top of page
Ara

ree





Gülay Turan:


On altı yaşındaydım. Karlı bir kış sabahı okula giderken, evimizin tam önündeki Barbaros Bulvarının birinci yolunu geçip orta kaldırımda arabaların durmasını beklerken freni patlayan bir araç aniden bana çarptı.. Ambulans gelmeden önce, nasılsa ölmüş diyerek üstümü ıslak gazetelerle örtüp kaza tutanağı tutan polislerden birisi “yazık bu genç kız, böyle sokakta yatmasın” diyerek bana yaklaşınca nefes aldığımı görmüş ve aylarca süren hastane dönemim böyle başlamış oldu. Koma, kırıklar, tetanos, vb ile geçen bu dönemden hatırladıklarım ve hatırlayamadıklarım var. Ama aylar sonra hastaneden çıkarken doktorun bana söyledikleri ömür boyu aklımda kaldı. “Bak evladım, sen şimdi yarım insan sayılırsın, artık tek başına sokağa çıkamazsın, yolu karşıdan karşıya geçemezsin, arabaya bile binemezsin. Bunları bil ve öyle yaşamayı öğren!” Ben altı ay boyunca, evde pencerenin önüne konan yatağımda, yine Barbaros Bulvarı’na bakarak ve kıpırdamadan yattım. Çünkü beyin sarsıntısı geçirmiştim ve başımı bir taraftan diğer tarafa çevirmek dünyanın en azaplı işiydi. Aynı anda ölmek ve yaşamak böyle oluyormuş demek diye düşündüğümü hatırlıyorum, canlıydım ama yaşamıyordum. Ayak ucumda duran kauçuk saksısı ile aynı hissediyordum kendimi, annem bana çorba ona da su veriyordu. İkimiz de öylece duruyorduk. Ve ikimiz de güzeldik.. Hiç konuşmuyordum, her şey, zihnimde sürekli asılı duran buzdan bir perdenin arkasında olup bitiyor ve ben soğuk, uzak, kıpırdamadan bakıyordum. Korkmuyordum, hiçbir şey hissetmiyordum. Ama bir sabah pencereden kırmızı bir araba gördüm, küçük bir araba. Hızla yokuş aşağı gidiyordu. Ne güzel gidiyor diye düşündüm. Ya ben ne yapıyorum? Hiçbir yere gitmiyorum, sokağa bile çıkmıyorum, öleyim daha iyi… Böyle yaşamak, yaşamak değil, öleyim daha iyi dedim kendi kendime. O sabah annemden bana yeşil elbisemi giydirmesini ve bahçeye çıkarmasını istedim. Madem ki ölmemiştim, (ve istediğim zaman ölemiyordum) o zaman yaşamalıydım. Yaşama santim santim tekrar bağlandım. Bir yıl sonra babamın görevi nedeniyle gittiğimiz Paris’te ehliyet sınavına girdim. Yanımda bir Fransız polis, ünlü (ve karmakarışık) Etoile meydanında verdiğim sınavda başarılı oldum ve ehliyetimi aldım. Bu benim için yaşadığım son iki yılın tüm acısını unutturan muhteşem bir başarı olmuştu. Daha fazla vuracak dip olmadığında mecburen yukarı çıktım, doktorun bana söylediği “yarım insan olma” halini kabul etmedim. Şimdi düşünüyorum da bunu çok da bilinçli ve planlı yap(a)madım sanırım. Daha çok bir içgüdü idi, sadece canlı olmak değil, gerçekten yaşamak içgüdüsü. Evlendim, çocuklarım oldu, fırtına gibi araba kullandım, dünyanın pek çok noktasında tepelere tırmandım, denizlere daldım, pek çok risk aldım. Bugün yetmiş yaşındayım, geriye baktığımda korkmamayı öğrendiğim ve on altı yaşındaki o yaralı kıza öğrettiğim için kendimi kutluyorum. Eğer bana söyleneni kabullenip bir ev bitkisi kıvamında yaşasaydım ona “yaşadım” diyebilir miydim?


Haydar Öztürk:


Bir çok kez dibe vurdum. Ya da dibe vurduğumu sandım. Çünkü bazen sadece kendi zihnimde abarttığım şeylerdi. Mesela çok sevdiğin birinin seni kullanıyor olması gibi. Duygularınla oynanması gibi. Ama ilk dibe vuruşum ve son dibe vuruşum en çok şeyi öğrendiğim deneyimlerdi. İlk dibe vuruşumda ergenlik yıllarımdaydım. İki yıla yakın, parçalı olarak sokakta yaşadım. Başlarda en çok kendime tekrar ettiğim şey, "neden ben?" sorusu oldu. Bu soru o kadar refleks haline gelmişti ki, artık herhangi bir sorun yaşadığımda diğer bütün sorunlarımı bir araya getirip aynı soruyu sorup duruyordum. Neden ben? Bu soru, kendimi kapana kısılmış, çıkışı olmayan bir tünelde gibi hissetmeme sebep oluyordu. Sokakta olan başka insanları tanımaya başladıkça, hayatın adil olmadığına dair olan kızgınlığım azalmaya başlıyordu. Çünkü, tüm yalınlığı ile düşününce ben sadece sinir hastası bir anneden kaçıyordum. Her zaman eve dönebilirdim. Ne kadar eve dönmek yine şiddet görme tehlikesi olsa da dışarıda ki tehlikelerden güvenli sayılabilirdi. Ancak sokakta tanıştığım bir çok insan için dönülecek bir ev yoktu. Ben sevilmediğimi sanıyordum ama bu insanlara kızacak, bağıracak birisi bile yoktu. Evden kaçmam, kendi yaşadığım sorunu düzeltmek için bir yoldu. Gördüğüm hayatların düzelmesi için daha karmaşık çözümler gerekiyordu. Kendi derdi içerisinde debelenirken karmaşık olan her şeyden kaçınmak istiyor insan. Nitekim ben de çok defa annemden yadigar sinir problemimin üstüne gitmedim. Bu deneyim beni daha çok genel hususlar konusunda eğitti. Sokakta kaldığım zamanlarda genelde tedirgin ve korku içerisindeydim. Elimde 2 torba lise kitaplarım sokak sokak geziyor, bulduğum parkta yatıyordum. Ya kız arkadaşım yemek getirir veya harçlığını benimle paylaşırdı, ya da sokakta beni okul üniformam ile gören ve acıyan birisi para verirdi. Param olmadığı zamansa sokaktaki arkadaşlarımla manavdan bir şeyler çalmak zorunda kalırdım. Bu yardımlar için başlarda çok utanırdım. Kabul etmediğim de çok olmuştu. Bu utancın yerini mahcubiyet aldı. Her şey geçip gittikten sonra da minnettarlık. Bu süre zaafında öğrendiğim tüm şeylerden bahsedemem ama beni gerçekten çok olgunlaştırdı. Çünkü ne sorun yaşarsam yaşayayım her zaman bir çözümü olduğunu düşündüm. Bana en önemli dersi bu oldu. Çaresizlik çok tehlikeli bir durum. Çaresiz insanlardan uzak kalmam gerektiğini fark ettim. Çünkü bugün derdini dinlediğin insan çaresiz halde ise, seni ezmeyi kendine çıkış yolu görüyorsa, bunu yapacaktır. Eğer çözüm yolu bulmak ise derdi bunun için kimseye ihtiyacı yoktur. Hepimizin yol gösterilmeye bir nebze ihtiyacı olabilir. Yine de bu riski kendim için almamam gerektiğini gördüm. Diğer insanların tahmin ettiğimiz gibi çok ta kötü insanlar olmadığını, kolay etkilenebildiğini öğrendim. Ne kadar sokağa adapte olmuş olsam, aç kaldığımda çalsam, gerektiğinde agresifleşip kendimi savunsam da, okul üniformamı üstümden hiç çıkartmadım. Bana iyi bir çocuk imajı katıyordu ve bu da aç kalmama engeldi. Kendimi savunamayacağım durumda başkalarının beni savunmasını sağlıyordu. Gece açık olan bir börekçiye, bir kafeye girip oturabiliyordum. Arkadaşlarım bunu yapamıyordu çünkü üstlerindeki elbiseler, kirler insanların onları "serseri" olarak görmesine sebep oluyordu. Algının, görünüşün ne denli önemli olabildiğini öğrendim. Hikayemi yaşamayı daha bitirmemişken paylaştığım insanlar düşüncelerimden ve konuşmalarımdan çok etkileniyordu. Bu beni zamanla iyi bir anlatıcı olmaya itmişti. Bana acınması bazen çok hoşuma gidiyordu. Bu belki de biraz annemin acımasız davranmasından dolayıydı, biraz da hayatta kalabilmem için ve bir şeyler elde edebilmek için(yemek, para, kibirsel tatmin) kullandığım bir şeydi. Çok fazla yalan katardım hikayelerime ve çok defa bu yalanlarımla yakalandığım da oldu. Bunun bende oluşturduğu utanç en yükseğiydi. Yerin dibine girmek istercesine utanıyordum böyle durumlardan. Ben de bu yüzden okumaktan, araştırmaktan ayrı bir zevk alıyordum çünkü gerektiğinde bildiğim şeyler verdiğim örnekler imajıma yardımcı oluyordu. Kendi kafamın içerisinde hikayeleri daha güzel düşüncelerle daha güzel kelimelerle anlatıyordum her seferinde. Eve döndükten sonra ilk işim uzun bir depresyona girmek oldu. Bütün girdiğim sancılı depresyonlar gibi şanslıydım. İngilizce öğrendim, hem de istemeden. Sonrasında üzerine gittim ve bu sayede hayatımı kurdum. Beni Dünya'ya açtığı için evden çalışma fırsatı yakaladım. Bir çok insanın kuramayacağı büyüklükte bir kütüphanem oldu. Evden çalışabildiğim işim, çok değerli arkadaşlarım oldu. Derken, babam hayatını kaybetti. 24 yaşındaydım ve hala her tarafımla bir çocuktum. Hem de sinir problemimi aşamadığımın farkında bile değildim. Kendisine bazen çok kötü davrandığım oluyordu. Ölürken bile kendisine bağırıyordum. Öldükten sonra çok sert bir şekilde dibe vurdum. Ölüm anı gelene kadar hayat refleksi olarak hep kendimi düşünüyordum. Bu konuda hala kendimi suçlu hissediyorum. Kendi yaşadıklarımla o kadar meşguldüm ki, annem veya babam hep yeterince önemli değildi benim için. İnanılmaz bir kibre sahiptim. Başıma gelen onca şeyden sonra hepsini ben başardım sanıyordum. Şanslı olduğumu, ne kadar yeterli hissettirmese de onlarında elinden geleni yapmaya çalıştığını, neticede annemin hasta olduğunu sadece yüzeysel olarak kabul edebiliyordum. İlk bir kaç ay harici dibe vurduğumun farkında bile değildim. O sırada üç işte çalışıyordum ve kendimi işlerime vermiştim. Meşgul olup kaçmaya çalışıyordum. Babamı hatırlatacak her şeyden kaçınıyor, vicdanımla yalnız kalmaktan çok korkuyordum. Onu ne kadar çok sevdiğimi fark edememek, ona kötü davranmış olmak beni yiyip bitiriyordu. Kendime çok kızgındım. O göz ardı ettiğim sinir problemim iyice kontrolden çıkmaya başladı. En ufak şeylerden duyduğum rahatsızlık, büyük tepkiler vermeme yol açıyordu. Pandemi başlayana kadar da farkına varmadım. 27 yaşımdaydım artık. Pandemi de kız kardeşim ziyarete gelmişti. Kendisiyle maske takmadıkları için, yaşlanan anneme zarar vereceklerini düşündüğüm için tartışmaya girdim. Fazla sinirlenip evden kovmama kadar uzadı mesele. Annem de kardeşimin tarafını tutup, gitmeleri üzerinden baya zaman geçmiş olmasına rağmen saatlerce konuşunca, o yıllardır içimde tutup iyileştiremediğim sinirime yenik düştüm. Bana yaşattığı bütün travmaları hatırlayıp, ağlayarak kendisine hiç bir zaman yeterli olmadığımı haykırıyordum. Beni hiç sevmediğini, onun için hiç önemli olmadığımı, kardeşimi her zaman daha fazla önemsediğini, ölsem onun için daha iyi olacağını söylüyor, söylerken de inanıyordum. İnandıkça sinirleniyor, sinirlendikçe evde bulunan kırılabilir her şeyi kırıyordum. En sonunda öleyim de kurtul benden diye sol bileğimi büyük bir cam ile kestim. Yıllarca kez kafamda senaryosunu kurduğum "kendimi öldürme" eylemini hayata geçirmiştim. Atar damarım dışarda idi ve çok fazla kan kaybediyordum. Elimden komple kesmemem için son anda aldı camı ve şiddetli paniğe kapıldı. Bir kaç dakika içerisinde yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu anladım ve çok pişman oldum. Apar topar komşular doktora yetiştirip 8 dikiş atıldı. Ve artık biliyordum. Sinir problemim için, travmalarım için, içinden çıkamadığım düşünceler için profesyonel bir yardım gerekiyordu. Hastane de tek düşünebildiğim tekrar keman çalıp çalamayacağımdı. Endişeliydim. Öğrendiğim en büyük ikinci dersi bu olaydan sonra öğrendim. Problemlerimden kaçmak bir çözüm değildi ve ben de bir dahi değildim. Bu kadar aptalca bir şeyi yapmak, kendime üzülmeme sebep oldu. Bu üzüntü samimi bir üzüntüydü ilk defa. Acıma değildi. Kendimle daha iyi ilgilenmem gerektiğini biliyordum. Dürüstçe ve samimiyetle psikolojik yardım aldım ve hayatımın bir büyük sorununu daha arkamda bıraktım. Bundan sonra alacağım derslerin, bu denli tehlikeli ve ön görülemez durumlardan gelmemesini umuyorum.





Ben Ferhat , 20'li yaşların ortalarında evlendim kızım oldu para kazanmaya başladım ve gitmek istediğim yerlere gidebiliyordum almak istediklerimi alabiliyordum yapmak istediklerimi yapabiliyordum taa ki kızım tip1 diyabet tanısı alana kadar. O zamana kadar kendimi her şeyi halledebilir her zorluğun altından kalkabilir zannediyordum ancak bu çözümsüz sağlık problemi hele ki 9 yaşındaki kızımın başına gelmişken benim dibe çöküşümün başlangıcı oldu. Sonrasında yaşamdan zevk almayışlar yaradana kızışlar bunun kendimle alakalı olduğunu düşünüp kendime bir cezaymış gibi yaşamaya başlamak derken uzun bir terapi süreci ile son 6 yıldır devam ediyorum sonuç olarak yaşamın elimizde olmayanları kabul ediş olduğunu anlamaya başladıktan sonra dipten yukarı doğru usul usul çıkmaya başladığımı hissediyorum. Şimdi çok daha iyiyim ancak yaşam dünya yaradılış insan gibi bir çok mesele ile alakalı bir çuval hayal kırıklığım var...


Sevgiler





Tolkien’in şehri Oxford’da, bundan 6 yıl önce. Evliliğim çöktü, ben de. Bir konferans için uzak bir ülkeye giderken sessizce ayrıldı. Kapı sesini duyunca kalktım ve pencereye gittim. Gözyaşları birer ok gibi, büyük bir acı. Şimdi şaşırıyorum nasıl böyle bir acı çektiğime. Üstelik doğum günümde. Hayatımda ilk kez kendi kendime kutladım. Bedbaht olduğum halde o günden kalma süper bir fotoğrafım var. Çok seviyorum bu fotoğrafı, madalya gibi; biriyle mutlu evlilik fikri kendimle evliliğe dönüştü. Estes’in dediği gibi doğmak için öldürmek gerekiyor. Psikiyatrist Aydın Demirkol’un dediği gibi gecekondu yıkılıyor ve kendi kendimi inşa etme zamanı başlıyor. Çok şey öğrendim. En önemlisi kendi kendimle bile olsa bir ilişkiyi devam ettirmeyi. Hata yapmayı ve devam etmeyi, kırılmayı ve devam etmeyi, en güzeli de büyümeyi. Büyümek kadar büyülü bir şey yok.




Hiçbir zaman gerçek bir dibe vurma yaşamadım. Hayatı kaçak oynayanlardanım. Güvenilir ve bilindik yolları tercih ederek karınca olmayı seçerim ya da zaten bir karıncayım. Dışarından bakıldığında bunda bir sorun yok aslında. Ancak benim sorunum şu ki; seçtiğim hayatı sırtlanıp giderken sık sık gökyüzüne bakıp bir kuş olmanın hayalini kurmak, onun özgürlüğünü kıskanmak, gökyüzünü tatmayı istemek. Metin zaten beni dibe vurmak kısmından değil umut ederek akan zamanın vahametinden vurdu. Özümde olmayan bir hayatı sırf güvenli ve konforlu diye mi tercih ediyorum? Yani bir kuşu karınca olması için mi zorluyorum? yoksa bir karıncayı kuş olabileceğine inandırarak onu bu beklentiler içinde hayatından mı çalıyorum? o satırları defalarca okudum, insanın özünü anlaması zormuş.



Aslıhan:


Çıkalı 1 ay oluyor şimdi, yaklaşık 3 ay dipteydim. Dipte olduğumun farkındaydım, daha önce de yaşamıştım ama bu sefer bir fark vardı; dipte olmak ile çatışmaya girmiyordum, kendimi çıkarmak için canla başla uğraşmıyordum. Hiçbir şeyin anlamı yoktu çünkü, dibin de çıkmanın da, uyanmanın da, isyan etmenin de. Dip rahattı, tek yapmam gereken hiçbir şey yapmamaktı. Sadece hissettiklerime teslim olmuştum, değersiz, yetersiz, başarısız, güçsüz, karamsar, yalnız. Dipten önceki kişiliğimi, beni yaşamın içinde iyi kötü tutan mekanizmalarımı da kaybetmiştim, yastaydım. Ruhsal tecritte, kapalı bir kutuda, ulaşılamaz bir yerdeydim içimde. Çıkmak da git gide zorlaşmıştı zaten. Buraya yazıyla sığmayacak kadar ağırdı yani, daha fazla içinizi karartmayayım, sonuca geleyim:) Bu üç ayın sonlarına doğru, çok şaşırtıcı bir farkındalık yaşadım. Küçüklüğümden beri olan içimdeki boşluk, anlamsızlık hissi yok olmuştu! O boşluğa her anlamı sokmaya çalışmıştım. O boşluğu birileriyle doldurmaya çalışmıştım. "Bir şey" olabilirsem-herhangi bir şey; sanatçı, yogi, öğrenci, birinin eşi, iş sahibi, entellektüel vs vs- o boşluk gider sanıyordum, gitmedikçe kendimi yetersizlikle suçluyordum. Onay almak, görülmek o boşluk hissini paralize edebiliyordu ama geçici süreliğine. Herşeyi denemiştim... Gitmiyordu... Ama yoktu şimdi! Ve hiçbirşey yapmamıştım o gitsin diye. Aslında olan şuydu; Uzun süredir kendimi bir kalıp ile tanımlayamıyordum, hiçbir şey değildim. Izdırap içinde yataktan çıkamayan, ağlayan, acıkan, sıkılan, sevemeyen, sevinemeyen bizzat bendim. Rol değildi, mış gibi yapmıyordum, çabalamıyordum, içimden geldiği gibiydim. Vardım sadece. Nasıl var olduğum ile kaygılanamayacak kadar pes etmiştim. Gerçekten olduğum buydu, her çaba her eylem beni bu noktaya getirmişti, yüzleşmek bu değilse neydi? Bana öğretilen varolma biçimlerinin eninde sonunda mutluluğa götüreceği inancı yıkılmıştı. Sahip olmak bir ilüzyondu, geçicilikte kapıldığımız. "Bir şey" olup bana dar gelen kalıplara sığmaya çalıştığımda eninde sonunda isyan ediyordum. Bir tanımı, sıfatı olmadan KENDİM olmak çok daha zor, kendi seçimlerimi yaşamak hazır formülleri yaşamaktan daha kaygı verici, ama otomatikliğe, robotluğa, koyunluğa, sorgulamamaya bin kere tercih ederim. Kendiliğimden gelen tepkilerim, beklenti karşılama çabasından sıyrılmış davranışlarım, duyduklarımı tekrar eden değil de kendi düşüncelerimi ifade eden sesim benim değerli varlıklarım. Artık sorgulamıyorum ben neyim ne olacağım diye. Ben varım. Bu dünyadayım. Güçlü bir benlik bilinci geliştirmeye, kendim olmaya niyetliyim. Özgür olmaya niyetliyim. Bu süreçte bana ışık olan bir kitap var, onu da ekleyeyim, benzer süreçlerden geçen kimselere yardımcı olacağını düşünüyorum. Rollo May-Kendini Arayan İnsan Sevgi ve özgürlük dilekleri ile,


2017 sonbaharında tıp fakültesinin 2.sınıfında bir kıza aşık oldum. Açıldım ve karşılık gördüm. Okul başarım yüksekti, öğrenmeyi severdim. Duygusal hayatım ise boştu ve dolması umudu içimi ısıtıyordu ki 'O'nun görüntüsü hayalimdekine yakındı. Böylece hayatımdaki eksik ortadan kalkarken, birbirimizi sevip destekleyerek devam edicektik bu zor yola.


