı kalmak. Karşı tarafa fazla tolerans doğuran bir durum. Bu durum her şeye sebebiyet veriyor maalesef. Ayrılık başta olmak üzere, ihanet, saygısızlık, sadakatsizlik, güvensizlik, daha fazla çoğaltılabilir. Şımarmak, şımartılmak hoş şey, güzel şey ama bunu kötüye kullanmak bir o kadarda soğutabilen şeyler. İnsanın bir anda aklı başına gelir böyle durumlarda. “Ya ben ne yapıyorum?” deyip kendine soru sormak lazım. Nasıl bu hale gelebildik demek ve oturup düşünmek lazım. Lazım da lazım yani anlayacağınız. Olağan ve can yakıcı davranışlar arasında buluverir insan kendini ve bu da su götürmez bir gerçek.

 

KEŞKELERLE DÖNMÜYOR DÜNYA

- igiem -


Eski sevgilimle aramız bir iyi bir kötüydü.


Hep tartışırdık birbirimizi çok fazla eleştirirdik ama aramızda bir fark vardı ki ben onun bana karşı davranışlarını eleştirirken o benim dış görünüşümü eleştiriyordu! Evet resmen yüzümdeki kusurları kilomu sürekli yara olan dudaklarımı eleştirirdi. Ayrıca sırf cinsel anlamda yakınlaşmayla ilgili sınır koyduğum için bile bir kere bana kadınlığını kullanamıyorsun dişilik duyguları sende sıfır demişti ve benim bu çok ağrıma gitmişti. Aslında ben hiçbir şey için pişman değilim de keşke ama keşke sırf o laf için ona kocaman harflerle SİKTİR GİT deyip yoluma bakabilseydim. Her şeye eyvallahım var da o laf içimde öyle bir kaldı ki.

bottom of page