Onun beklentileri ise farklıydı, insan ilişkilerinde iyi olmak, popülerlik arayışındaydı, öyleydi ancak tatminsizdi. Bir süre sonra kendimin beğenilmediğini farkettim, bunu reddetmeye çalışsam da karnımda bir ezilme hissini görmezden gelmeye benziyordu. Kendimi bu kadar beğenirken beni neden beğenmiyordu? Kilo vermeye başladım, onunlayken samimiydik ama arkadaşlarıylayken güvensiz hissediyordum. Zamanla artık ben de kendimi beğenmiyordum. Yüzümün sağ tarafının aşağı doğru kaydığına dair gittikçe kuvvetlenen bir inancım oluşmuştu. Her aynaya baktığımda kendime çok itici geliyordum ve bu asimetri kendimi küçümsememe sebep oluyordu, karnımdaki ezilme aynı yerinde şiddetleniyordu. 2017 yazında derece sahibi olduğum için finale kalmadan döndüğüm evim kurtuluşum gibi hissettirdi, artık beraber yaşamıyorduk ve kendimden iğremem azalmıştı. Derken onun olmayışı beni kaygılı hissettirene kadar. Onu arıyordum, mutlu etmek, beraber etkinlik yapmak ve hatta o zamanki kaygılara kabuldüm. Yanına mı gitsem diye düşünürken bu çirkinliğim, yanına layık olmadığım aklımda şimşek gibi çakıyordu. Onu çok özlüyordum ama yetersizlik hissi öyle sarmıştı ki beni her sabahı kusarak geçiriyordum. Çok kilo verdim ve aynalara hiç bakamaz oldum. Dini inancıma yoğunlaşmaya çalıştım pek faydası olmadı. Arkadaşlarımla çıkamıyordum çünkü artık sadece 'O'nun yanında değil herkesin yanında ezik, değersiz hissediyordum ama en yorucusu bunu belli etmemek için saldırganlaşmıştım. Bir yarışma duygusu sarmıştı beni, baskı altındaydım, kontrolden çıkmıştım. Stressiz olduğum hiç an olmayınca da artık insanlar da benden uzaklaşıyordu. Bir gece dayanamayıp babamın arabasını kaçırıp onun yaına 4 saatlik yola çıktım. Gece 3 tü ve uykusuzdum. Sabah vardığımda haber vericektim, sürprizdi. Sabah vardım zar zor uyandırdım. Dudaklarının paha biçilmezliği ve onunlayken hayallerimin hayatının ulaşılabiilir olması beni büyülüyordu. Artık tek bir eksik vardı. Bendim. Kalede oturup deniz manzarası izlerken babam aradı, hiddetli bir konuşma geçti aramızda. Şehir içinde olduğuma inandırdım. Ama hızla yola çıkmalıydım, vedalaştık, berbat uykusuzluğumla hızlı sürerken uyuyakaldım. Refüje çarpar çarpmaz uyandım araba hafifçe yan duruyordu ama ustalıkla düzelttim, şoförlüğüm iyiydi, kontrolsüzdüm sadece. Arabayı otoban kenarına çekip irkilmiş bedenime sarılarak yere oturdum kaldım. Arabanın jantı yamulmuştu yola devam ettim. Eve gelince laptopun karşına geçip telefonumu kapatıp oyun oynamaya başladım. Kimsenin bana ulaşmasını istemiyordum, ürpertim ancak görmezden geldiğimde beni kuşatamıyordu. Ailem odaya girdiğinde beni gördüler ama bakmıyordum. Sadece oyuna odaklanmıştım,yanıma oturdular ve korkmuş görünüyorlardı kafamı çevirip bakınca. Ufak bir sohbet sonrası bağırarak ağlamaya başladım ki sohbetin sonu oldu, kendimi yerden alamıyordum ve iç çekmezsem nefessizlikten ölebilirdim. Akşamına telefonu açınca onunda korkup birçok yerden bana ulaşmaya çalıştığını anladım. Tam hatırlamıyorum ama o sıralarda ayrıldım ondan. Pek kötü karşılamamıştı sanki. Bunların üstünden çok zaman geçmeden bir psikiyatre gitmeye ikna edildim ailem tarafından, psikiyatr tarafından da kliniğe yatırılmaya. 2 hafta yattım orada, her gece bir kere aynaya bakma antremanım, her sabah ekt tedavisi yüzünden yakın belleğini kaybeden oda arkadaşımla tekrar tanışmam, bana mektup yazan platonik bir aşığım, satranç oynadığım sessiz amca, yılın hep bu zamanlarında kliniğe yatmaya bayıldığını söyleyen güleç teyze ve bazen bazılarının nevrotik nöbetleri. Oda banyosunda ayna yoktu ki bu harikaydı. Gardiyanla atışıyordum, dışarda dövüşmek üzere karar almıştık ki saçmaydı. Ailem ziyarete geldiğinde bahçeye çıkardık, buraya ait olmadığımı söylerken sanki kendilerinden utanıyorlardı, utanç kaynakları ise benim burada olmamdı onlara göre. Bense doktor çık demeden çıkmak istemiyordum. Bambaşka bir dünya, dış dünyadan izole. Neyse okula gittim onunla görüştük. Önümde diz çökerek ağlamıştı olanları anlatıp tekrar sevgili olmak istemediğimi, akıl sağlığıma iyi gelmeyeceğini söylediğimde. Şaşkınlığımı hatırlıyorum sevinç ve gurur duygusuna bulanmış. Madem bu kadar istiyordun neden kendimi hiç iyi hissettirmeye çalışmıyordun? Beni sevdiğine ikna olmuştum kolayca ve barıştık. Akademik olarak etkisiz olduğumu çünkü ilaçların aklımı bulandırdığını ve bir türlü tanı alamadığımı saymazsak bir önceki yılın kopyası acılıydı. Ha bir de yurttan ayrılıp öğrenci evine çıkmıştım.


Yıl bittiğinde, ikimiz de finale beraber çalışıp geçtiğimizde artık yatay geçişle memlekete geçmeyi kafaya koymuştum. Başka türlü bu girdaptan kurtulamazdım. Ona da söyledim ancak böyle bir ihtimalin varlığını sadece. Sınav sonrası bir hafta beraber geçirdik. Onu taksiye bindirdiğimde sonumuz olduğunu biliyordum ama söylemedim. Taksi gitti ben kaldırıma oturdum ferahlık vardı içimde, sanki yokluğun ortasındaydım ama esiyordu. Memlekete döndüm. Yeni okulumda insanlarla güzel ilişki kuramadım. İnsanlarla hiç güzel ilişki kuramaz oldum. Kendim olamıyordum sahte bir gülümsemenin altında gerginliğim beni yoruyordu. psikiyatr ve psikologtan destek alıyordum. Aile ilişkilerim sarpa sarmaya başladı. Kimliğimi unutmuştum. Önce dini inancımı kaybettim. Sonra disiplinlerimi ve öğrenme arzumu. Kafamı güzel tutarak kısa sürel ilişkilerde cinsel tatminler arar olmuştum. Ateist olduğumu söylediğimde ailem beni reddetti, evden kovulmuştum. Param yoktu, evim yoktu, okul zordu. Valizimle hastaneye giderken nerede duş alabileceimi düşünüyordum. Neyseki eski arkadaşlarımın aile evlerinde döne döne birkaç gün geçirdim. Çok utanıyordum aileleriyle ettiğimiz muhabbetlerde. Özsaygımı yitirmiştim ama en kendiini belli eden kaybım bunu belli etmemek için verdiğim çabayı kaybetmiştim.


Bilge değilim ancak insanlarla konuşurken ben olmaya çalışıyorum. Bilge değilim ama tekrar intihar girişimim olursa bunu o çırpınan çocuksu ben değil, eksileri artıları tartıp karar veren ben kesin olan yollarla yapar. Yine bilge değilim ama kendimi duymaya, bedenimle iyi geçinmeye çalışıyorum. Bilgeyim çünkü her aynaya baktığımda olanı görüyorum.



Aldatıldığımı anladığım an dibe vurdum. Artık tüm korkularımla yüzleşme vaktiydi benim için. On beş yılı evlilikle geçen yirmi yıllık ilişkime son vermek zorunda kalacaktım. İki çocuğumla birlikte neredeyse tüm düzenimi değiştirmem gerekecekti. Ekonomik konforum büyük oranda bozulacaktı. En fenası da hep kaçtığım yalnız duygusu ile baş başa kalmam gerekecekti. Fena halde korktum... Hayatıma bu şekilde devam edemezmişim gibi hissettim. Günlerce ağladım ve uyudum. İşe hayalet gibi gittim. Ne yapacağımı bilmeden geçen birkaç haftanın ardından korkularımın üstüne gitmeye karar verdim. Ne olacaksa olsun dedim. Hayatı boyunca korkudan ve acıdan kaçmayı tercih etmiş biri için büyük bir karar bu. Tuhaf bir cesaret hissetmeye başladım ve kendim için bir destek planı hazırladım. Kafası şişirilecek arkadaşlarıma ulaşıp durumumu ve ihtiyacımı anlattım. Yanımda olun dedim. Hızlıca bir psikiyatrist desteği alıp psikoterapiye ve antidepresana başladım. Yakın arkadaşımın yakın arkadaşı bir avukatla görüşüp haklarımı öğrendim. İki on yıldır ertelediğim tango kursuna başladım. Ve tüm bunları aylarca sürdürdüm (şu ana kadar dokuz ay oldu). Destek ihtiyacım giderek azaldı. Şimdi boşanmamın ardından altı ay geçti. Tuhaf olan şu ki, boşanmak düşündüğüm kadar yalnız hissettirmedi. Dünya başıma yıkılmadı. Bekar ebeveyn olmanın zorluklarına da hayatımı paylaştığım kişinin eksikliğine de alıştım büyük oranda. Hatta yeni hayatım için içimde güzel bir heyecan var. En korktuğum şeyleri deneyimlemiş olmak beni hayat karşısında yeniledi ve güçlendirdi sanki. Ha bir de tabi, kendimle gurur duyuyorum. Belki başkaları için sıradan ama kendisi için zor geçen tüm o olayları cesaretle göğüslediği için aferin Özlem'e!




Evliliğim dibe vurmam için kurgulanmış gibiydi. Üniversite sıralarında hakikate olan bir ilgiyle başladı her şey. Yaşadığımız hayat dışında bir şeyler sanki kendini göstermeye başladı. Sıkıntılarla elbette. Ama onların sadece bir başlangıç olduğunu çok sonra anladım. Evlilik hayatımın başlamasıyla değil daha o adamın hayatıma girmesiyle her şey tepetaklak oldu. 2006'da başlayan kabus 2015 sonlarında bittiğinde ne halde olduğum hakkında hiçbir fikrim yok şu an. Hayatımda sonrasında da kötü şeyler yaşadım. Sevdiklerimin ölümü, çocuklarımın sıkıntıları, belki daha niceleri. Ama bir daha hiç bir surette o kadar sarsılmadım. Dip bu olsa gerek. 9 sene süren dipte yaşama duygusu. Bazen çok daha derin bazen biraz daha katlanabilir. Ama stabil olan hep o dip gene. Sanırım dibin de dibi de olabiliyormuş dediğim yerde çıkarıldım o sonsuzmuş zannettiğim kısır döngüden. İnsanlar nezdinde kendi nezdimde hayat nezdinde en değersiz bir hale kadar düştükten sonra çıkarıldım. Tuhaf olan çıkmak için öyle mücadeleler ettim ki koca koca nasihatler sevgi gösterileri arasında. Kendini düşün! Senin kendine hiç mi saygın yok! Bireyim diyen kendine bunların yapılmasına izin verir mi? Ayşegül sen böyle mi büyüdün? Sen el bebek gül bebek büyütüldün? O kadar okudun? Boşuna mı okudun sen? Daha neler neler... İnsana dışarıdan hiç bir faydanın olamayacağını net anladığım sözlerdir. Kendini düşünmek. Düşünmez olur muydum? Kendimi bu evlilikten, bir narsistten kurtarmaktan daha başka bir önceliğim yoktu. Hayatımdaki herşey bu kurtuluş olmuştu. Ama olmuyordu. Yapamıyordum ki.... En sonunda insanlar beni de suçlamaya başladılar. Yok bende de bir hata olmalıydı kesin. Şımarıkça birşeydi kesin benimkisi. Bu kadar da olur muydu? Kendime gelmeliydim o insanlara göre. Bunu ben de istiyordum. Ama bir de çare sunsalar ne iyi olurdu. Terapistin karşısına tamamen kendi çabalarımla oturduğumda ilk söylediğim 'Boşanmak istiyorum ama biliyorum beni ikna edecek. Lütfen bunun olmasına izin vermeyin! O güne kadar ne bir arkadaşa, ne bir ailemden kişiye söyleyebildiğim çok net, safiyane söylenmiş bir istek. İstiyordum ama yapamıyordum. Bu kadar basitti. Terapistimin ilk dediği şey, ufukta güneş var Ayşegül Hanım. O güneş çok uzun zamandan sonra ilk kez bana da göründü. Henüz sorunun ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yaklaşık bir sene süren terapi süreciyle evliliğimden kurtuldum. Sonunda anladığımda bir soru sordum terapistime. Lütfen söyleyin. Ben bunca sene bu sebeple mi çektim bunca sıkıntıyı? Çok samimi bir şaşkınlıkla sormuştum bu soruyu. O beni daha da şaşırtan bir cevap verdi. Ayşegül Hanım, hiç fark edemeyebilirdiniz! Ve bu cevap beni halen irkiltebiliyor. Ne kazandım acaba yaşadıklarımdan? Öncelikle şunu söylemeliyim ki hiçbir şey birden düzelmedi. Elbette ki aksaklıklar oldu zaman zaman. Veya elbette daha sarp yokuşların önünde buldum kendimi. Hatta düşmelerim de oldu. Ama daha önce yaşadığım buhranlı zamanlarda kendimi kaybetmiş vaziyette olurken, kendim flu bir görüntü gibiyken artık her ne sorun olursa olsun kayıp değilim. Kendimi ayrı sorunu ayrı görebiliyorum. Her ne yaşıyorsam biliyorum ki artık: Ayşegül fark etmen gereken bir şey daha var. Şu an bilmiyorum. Ama fark edince seni mutlu edecek birşey daha var. Lütfen bunu bulmak için çabala. Farkındalık derece derece. Hayatı fark etmek, kendini fark etmek.. Sanırım yaşadıklarınız buna yarıyor. Diğer insanların dertlendiği şeyler gözünüzden düşüyor. Siz başka bir şeyin peşine düşüyorsunuz: Kendinizin.. İşte bu en büyük farkındalık ve belki de en sarp yokuş.. Kazandığınız gene mücadele oluyor. Bitmeyecek bir mücadele. Ama kesinlikle anlamın da eşlik ettiği bir süreç. Anlamla birlikte gelen bir sağlamlık, güç. Bu güç sizi dışarıda değil ama içeride güçlü yapıyor. İçeride güçlü hissettiğinizde kendinizi ispatlamaya çalışmıyorsunuz. Dile bir suskunluk geliyor. Zihninizi çok yormuyor hayattaki kargaşalar. Bu o kadar tatlı ki. Daha fazlası nasıl olur acaba. Herkesle barışmak. O kalp nasıl ola ki. Olanlar varlar ya da yok gibiler bu hayatta aslında. Hepsine aşkolsun ve de hepsine selam olsun..




2006 yılıydı. Üniversite’de geçen koca bir 2 yıl ve sonunda yatay geçişle en çok isteğin şehire gidebilecekken aynı şehirde kalmaya çalışıp kazanmaya çalıştığın ilişkin arapsaçına dönüp seni isyana sürüklüyor. Tüm hedeflerinin önüne koyduğun sonrasında da geri kalan hedeflerin yerinde sayarken umut bağladığın bu ilişki seni dağıtınca hayal kırıklığına uğrayıp, gelecekten beklentini minimuma indiriyorsun. Minimuma indirdiğim beklentimle sıfırdan, tüm imkansızlıklar içerisinde bir kulüp kurdum. Çok sevdiğim, bana inan arkadaşlarımı topladım etrafıma, onların omuz vermesiyle yüklendim bu sefer hayata. Uzak duranların inanmadığı, inanmaya yanaşmadığı, destek olmadığı ama buna rağmen büyüyen, büyüdükçe farklı çevrelerden desteği artan bir topluluk meydana geldi. Ve bu başarı çok güzel bir mezuniyet konuşması ile birlikte bu zamanlarda yakaladığım iş bağlantısıyla hayata atılmama sebep oldu. İşin en ilginç yanı ise ben bunların hiç birini hayatıma bir öğreti olarak sokmadım, sokamadım. Üstünden on yıldan fazla geçtiği bu zamanlarda son yayınınızı okuyunca farkına varıyorum ki bu yaşadığım deneyim bana ders olamadığı gibi bunca yıllımı aşağıya çekmemede engel olmamış benim için ne büyük bir acı..



Hayatımda en dibe vurduğum zaman 2020 yazında annemle babamın ayrılmaya karar verdiği zamandı. Ortak bir karar bile değildi, babam annemin yıllardır yapmaya niyetlendiği şeyi yapmış ve ayrılmak istediğini söylemişti. İlk ne diyeceğimi bilemedim. Odama geçip sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Bir gün gerçekleşeceğini düşündüğün kötü şeylerin olduğunu görmenin ne kadar acı verici olduğunu düşünmüştüm. Sonraki sabah kalkıp Kramer vs Kramer izleyip kendimi daha da üzdüm. Hüzünlüydüm. Canım yanıyordu. Annemle babamın gençlik fotoğraflarına bakıp ağlıyordum. Çocukluğumu annemle babamın kavgalarını ayırmaya, onlara yardım etmeye çalışmakla geçirmiştim. Kardeşimin benim etkilendiğim gibi etkilenmemesi için uğraşmıştım ama ayrılmışlardı işte. Aynı dönemde en yakın arkadaşımla problemler yaşıyordum ve boşanma sürecinde yanımda olmadığını hissediyordum. Kalbim kırılmıştı. Lise döneminde geçirdiğim depresyon dönemine rağmen çok farklı bi’ süreçti. Stresten karın ağrısı çekiyordum, uyuyamıyordum. Karın ağrım ne yaparsam yapayım geçmiyordu. Kalbimin ağrıdığını hissediyordum. Üzgün ve hüzünlüydüm, hatırladığım en net hisler bunlardı. O dönem yaptığım diyete ara verdim, beni daha da strese sokacak hiçbir şeyle uğraşmak istemiyordum. Annemle babam tartışmaları daha da büyümesin diye beni arabulucu olarak yanlarına çağırıyorlardı bazen. İnsanların hatalarının, mutsuzluklarının beni bu kadar etkilemesini istemiyordum. İnsanlara bu kadar bağlı olmak istemiyordum. İnsanlara, onların bana olduğundan daha çok bağlıymışım gibi geliyordu. Bunu değiştirmek istedim. Terapilere daha düzenli gitmeye başladım. Yanında rahat hissettiğim arkadaşlarımla daha sık görüşmeye başladım. Arkadaşlarımla birlikte ‘dert seansları’ yapmaya başladım, kulağa çok iyi gelmese de iyi hissettiriyordu. Evden olabildiğince uzaklaşmaya başladım. Kendimi daha bağımsız hissediyordum. Kendim ne yapmak istediğime daha çok odaklanıyordum. Önüme bakabiliyordum. Uzun süredir konuşmadığım bazı arkadaşlarıma yazdım, onlarla görüştüm. Daha iyiydim ama üzüntü dalgaları zaman zaman geri geliyordu. Okullar açılıp ikinci karantina gelince iyi hissetmek için daha çok çaba harcamam gerekti. Bulabildiğim saatlerde yürüyüşe çıkıyor, kahve içiyordum. Annemle aynı konularda tartışmaya devam ediyordum. Babam bana karşı daha açıktı, aramız daha iyiydi. Bir süre daha böyle devam etti. Şubat ayında Erasmus’a gitmemle kendimi daha çok tanıma şansı buldum sanırım. Kendime daha iyi bakmayı öğrendim. Eğer o an bana ruhen iyi gelecek bir şey yapmam gerekiyorsa diğer sorumluluklarımı erteleme hakkını tanımaya başladım kendime. Kendimi daha iyi dinledim. Her zaman başkalarına ayak uydurmaktansa kendi isteklerimi daha sesli dile getirmeye başladım. 'Şu an acaba ben yanılıyor olabilir miyim? Kendi yanlış anlamamdan dolayı kötü mü hissediyorum?' diyerek kendimi daha da strese sokmak yerine bana kötü hissettiren insanlarla ilişkimi kestim, Erasmusun son aylarını yalnız geçirmek beni korkutsa da. İnsanların üzüntülerini kendim yüklenmek zorunda olmadığımı hatırlattım kendime. Annem, babamla bir sorun yaşadığında kendimi durdurdum. Anneme yanımda babamla ilgili söylenmemesini söyledim. Bunu söylemek hayatımda fark etmediğim birçok problemi ortadan kaldırdı. Odama, yaşadığım alana daha iyi bakmaya başladım. Odamı daha sık temizledim. Babama öfkeyle yaklaşmayı bıraktım. Hayattan bir şeyler koparmaya çalışmanın beni daha fazla yıpratmaktan başka bir işe yaramadığını anladım, bazen unuttum, yeniden kendime hatırlattım. Okul konusunda mükemmeliyetçiliğimi bir kenara bırakıp yaptığım şeyin yeterli ve iyi olduğunu kendime hatırlattım. Ben dip noktamdan çıktıktan sonra öğrendiğimi düşündüğüm şeyleri hemen uygulayamadım. Çok zaman aldı. Bazılarını öğrenmediğimi fark ettim. Öğrenmediğim daha bir sürü şey var, büyüdükçe onları da öğreniyorum. Ben en önemlisi kendime daha şefkatli olmayı öğrendim. Bunun da çok küçük zannettiğim şeylerle başarılabildiğini öğrendim.



M.M. :


Yeni yıla başlayalı henüz birkaç hafta olmuştu evimin kapısı sertçe çarpılıp uzun süren sessizliğe mahkum edildiğim o gece. Zaten anlamakta zorlandığım onca şey varken bir de üstüne neden bu tavra maruz kaldığımı çözebilecek enerjim kalmış mıydı hiç emin değilim. Bir süredir tavan yapan iş kaygısı ve mecburen taşınmak zorunda kalma ihtimalinin göğüs kafesime tezahür eden ağırlığı bence onlarca filden de ağırdı. Bir de bunun üstüne yüreğin mengene ile sıkıştırılması biraz haksızlıktı sanki, öyle olmalıydı. Olay anının sıcağı sıcağına yaşanan ve gözüne ışık tutulmuş tavşandan pek de farklı olmayan o kalakalma durumundan sonra bendini parçalayarak beynime akan binlerce sorunun oluşturduğu o coşkun suları düşünüyorum da, ne kadar da yormuşum kendimi, zihnimi. Derken 10 yıllık can dostumun ellerimde bana veda etmesiyle dibe doğru gidişin bir sonraki adımına geçtiğimde henüz yılın 3. ayıydı. Fotoğraflara baktıkça ne kadar da çok ağlamıştım! Bir yandan hayatında var olup olmadığını artık çözemediğin, sıfatı sevgili olup da muhteviyatı kocaman bir hayal kırıklığı olan o kişi, diğer yandan yaşadığın kaybın acısı derken mengene bile masum kalmıştı. "Ne oluyor ya?" diye bağırasım vardı dünyaya. Akreple yelkovan yarışadursun, bahar aylarında babamın gitgide zayıflaması hepimizin dikkatini çekmeye başlamıştı. Malum tahliller, tetkikler vs. derken adından bile ürktüğümüz o hastalığın son evresinde olduğunu gözümün içine baka baka söyleyen o doktora ne kadar öfkelendiğim daha dün gibi aklımda. Onun ne suçu varsa! Derken acıyı, üzüntüyü bir kenara bırakıp şifa aramak için kapıları çalmaya başladım, onlarca kapının eşiğinde hiç tanımadığım insanlardan şifa alabilmenin yarı tedirgin umudu bile o zaman çok şeydi benim için. Yaşadığım şehir ile ailemin bulunduğu şehir arasında mekik dokuduğum o günlerde, kendi evimdeki yol arkadaşımı emanet edebileceğim güvenli bir liman vardı neyse ki. Her şeyi düşünüp hesaplamış ve organize etmiştim ancak patili oğlumun kız arkadaş bulma sevdasına evden uzaklaşmaya kalkacağını düşünememiştim. Düşünmeliydim! Bir gün iki gün derken eve dönmeyişinden tedirgin olmaya başlamıştık. Kayıp olması ile ilgili sosyal medya paylaşımları yapmak, el ilanları basıp her yere yapıştırmak, belediye ve barınaklarla bağlantıya geçmek, ufacık da olsa bir umut olsun diye zavallıca çırpınmaktı sadece. "Sizin kedinizi araba çarpmış bir halde yan yolda gördük. Elleyemedik ama o olduğundan eminiz çünkü boynundaki tasması fotoğraftakinin aynısıydı." cümlesini ilk duyduğumda olduğum yerde yığıldım. Neden üzüntülerimi yaşamaya müsaade etmeden zincir gibi yenisini ekliyordu hayat hiç anlamıyordum. Eğer bu bir sabır sınavıysa hayatımda girdiğim en kazık sınavlardan biriydi, kesin! Dibe doğru gidişte bir sonraki seviyeye çoktan geçmiştim. "Belki bu kez en dip burasıdır.." demekten başka da pek bir şey gelmiyordu elimden açıkçası. Farkında olmadan yaz aylarına çoktan girmiştik. Haziran benim doğduğum aydı ve ilk defa ailem benden doğum günümü yeterince güzel ve neşeli bir şekilde kutlayamadığımız için özür diliyordu. Halbuki ben o neşelenebilme yetimi sanki çoktan kaybetmiş gibiydim. Ağustos'un ortasında bir gün babamın beni aradığındaki bembeyaz suratını gördüğümde nefesimin kesildiğini hissettim bir an için. Bana banka merkezinden aradığını söyleyen kişiler tarafından nasıl dolandırıldığını, kendisine yaklaşık 60 bin liralık banka borcuna mal olan bu tuzağa nasıl düştüğünü anlatırken o kadar üzgündü ki ! "Eyvah!" dedim "bu hastalığın en önemli ilacı moral ve babam tüm direncini kaybetmiş görünüyor." Her ne kadar canının sağlığından önemli bir şey olmadığını söylese de kalbi buna inanmamıştı galiba. Şairlerin bile sanat olarak tasvir ettikleri sonbahara girerken bundan sonrasında benim için hazan olarak anacağım mevsime girdiğimizi bilseydim belki bambaşka şeyler yapardım, bilmiyorum. Henüz Eylül'ün başında babamın duran ve kısa sürede çalıştırılan kalbi 11 Eylül'de sonsuza dek durmaya karar verdi. O güne kadar en dibi görmediğimi sabah 08:30'da acı acı çalan telefonla öğrendim. Şimdi dönüp bakıyorum da sanki beni bir uçurumun yukarısından bıraktılar başında. Düşerken bir dala tutundum, kırıldı. Biraz daha düşüp diğerine tutundum, o da kırıldı. Sonra diğeri sonra diğeri derken dibe en yakın olan ve fakat en güçlü, en dirayetli, en sağlam dalım kırıldığında, işte o zaman tutunacak hiç bir şeyimin kalmadığını anladım. Dipteydim. Daha ötesi yoktu. Dipteyim. Daha ötesi yok. En büyük korkumuzu yaşadığımızda özgürleşiyormuşuz ya, bundan sonrasında ne kadar özgürleşeceğimi bilmiyorum. Nasıl bir hayatım olacağını, neleri öncelik haline getireceğimi bilmiyorum. Bildiğim tek şey bambaşka bir insana evirileceğim. En dibi görmüş olmak, tahammülü çok güç olan acıları beraberinde getirmiş olsa da bundan sonrasında mecburi istikametin yukarı yön olacağını bilmek garip bir hafiflik veriyor insana. Tıpkı denizlerin en derin noktalarındaki o karanlık, kapkaranlık ve bir o kadar ürkütücü olan noktaya kadar inmişsin de aslında korkacak bir şey olmadığını görmüşsün gibi bir rahatlama belki de bir güven hissi geliyor zamanla. Diyeceğim o ki en dibi görmek tüm insanlar için tahammülü ve tasviri zor olan bir durum muhakkak. Ancak oraya doğru inerken sağımıza solumuza bakmayı unutmazsak, dibi gördüğümüzde yukarı kim ve neler için çıkmamız gerektiğini iyice yazarız zihnimize. Zannımca dipte kalmayıp canımızın son mecaliyle de olsa yukarı bakmaya başlamamızın asıl sebebi de onlar En karanlık noktayı gördükten sonra hayatta aklıma taktığım , canımı sıkan, bende kaygı yaratan çokça şeyi gözümde ne kadar büyüttüğümü fark ettim. Hiç kimse ve hiç bir şeye ederinden fazla anlam yüklemenin, enerji harcamanın ya da zaman tüketmenin anlamsızlığını buz gibi bir gerçekle de olsa görmek, hayatımın bundan sonrası için kendime açabileceğim kocaman bir alanı fark etmeme sebep oldu aynı zamanda. Bunun için müteşekkirim. Bir nefeste anlatılmış gibi görünen ancak defalarca nefesim kesilmiş gibi hissettiğim bu tecrübelerin sonunda kendime söyleyebileceğim tek şey şu olur sanırım: senin varlığın bir çok varlığı etkiliyor, bir çok varlığın hayatına dokunuyor, senin varlığın diğer tüm varlıklar gibi biricik ve kutsal, bu yüzden pusulan merhametin, yönün vicdanın olduğu sürece, çok sevdiğin , hep iyi kaldığın ve vefa duygunu kaybetmediğin sürece, bir de tabi sağlığına dikkat ettiğin sürece yaşa kızım bu hayatı! İçinden geldiği gibi ve de hakkını vererek yaşa!



Bundan 2, 5 yıl önce daha önceden dibe vurduğum zamanların sadece sanmak olduğunu anladım çünkü çok sağlam dibe vurdum. Çok iyi bir işi evleneceğiz diye ona bıraktım ve ben çıkarıldım işten. Bir evi baştan yarattık bahçesine peyzajına kadar bir kümesi ev yaptık. Tabii ki bu evlilik düşüncesi sebebiyle gelişti yaklaşık 1 yıl nişanlı kaldık aynı evi paylaştık, inanılmaz psikolojik şiddetler yaşıyordum ben ben değildim artık. Düğüne 2 ay kala bir kıskançlık sebebiyle ortada tartışma bile yokken darp edildim. O gün anladım ki bunun devamı gelecek, ertesi gün o evi terk ettim arkama bakmadım bile. En çok istediğim şey hayatımda ilk defa istemiştim evlenmeyi o bile gözümde değildi. Sonra zaten diğer işten çıktığım için az maaşa sevmediğim bir iş yapmaya devam ettim. Dayanamadım ve oradan da istifa ettim. Evim, arabam işim her şey elimden gitmişti. Anneme dönmüştüm en büyük korkuma. Çaresizdim başka yapacak bir şeyim yoktu. Hissettiğim en güzel şey bir sürü şeyi kaybetmiştim ama kendimi kazanmıştım. Özgürdüm, bölümünü okuduğum iş olan tiyatroya gitmemi engelleyecek bir partner engeli kalmamıştı. Artık Özgürdüm. Kimse için ve bir hayalin gerçekleşme bedeli için kimseye bedel ödemek zorunda değildim. Hayatta hiçbir şeyi zorlamamayı öğrendim. Bir şey olacaksa olur olmayacaksa olmaz. Olmuyorsa sizin için iyi bir taraf vardır öğrendim bunu. Çünkü kendimiz için her zaman iyiyi seçemiyoruz gördüm. Korkulardan uzaklaştım, kendime söylediğim yalanlardan. Başka birine dönüşmek masalından uzaklaştım. Kendime şunu söylüyorum hep, karşıma bir şey çıkınca "kendini gerçekten seven bir insan bu durumda bu kararı verir mi ya dabunuyapar mı?" Cevabım evetse yapıyorum değilse yapmıyorum. Maddi manevi çok kaybım oldu hala da toparlanmış değil. Ama yeniden yazmaya yöneldim bir platformda fikir ve düşünce yazıları yazmaya başladım. Mesleğim tiyatroya yeniden döndüm. Eğitim veriyorum insanların hayatına dokunuyorum, köşe zihniyeti olarak çalışan yerleri bıraktım kendimi huzurlu hissettiğim bir sanat merkezinde keyifle ders veriyorum. İstediğim gibi giyiniyorum kimse karışmıyor, istediğim yere gidiyorum bu sebeple kimse kötü yargılamalar yapmıyor. Öğrendim ki en büyük zenginlik özgürlükmüş. Spor yapıyorum, sevdiğim kitapları okuyorum. Tutulmamış yasımı da yaşadım terapi desteği ile çünkü ve olan dönemde durumu baskılamışım. Öğrendim ki bir duygu boşalımı gerçekleşmeden iyileşme de olmuyor. İnsanlara en büyük tavsiyem fiziksel ya da zihinsel sağlıkları için duygularını asla içerde tutmamaları. İçeride hapsolmuş tüm duygular hasta eder. Şimdi anksiyetem yok, gerginliğim azaldı, huzurlu bir haya yaşıyorum. Direnmek yerine olanı olduğu gibi kabul ederek yaşıyorum.



Hanne Meryem:


Kendimi bildim bileli yürüyeceğim yol konusunda emindim. Hayat herkes için doğrusaldı ve elbette yeterince çabalarsam her gün daha iyiye gitmek zorundaydı(!). Bu yüzden dibi görmek benim için oldukça beklenmedik ve yıkıcı oldu. Uğruna çabaladığım çoğu şey gerçekleşmek üzereyken bir anda hepsi, her şey bomboş göründü. Öyle olağanüstü bir dönüm noktası, kırılma anı falan da yaşanmış değildi. Sadece gün be gün tükenmişim ve fark ettiğimde çok geçti. Gözlerimi ilk kez dışarıdan kendime çevirdiğimde kendimi çürümüş, bomboş bir kabuktan ibaret buldum. Tüm duygularım silinmişti ve bunun için endişelenmiyordum bile. Ağlayamıyordum. Gülmek, takındığım en yapay maskeydi. Uzunca bir süre heyecanlanmadığımı hatırlıyorum. Sanki kalbim bile çarpmıyordu. Her yeni güne uyandığımda hayal kırıklığına uğruyordum. Uyanmıştım. Keşke hiç uyanmasaydım. Yaşamak ağır bir yüktü, varlığım ağır bir yüktü. Yapayalnız hissediyordum. Ve en kötüsü yardım almam gerektiğini fark edecek kadar içgörüm yoktu. Hala o kara delik gibi ağır günleri hatırladıkça göğsüm daralıyor ve aynı şeyleri yaşarım korkusu sarıyor. Yardım isteyecek kadar cesaretim olmadığı için debelenerek çıkış yolunu aradım. Uzun sürdü. Acı vericiydi. Uzun süre kendi kendime o dönemi nefretle ve korkuyla hatırladım. Zaman geçip üzerinde daha derin düşününce o çöküş döneminden bambaşka biri olarak çıktığımı fark ettim. O çok iyi bildiğim yollar, çok çabaladığım hedefler gerçekten benim bile değildi. Önüme çizilmiş bir çizgide yürüyor ve bunun benim doğrum olduğunu zannediyordum. Yaşadığım çöküşle birlikte her yer toz duman olup birbirine girince sormaya başladım asıl önemli soruları. Çoğunun cevabını hala bulamadım ama çok güzel sorular sormayı öğrendim. O kadar uzun süre başkalarının doğrularıyla ve başkalarının yollarıyla yaşamış ve o kadar uzun süre gerçekten var olamamıştım ki...Dipteyken gözlerimi ilk kez kendime çevirdim. Kendimle ilk kez tanıştım. Sarsıcı bir tanışmaydı. İlk gözlem zamanlarımdan hatırlıyorum büyük bir olay yaşamıştım. Ve ne hissediyorum değil de ne hissetmem gerek diye düşünmüştüm. Ne hissetmem gerek! Çünkü her şey olması gerektiği gibi olmalı. Duygularım üzerindeki kontrol çabam beni dehşete düşürmüştü. Sonrası daha kolay olmadı. Ama daha güçlü hissettim yol aldıkça. Kaybolmadan yolu bulamayacağımı öğrendim. Durup kendimle tanışabildim. Durup bir sonbahar sabahı güçsüz güneş ışıklarının aydınlattığı bir bankta oturabilmeyi, serinliği, güneşi ve yaşamayı hissedebilmeyi öğrendim. Gelip geçiciliği; insanların, hislerin, mekanların, kendimin... Hayatın herkes için farklı aktığını ve kendi hayat akışımın doğrusal olmadığını öğrendim. Şu an iyiyim , tekrar dibi görebileceğimi biliyorum. İşin iyi yanı artık oradan çıkış yolunu biliyorum. Çıkamasam bile yardım isteyebilecek cesareti kazandım.




Şirine; üniversiteden sonra öğretmenliğini resmileştirmek için kpss hazırlık sürecine girişti. Bir yıl öylesine -çok da durumun farkında olmadan- hazırlandı sınava. Olmadı. Diğer yıl dershane ile birlikte iyi bir şekilde hazırlandı. Bu kez de olmadı. Üçüncü yıl; "Artık her şeyimi adayıp bu sınavı kazanmalıyım, bu benim son çarem" dedi. Tüm hayatını bıraktı, tek derdi bu sınav oldu. Kitapların içinde yiyip içti, uykusuz geceler geçirdi, soru bankalarıyla arkadaş oldu. Tamamen robot gibi otomatik pilotta bir yıl geçirdi. Sonuç; yine başarısızlıktı. Hüsrana uğradı Şirine. Zamanı suçladı ,koşulları suçladı, branşını suçladı. Daha şanslı branşlar vardı. Ondan daha az puanla atananlar vardı. Ama bu düşünceler faydasızdı. Hayal kırıklığı içindeydi Şirine. Sisteme , topluma, ailesine her şeye karşı öfke hissediyordu. İnsanların iyi niyetli ya da kötü niyetle süreci bilir bilmez söyledikleri sözler incitiyordu kalbini. Kimseyi görmek istemiyordu. Bu yıl da mı olmamıştı? Bilmem kim ilk yılında şuraya atanmıştı. Öbürü bilmem nerede göreve başlamıştı. Şirine de hala otursundu. Boşuna mı okumuştu o kadar yıl? Ailesine yazık değil miydi? Kendisini yetersiz ve işe yaramaz hissediyordu. Bu böyle olmayacaktı. Kaç kere daha deneyecekti?! Zaman akıyordu ve bir şeyler yapmalıydı. Denemeliydi, bir yolunu bulmalıydı. Bir şeyler yapmalıydı yoksa çıldıracaktı. Özel sektörde çalışmaya başladı. Çok uzun saatler enerjisini bitene kadar çalışıyor, emeğinin karşılığını alamıyor, öğretmen olduğunu da pek hissedemiyordu. Çok ufak tatminleri vardı tabi. Faydalı olduğunu hissettiği anlar, öğrencileriyle etkileşimleri, onların kalplerine dokunabildiği anlar... Ama eksikti hep bir yanı. Bu değildi aradığı. Kendisine dürüst olmadığı bir hal vardı içinde. "Ben ne istiyorum ?" diye sorma cesareti gösterdi kendine uzun bir zamandan sonra ilk defa. Sonrasında yüzleştikleri acıttı biraz canını. Aslında uzun zaman önce kendisi olmayı bıraktığını fark etti. Hayattaki tercihlerini hep başkalarının etkisi altında yapmıştı. Çünkü hayal ettikleri riskliydi ,garatisi yoktu. Annesinin ,babasının, erkek arkadaşının onun yerine düşünmesine izin vermişti. Yüksek sesle söylemekten korkmuştu hep ne istediğini. Sonra da o ses, kısıla kısıla kendisinin de duyamayacağı hale gelmişti. Bir başkası olup onun hayatını yaşamaya başlamıştı Şirine. Başkasının hayalleri, başkasının hedefleri için çabalarken kendisini unutmuştu. Peki hayat ne yaptı? Kendisi bile kendisine sırtını dönmüşken hayat aslında ona kucak açıyordu. Ama o görmezden gelmişti şimdiye kadar. Tüm kalıplardan sıyrılıp o çocuk ruhundaki özgüvenli ne istediğini bilen ve isteği karşısında önüne çıkan tüm engellere aldırmadan inatla savaşan gerçeğini gördü. O Şirine kılığına girmiş bir Şavaşçıydı aslında. Hayatta hiçbir şeyin garantisi yoktu. Her zaman risk vardı. Başarısız olabilirsin. Bu ihtimal hep var. En azından istediğin istikamette ol. Ruhunu esir etme. Bu ölümden farksız çünkü. Artık anlamıştı kahramanımız onu dibe vurduran hayat, en güzel dersini vermişti ona. Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin. :) Her yolun kendine göre bir zorluğu var. Hiç bir şey kolaylıkla gelmeyecek hayatına. Sen söke söke alacaksın hepsini. Ancak bunu yapabilecek gücü de sadece içeriden gelen gerçek bir motivasyonla sağlayabilirsin. Tutkuyla yapacağın , o anda zamanı ve diğer her şeyi unutacağın o iş her neyse onu yap. Kimseyi dinleme. Zorluk çekeceksen de bu yolda çek en azından doğru istikamette olduğunu bileceksin. Yılların verdiği acı tecrübe bunu gösterdi ona. Neyseki geç değil hiçbir şey için. Uyanış uyanıştır. Şimdi de zorluklar yaşıyor hayatında ama ona o kadar ağır gelmiyor bunlar. Çünkü o bir Şirine değil gerçek bir Savaşçı. Ne istediğini biliyor artık. Bu uğurda savaşmaktan müthiş bir zevk alıyor. Hayata birkere geliyorsun. Başkaları için mi yaşayacaksın? Kendin olabilmeyi mi seçeceksin? Tüm başarı hikayeleri kendi olabilme cesareti gösterebilmiş kişilere aittir. Diğerleri kendileri olamadan göçüp giderler bu dünyadan. Sen de bazen dibe batmış hissedebilirsin ama nefes aldığın sürece hep umut vardır bunu bilesin.


ree


Bu haftanın normal insanlar konusu "Kendinizi güvensiz hissettiğiniz bir durumu, nedenleriyle anlatın." idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI

  • Büyük Çatışma – Edward Bloom

  • Tetikte – San

  • Neon Tabelalar – Rojda Aksoy

  • Güvensiz – Bir Başka Dünyadaki

  • Kalorifer – Matruşka

  • Şükür – Canderel

  • Yansıma – Münzevice

  • Uzaklaşmak – Saturnuslog

  • Silikon Sopa – Gül

  • Metafor – Nehir Niş

  • Akış Makış – Herzi

  • İyi misin – Msy

  • Mani, Depresyon, Güvensizlik – Sınırda

  • Özgüvensizlik – Coggywriter

  • Gelişine Gidişine – Gülçin Karabulut

  • Yalnız Kadın – Dalgın Canbaz

  • Ölür müyüz, Kalır mıyız – Mutlu

  • Çocukluğumuz – Ayşe Menekşe




BÜYÜK ÇATIŞMA

- edward bloom -


İnsanların haklarını aramak için mücadele etmesi gerektiğini düşünen, haksızlığa ses çıkarmanın en erdemli insan davranışı olduğunu savunan bir insan olarak kendimi en güvensiz hissettiğim durumlar genellikle sokakta, minibüste, bankada hakkımı aramak, bir yanlışı söylemek zorunda hissettiğim zamanlarda ortaya çıkıyor. Biri sıramı beklerken önüme geçtiğinde, kullandığım toplu taşıma aracının şoförü telefonla konuştuğunda ya da sigara içtiğinde, bir restoranda hesap beklediğimden yüksek geldiğinde her insan gibi öfkeleniyorum fakat asıl sorun bunu dile getirme fikri kafamda canlandığında başlıyor. Sarf etmeyi kurguladığım "Sigaranızı söndürür müsünüz?" cümlesi şoförün sigarayı kolumda söndürdüğü görüntüsüyle, "bu hesap fazla, tekrar kontrol eder misiniz?" talebim restoranın deposunda yediğim dayak videosuyla, "siz benden sonra geldiniz, arkaya geçer misiniz?" ricam kafama dayanan bir silah fotoğrafıyla dönmeye başlıyor. Haksızlığa uğramış olmamın yarattığı kızgınlık, bunu dile getirdiğim takdirde karşılaşmam muhtemel korkunç senaryolar ve susmak zorunda kalmamın sebep olduğu özsaygı yitimi içimde tarifi zor bir çatışma yaratıyor ve bu duygular birbirini besleyerek daha da büyüyor. Nabzım yükseliyor, saçlarımın arasında, sırtımda ve göğsümde kaşıntı başlıyor. Bir anda terlemeye başlıyorum.


Güvensizlik hissi de bu aşamada başlıyor. Ne kadar haklı olursam olayım, ne kadar haktan, adaletten, mücadeleden dem vurursam vurayım yeri ve zamanı geldiğinde sesimi yükseltemeyecek olmama neden olan öğrenilmiş çaresizliğim, kendime olan güvenimi ciddi anlamda sarsıyor.


Bu güven kaybı günlük hayatıma da yansıyor ve yalnızca olağan dışı durumlarda değil; kendi arkadaşlarıma, aileme herhangi bir problemi dile getirmem ya da onlardan bir talepte bulunmam gerektiğinde önce içsel çatışmaları sonra da fiziksel reaksiyonları yaşamaya başlıyorum. Çoğunlukla da konuşma/talep etme fikrini erteliyor, en azından çatışma yaratan etken sayısını azaltmış olarak bir sonraki kriz anına kadar kendimi daha güvende hissetmeyi seçiyorum. Yanında getirdiği mutsuzluk ve özgüven kaybı duygularıyla.


TETİKTE

-san-


Herhangi bir sebepten, herhangi bir saatte, herhangi bir yere gidiyorum. Sevdiğim insanlarla ya da kendimle zaman geçireceğim. Gündüz çıkıyorum, ya da gece. Sadece dışarı çıkıyorum ve bunu yaparken güvensiz hissediyorum. Elim hep tetikte.


Çünkü etraf üslupsuzca konuşmaya, takip etmeye, rahatsız etmeye ve hatta dokunmaya cüret eden yabancılarla dolu. Daha büyük bir hayali çember de bahane bulanlardan, 'saat kaçtı', 'ne giymiştin', 'kiminleydin', 'neredeydin' gibi üzerine vazife olmayan soruları çekinmeden soranlardan oluşuyor. Her kadın gibi biliyorum ki başıma bir şey geldiğinde, ölmüş olsam bile, soruların yöneltileceği kişi benim; suçlu değil. Koruyacak bir yasa yok, bir toplum yok, bir kültür yok. Yalnızca kendimi koruyabilirim.


Elim tetikte. Çünkü günün sonunda aklımda kalanlar travmatik bir şekilde bu anlar oluyor, geçirdiğim güzel zamanlar değil. Çünkü yaşamaktan ziyade analiz ediyorum; "acaba nasıl biri, zarar verir mi, diğer yoldan mı yürüsem?" Çünkü yaşadığım şehrin bir zamanlar en güvende hissettiğim yerinde bile tacize uğrayabiliyoruz. Çünkü kendimle birlikte hayatta olan veya olmayan bütün kız kardeşlerimin sorumluluğunu üzerimde hissediyorum. Çünkü kafamın içinden çıkabilmek için verdiğim savaşları düşünüyor ve yeniden oraya kapanmak, kendimi dünyadan soyutlamak istemiyorum. Çünkü yaşadıklarımı yakınlarımla paylaşamam, çok tedirgin olurlar. Çünkü çoğu zaman güçlü ve unutkan olmak zorunda hissediyorum.


Tüm bunlara rağmen kendimi zehirli düşünceler ve içsel bitkinliğimden de dışarıdaki tehlikelerden olduğu kadar korumam gerektiğini bildiğim için güvendeyim, yaşamayı yeniden bırakmayacak kadar da aklıselim. Clarissa Estés, görmeye ve gördüklerine katlanabilme yeteneğine defalarca vurgu yaptığı başyapıtı Kurtlarla Koşan Kadınlar'da, bu durumu şöyle ifade ediyor; "Bizim için sorun basit. Biz olmadan Vahşi Kadın ölür. Vahşi Kadın olmadan da, biz ölürüz. Para Vida, gerçek hayat için her ikisi de yaşamalıdır."


NEON TABELALAR

- rojda aksoy -


Sevgilim olan bireyle ve onun arkadaşlarıyla bir mekanda oturuyoruz diyelim. Masada hararetli konuşmalar yapıyoruz. Sanat, politika, ilişkiler vs üzerine konuşuyoruz. Bazen de havadan sudan, eğlenceli meseleler hakkında sohbet ediyoruz. Genel olarak her şey yolunda görünüyor. Muhtemelen çok da iyi hissediyorumdur o masada çünkü o güne kadar geliştirdiğim yeteneklerimi anlaşabildiğim insanlara sergilemek, farklı alanlar arasında gezinecek bilgi birikimine sahip olmak, iletişim kurma konusundaki doğal yeteneğimi konuşturmak beni güvende hissettiriyordur ama ta ki o an gelene kadar…


Masadaki herkesin kafasının hemen üstünde beliren hayali yazıları görmeye başlamışımdır; Kim hangi okuldan mezun, ne iş yapıyor, ne kadar para kazanıyor, nasıl bir hayatı var gibi bilgiler arkadaşlarımın başlarının hemen üzerinde yanıp sönüyor. Bu düşünceler beni her yokladığında biliyorum ki o an en kırılgan anlarımdan birini yaşıyorum ve kendime güvenimin yerlerde süründüğü bir zaman dilimindeyim. Neyse ki nedenini biliyorum; toplumun en alt tabakasından gelmiş olmak. Bugün bulunduğum yer kısmen daha yukarıda olsa da, aşağıdan geliyor olmamın yarattığı değersizlik duygusu üzerime yapışmış durumda. Toplumun bu dikey yapısının farkına çok erken yaşta vardım. Bu merdivenin hangi basamağında olursam kimin bana nasıl davranacağını, kendime nerede yer bulup nerelerden dışlanabileceğimi pek çok defa tecrübe ettim; beş yaşındayken alınmadığım oyun çemberinden, ünlü bir sanatçının sergi açılışına kadar uzanan oldukça çeşitli insanlar ve mekanlar zinciri.


Hangisi daha zor bilemiyorum; ait olduğun yeri sorgulayacak farkındalığa sahip olmayıp payına düşeni kabul etmen ve orada kalman mı yoksa bu eşitsizliğin farkına varıp sana çizilen sınırları zorlaman mı? Ben zorluyorum sınırları. Ama onları bana hatırlatan herhangi bir sosyal ortamda kırılganlaşıyorum ve güvensizlik yaşıyorum. Twitter’da denk geldiğim ama şuan yazan kişiyi bulamadığım o tivitte de denildiği gibi;


“43 kiloyum ve bunun yarısı sınıf kini diğer yarısı da feminist öfke.”


Bu durumun düşüncelerimi, hislerimi çarpıtmaması ve sevdiklerime karşı tavırlarımı etkilememesi için çok ama çok fazla çaba harcamam gerekiyor. Öfkemi ve hayal kırıklıklarımı sevdiğim insanlara değil bu çarpık sistemi meydana getiren unsurlara yönlendirmeyi öğrenmeye çalışıyorum.


GÜVENSİZ

- bir başka dünyadaki -


Her zaman kendime şunu söylerim; olumsuz şeyler sadece onu düşleyenlerin başına gelir. Yapma bunu derim kendime ama yine de sık sık felaket senaryolarının provasını yaparım. Bunlar çoğunlukla gerçek olur. Hayal ettiğimin tam tersi olduğu durumlar nadiren gerçekleşir. Bunlardan en basit olanı, saç kestirmeye gitmeden önce istediğim gibi olmayacağı konusundaki varsayımlarımdır. Bu nedenle çocukluğumdan beri kendimi güvensiz hissettiğim anlar berber koltuklarında gerçekleşir. Sanki berber koltuğuna oturduğum an makasla birlikte hayatımın kontrolünde berbere veriyormuşum gibi hissederim. Koltuğa oturduğum an, berber ne derse o olur, makas onun elindedir çünkü. Ben sadece kırıklarını aldırmaya geldim derim, o da zaten çok az keseceğiz, bak gösteriyorum diyerek eliyle gösterir ve her zaman gösterdiğinden daha fazla keser. Saçlarımın benim istediğimden kısa kesilme olasılığı da beni her zaman endişelendirir. Çocukken okul açılmadan önce ebeveynler tarafından berbere götürülme ritüelimiz vardı. Annem saç kuvvetinizi alır, siz büyüme çağındasınız der, kısa keselim diye berbere işareti verirdi. Kuvvetimi saçlarımla özdeşleştirmem bu yüzden galiba. Kuvvetimi berberin ellerine bırakmak, şimdi düşünüyorum da huzursuz hissettiren bir şey. Çocukken, gözümde her an düşmeye hazır gözyaşımla ağır ağır koltuğa doğru ilerlerdim. İçimden siz anneme bakmayın diye söylesem de kimse benimle göz göze bile gelmezdi. Koltuğa oturur, kesildikçe kesilen, önüme düşen saçlarımı izlerdim; bununla birlikte berberlerin fazla saç kesmekten zevk aldığını düşünürdüm. Ki hala öyle düşünüyorum. Geçen yaz kuaföre son gidişimde de aynı durumu yaşadım. Koltuğun ucuna oturmuş, her an kalkmaya hazır misafir gibi çekingen bakışlarla etrafımdaki hareketleri izliyorum. Tetikteyim. Bana doğru yaklaşan ve asla beni dinlemeyecek olan kişi geliyor. Benim haftaya oyunum var çok kısa olmasın vs cümlelerim hiç duyulmuyor. İçimde değişen duyguların hızına yetişemiyorum. Pişmanlık, endişe, öfke, rahatlama... Sanki ameliyat ediliyorum. Radyoda çalan müzik narkoz etkisi yaratıyor. Neden hep berberler aynı anda üç dört iş yapıyor diye içimden söyleniyorum. Bir yandan, yandaki kadının saç boyasının dakikasını kontrol etmeye gidiyor. Bir kahve içiyor, yeni gelen müşterileriyle onun yaptıracağı işlem hakkında konuşuyor. Ben ıslak, yarım yamalak kesilen ve içinde bulunulan an itibariyle bir şeye benzemeyen saçlarla oturuyorum. O bekleme anında, değersizlik duygusu sarıyor benliğimi. Abi zor uzuyor zaten, çok şey yapmasak mı? diyorum. Sen merak etme, o iş bende kalıp cümlelerini işitiyorum. Kalbim güm güm güm atıyor, çocukluğumda erkek tıraşı gibi kesilen saçlarımı hatırlıyorum. Müzik git gide hızlanıyor. Ben aynadaki önlüklü halime bakıyorum. Of, bitsin artık kaç dakika oldu? Yavaş yavaş sona yaklaşıyor olmalıyız ki, makas vuruşları hızlanıyor. Sonunda boynumdaki önlük çözülüyor. Kurutma makinesi, o ilk fön çekilme seansı başlıyor. Sonuç, hayal ettiğim ve tam istemediğim gibi oluyor. Neyse ki elimde kökü bende ve uzama potansiyeli olan saçlarımla eve dönüyorum. Ben bu koltuğu bir türlü sevemiyorum.




KALORİFER

- matruşka -


Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Ama öğretmen olabilmek için önümde aşmam gereken daha pek çok engel vardı. Pedagojik formasyon için tezsiz yüksek lisans yapmam gerekiyordu. Bir taraftan para da kazanmam lazımdı. Güç bela, burslarla bitirmiştim okulu.


Hafta içi akşamları yüksek lisans derslerine gidiyor, hafta sonları bir dershanede stajyerlik yapıyordum. Ama kazandığım para kuş kadardı, masraflarımı bile karşılamıyordu. Hafta içi gündüzlerim boştu. Ücretli öğretmenlik yapmaya karar verdim. Yaşadığım yerin ilçe milli eğitim bürosuna gittim. Başvurumu yaptım. Okuldan çağırdılar. Belgelerimi alıp söylenen okula gittim. Memura sordum. Müdürü beklemem gerektiğini söyledi. Hani okullarda kalorifer petekleri olur ya uzun, kirli, kötü boyalı. İşte o kalorifer peteğine dayanıp beklemeye, beklerken de etrafı izlemeye koyuldum. Etrafta her şeyden habersiz çocuklar, bir yukarı bir aşağı koşturuyordu. Öğretmenleri gördüm sonra. Kendinden emin, herkes ya sınıfına giriyor ya dışarı çıkıyordu. Ne telaşsızlardı veya ben öyle görmek istiyordum. Peki ben öyle telaşsız olabilecek miydim? 22 yaşındaydım, öğretmenliğe dair tecrübem çok azdı. Ya öğrencilerin sorularını yanıtlayamazsam, dedim. Ya anlatacağımı unutursam ya beceremezsem… Orada o kalorifer peteğinin önünde birdenbire kendimi küçülmüş hissettim. Kafka’nın “Dönüşüm”ündeki hamam böceği kadar küçük, dışlanmış... Ani bir hareketle müdürün gelmesini beklemeden paraya çok ihtiyacım olmasına rağmen daralmış bir şekilde okuldan çıktım. Bir daha da oraya dönmedim.


(Şimdi 18 yıllık öğretmenim.)



ŞÜKÜR

- canderel -


Bir aynanın önünde oturuyorum. Aynanın önündeki kirli tezgâhta makaslar, bigudiler, saç maşaları, ojeler ve ara ara saçlarımızı ıslatmak için kullandıkları mavi plastik blendax kutularından var. Üzerime beyaz sentetik bir önlük takmışlar, o da ıslanmış. İlkokula başladıktan sonra arka arkaya iki kardeşim doğup da annem saçlarımı kısacık kestirerek bir yükten kurtulmak istediğinden burada olmam bir zorunluluk. Yaşım yeterince büyüdüğünde mahallenin tek kuaförüne kendim gidiyorum.


Kaçınılmaz bir şekilde aynaya bakıp kendimle göz göze geliyorum, uzun uzun bakmaya cesaretim yok. İlk bakışta göze çarpacak bariz bir kusur yok belki, doğum lekesi, derin sivilceler ya da yara izi gibi ama güzel de denemez bu yüze. Tatsız, ahenksiz. Ergenliğin bazı alametleri belirmiş, burun, çene biraz büyümüş, yüzüm zaten bana göre upuzun, gözlerim çipil, kirpiklerim kısa. Bu son kusurumu iki arkadaşım kendi kirpiklerini kıyaslarken öğreniyorum, birisi benimkiler çok kısa diye şikâyet ederken, diğeri hayır seninkiler gayet uzun, Canderel’inkine bak, kısa kirpik böyle olur diyor ve ben durup dururken yeni bir dert sahibi oluyorum. İleride çok zengin olup eve kuaför çağırmak o zamanki hayallerimden bir tanesi, kaçamadığım koltuklarda aynaların önünde uzun uzun oturmak istemiyorum. Kuaförün öylesine sorduğu soruları cevaplarken kendi sesimi ben de duyamıyorum, zaten talep ettiğim hiçbir şey yok, bitsin ve gideyim istiyorum ama aynadaki yüz benimle birlikte geleceğinden bu düşünce de beni rahatlatmıyor.


Kesim bitiyor, saçlarım yine kısacık, yüzüm kocaman, üzerimdeki önlüğü aldıklarında terli ellerimdeki peçeteyi un ufak parçalara ayırdığımı gören kuaför gülüyor, ben de gülmeye çabalıyorum ama işte o da yakışmıyor, kaçar gibi çıkıyorum dükkândan.

İnsan ilerleyen yaşına şükreder mi; işte şimdi her kuaföre gittiğimde, yine kuaförle çok konuşmuyorum, yine talepkar değilim, yine çok sevmiyorum ama, oh diyorum, iyi ki yaşlanmışım…



YANSIMA

- münzevice -


Kendimi en çok, güvenilmez biri olduğumda güvensiz hissettim.


En dışarıya dönük olduğunu düşündüğüm şeyin, benim içimden geldiğini, kendimde gördüklerimle dışarıya bakabildiğimi fark ettim. Bende nereleri yapma potansiyeli varsa, diğer insanlar o potansiyellere sahipti. Ben kandırıyorsam, diğer insanlar beni her an kandırabilecek olan canlılar; ben sevebiliyorsam, diğer insanlar tarafından da sevilebilirim.


Bakış açım, benim dünyam. Bu nedenle; en hassas olduğumu düşündüğüm zamanlar, diğer insanları kırmaktan korktum, çünkü onların hassas olduğunu düşündüm, tıpkı en güvensiz hissettiğim zaman, aslında en güvenilmez olduğum zamanlar olduğu gibi.

İnsanlardan korkuyorum. Her gün haberlerde izlediğim ve bizzat şahit olduğum iğrenç şeyleri yapabildikleri için, onlardan korkuyorum. Güvensizlik her zaman içimde olan en baskın duygulardan biri. Sanırım artık sorumluluğu üstüme alma zamanı. Ben de güvensiz olabilecek biriyim. Başkasına yalan söylediğim an, herkes potansiyel yalancıya dönüştü. Bencil davrandığım o andan itibaren, herkes bencil olabilecek olan kişiler oldu. İçimde daha neleri yapabilme potansiyeli görebiliyorsam, diğer insanlar bana onu yapabilir. Kendime güvenebildiğim kadar, diğer insanlara güvenebilirim. Kendimi sevdiğim kadar, sevilebilirim. İçimde ne kadar iyilik ve kötülük varsa; bakış açımdaki dünyada o kadar iyilik ve kötülük potansiyeli var.


İnsanlığa karşı en umut dolu olduğum zamanlar, dışarıdaki dünyada güzel şeylerin olduğu zamanlar değil, kendi içimdekine güvendiğim zamanlardı. Kendime karşı derin bir inanç taşıdığımda, insanlığa karşı da derin bir inanç taşıdım. Bu sıralar o inancın yok olmaya başladığını hissediyorum.


O yüzden artık, etrafımda olup biten kötü şeyleri suçlamayı bırakıyorum, kendi gücüme inanmadığım sürece, orada her zaman kötülüğü görmeye devam edeceğim. Kendi içimdekinin başarabileceklerine inanmadığım sürece, baktığım yerde, açmış olan çiçeği görmek ve kokusunu almak yerine, üstündeki tankları göreceğim. Halbuki ikisi de orada ve ikisi de tam burada.


UZAKLAŞMAK

- saturnuslog -


Hayatımda attığım her adım benim için güvensiz olmuştur. Hani verdiğimiz kararlarda arkamızda birilerinin desteğini hissetmek bile iyi gelir ve kendimize güvenimizi attırır ya, o bende hiç olmadı mesela. Özellikle son dönemde yurtdışına yerleşmek istiyorum. İnsan gibi muamele görüp yaşamak dışında bir idealim de yok üstelik. Ancak gerçekleşebilmesi dahilinde yalnızca gemileri değil limanı dahi yakmam gereken bir karar benim için. Gidebildiğim yerde bir şeyler umduğum gibi gitmez de dönmek zorunda kalırsam dönebileceğim bir yer olmayacak.


Evet, her kararım gibi bu kararıma da ailem şiddetle karşı. Üstelik aileden aforoz edilmekle tehdit ediliyorum aylardır. Bu durum gözümü korkutmasa da geri dönecek bir yerimin olmayacağı ya da sırtımı yaslayacağım birilerinin yokluğu beni oldukça güvensiz hissettiriyor. Kendimden şüphe etmemi sağlayan güven kırıcı konuşmalar da dahil buna tabii ki.


Sen kadınsın tek başına oralarda yapamazsın. Hem ne iş yapacaksın? Dilin yok ki senin (dört dil bilmem dışında sorun yok?). Aileden uzaklaşmak demek bize sırtını dönmek demek, biz böyle insanları ailede istemeyiz. Nasılsa beceremeyeceksin, hiç bulaşma. Hayallerle yaşayanlar kendilerini çöplükte bulurlar… gibi bir sürü söylem ve sonu gelmeyen tartışmalar.


Aslında hayatımın hiçbir alanında bir işe yaramayıp aksine hayatıma hep köstek oldukları için bu konuda güvensizlik duymam da saçma geliyor. Ancak bir cümle var herkesin dilinde olan. “Gidersen bize ihtiyacın olduğunda bir daha bizi bulamayacaksın.” Bu cümle, kendilerine şu ana kadar hiçbir zaman ihtiyaç duymadığım halde aksi düşünceyi yerleştiriyor zihnime. Böylece kendimden bu denli şüphe etmem bile güvensiz hissettiriyor. Üstelik bunun yalnızca bir manipülasyon cümlesi olduğunu, aslında içinin boş olduğunu bildiğim halde.


Sonuçta atlayıp gidecek olan benim. Kimsenin tek kelimesi bile engel olamaz. Ancak kafamın içinde bir şeyler sürekli endişeli ve güvensiz. Hep bir acaba…




SİLİKON SOPA

- gül -


İlk defa telefonum olmuştu. O kadar heyecanlıydım ki. Tüm arkadaşlarım telefon numaramı aldı. E bilen bilir 1000 SMS zamanı; devamlı mesajlaşıyoruz.


Derken en yakın arkadaşım bana telefonda aşkını itiraf etti. Ah nasıl karmaşığım. Onu gerçekten arkadaş olarak görüyordum. Zaten ikimiz de daha çocuktuk, ne aşkı? Sonra ben okuldan ayrılmak zorunda kalınca, arkadaşım daha fazla mesaj atar olmuştu bana.

Günlerden bir gün uyuyakalmışım. Babam telefonumu alıp kurcalamış. Sabah kalktığımda telefonum yoktu. Annem geldi, babamın akşam gelip telefonun hesabını soracağını söyledi. O an midemde bir kramp hissettim. Neyin hesabını soracaktı? Ne yapmıştım ki ben? Sözde namusumuza mı laf getirmiştim? Bilmeden edepsizlik, saygısızlık mı yapmıştım? Aklıma çok sonra o arkadaşımın attığı mesajlar gelmişti. Ah yakmıştı beni. Ne diyecektim babama? Aramızda bir şey olamaz babacım sadece numaram onda olduğu için mi o mesajlara maruz kalıyorum diyecektim? Ya da evet yahu hoşuma gidiyordu onları okumak falan mı?


Gece on sularında gelirdi eve. Saat tam on. Babam geldi. Elinde silikon sopa. Hey, kiminle kavga etmeye gelmişti babam? Ona dil uzatan düşmanlarıyla mı? Yoksa trafikte çatıştığı o adama mı? Ben bunları düşünürken yanımda beliriverdi. Annemi kardeşlerimi koltuğa oturtup onlara karışmamaları konusunda uyardı. Ve o asla kendi bedenime yakıştıramadığım silikon sopayla gece on ikiye kadar beni bacaklarının arasına kıstırıp dövdü. Hastaneye götüremezdi! Lisansı elinden alınırdı. Peki ya o küçük beden ne yapacaktı orda? Hayatta çaresizce kaldığı ilk andı. Bacağıma sopayla vurduğunda bir kere daha aynı yere vursun da uyuşmuşken orayı atlatırım diye düşünüyordum. Yüzüme yumruk atmıştı. Şaka mı bu ben neredeyim diye düşünüyordum. Kaçışım yoktu. Çaresizce diğer yumruğu, tokadı ya da sopayı bekliyordum. Henüz on dört yaşındaki bir beden nasıl kaldırabilirdi ki bunu ?


Ah çocuk, keşke bana aşık olmasaydın…


METAFOR

- nehir niş -


Üniversite’de ilk yılım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Her gün yeni arkadaşlarım oluyor. Yeni şeyler öğreniyorum ve durmadan okuyorum.


Derken o dönem ve her sene düzenlenen 1 Mayıs İşçi Bayramına gitmeye karar verdik. Bütün arkadaşlar hep birlikte başka şehre gidecektik. Büyük gün gelip çattı. Yolculuğumuz şarkılar türkülerle geçiyor. Öğlen olduğunda meydana çıkıyoruz. Yaklaşık beş yüz altı yüz kişiyiz sadece. Ve hayatımda hiç görmediğim kadar polis. Etkinlik başlar başlamaz müdahale ediyorlar. İlk defa gözaltına alınıyoruz. Tabi yine şarkılar bağırış çığırışlar. Emniyete götürülüyoruz. Orada bizi ayırıyorlar. Benim yaşım henüz on sekizden küçük. Beş altı kişi daha var öyle. Bizi çocuk şubeye götürüyorlar. Akşama doğru ailesi gelen bırakılıyor. Zaten bizi tutmaları için yasal bir sebepleri yok ve yediğimiz kaba dayak cabası. İki kişi kalıyoruz. Bizim ailelerimiz başka şehirde. En yakın karakola gidip vekaletname vermeleri gerektiğini öğreniyoruz. Herhalde bu akşam haberleri olur ya da sabahtan bırakılırız. Akşam ses seda yok. O gece nezarette kalıyoruz. Yeni tanıştığımız Zeliş’le sanki eski arkadaşmışız gibi konuşacak çok şey buluyoruz.


Sabah görevli memurdan ailelerden henüz bir bildirim gelmediğini öğreniyoruz. Öğlen oluyor gene ses seda yok. Akşama doğru üniversiteden arkadaşlarım geliyor karakola. Birlikte dönmemiz gerek. Karakoldakiler ailemden kağıt beklediklerini o vekalet olmadan beni bırakamayacaklarını söylüyorlar. Avukat geliyor. Onun telefonundan bizimkileri aramama izin veriliyor. Ablamı arıyorum. Annemin çok kızdığını vekalet vermeyeceğini söylüyor. Telefonu anneme veriyor. Konuşuyoruz. Daha doğrusu o konuşuyor. Bana kızmış, izin vermeyeceğini bildiğim için ondan gizli gelmiştim sonuçta buraya. Vekalet falan vermeyeceğini hatta beni akıllanmam için altı ay içeri tıkmaları gerektiğini bunun için karakola yazı yazacağını küfürleri eşliğinde ekleyip kapatıyor. Annemin kesin olarak vekalet vermeyeceğini avukata anlatıyorum. Hatta okuma, yazması yok ve kendisine yazılan başka bir dilekçeye imza atmamasını umuyorum içimden. Avukat biraz daha burada kalacağımı başka hukuki yollar deneyeceğini falan söyleyip gidiyor. Zeliş de gitmemiş bir gece daha birlikteyiz demek. Onunda anne babası ayrı. İkisine de ulaşılamıyor. Ama en büyük ablasına ulaşmışlar o da sabahtan karakola gidip bu işi halledecekmiş.


Ertesi sabah Zeliş serbest bırakılıyor. Benim durumum belli değil. İki gün daha bekleteceklerini, eğer bizimkilerden herhangi bir beyan gelmezse beni çocuk yetiştirme yurduna sevk edeceklerini falan sırıtarak söylüyor diş macunu ve fırçadan bihaber yaşayan sapsarı dişli görevli. Böyle bir durumla karşılaşmayı beklemiyordum. Kaldığım altı günün sonunda önce yetiştirme yurduna hazırlanan evraklarım sonra da avukatın vekalet verme çabaları derken sonunda serbest bırakılmıştım. Okula dönmeyip beni bekleyen arkadaşlarım beni çıkışta karşıladılar. Ailemin bu tepkisine onlar da üzülmüşlerdi. Güven artık benim için sadece bir metafordu. Onlara güvenip gelmemiştim ama böyle bir sonucu da pek hak etmemiştim. On sekizimi doldurana kadar hiç bir şey yapmamış sadece okuluma gidip gelmiştim. Reşit olduktan sonrada hayatıma dair bütün kararları kendim verdim. Kararlarımın sonuçları her ne olursa olsun sorumluluk daima bana aitti. Ailem sözüm ona aklım başıma gelsin diye aramıza ya nasıl bir duvar ördüğünü bilmiyor ya da ben aşırı tepki veriyorum. Çünkü bir daha asla onlara güvenemedim. Hala da bütün ilişkilerimde en zor kurduğum şey güvendir.


AKIŞ MAKIŞ

- herzi -


Herkes travmalarından nasıl güzel iyileştiğinden bahsediyor. Travmadan iyileşmiş olmak artık bir moda. Bunu herkese anlatmak da paha biçilemez.

Ben iyileşmedim arkadaş. Bazılarından iyileştiysem de başka travmalar ortaya çıktı o zaman. İyileşeyim diye denediğim yöntemler de buradan köye yol olur. Hatta şu an, reiki inisiasyonu almak için geldiğim şifacının bahçesinde kaldığım çadırdan yazıyorum. Tepemde tüm galaksi olanca ihtişamıyla yanıp sönüyor, ben hala kendi küçük kara deliğimdeyim.

Ben de çok konuştum zamanında, iyileşmiş gibi. İnsan karanlıkta kalmaya alışınca, bir mum bile yansa her yer aydınlandı sanıyor.

Tavsiyeler de verildi tabii, verilmez olur mu? Şunu dene, bunu yap, olmadı şunu yap, yok sen en iyisi akışa bırak.

Hay ben o akışın..

Diyorum ama içimden biliyorum hepsinin işe yarar yöntemler olduğunu. Her insan kendine uygun yöntemi seçip oradan yürüyor. Ama bende işe yaramamış olması beni köksüz, güçsüz ve güvensiz hissettiriyor.

Her şeyin kendi zamanında olduğunu da biliyorum. İyileşme diye bir şeyin olmadığını, aslında olduğumuz halimizle iyi olduğumuzu anlamayı falan geçip, artık “iyi, kötü hep bizim koyduğumuz tanımlar, ‘iyi’ dediğin nedir ki?” Noktasına bile geldim.

Ama olmuyor, olamıyor. Bir ferahlık hissetmek istiyorum artık. Bir mola alayım en azından.

İşin kötü tarafı o yola çıkılınca geri de dönülmüyor.


İYİ MİSİN

- msy -


İnsan ilk güven duygusunu annesinde yaşarmış sonra bu ailesine kadar dayanırmış tabii birde ailesi yerine koyduklarına. En çok onların yanında güvende hissedermiş kendini. Güven ki güvende olmuş bilinçaltımızda yatan. Bunu, yanımda güvendiğim kimseyi bulamayınca anladım. Hem de en savunmasız anımda.


Üç sene önceydi… kışın en sert geçen aylarıydı, yanlış hatırlamıyorsam şubat ayıydı. Üniversitedeyim, yurt değiştirdim ama o kadar yalnızım ki yurtta, yalnızlığı iliklerime kadar hissediyorum. Çok fena kapmışım şifayı, yatak döşek yatıyorum, bir de vize sınavlarıma denk gelmesin mi hem bedenim hem psikolojim hiç sağlam değildi. Ders çalışmayı bırakın ayağa bile kalkamıyordum. Ne beni ayağa kaldırmaya çalışan vardı ne de bir kaşık yemek yemem için ısrarda bulunan. Anlayacağınız “çok hastayım” diye dert yakınacağım biri bile yok yanımda. Tek başıma sürünerek hastaneye gittiğimi ben unutsam, kafamı yasladığım hastane duvarları unutmaz. Abarttığımı düşünmeyin ha! Gerçekten çok kötüydüm. Yediğim iğnelerin kullandığım ilaçların haddi hesabı yoktu ama ben gün geçtikçe daha kötü olduğumu hissediyordum. Girdiğim her sınavdan kalmam beni daha da yıpratıyordu.


Bir gece dedim “kalk, zorla kendini çalış biraz, bari bu sınavdan FF alma vs vs…” kendimi motive etmeye çalıştım ve masaya oturdum. Oturmamla birlikte notlarımın üstüne istifra etmem bir oldu. Sonra ağlayarak temizledim masayı aylarca çıkardığım ders notlarımı çöpe attım. Tam yatağıma gidecekken bayılmışım. Sadece içimden “Annem olsaydı iyileştirirdi beni, bu halde görse beni ne üzülürdü anneciğim.” Dediğimi hatırlıyorum.


Gözümü açtığımda ambulansın içindeydim. “anne çok hastayım, yardım et bana” diye sayıklamışım ayılırken, hemşire öyle dedi. O ambulansta gözümü açtığımda, yanımda sadece tanıdık bir yüz aradım. Sadece samimi ve endişe dolu bir gülümseme. Ama göremedim. Yine yalnızdım, yalnız ve hasta. İkisi yan yana olunca çok daha ağır oluyormuş. Ambulansın içinde uyandığımda şunu fark ettim ki, kendimi hiç bu kadar güvensiz hissetmemiştim, evet yanımda hemşire vardı beni iyileştirecek insanlar vardı belki de kendimi güvende hissedebileceğim tek yerdi orası. Fakat ben kendimi en çok orda güvensiz hissettim. Hemşire yerine güvendiğim ve yanında kendimi güvende hissedebileceğim biri olsaydı belki o zaman daha çabuk iyileşebilirdim. Belki de hastalığımın sebebi yalnızlıktı. Ambulansın içinde yaşadığım o güvensizlik duygusu hala peşimi bırakmaz. Korkarım hastalanır da “iyi misin” diyenim olmaz diye. Ne zaman da bir hasta görsem yakın olmasam bile onun yanında olduğumu hissettiririm. Hastalık kötü evet ama hastalığı yalnız atlatmaya çalışmak çok daha kötü. Evet yaşadığım sürece hastalıkta olacak yalnızlıkta fakat tek temennim ikisinin aynı anda olmaması çünkü, öylesi çok daha güç.



MANİ, DEPRESYON, GÜVENSİZLİK

- sınırda -


Beni korkutan, hayatımın kontrolünü çoğu zaman eline alan, kendime duyamadığım güven. Duygularını yoğun yaşayan birisi için, yani benim için, kendi duygu ve düşüncelerinin değişim hızına yetişememek çok yorucu oluyor. Yaşım daha küçükken, hiçbir şeyin muhakemesini yapmadan, yaşadığım bu duygu ve düşünce değişimine ben de çok hızlı adapte olabiliyordum. Fakat yaşadığım kötü tecrübeler bana bazen biraz durmam gerektiğini öğretti.


Durup düşünmeye başlayınca fark ettim ki, ben bir karara sahip olup onun peşinden giderken bir anda tam tersi istikamete devam edip, bu sırada da en doğrusunun bu olduğunu düşünüyormuşum. Terapi süreçlerinde de şunu öğrendim, bu davranışlarımın sebebi ve bana herkesin maymun iştahlı yakıştırması yapmasının nedeni benim iştahlı oluşumdan değil, sahip olduğum psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklanıyormuş. Bu rahatsızlıkların temel ikisi Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite ve Sınırda Kişilik Bozukluğu.


Sınırda Kişilik Bozukluğuna sahip olduğumu öğrenmem ve bunu kabul etmeye başlamam arasında sanırım beş yıl var. Başlamam diyorum çünkü henüz kabul etmiş olmadığımı yaşadıklarım bana hatırlatıyor. Hem de kafama sert bir cisimle vurarak. Bak diyor yine maniksin. İşte tam orada, o arada başlıyor kendime olan güvensizliğim. Bu sırada bunun da geçici olduğunu biliyorum. Ya düşüşe geçecek ya da yeniden yükseleceğim. Ama iki taraf da kötü. Yükselişte olduğum manik dönemler en iyi hissettiğim, özgüvenimin en yüksek olduğu, aynı zamanda da kendime en çok zarar verdiğim dönemler. Depresif olduğum dönemler, duygusal olarak çok yıkıcı ama tek tehlikesi intihar. Mani öyle değil, başıma her şeyi getirebilirim. İşte bu güvensizliğin olduğu yer, umutsuzluğa dönüşüyor. O zaman da depresyon.


Sadece kendini izleyip, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeden sadece vakit doldurmaya çalışmak kalan tek seçenek mi? Yaşam sürmenin ne olduğunu bilemeden…


Doğru ya da yanlışın tek olmadığını biliyorum, ama en asgari seviyesinin şöyle olduğunu düşünüyorum; kendine ya da başkasına zarar vermeye başladıysan doğrudan uzaklaşıyorsun. Evet, herkesin yanlış yapma hakkı da var, bunun cezası, yaptırımı yani bir bedeli de var. Ben kendime yaşattığım yanlışlardan ve ödediğim bedellerden çok yoruldum.


Sınırda Kişilik Bozukluğu? Sınır neresi? Ben ne zaman sınırdayım, ne zaman sınıra yaklaşıyorum? En önemlisi de o sınırı geçtiğim de oluyor mu? Kim karar verebilecek bunlara, kararları sürekli değişen ben mi?


Bu sosyal ilişkilerimde de, ikili ilişkilerimde de kabusa dönüşüyor. Kimseyle yakınlaşmak istemiyorum. Ne kadar tutarsız olduğumu kimse görsün istemiyorum. İnsanlarla bununla ilgili sorun yaşamak, kendimi açıklamak, anlatmak zor geliyor. Diğer yandan da bir benlik algım olmadığı için insanlara ihtiyaç duyuyorum. O an yanımda kim varsa o oluyorum, onun gibi düşünüyorum. Ta ki yanından ayrılana kadar. Sonra kiminle görüşüyorsam o.


İnsanlar bana hep haklı geliyor, suçlu hissetmeyi her durumda başarabiliyorum! Kendime verdiğim zararın en başında da bu geliyor. Sınır koyamadığım insan ilişkilerimde karşımdakinin insafına bırakıyorum kendimi.


Aynı gün içerisinde komün kurma hayali olan arkadaşlarımla bunu nasıl yapabileceğimize dair planlar kurup, hemen ardından burjuva arkadaşımla burjuva eğlencesi yaşayıp, o gece yattığım insan her kimse ona ait olduğuma, ona delice aşık olduğuma ikna oluyorum. Yalnız kaldığımda ise ben hiçbiriyim diyorum. Peki ben nasıl biriyim? Bukalemun mu? Bukalemunun kendi rengi var mıdır? Ben rengimi bilmiyorum. Hep arayacak ama hiç bulamayacakmışım gibi hissediyorum.


Bu konunun bu kadar önemli olmasının sebebi sürekli olarak tehlikeye açık olmam. Torbacım için kendi adıma araç kiralamayı hiç düşünmemeliyim, her isteyen için kredi çekmemeliyim, canım sadece sevişmek istiyor diye önüme her gelenle beraber olup 4 kere kürtaj olmuş olmamalıyım, yanımdaki ne içiyorsa onu içmemeliyim, kendimi sıkıntıya sokacak kadar uyuşturucuya para harcamamalıyım, madde etkisi altında hızlı ve tehlikeli araba kullanmamalıyım. Ya da hayatımın merkezine aldığım her şeyin yerine en fazla bir hafta içinde bambaşka bir şey koymamalıyım, istikrarsızlık istikrarım olmamalı. Bu liste çok uzar. İntihar girişimlerime girmeyeceğim bile! Ama o anlarda hepsi çok mantıklı ve doğru geliyor.


Kendimi kendimden koruyamadıktan sonra kimden koruyabilirim ki?

İçimde bir şey hep o cennetim olan manik dönemde yaşamak istiyor ve buna algılarımla karar mekanizmamı alet ediyor. Beni kandırmayı başarıyor. Tansiyon hep yüksek yaşansın istiyor. Maddi olarak da manevi olarak da bunu artık kaldıramıyorum. Davranışlarımın ağır sonuçlarıyla sürekli yüzleşmek çok ama çok yorucu.

Sanırım sadece manik yaşayan bir bipolar olsam bununla ilgili bir sorunum olmayabilirdi. Ama benim cehennemim, düşüşlerim çok fazla ve çok hızlı oluyor. Ya hepler ya hiçler, grinin yer almadığı sadece siyah ve beyazlar, aşırılıklar benim hayatım. Başka türlüsü mümkün olacak mı bilmiyorum ama tek bir özlemim ve arayışım var. Denge. Peki ya dengeye kim karar verecek?


NOT:On yıl boyunca süren ilişkimde, bipolar olan sevgilimin adı Güven’di...


ÖZGÜVENSİZLİK

- coggywriter -


Her şey ailede başlar. Birbirini seven mutlu bir yuva yaratan anne babalar, özgüveni gelişmiş çocuklar yetiştirir. Bu değişmez bir kural gibidir. Çünkü, çocuğa küçükken ne verirsen onu alır ve onunla büyür. Tabii ki sadece mutlu bir yuva yetmiyor, kendini yetiştirebilmek, ne olduğunun ve neleri yapabileceğinin farkına varmak da gerekiyor.

Ben de böyle seven sevilen bir ailede dünyaya geldim. Özellikle annem bu konuda gayet başarılıydı. Bizleri anneye muhtaç değil de; kendine bakabilen, hayatta kalmak için her şeyi bilen ve yapabilen, sevgi dolu çocuklar olarak yetiştirmişti. Annemden hiçbir zaman "sen yapamazsın, sen anlamazsın" sözlerini duymazdık. Daha çok "bu senin işin, en iyisini yaparsın, yeter ki iste oğlum" cümlelerini duyardık. En basit anlamda söylemek gerekirse üç erkek kardeş olarak şanslıydık. Çünkü iyi bir anne babaya sahiptik.

Bizim evde mutfakta geçen zamanlarda bir yandan sohbet edilir, bir yandan yemeğe yardım edilirdi. Bu sayede yemek yapmayı öğrenirdik. Annem hep "bir gün işinize yarayacak öğrenin oğlum" derdi. Sofrayı hep beş kişi kurardık. Hiçbir zaman paşa oğlum, ne istersin söyle yapayım, sen otur dinlen diyerek "büyümedik. Bazı arkadaşlarımın ailelerinde bu duruma rastladığım da rahatsız oluyorum. Çünkü bizim gözümüzde anne bir hizmetçi değildi.


Yıllar geçtikçe büyüyor ve bir şekilde hayata adapte oluyorduk. Okul hayatı dersler, sorunlar hemen yanı başımızdaydı. Karşıma çıkan sorunlar da hiçbir zaman güvensiz hissetmedim. Yapabileceğimin en iyisini yapıp sonucu görmek her zaman beni bir adım öteye atmıştı.


Tabii ki başarısızlıklar da yaşadım ama bunun dünyanın sonu olmadığının farkına varmak ve eğer başarı istiyorsan tekrar denemekten kaçırmamak gerekiyordu. İş hayatında işler bazen bu kadar kolay olmuyor. En iyisini yapsan da, her defasında başarısız olma durumu ile karşı karşıya kalabiliyorsun. Bu beni başarısız biri yapmaz, aksine daha motive olmamı sağlardı.


Hiç unutmam, çalıştığım bir firmada liderlik sınavı vardı ve toplamda üç aday sınava katılmıştık. İki farklı alan için bir lider seçilecekti ve güçlü bir aday olduğumu düşünüyordum. Her iki alana da hakim, raporlamalar, siparişler benden geçiyordu. Mülakatlar neticesinde diğer adaylardan biri seçilmişti. Tek özelliği bir alanın teknik işlerinden anlaması idi. Bunu çok rahat söylememin sebebi, yıllar sonra grup liderimden onun neden seçildiğini öğrenmemdi. Bir sonraki yıl tekrar aynı mülakata girdim ve bu süre zarfında yöneticilerimden geri dönüşler alarak, eksiklerimi tamamlayıp karşılarına çıkmıştım. Neticede kazanmıştım. İlerleyebilmek ve kariyer hedeflerime ulaşabilmek için büyük bir adım olarak görüyordum. İnsanın kendini olduğu gibi kabul etmesi ve neleri başarabileceğinin farkına varması gerçekten çok güzel bir duygu. Özgüveni yüksek olan insanlar girdikleri işlerin ya da ilişkilerin hemen hemen hepsinde başarılı olurlarmış. Günümüzde bir genelleme yapmak yanlış olmaz ise, ilişkiler biraz daha eskiye nazaran yozlaşmış gibi görünüyor. Yani daha az tolerans, sabırsızlık, başarısızlığı kabul edememek, hazmedememek, benci olmak ilişkiyi hep hüsrana uğratan etkenlerdir diye düşünüyorum.


Bir internet sitesinde okumuştum, "çağımızın en büyük sorunu anksiyete bozukluğu" başlığı ile yapılmış bir haberdi. Teknolojinin ilerlemesi ile arkadaşlıklar ve ilişkiler sanal bir hal almaya başlayıp, bir sürü kalabalık içerisinde insanı yalnızlaştırmaya zorluyordu. Saniyelik mutluluklar ya da mutlu gibi görünmeler, sosyal hayatta sizi takip edenlere güzel geliyor gibi görünse de, içine kapanık ve güvensiz hissettirmesine yol açıyordu.

Hayatım boyunca kendimi en güvensiz hissettiğim durum, annemin vefatı ve sonrasında geçen günlerdi. Beni sevgisi ve ilgisi ile yetiştiren o muhteşem varlık, artık yoktu. Zor zamanlarda dizine yatıp akıl alabileceğim, saçlarımı okşadığında kendimi hissedebileceğim, sarılsa her şey geçer diyebileceğim annem, kansere yenik düşmüştü.

Artık benim için zor günler başlamıştı. Önce evdeki yokluğu, sonra yaşadığımız acı tatlı tüm hatıralar gözümün önünden geçmeye başlamıştı. Günlerce bunu yaşadım. Bir ara yaşadığım acıya tutunmak ve bununla yaşayacağımı bilmek beni iyice karamsar biri haline getirmişti. Bu acılı ağlamaklı günler 3-4 ayımı aldı. Aramızdaki bağ o kadar büyüktü ki, sanki acı çekmeyi bırakırsam onu unuturum korkusu ve ona haksızlık ederim endişesi birbiriyle yarışıyordu. Dost dediğim birkaç kişinin yardımı ile bu duruma bir son vermem gerektiğini anlamıştım. Yaşadıklarımı atlatabilmek için kendime sürekli tekrar edebileceğim ve beni iyi hissettirecek bir cümle buldum. "Annem olsa, o da böyle olmasını isterdi. Hayata devam etmelisin"


Biliyorum ki, o da beni üzgün ve mutsuz ya da hayata karşı yenilmiş görmek istemezdi. Çünkü, o güçlü ve ayakları yere basan çocuklarla yetiştirmişti. Uzunca bir süre cümleleri düşünerek geçti günler. Acılar hafifleyecek, fakat birlikte yaşadığımız güzel anılar ve hatıralar, bir ömür benimle birlikte olacaktı.


Ne mutlu ki, böyle bir anneye evlat olmuştum. İyi ki bizi sevginle merhametinle vicdanınla büyüttün. Sana minnettarım...


GELİŞİNE GİDİŞİNE

- gülçin karabulut –


Tanrım!.. Benim de bu dünyada var olmama izin verdiğin için sana müteşekkirim. İşte Tanrının beni var ettiği o büyük günden beri sizinle aynı hayatı soluyorum. Sanırım sizinle tek benzerliğimiz de aynı dünyada yaşayan bir organizma olmak. En azından ben böyle olmasını istiyorum.


Yaşamak çoğu zaman beni ürkütüyor ve güvensizliğimi tetikliyor. İnsan, doğası gereği kendini tehdit eden olaylara odaklanıyor, demişti bir bilge. Benim de var böyle kendimi tehdit içinde hissettiğim anlarım. Özellikle yaratılmış diğer insanlarla iletişim halindeyken, sürekli teyakkuz halinde olmak, bugün hangi güzel insandan nasıl bir tepki göreceğim, kim bana laf sokacak, söylediklerimi kim umursayacak ya da görmezden gelecek, bugünün hazırcevabı kim, kim beni duygusal olarak manipüle edip etimden sütümden faydalanacak, kim kendini dünyanın akıllısı ilan ederek beni aptal sanacak? gibi tehditler güvensizliğimi arttırmakta. Siz bunları okurken, bana karşı ne kadar dürüst olacaksınız o bile çok bilinmeyenli bir denklem.

İçimde müthiş güler yüzlü, neşeli, sevecen, güven dolu çılgın bir kız çocuğu var. Hepimiz genelde, hayata çok anlam yüklüyoruz ya, işte ben de hayata böyle anlamlar yüklediğim bir an gördüm ki; bir kara delikte zaman mekan kavramını yitirmiş öylece savruluyorum. Savruldukça gerçek ile yüzleşmeye başlıyorum. Meğer Tanrı, her kalbi her hücreyi bir başına bırakmış ve çok kanallı televizyonundan istediği diziyi izliyor. İşte o an ayıldım değerli okuyucu, tıpkı Nietzsche'nin bir kedinin fareyi öldürmesine tanıklık ettiği anki gibi bir aydınlanma yaşadım. “İtirazım var bu zalim kadere, İtirazım var bu sonsuz kedere....” Arabesk duygulardan hiç hoşlanmam ama bir Müslüm Baba da acıların kralı olarak memleketimin ruhu değil mi?


Evimin içinde güvendeyim ama dışarı adım attığım an insanların ruhlarını, düşüncelerini okurcasına çok sesli bir zihinle baş etmek ve süper güçlerimi devreye sokup, hep savunmada kalmak zorunluluğu içindeyim. Ne acıdır ki hiçbir laf sokmaya anlık cevap üretemedim. Dalga geçmeleri gördüm ama edepsizleşip karşılık veremedim. Maddi ve manevi sömürüye karşı daha yeni yeni tepki gösterip, gardımı almayı başarıyorum.


Güvensizlik duygusunun da doğuştan olmayan, öğretilmiş bir duygu olduğunu biliyorum. Öğretilmiş güvensizlik duygumun müsebbibi kim? Ailem mi, öğretmenlerim mi, iş arkadaşlarım mı, sosyal arkadaşlarım mı, yöneticiler mi? Aslında çokta bir anlamı yok, ben de evlatlarımı benzer şekilde güvenmemek üzerine yetiştiriyorum. Ama güvenmenin o güçlü hissettiren yanını da bizzat gösteriyor ve yaşatıyorum. İnsanın bazen gözünü kapatıp çevresindekilere güvenmeyi tercih etmesi gerekiyor aksi takdirde paranoyak ve ruh sağlığı can çekişen birine dönüşebilir. Ayrıca İnsanı sevmenin ve insana güvenmenin zevki ve mutluluğu da hiçbir şey ile değiştirilemez bence.


Bilmek insanı özgür kılıyor mu ya da bilgi aşk mıdır bilmiyorum ama bazen, bu şahane iletişim ağında öyle güvensizlik hissettiren anlar yaşıyorsun ki, o anlarda ağzını doldura doldura küfretmek, gelişine gidişine vurmak istiyorsun ve ne yazık ki bildiğine bileceğine, zekana ilmine dümdüz saydırıp yaşayıp gidiyorsun.



YALNIZ KADIN

- dalgın canbaz -


Yılları tam hatırlamıyorum, sanırım ortaokul civarı, on üç yaşındayım. Kendimi hiç bir zaman sosyal bir çocuk olarak tanımlamadım. Ama özgüvensiz olarak da tanımlamazdım o yıllarda. Sosyalliğimin açılması için babam tarafından mı, yoksa benim isteğimle mi bilmiyorum her yaz bir sanat kursuna katılıyordum. Bir sene Beşiktaş’taki, bahçesinde kuğular yüzen resim heykel müzesinde resim kursuna gitmiştim. Görsel ve elle yapılan işlerle uğraşmak beni her zaman mutlu ettiği için o yazı resimlerle, heykellerle mutlu mesut geçirmiştim. Bir sene sonraki o yaz ise, Müjdat Gezen ‘in yaz kampına yazdırmıştı babam. Şevket Çoruh, daha yeni mezun haliyle hocamızdı. Bendeki durum ise çelişkilerle doluydu. Hem tiyatroyu delice sevmem, hem de kendimi ortaya atmadan her zaman çekinmem ve sahne önü insanı olmamam o zamandan kendini gösteriyordu. Ama kendimi ne pahasına olursa olsun ortaya atma cesaretini de hiç bırakmıyordum. Bu yaman çelişki bütün ömrüm boyunca devam etti. Kendimi ortaya koyan işler seçtim, bunları yapma cesaretini gösterdim, ama bir o kadar da dış dünyayla kendimi sürekli kıyasladım, tam olarak güvenmedim kendime ve işlerimi atıp, kaçmak istedim çok zaman. Bir yandan da boy boy sergilemek, afişe etmek. Bu çelişki, kendime inandığım ve dış sesleri duymadığım zaman, aslında üretmekten ve kendimi ifade etmekten müthiş haz duyduğumu gösteriyordu belki de bilinmez.


Neyse, o yaza dönersek, benimle beraber iki yetenekli genç hatırlıyorum. Daha sonra sevgili olan bu kızla oğlanı izlemekten, ve onların oyunlarını takip etmekten, kendi oynayacağım oyunu ne kadar çalışabildiğimi bilmiyorum. Kızın, Dario Fo’nun yalnız Kadın’ını oynayacağını hatırlıyorum. Yalnız Kadın’dan metinler bugün bile aklımda. Şu an hissettiğim, kendimde her zaman bir kadın hayranlığı olduğu, kimisinin bilgisine, kimisinin popülerliğine her zaman özendiğim. Kendime, bir ide bulmak mıydı nedeni, görmek istediğim kendim mi, başka rol model arayışları mı bilemiyorum, ama bu durumu fark edişim yirmilerimi buldu. Tabi bunda anne baba ayrılığım ve annemin bizden ayrı olmasıyla, anneme kızgınlığım da etken olabilir.


Yaz sonu gösterisinde, Müjdat Gezen karşımdayken, kendi rolümü unutmam, o sahneden buharlaşıp kaybolma isteğimi hiç unutmam, kendimi Yalnız Kadın’ı oynarken kurgulamam ve yıllar sonra hala dekorunu yapma isteğimin karşısında...


ÖLÜR MÜYÜZ, KALIR MIYIZ

- mutlu -


Kaygılıyım;


Sadece kadın, çocuk ya da yaşlı birey olarak değil insan olarak bu toplumda korunmadığımızı bilmek kadar endişe duyduğum bir şey daha yok uzun zamandır.


Öfkeliyim;


Bir yanda sokağa çıkınca her yerde karşıma çıkan başka ırklardan insanlar ve onlara verilen haklar diğer yanda müdahale edilmeyen sokak ortasında dövülen kadınlar, akranları ile eşit şartlarda yaşama şansını bulamamış işçi çocuklar, ömrünü çalışarak geçirmiş ama aldığı üç kuruş emekli maaşı ile hayatta kalmaya çalışan yaşlı insanlar...

Darp edilseniz karşı tarafa verilen bir ceza yok.


Eğitiminizi tamamladığınızda işiniz yok.


Yaşlandığınızda emeklerinizin karşılığı olan bir maaşınız yok.


Çocuğunuzu bekleyen gelecek ile ilgili umudunuz da yok.


Tedirginim;


Kendimi neyden koruyacağımı bilemediğim zamanlar oluyor. Kimden, nasıl zarar göreceğim korkusunu yaşadığım anlar gün geçtikçe artıyor. Çünkü biliyorum ben kendimi korumazsam beni koruyacak bir kanun yok.


Hayaller kurmamız gereken yaşlarda, bu korkularla boğuşuyoruz. Çok sevdiğim ülkemde kendi çocuğumun mutlu şekilde büyüyeceğine dair inancım neredeyse kalmadı. Başıma bir iş gelmeden yaşlanabilecek miyim acaba diyorum bazen. Ya da çocuğumun yetişkin olduğunu görebilecek miyim acaba?


İnsanın en güvende olduğunu hissedeceği ver evidir, yurdudur. Ama biz bir gün kazara ölmemek için korku içinde yaşıyoruz.


Her an karşımıza tuzaklar çıkan bir bilgisayar oyununun içindeyiz sanki. Hayatta kalabilmek, güvende hissetmek, umut etmek, değer görmek için oyuncunun el değiştirmesini bekliyoruz...


ÇOCUKLUĞUMUZ

- ayşe menekşe -


Kaç gündür düşünüyorum. Ne yazsam diye. Bu durum güvensiz hissettiğim durumların çokluğundan mı yokluğundan mı bilemedim.


Küçükken kardeşimin rahatsızlığından dolayı sık sık birilerinin yanında kalmam gerekti. Ailemden uzakta çok zaman geçirdim. Kimi sevdiğim, güvendiğim kimi de yanında olmaktan hoşlanmadığım insanlardı. Ama kim olursa olsun ailem değillerdi. O dönemden kalma güvensizlik hissimi normalleştirdiğimi fark ettim düşünürken. Yani tek ya da birkaç olaydan ziyade hayatımın geneline yayılmış bu his.


Güven ya da güvensizlik değil de hep bir panik hali. Duruma ya da mekana göre saldım çayıra bazen. Bazen de en sakin anlarda şimdi bir şey olacak hissi.


Çocukluğumuz anavatanımızmış. Anavatanda yaşanan ya da yaşanmayanlar şekillendirir hayatımızın geri kalanının çoğunu, tabi ki hepsini değil. Olaylara verdiğimiz tepkilerin, kırgınlıklarımızın, kızgınlıklarımızın, düşüncelerimizin temeli çocuklukta atılır. Ne kadar güvenli isek orada o kadar normale yakın oluyoruz bence burada.


ree

Bu haftanın normal insanlar konusu "gördüğünüz bir rüyayı anlatın" idi. Simgelerin havada uçuştuğu birbirinden renkli, fantastik metinler ortaya çıktı. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.





HAFTANIN YAZILARI

  • Dünyanın Sonu – Saturnuslog

  • Issız Yol – Nehir Niş

  • Beyaz Atlı – Coggywriter

  • Bebek – Herzi

  • Rüya Arafı – Msy

  • Açık Büfe – Rojda Aksoy

  • Düş-müş – Ayşe Çetinkaya

  • Rüya Hukuku – Canderel

  • Tüm Rüyalar Biraz Tuhaftır – Bir Başka Dünyadaki

  • Saçmalıklar Kumpanyası – Edward Bloom

  • İnecek Var! – Mutlu

  • Mario, Luigi ve Ben – San

  • Mavi – Topaz

  • Hicap – Gorila Voladora

  • Bir Rüya – Voila

  • Yerli Nostradamus – Matruşka

  • Rüyalar Alemi – Gülçin Karabulut

  • Yaşam, Sevgi ve Doğum – Dalgın Canbaz



DÜNYANIN SONU

- saturnuslog -


Normalde çok fazla rüya görürüm ve çoğunu da hatırlarım. Ancak pek azını uzun süre aklımda tutabilirim. Birkaç ay önce bana çok gerçekçi gelen ve unutamadığım absürt bir rüyamı anlatmak istiyorum.


Okyanus kıyısından geçen dağ ile okyanusu birleştiren bir otoyolun ortasında dört kişi, birbirimizi tanımadan öylece duruyorduk. Birdenbire otoyoldan geçen araçlar da bizimle durdular. Arabalardan inen insanlar dehşet içinde okyanusa bakıyorlardı. Okyanus yükseliyordu. Telefonlarımıza bildirimler gelmeye başladı. Dünyadaki bütün sular yükseliyordu. Sebebi bilinmiyor, herkes korkuyordu. Bazı ülke ve şehirler sular altında kalıyordu.


Suların yükselmesiyle inanılmaz bir balina popülasyonu ortaya çıkıyordu. Bulunduğunuz yer artık bizim evimiz der gibi… Denizler taşıyordu. Balinalardan biri, bekleyen biz dörtlüye yanaşıp, “Birkaç gün içinde dünya tamamen sular altında kalacak. Bunu önleyebilmenizin, yaşayabilmenizin tek yolu bir yolculuğa çıkmanızdan geçiyor. Bu yolculukta, dünyayı baştanbaşa geçerek dünyanın kendisine karşı bazı bilmeceleri ve oyunları kazanmanız gerekiyor. Üstelik kaybettiğiniz ya da yanlış cevap verdiğiniz her bulmaca sonunda başlangıç noktanıza döneceksiniz” diye zihnimize telepatik bir şekilde fısıldadı ve sürüsüne katılarak uzaklaştı. Şok içerisinde balinanın söylediklerini idrak etmeye çalışırken, gruptan biri peki ya başlangıç noktasından değil de sondan başlarsak o zaman da sona mı döneriz yanlış yaparsak, yoksa bu yanlış bizi başlangıca mı götürür? diye sordu.


Sorulması gereken en mantıklı soru olmasa da merak uyandırıcıydı. Özellikle de kısıtlı zamanımız olduğu düşünülürse. Ardından bir fikir ortaya atıp başlamayı teklif ettim. İki kişi sondan iki kişi ise baştan başlayacaktı fikrime göre ve başa dönülmesi durumunda zaten iki kişi en baştan geçilmesi gereken testleri geçmiş olacaktı. Eğer başa dönülmezse bu durumda daha çabuk bitecekti bulmacalar. Grubun diğer üyeleri de bu fikri onaylayınca işe koyulmuştuk.


Işınlanır gibi başlangıca ulaşıp birkaç oyunu ve bulmacayı zorlanarak da olsa geçtik. Bulmacaların hepsi mantık ve safi zihinle çözülmesi gereken bilmecelerden ya da oyunlardan oluşuyordu.


Orta noktaya ulaşmamıza ramak kala, bir GO oyunuyla karşılaştık. Acayip bir şekilde, dünyayı baştanbaşa geçen bu oyun/bulmaca çizgisi babaannemin evinden geçiyordu. Bütün ailem orada ve herkes panik halinde en değerli eşyalarına sarılırken, bana bağırıp o kıyamette bile bir şeyler yapmaya çalışan beni engellemeye çalışırken, dünyanın kendisine karşı GO oynuyordum. Bağıran, küfreden kaosa sırtımı dönmeme rağmen stratejim zayıflıyordu. Bu oyunun kritik ve konum olarak stratejik olması da beni kör etmiş olacak ki takım arkadaşımın ortadan kaybolduğunu oyunun ortasında fark ettim.

Oyunu kazanabilme ihtimalimi, takım arkadaşımı kaybetme, aileme yenilme ve cesaretimi kaybetmemle bertaraf etmişken stresten ter içinde çalan alarmıma uyandım.

ISSIZ YOL

- nehir niş -


Hava aşırı sıcak, güneş ışınlarının yeryüzünü dik açıyla kestiği saatler. Soluk soluğa koşarak eve varmaya çalışıyorum. Peşimde birisi var. Bizim köyün girişinde sık aralıklarla yolu kaplamış selvilerin arasına saklanıyorum. Sesli ve hırıltılı nefesimi zapt etmeye çabalıyorum. Annem bana çok kızacak. Bu ıssız yoldan gitme demişti. Ben onu dinlememiş daha kestirme olur diye mezarlığın içinden, zeytin tarlasına çıkan yolu tercih ettim. Burayı bilen kullanır ve bilenler de nadirdir. Karışık çam ağaçları arasında boyum kadar otlar var. Kimisi dikenli yabani otlar. Onların arasında saklanıyorum.

Okula arkadaşlarımla birlikte gidiyormuşum. Şakalaşmalar küfürler havada uçuşuyor. Çarşının ortasından öylece geçiyoruz. Berber çırağı olan kumral, yüzü çilli çocuk anlamlı bakışlarla beni süzüyor. Bakışıyoruz. Pek hoşlanmıyorum. Neslihan gene çapkınlık peşinde, marketçi Zeynel’e cazibeli bakışlar atıp, oradan bize çikolatalar alıyor. Hep birlikte yiyoruz. Annem Neslihan’ı pek sevmiyor. Belki de haklı. Bir an bir el boğazımı yakalıyor, diğer el bedenimde. İnsanı bayıltan ağır ter kokusu. Kendimi kurtarıyorum koca ellerden. Yine var gücümle koşuyorum. Hava birden kararıyor. Akşam olduğunu nasıl fark etmedim. O çamların arasında düşlere mi uykuya mı daldım? Boğazım kuruyor çeşme buralarda olmalıydı. Hani nerede?


Tarlada çalışan köylüler çoktan işini bitirip evlerine gitmiş. Ben niye bu saate kaldım? Korkudan gözlerim kocaman, kalbim gümbür gümbür atıyor, yokuş aşağı yolu koşarak değil de dörtnala uçarak iniyorum. Peşimdeki arkamda mıdır acaba? Ya arkaya baktığımda karşılaşırsam. Daha hızlı koşmalıyım. Ardımda yine sesler köpek havlamalarına karışıyor. Annemle babam çok merak etmiştir şimdi beni. Ablalarım işten dönmüş akşam yemeği için hazırlığa başlamışlardır. Yemekten sonra ablam bana çikolatalı kek yapmayı öğretecek. Yine bir el yakalıyor beni. O kadar güçlü ki karşı koyamıyorum. Bu sefer boğazımda değil. Saçlarımı elbiselerimi çekiştiriyor. Diğer el ellerimi sımsıkı tutmuş. Bağırmaya çalışıyorum sesim çıkmıyor. Delirmiş gibi çekiyorum kendimi. Belinde parıldayan bir şey var. Ama yüzünü göremiyorum. Annemin sesi kulaklarımda o yol ıssız kızım diğer yoldan git. Issız yollardan kızlar gidemez mi anne? Hem beni nereye gönderdi hatırlamıyorum. Uzak komşumuzdan ne alacak ne bırakacaktım. Okuldan mı geliyordum? Neslihan ve diğer arkadaşlarım nerede? Güçlü el üzerimi yırtıyor. Küçücük memelerim açılıyor. Çok utanıyorum. Ne oluyor böyle? Gel kurtar beni anne ne olursun! Kimsecikler gelmiyor bu yoldan. Biri gelse kaçabilirim belki. Kalbim duracak gibi atıyor. Ölecek miyim ben? Kim bu karanlıktaki el ne istiyor elbiselerimden. Neden bağıramıyorum. Anneme ne diyeceğim eve varınca. Çıplak görünce kızmayacak mı? Güçlü el beni çırılçıplak soydu. Ne yapacak ki? Pantolon kemerini açıp fermuarı indirdi. Ağzımı kapatan elini ısırıp avazım çıktığı kadar anne diye bağırdım. Yataktan bir anda fırladım. Ev halkı odama geldi. Sakin ol sadece bir rüya gördün.


Evdeydim ve çıplak değildim. Soluk soluğaydım. Kana kana su içtim. Rüya değil kabus görmüştüm. Hatırlamıyorum dedim.



BEYAZ ATLI

- coggywriter -


Hemen hemen her gece rüya gören biriyim. Fakat iş yazmaya gelince, hangisini yazayım diye çok düşündüm. Siz hiç aynı rüyayı birden fazla kez gördünüz mü? Ben gördüm. Aynı rüyayı beşten fazla kez gördüm. Bu konuda çok net konuşabilirim, çünkü yıllardır gördüğüm rüyaları not ediyorum. Azrailin boğazımı kestiğini ve ruhumun yükseldiğini bile gördüm. O derece yaratıcı rüyalar. Daha neler neler.


Büyük bir demir kapıdan içeri giriyorum. Hava puslu ve gri. Girişte beni kocaman bir bahçe karşılıyor. Hani korku filmlerindeki akıl hastanelerinin büyük yemyeşil bahçeleri var ya, işte ona benzer bir yerdeyim. Evin duvarları bile sarmaşık kaplı.


Girişte kapı kendiliğinden açılıyor. Kocaman bir hol ve yerde mükemmel İtalyan mozaikleri. Geniş basamakları olan simsiyah trabzanlı bir merdiven yukarı doğru çıkıyor. Merdiven boyunca duvarlarda aile fertlerinin tabloları var. Abim kardeşim annem babam ve yeğenlerim. Üst kata gelince kardeşim karşılıyor beni. Hiç konuşmadığı halde beni engellemeye çalışıyor. Ondan kurtulunca abim ve babam geçiyor karşıma. O büyük odaya girmemem için kollarımdan tutup aşağıya indirmeye çalışıyorlar. Kurtuluyorum onlardan ve bir anda kayboluyorlar. Odanın kapısını açıyorum. Annem tüm güzelliği ile karşımda. Ellerini, avuçlarını öpüyorum. Sımsıkı sarılıp, " seni çok özledim annecim, seni çok seviyorum" diyorum. Beni öpüyor ve" ben de seni canım oğlum” diyor. Bir anda kayboluyor.


Koskoca odada yapayalnızım. Telaşla diğer odalarda annemi arıyorum. Ev bomboş. Koşarak merdivenlerden inip evden uzaklaşıyorum. Bahçedeki demir kapıdan çıkıp, olabildiğince koşmaya başlıyorum. Karşıma yeşil çalılardan bir labirent çıkıyor. Bir o yana bir bu yana derken çıkışı buluyorum. Beyaz bir at bana bakıyor. Biniyorum ve umarsızca uzaklaşıyorum oradan. Bir an arkamda beş-altı tane atlı var. Hiçbirini tanımıyorum. Bana sürekli "dur" diye bağırıyorlar. Onlar dur dedikçe daha da hızlanıyorum.


Nihayet uzaklaşınca yavaşlıyorum. Her yerde rengarenk balonlar. Gelin, damat ve konukların olduğu bir düğün bu. Aralarından at ile geçerek bir uçurumun kenarına geliyorum. Attan inip derin bir nefes alacakken, biri beni arkamdan itiyor.

Uyandığımda kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Boşlukta aşağıya düşmek ne kadar korkutucu olsa da, yaşadığım o tarifi olmayan kalp çarpıntısı o kadar iyi geliyordu.

Bu rüyayı defalarca gördüm. Bazen korkutucu ama genelde hep mutluluk veriyor. Çünkü içinde annem var.


Annecim seni çok seviyorum ve çok özledim. Işıklar içinde uyu.

BEBEK

- herzi -


Bir süredir “neyin olması gerektiği” ile ilgili derin sorgulamalar içindeyim. İnsanın bu dünyadaki yeri ne, ne yapması gerekiyor, ne yaparsa varoluşun içinde misyonunu yerine getirmiş olur, bu gibi sorular kafamda dönüp duruyor.


Evet, muhtemelen kendi minik hayatımda çözemediğim konularla ilgili ne yapmam gerektiğini bilmiyorum ve bunu büyük resme yansıtıp kendi sorunlarımdan kaçmaya çalışıyorum. Olabilir.


Sorunlu bir evliliğim var. Sorunları çözmek için akla gelebilecek her şeyi denedim; eşimi suçladım, kendimi suçladım, anlatmayı denedim, anlatmamayı denedim. Bir kaçtım, bir yüzleştim. Hatta aldattım. Sonra gittim bir daha aldattım.


Sonra biraz derine inmeye de çalıştım. Psikolojik okumalarla, spiritüel kitaplarla, terapi seanslarıyla, çemberlerle ve bu tarz başka bir sürü şeyle.


Bir ara rüyalarıma dadandım. Gördüğüm rüyaların bana rehber olacağına inanmaya başladım. Muhtemelen bana ne yapmam gerektiğini anlatıyordu, ama ben pek anlayamıyordum. Bu yüzden her gördüğüm rüyayı not almaya başladım.


Bazılarının ortak bir teması vardı. En can alıcısı rüyalarımda sürekli ölü bebek doğuruyor olmamdı. Zaman, mekan ve kişiler değişse de sonunda bebeğimi ölü doğurduğumu gördüğüm sayısız rüyam oldu ve uzun süre bunu anlamlandıramadım.


Ta ki bir gün doğurduğum ölü bebeği hayata döndürmeye çalıştığımı görene kadar. Bebek doğmuştu ve her zamanki gibi nefes almıyordu. Ama bu kez farklı olarak bebeği öylece bırakmak yerine, ona kalp masajı yapmaya başladım. Uzunca bir uğraştan sonra bebek nefes almaya başladığında hissettiğim şey şaşkınlıktı. Adeta kendimden böyle bir şey beklemiyordum ve bebeği hayata döndürme isteğime duyduğum şaşkınlık, bebeğin nefes aldığını gördüğümde duyduğum mutluluktan daha fazlaydı.


Sanırım, evliliğimle ilgili sorunlara artık yüzümü dönüp onlarla ilgili sorumluluk almaya niyet ettiğim bir döneme denk gelmişti bu rüya. Eğer sorumluluk alıp bir şeyler yaparsam tekrar nefes alabilecekti evliliğim, buna yormuştum.


Ama sorunların gözünün içine bakıp gerçekten sorumluluk almak hiç kolay değildi. Çok çok zorlanıyordum ve her geçen gün de bu evliliğin yürümeyeceğine dair inancım kuvvetleniyordu.


Bir gün bir tartışma sonrası daha fazla dayanamayacağımı düşündüğüm bir sırada kendimi ayrıldığımızı hayal ederken buldum. Bu beni o an aşırı rahatlattı. Ayrılacağımızı, bunu ailelerimize söylediğimizi ve nihayet yalnız ve huzurlu hayatıma geri döndüğümü hayal etmek beni sakinleştirmişti.


O gece yine bir rüya gördüm. Geçen rüyamda hayata döndürdüğüm bebek büyümüştü ve bana bakıp gülüyordu. Onu kucağıma aldığımda gülüşü daha da parladı. Çok mutlu olduğu belliydi ve ben de onu kucaklıyor olmaktan dolayı çok mutluydum.


Ayrılmaya karar vermemin ne kadar isabetli bir karar olduğunu bu rüya doğruluyordu.

O günden sonra artık kendimi resmen ayrılmaya hazırlayacağımı düşünüyordum ki, bende tam tersi bir şeyler oldu. Bir his, sanki kendimi şimdiye kadar hep ayrılığa ittirmişim gibi. Bir daha iyi hissedebilmemin tek yolunun ayrılık olduğuna kendimi ikna etmişim ve artık bu kör inançtan uyanıyormuşum gibi.


Artık içimden eşimi veya kendimi suçlamak da gelmiyordu.


Bakınca, ne yaşandıysa yaşanmıştı ve tüm bunlar olurken aslında ikimizin de tek ihtiyacı sevgiydi. Kimse kimse için daha iyi olmak zorunda değildi. Herkes ancak kendi tercihini yaşayacaktı ve ben de kendi tercihlerimi yapmaktan sorumluydum. Evet, ayrılık da olabilirdi ama.. Olmayabilirdi de. Yaşanabilecek her şeye tam anlamıyla teslim olmuştum sanki.


Peki bebeğin temsil ettiği şey ne? Eğer evliliğimse o noktada kafam karışıyor. Bebeği ayrılmayarak sonsuza kadar gömüyor muyum yoksa başından beri hepsini yanlış mı anladım? Belki de bebek, içimde sevilmeyi bekleyen küçük çocuktur ya da sorumluluk alması beklenilen genç bir kadın. Bilemiyorum. Bu yüzden ne yapmam gerektiğini de kestiremiyorum. Bu da beni konunun başına, her şeyi sorgulamaya geri götürüyor.

RÜYA ARAFI

- msy -


Rüyalarımızda korkularımızı ve isteklerimizi görürmüşüz genelde. Bunu öğrendiğimden beri her uyandığımda korkum mu isteğim mi diye düşünürüm. Fakat geçenlerde gördüğüm rüyamı bir seçeneğe uyarlayamadım. Rüyam şu şekildeydi:


Bir uçurumun ortasında eskiden hayatımı girmiş insanlarlayım. Hepsi bana bakıyor, korkulu ve endişeli bir biçimde. Benim yanımda da iki tane adam var. Bana dönüp diyorlar ki “Bu insanlar geçmişte seni yaralayan, zarar veren, kuyunu kazan, seni hor görüp aşağılayan insanlar. Şimdi sen bunları uçurumdan iteceksin ve sana yaşattıklarının acısını çekecekler. Ölmeyecekler ama bu acıyı derinlerinde hissedecekler.” Uçurumdan aşağıya bakıyorum, gerçekten çok yüksek ve karanlık. Uçuruma baktıktan sonra geçmişimdeki insanların karşısına geçiyorum hepsi ağlıyor ama korkudan. Bacakları tir tir titriyor, gözlerindeki mahcubiyet vicdanımı sızlatmaya yetiyor. Adamlar benim yanıma gelip “ama sadece üç kişiyi itmeye hakkın var” diyor, öyle deyince hepsi birden ağlayarak “lütfen beni itme, özür dilerim, affet, buradan düşersek ölürüz yalan söylüyorlar inanma onlara… vs vs” arkamı dönüp bunu yapamayacağımı söylüyorum. Adamlarsa bana bunu yapmazsam sıra onlara geçecek ve onlar seni itecekler. Üç kişiyi seçmeye mecbursun gibisinden şeyler söylüyorlar. Ağlamaya başlıyorum ve hepsinin gözüne teker teker bakıyorum. Hepsi önceden çok değer verdiğim fakat şimdilerde yolda görsem yolumu çevireceğim insanlar. Ama vicdanım burada da rahat bırakmıyor beni.


İçlerinden biri vardı canımı en çok yakan, yüreğimi en çok sızlatan ona gidiyorum bir süre gözlerine bakıyorum. O gözlerini kapatıyor ve onu itmemi bekliyor bense ona sarılıyorum “özlemişim” diyorum. Hissediyorum sarıldığımı sanki gerçek gibi. Sonra beş on adım geriye gidiyorum. Onlara diyorum ki “alın içimdeki vicdanı, yakın içimdeki insanı” (rüyada bile şarkılar peşimi bırakmıyor) sonra koşarak o uçurumdan ben atlıyorum.



AÇIK BÜFE

- rojda aksoy -


19. yüzyıl lüks Fransız restoranlarına benzer bir yerdeyim. Dekor oldukça parlak, avizeler gösterişli, insanlar oldukça şık, tatlıların olduğu büfe renkli ve çekici. İnsanın bütün duyularına hitap eden bu atmosferde özellikle yiyecekler iştah açıcı ve karnım da çok aç. Tabağımı lezzetli yiyeceklerle doldurup doyum hissini tatmayı çok istiyorum ama ortamda görünmeyen bir el buna engel oluyor gibi.


Tatlılara bakmak ağzımı sulandırıyor ama belki de öncesinde akşam yemeği yemem gerekiyordur? Maalesef akşam yemeği servis edilen yere ulaşmam için bazı engeller var önümde. Restoranın diğer bölümüne geçmek için enteresan koridorlardan geçiyorum, kapılar açıp kapılar kapatıyorum, yürüyorum ve oraya vardığımda servis bitmiş. Masalar temizleniyor ve içimi bir hüzün kaplıyor. Yaşadığım hayal kırıklığından sonra ‘’madem öyle diğer taraftaki nefis tatlılarla karnımı doyurayım bari’’ diyorum ve geldiğim yoldan geri gitmeye çalışıyorum ama ne mümkün… Ardımda bıraktığım yollar, koridorlar bir anda başka mekanlara dönüşmüş ve onların içinden geçe geçe yolumu bulmaya çalışıyorum. Bir ara tren raylarının yanında oturmuş, siyahlar giyinmiş yaşlı bir kadınla karşılaşıyorum. Oğlu trenin altında kaldığı için yas tutuyor. Yoluma devam edip başka bir yere dönüyorum ve bahsettiğim gösterişli mekanı ayakta tutmak için çalışan yorgun işçileri görüyorum. Başımı diğer tarafa döndürdüğümde tren raylarının üzerinde birden bire beliren havuzda yüzen genç erkekleri görüyorum. Hemen üstünde köprü var ve oradan havuza atlıyorlar çılgınca… Çok yorgunum ve karnım hala aç. Artık takatim de tükenmek üzere. Yolu bir an önce bulup beni bekleyen enfes görünümlü kruvasanları, eklerleri, krepleri, makaronları ve adını yazmaya üşendiğim onlarca fransız tatlısından en azından birini yemem lazım. Keyif için değil doymak için. Şimdi tekrar tatlıların olduğu büfenin önündeyim. Benden önce gelenlerin oluşturduğu sıranın sonlarındayım. Üstümde ortama uygun şık elbiseler de var. Önümdeki sıra bitiyor. Giderek yaklaşmanın heyecanıyla tükürük bezlerim hızla çalışıyor ve işte tabağa kavuşuyorum. Yanımda tanımadığım ama sohbet ettiğim birkaç yabancıyla masaya oturuyoruz ve ben hiçbir şey yiyemeden uyanıyorum elbette…


Uyandıktan sonra daha zor bir durum beni bekliyor. Ben bu lanet olası yiyeceklere neden ulaşamıyorum, neden sürekli yolumu şaşırıyorum, nasıl oluyor da doğru seçimi bir türlü yapamıyorum, hep böyle aç mı yaşayacağım?



DÜŞ-MÜŞ

-ayşe çetinkaya-


Kocaman bembeyaz bir binadayım. İçerisi labirent gibi. Büyüklü küçüklü odalar var ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Odaların içinde türlü çeşit dolaplar, masalar, komidinler, raflar var; bunların üstü de kumaşlarla ve örtülerle kaplı. Bir sürü de kedi var. Cennete düşmüş gibiyim. Üstelik kedi alerjimin hiçbir belirtisi yok.


Kediler kumaşların altında, rafların, dolapların üstünde oynuyor, atlayıp zıplıyorlar. Benim kedi kızım da onların arasında. O da çok mutlu. Başka kedilerle anlaşabileceğini tahmin etmezdim. Sonra birden aralık kapıdan çıkıp gidiyor. Peşinden koşuyorum. Göremiyorum. Zaten çok hızlı hareket eder ve kendini yakalatmaz. Bütün odaları aramaya başlıyorum. Binanın altını üstüne getiriyorum. Bütün dolaplara, en ufak girintilere, örtülerin altına defalarca bakıyorum, ama yok. Acaba binanın dışına mı çıktı diye en yakın pencereden dışarı atlıyorum. Dışarısı uçsuz bucaksız bir alan. Binanın kapısı neredeydi ki? Binaya giren insanlar görüyorum, hepsi bembeyaz giyinmiş ve ellerinde giriş kartları var. Benim kartım yok. İçerdeyken hiç insan görmemiştim, sadece kediler vardı. Acaba kedimi onlardan biri mi alıp götürdü? Kapıdan giremediğime göre geçebileceğim başka bir açıklık bulmalıyım. Şuradan sürünerek gireyim. Akşam ikinci doz aşı randevum var. Güneş batıyor, sanırım yetişemeyeceğim. Kızımı kaybedemem. Onu bulmam lazım. Acaba nerede? Acıktı mı? Korkuyor mu? Başucumda bir şey titreşiyor. Bu nereden çıktı şimdi? Dikkatimi dağıtıyor.


Uyanıyorum. Titreşen telefonummuş, annem arıyor. Gelmişler, Beşiktaş’talarmış. Biz bir yere oturalım, sen de gel, kahvaltı edelim, diyor. Tamam deyip kapatıyorum. Nefes nefese kalmışım. Sanki rüyamda değil, gerçekte koşturmuşum sağa sola. İçimde hala kedimi kaybetmenin huzursuzluğu var. Kedim ortada yok anne, ne kahvaltısı ya?

Yataktan zorla kalkıp hazırlanıyorum, annemlerin yanına gidiyorum. İstanbul’a günü birlik geldiler, akşam kuzenimin düğünü var. Siparişimizi veriyoruz, ben rüyamı anlatmaya başlıyorum; sanki yer yarıldı, yerin dibine girdi, bulamadım, mahvoldum, bilmem ne. Annemle babam birbirlerine bakıyorlar şokla karışık bir gülümsemeyle, annem dudağını ısırıyor, babam “e hadi söyle artık” diyor anneme.

Ben şehir dışındayım, telaş edip yollara düşerim diye anlatmamışlar. Meğer kedim dört gün önce penceredeki sinekliği yırtıp aşağı düşmüş. Klinikte bütün tetkikler yapılmış, bir gün gözlem altında kalmış, üç gündür de evde dikkat etmişler, çok şükür bir şeyi yokmuş. Artık malum olmuş mu dersiniz, pencerelere kedi teli yaptırmayıp iyi bok yemişsin mi, bilmiyorum.



RÜYA HUKUKU

- canderel -


İlk gençliğimden beri tekrarlayan iki çeşit rüyam var. Kâbus demek daha doğru olur. Etkileri yıllar içinde bir nebze de olsa azaldı diyebilirim. İkisini de ilk gördüğüm zamanları hatırlıyorum, tekrarları ise daha silik, daha az organize.


İlkinde hukuk diliyle söylersek bir ‘icra suçu’ var, bir cinayet. Cinayetin nasıl işlendiği, nerede olduğu gibi bilgiler yok. Katil benim. Bunu yazarken “Sen en güzel duyguların katilisin” şarkısı geldi aklıma ama öyle romantik bir hikâye değil. Her seferinde gayet soğukkanlı, planlı, kararlı yani “taammüden” benden yaşlı bir kadını öldürüyorum. Kadını tanıyıp tanımadığım, neden böyle bir cinayet işlediğim belli değil. Büyük bir dehşet içindeyim, şiddetli acı çekiyorum, suçumu üstlenmişim. Ama garip olan şu, telaşlı değilim, belki pişman bile değilim, tamamen kendimdeyim. Rüyayı ilk gördüğümde acıdan saçlarımın beyazlayacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Bir sürü yorum yapılabilir bu rüyayla ilgili ama belki de sadece Suç ve Ceza’yı erken yaşlarda okuyup Raskolnikov’la fazla empati yapmamın olağan bir sonucudur.


İkinci tekrarlayan rüyamda ise yine hukuk diliyle bir ‘ihmal suretiyle icra’ suçu işleniyor. Fail yine benim. Bana emanet edilen bir bebek var ve ben onu evde, arabada, işyerimdeki çekmecede, bir yerlerde unutuyorum ve birkaç gün sonra aklım başıma geliyor, yine bir dehşet ve suçluluk hissiyle kıvranıyorum. Çocuğum olduktan sonra daha az gördüğüm bu rüyadan da tamamen kurtulmayı umuyorum, artık yaşlı kadınlar benden uzak dursun ve bebekleri bana bırakmasınlar, n’olur…


TÜM RÜYALAR BİRAZ TUHAFTIR

- bir başka dünyadaki -


Rüyamda anneannemin evine giriyorum. Karanlık içerisi ve gri duvarları var. Evin içinde ilerledikçe ev kalabalıklaşıyor. Çok insan var ortamda kimseyi tanımıyorum. Herkesin bir telaşı var. Birini durdurup sormak istiyorum burada ne oluyor diye ama kimse beni görmüyor sanki. Biraz sonra anlıyorum dertlerini. Evde bir perde eksik herkes eksik perdeyi bulmaya çalışıyor. Banyo kapısının önünden geçerken birinin duşta olduğunu anlıyorum. Bu kişi uzak bir yoldan gelmiş bu yüzden duş alıyor. Bu bilgiye nasıl vakıf olduğum konusunda hiçbir fikrim yok. Bir anda yanımda kız kardeşim beliriyor. Ona uzun zamandır anneannemin evinde yapmak istediğim ama cesaret edemediğim için yapamadığım şeyi söylüyorum. Bu şey, çatıya çıkıp orada oturmak. Kardeşime benimle gelir misin diye soruyorum gözlerimle. Kabul ediyor, el ele tutuşup giderken bir odanın önünde duruyoruz. İçeriye kafamızı uzatıp bakıyoruz. Oda bomboş, içerdeki tek şey eski tip bir televizyon sehpası. Altı camlı olanlardan, o camlı bölmede kırmızı bir yılan ve kocaman bir fare var. Bu hayvanlar yüzünden oda boşaltılmış. Kardeşimle göz göze gelip onları çıkarmak için odaya giriyoruz. Camlı bölmeyi açmamızla birlikte hayvanlar kayboluyor. Odadan çıkıp çatıya doğru gitmeye devam ediyoruz. Bir merdiven var. Tahtadan yapılmış ve çok yüksek. Korka korka yukarı çıkıyoruz. Neredeyse çatıya yaklaşıyoruz ve çatıdan sesler geliyor. Meğer orada birileri varmış, bizden önce çıkmışlar. Onlarla karşılaşmamak için inmeye yelteniyoruz. Sanırım oradaki kişilerden hoşlanmıyorum. Zaten o denli yüksek bir yerde oturma düşüncesinden yine korkuyorum ve inmeye başlıyoruz. Biraz huzursuzum çünkü yine o çatıya çıkamadım, hem de bu kadar yaklaşmışken vazgeçtim. Merdivenin son basamağından indiğimiz an kendimizi evde değil ormanda buluyoruz. Çıplak ayaklarla yerde çimlere basıyoruz. Ve anneannemin evi uzakta bir yerde sanki nokta gibi görünüyor. Hatta maketten bir eve dönüşüyor sanki. Bu kadar küçük bir evin çatısına çıkma korkusunun çok saçma olduğunu düşünüyorum.


Önümde üç tane kaya gibi taş var ve onlardan birinin üzerine oturuyorum. Kardeşim yok yanımda, o ne ara gitti bilmiyorum. Tuhaf bir sessizlik var ortamda, bir anda taşın üzerinden kalkıp yürümeye başlıyorum. Kapılar beliriyor önümde hangisinden girsem diye çırpınırken uyanıyorum. Bu neydi şimdi diye annemi arıyorum. "Suya anlat kızım" diyor. Tamam deyip yapmıyorum, her zamanki gibi. Gerçekten tüm rüyalar biraz tuhaftır.


SAÇMALIKLAR KUMPANYASI

- edward bloom -


Kız arkadaşımla ormana kamp yapmaya gidiyoruz. Sonra birkaç arkadaşımız daha katılıyor bize. Ormanda bir belgesel çekiliyor, kalabalık bir topluluk var. Bir timsahın insanlara yaklaştığını görüp onları uyarmaya çalışıyorum. Sonra 7-8 tane timsah nehirden çıkıp arka ayaklarının üstünde dans etmeye başlıyor. Onları izlerken 7-8 tane daha belirip insanlara ok atmaya başlıyor. Biz de onlara taşla karşılık veriyoruz. Aralarında birden kız çocukları beliriyor. Onlara da taş atıyoruz. Bu beni çok rahatsız ediyor ama başka çarem yok diye düşünüp taş atmaya devam ediyorum.


Bonus: Erbakan'la cuma namazındayız. Kalabalığın ortasındayız ama bir tek ben tanıyorum onu. Bir yere yetişmek için çıkmamız gerekiyor. Ben testislerimin çok buruşuk olduğunu, bu şekilde gidemeyeceğimi söylüyorum. Bir ütü bulup testislerimi ütülemeye başlıyorum.


İNECEK VAR!

- mutlu -


Zaman zaman gördüğüm, artık rüyamda bile ‘yine mi ya’ diye isyan ettiğim seri asansör rüyalarım var. Ortak noktası nedir bu rüyalarımın, hangi ruh halimdeyken görüyorum bilmiyorum. Ama sayısını hatırlamadığım kadar çok gördüm bu rüyayı.

Asansöre biniyorum ve asansör asla inmek istediğim katta durmuyor. Sürekli çıkmaya devam ediyor. Ve sonunda bir inşaat iskelesinin en tepesinde kabinin kapısı açılıyor. Gökdelen gibi bir binanın inşaat hali, önümde iskele tahtaları ve ben boşluğa düşmemeye çalışıyorum...


Bazen rüyamda daha asansörün içindeyken acaba bu defa duracak mı diye geçmiş rüyalarımı hatırlıyorum. Bazen durmayıp yükselmeye devam ettiğinde ‘bu durmayan asansörlerin de Allah belasını versin’ diye söyleniyorum. Bazen de inşaatın tepesinde sallanan asansör kabininin kapısı açıldığında ve aynı manzarayı gördüğümde yine aynı şeyi yaşadığım için o tanıdığım korkuyu hatırlıyorum.


Bir gece bu rüyalarımdan birinde kızımı da benimle beraber görmüştüm. Asansör yine ineceğimiz katta durmayıp çatı katına kadar çıkmaya devam etmişti. Kızımın endişesini gördüğümde “Korkma ben bunu biliyorum. Son kata gelince duracak ve çok yüksekte olacağız ama çıktığımızda benim elimi bırakma biraz tehlikeli bir yerde olacağız” demiştim.


İlk ne zaman bu rüyaları görmeye başladığımı hatırlamıyorum. Hiç birinin de finali yok. Düşmüyorum o tehlikeli yerden ya da gelip kimse beni oradan kurtarmıyor. Hep aynı korku ve çaresizlik içinde gökyüzünde adım atacak yer bulamadan bitiyor rüyalarım.

İlk gördüğüm yıllarda çok korkardım. Sonra zamanla rüyamın içinde geçmiş rüyalarımı hatırlamak biraz komik olmaya başladı. Uykudayken korkuyor, panikliyorum ama uyanınca sanki çok sezonlu bir dizinin konusunun asla ilerlemediği bir bölümünü daha izlemiş gibi hissediyorum.



MARIO, LUIGI VE BEN

-san-


Gerçekte yaşadığımdan daha çok rüyalarımda yaşadım ve hatırladığım anılarım genelde hayattan değil düşlerdendir. Rüyalarımın çoğunda kaçarım. Birinden, bir şeyden, bir yerden. Bazen kaçarken Afganistan'da bulurum kendimi, oradan da kaçarım. Bazen Kırımlı olur Türkiye'ye göçerim, bazen görmek istediğim Avrupa ülkelerinde dolaşırım. Kimi zaman şatolardan kaçıp kocaman dönen ağaçlara tırmanarak yok olmayı denerim, yükseldikçe kapılar açılır alır beni içine, kimi zaman hiç bilmediğim masal diyarlarında saklanırım. Kiminde mağaralar yaratıp içine gizlenirim, kiminde ormanın içindeki bir labirentte hapsolmuş ve çıkmaya çalışan çelimsiz siyah kurt olarak görürüm kendimi. Güzel kısmı şu ki, labirentten kurtulurum ve sonraki düşlerimde kurt büyüyüp güçlenerek çıkar karşıma. Onu besleyebildiğimi haber verir bana. Bazıları lüsid rüya olduğu için karar vermek keyifli gelir, istediğim gibi dizayn ederim her yeri. Hepsinin hissiyatını ayrı ayrı sevsem de oyunlara ait evrenlere girdiğim ya da kendimi bir şekilde orada bulduğum rüyalara bayılıyorum. Online oyunlara hapsolup çıkışı aradığım rüyalar da var, ama şimdi anlatacağım rüyada kendimi Mario dünyasında buldum. Bir oyun karakteriydim. Siyah kıvırcık saçlarım, kırmızı şapkam ve kazağım, lacivert tulumumla kendimi Mario ve Luigi'nin kız kardeşi olarak oynarken buldum. Nereye gittiğimi bilmeden canla başla ilerledim o iki boyutlu evrende. Üzerime kalpler gelmeye başladı ve ne olduğunu bilmediğim için dokunmadım onlara, zararlı olabileceklerini düşünüp sakındım. Sonra hepsinin aslında can olduğunu fark ettim ve toplamaya koyuldum. Ben toplayınca da kalpler gelmemeye başladı. - Murphy kanunlarına kafayı taktığım bir dönem olduğu için olabilir.


Bir süre böyle gittikten sonra oyunun "ne yaparsan yap ölmezsin" bölümüne geldim. Sıradan Mario dünyasından bir iksir içerek çıkmış gibiydim. Sihirli bir şekilde bastığım boşluklarda tuğlalar oluştu ve üzerime gelip bana dokunan kaplumbağalar ölüp düşmeye başladılar. Bunun verdiği güvenle ilerlerken ejderha saldırısına uğradım ama hâlâ ölümsüzlük bölümünde olduğum için kendim de ejderhaya dönüşüp onu alevlerle geri püskürttüm. Ejderha olarak yoluma devam ederken Murphy yine peşimi bırakmadı; karşıma hortumlar, su birikintileri ve girdaplar çıkmaya başladı. Bu defa da onların ateşimi söndürmelerinden korkarak ilerledim. Biraz daha devam ettikten sonra ne oyun karakteri, ne ejderha, tam olarak olduğum halimle ve üç boyutlu bir şekilde okyanusa düştüm o alemden. Etrafta hâlâ kaos vardı ve insanlar birbirine saldırıyordu. Bir bota tutunup oradan da kurtulmanın yollarını aramaya çalışırken uyandım.


Daha derin, daha eğlenceli ve hikâyesi benim için çok kıymetli rüyalarım olmasına rağmen bunu seçmemin sebebi sanırım hayatımın temel taşlarının, zihnimde sembolik olarak yerine oturabilmesi. Kendimi bir simülasyona hapsolmuş gibi hissettiğim andan itibaren hayatım iki boyutlu gibi görünüyordu, hep bir şey eksik gibi. Ne olduğunu anlamadığım için kaçtığım kalpler, hayatımdaki insanların kalpleriydi. Bu şekilde devam ettiğim kısım, hayatımın en sıkıcı ve bitmesini istediğim evresiydi. Sonra iksiri içtim ve şansım yaver gitmeye başladı, tıpkı rüyadaki gibi renkler canlandı, tatlar-kokular belirginleşti. Beliren tuğlalar, kazandığım başarılardı ve ölen kaplumbağalar da artık baş edebildiğim dertlerim. Ejderha, en büyük sorunlarımı temsil ediyordu ama onlar gibi davranarak onları bile alt ettim. Artık ejderhaydım. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde hep ateşimin sönmesinden korktum. En sonunda okyanusa düştüm ve hayatım yeniden üç boyutlu oldu. İnsanların saldırıları da o zamana kadar kapattığım duygularımın açılmasıyla maruz kaldığım yüksek dozda hisleri anlatıyordu. Üç boyutlu olmasına rağmen okyanusun hâlâ kurtulmam gereken bir yer olduğunu düşünmemin sebebiyse... Bilmiyorum. Belki de rüyada olduğumu anlamışımdır.


MAVİ

- topaz -


Bitiremediğim, uzadıkça uzayan ve günlerimi ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim bir ilişkim vardı. Bir işaret bekliyordum ve hiçbir şey olmuyordu. Hayatta verdiğim en doğru karar mı yoksa en yanlış karar mı diye delirircesine bocalıyordum. İstediğim, beğendiğim somut her şeyin manasızca önüme geldiği bir ilişkiydi bu, öyle ki artık beğendiğim bir şeye beğendim demeye çekiniyordum, çünkü ilişki harikaymış gibi görünüyordu, ona göre her şey yolundaymış gibi, hiçbir eksik yok gibiydi. Halbuki…

İlişkinin başında çok sevdiğimi bildiği bir bonzai almıştı ve maddi olarak da değerli olmasına rağmen kabul ettiğim tek hediye idi. Öyle çok istediğim bir şeydi ki gözüm gibi bakıyordum, hatta nasıl bakım yapılacağı, nasıl budanacağı ile ilgili ders bile almıştım, öylesi bir sevmek.


Her şeyin bulanıklaştığı, gitgide zorlaştığı bir dönemdi, ne gidebiliyorum ilişkiden, ne de kalabiliyordum huzurla. Havanın çok sıcak olduğu günlerde girilen buz gibi denizler gibi, çıkıp güneşle yanmak istemiyorsun ama suda durdukça da donuyorsundur hani.

Tam da o rüyayı gördüğüm günlerde, çiçek cansızlaşmaya, cılızlaşmaya başlamıştı.

Rüyamda on beş yıl öncesinde kaybettiğim canım babamı ilk ve son kez gördüm. Elinde birer karışlık parçalardan hazırlanmış bir deste odun vardı. Mavi bir kurdele ile bağlanmış şık bir deste. Görünce çok üzüldüm “neden kestin benim cüce ağacımı, ben çok emek verdim ona” dedim. “ Ölüp gitmişti, boşa uğraşma diye” diyerek uzattı bana desteyi.


Ertesi gün uyandığımda her şey pırıl pırıldı artık, ufacık bir sis, ufacık bir bulanıklık yoktu.


HİCAP

- gorila voladora -


Hayattan aldığım ilham doğrudan doğruya gökyüzünden gelmez. Gaipten bana özel işaretler geldiğine kolay kolay inanmam. Ancak bilinçaltımın bana bağıra bağıra söylediklerini asla es geçmem. Ben rüyaları madde dünyasında gerçekleşen insanlardanım. Öyle falcıların bahsettikleri türden değil. Sezgilerin mantıkla iç içe geçmesi düpedüz bu. Ama keşişim kümesinde değil. Nasıl anlatsam? Başka bir boyutta, ikinci veya üçüncü boyutun ötesinde… Kafanız karıştı mı?


Toplumsal olaylardan çocukluğumdan beri çok etkilenirim. Küçücük bir çocukken ansiklopediyi açar ve Yahudi Soykırımı’nı, atom bombalarını, terör örgütlerini, Anadolu’daki istiklal mücadelesini, kısaca içinde insanın insana kıydığı büyük olayları araştırırdım. Okulda verilmiş bir ödevmiş gibi yaz tatillerinde tarih defterleri tutardım ve yazardım beni etkileyen olayları. Uğur Mumcu’nun öldürülüşünü annemden dinlerdim, Sivas Katliamını babamdan. Bu “nerd”lüğüm bana uykularımı kaçırtırdı. Televizyonun karşısında Disney Channel açmışken sınıftaki HİCAP adlı kız arkadaşımın 13 yaşında neden okula devam etmediğini anlamaya çalışırdım. Cemaat diye bir şeyler vardı, kafam basmazdı. Hicap zeki bir kızdı, çok çalışkandı ve sırf babası “izin vermediği için” artık evde oturacaktı. Ve evde olmasına rağmen Disney Channel da izleyemeyecekti, evlerinde televizyon dahi yoktu. “Çünkü günah!!!!!!” demişti Hicap sorduğumda. KAFAM BASMIYORDU!


Bunları niye anlatıyorum ki? Dümdüz gördüğün ve etkilediğin bir rüyayı anlat geç işte!

Hayır. Bu açıklamayı yapıyorum; çünkü bir hafta öncesine kadar Dünya’nın bir ucunda, milyonlarca kadının acısını hissettim yüreğimde. Ben hiçbir zaman Hicap gibi olmak istemezdim. KORKARDIM HİCAP OLMAKTAN! Hayal bile edemiyorum, bir sabah uyandığımda artık bütün kadınlardan Hicap olmaları beklenecek! Cebren ve hile ile! Hicap, sonradan öğrendiğime göre kuzeniyle evlendirilmişti 16 yaşındayken. Adı “utanç” olan bir varlık. Nesne. Başkalarının nesnesi.


“Bir sığınakta saklanıyoruz. Yemyeşil bahçesi olan ve ağaçların ardına gizlenmiş minik bir kulübe. Korku doluyum. Fakat bir yandan da içimde öfkeyle karışık bir cesaret var. Dış kapıyı açmıyoruz ve onları bekliyoruz. Her an gelebilirler. Anne ve babamı kontrol ediyorum, güvendeler. Korkumu belli etmeden yapamıyorum ama onlar çok sakin. Babam “zaten geleceklerdi, zamanı geldi” diyor. Annem de önündeki işlerle meşgul sanki sıradan bir gün gibi. Arka odadan dayım çıkıyor sonra, o da oldukça kayıtsız. Yanında anneannem var, onun da umurunda değil! Benim umurumda. Çıldırıyorum, her an gelebilirler!!! Kapının deliğinden sokağı kontrol ediyorum, gelmek üzereler! Bir anda kapı çalıyor, Ninja gibi giyinmiş genç bir erkek giriyor içeri. “Geliyorlar, savaşacak mısın?” diye soruyor bana. Sırtında kılıç var. Gerçekten Ninja herif. Cevap vermeden önce anneme ve babama bakıyorum, umurlarında değil hala. Tam bir şey diyecekken onlar kapıyı kırıp içeri giriyor! Dünyanın en çirkin erkekleri, beyaz entarili El Kaide teröristleri. Bizi taramaya başlıyorlar. Tam olarak sağ tarafımdan giriyor bir tane kurşun, alt kaburgalarıma saplanıyor. Yere düşüyorum, dehşet içindeyim. Ama ölmüyorum. Öldüremiyorlar beni. İçimden şöyle geçiriyorum “beni öldüremiyorlarmış meğer”.


Bu rüyayı 20 yıl önce gördüm. Kafamdan uydurmuyorum ve hayır asla unutmadım. “Sen çok film izlemişsin yeeaaa” diyeni de çok duydum. Evet, çok film izlerim. Ama filmi izlerken UYUMAM! Kimse uyumasın artık!

BİR RÜYA

- voila -


Genelde olumlu rüyalar görürüm ve hayatımla ilgili bazen yönlendirici dahi olurlar: bir işaret, bir his… Bazen ise bir film senaryosu tadında, absürtlüğü de içinde barındıran rüyalarım oluyor. Elon Musk tarafından uçan balonlarla uzay seyahatine gönderilmemden tutun da Gandalf’ın sihirli kekleriyle ışınlanmaya kadar vardırdığım oluyor işi. Şenlik dolu bir bilinçaltı…


Sizlere anlatacağım rüyamda ise gündüz vakti karanlık bir atmosferdeyiz. Her yer çok renksiz ve soluk. Tam korku filmi tadında bir hal. Perili köşk edasında bir evdeyiz. Bahçesi kocaman ve yeşilliklerden oluşan çitlerle örülmüş etrafı. Yakın çevrede başka hiçbir ev yok. Bir ormandan geçip eve ulaşıyorsunuz ama evin kendi çevresinde çok fazla ağaç yok.


Olan bitene dışarıdan bakan bir gözlemciyim. Bu evde yaşayan bir aile var, kızları ölmüş bu yüzden bir çocuk evlat edinmek istemişler. Bir erkek çocuk evlatlık olarak bu ailenin yanına geliyor. Çocuğun kaldığı yatak odası ölen kız çocuğuna ait. Kıza dair evde hiçbir iz yok; ne bir fotoğraf ne de başka bir şey. Evlatlık olarak gelen çocuk bir gariplik olduğunu hissediyor. Bu odada yaşadıkça sesler duyup, görüntüler görmeye başlıyor. Zamanla bunların ölmüş olan kız çocuğuna ait olduğunu fark ediyor. Ve tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Sonra bir akşam küçük kızın tüm olanı biteni anlattığını görüyoruz.

Aslında bu kız çocuğu bu ailenin yanındaki çalışanların kızıymış. Aile kızı zorla alıkoyup kendi çocukları gibi büyütmek istemişler ve sonrasında kız çocuğuna tecavüz edip onu öldürmüşler. Kıza dair tek bir iz yok. Gerçek aile hakkında da bilgi yok. Çocuk tüm olan biteni anladığı an ev sahibi kadın odaya dalıyor ve tam bu sırada gerilim filmlerinden bir sahne izler gibi olan bitene şahit oluyoruz. En son gördüğüm kadının hiçbir şey kanıtlayamazsın diye bağırışı oluyor. Sonrasında çocuk kurtuluyor ellerinden ve küçük kıza olanları ortaya çıkarmak için uğraşıyor. Kızın isteği de buydu.


Bir mahkeme sahnesi karşılıyor bizi, oldukça boğucu, kasvetli. Kadın ve eşi bir diğer tarafta da erkek çocuk var. Kadın ve adam sinsice gülüyor, kendilerinden eminler hiçbir şey olmayacağını düşünüyorlar ancak bir anda çocuk ortaya fotoğraflar ve bir sürü delil çıkartıyor. Aslında kız çocuğu tüm bu olan biteni anlatmadan önce öz annesine çocuğa ihtiyacı olacak her şeyi, her belgeyi vermesini söylemiş. O anda ev sahibi kadın ve adamın mahkemedeki bağırışlarıyla uyanıyorum...


YERLİ NOSTRADAMUS

- matruşka -


Bazı rüyalarım çıkar. Üniversitede okurken bir yaz tatilinde annemin teyzesi Hasibe teyzenin bana dünür geldiğini görüp sabahına anneme anlatmıştım. Annem “Sen ablanla konuştun da benim ağzımı mı arıyorsun?” diye sormuştu hayretle. Meğer gerçekten dünür gelmek istemişler annem de reddedip bana söylememiş kızacağımı düşünerek. Haklıydı. O zamanlar evlilik bana çok uzaktı. Bir gece de yeni evli bir arkadaşın yürüdüğü yolun, üzerinin kaplumbağalarla kaplı olduğunu gördüm. O kadar çoklardı ki nerdeyse arkadaşımın yüzü bile görünmüyordu. Ertesi gün rüyamı anlattım ve tabirine baktık. Evliler için çocuk sahibi olması anlamına geliyormuş. “Evet, malum olmuş, hamileyim.” demişti de çokça şaşırmıştık. Herkesin böyle rüyaları var mıdır bilmem ama zaman zaman hala gelecekten haber veren rüyalar görüyorum. Yazık ki tüm Nostradamus rüya şansımı kendi hayatımın dönüm noktalarında kullanamıyorum.


İstiare vardır, çoğu insan bilir. Bir şeye karar verdikten sonra verdiğimiz o karar hayırlı mı değil mi diye önce iki rekat namaz kılınır sonra kimseyle konuşmadan uykuya yatılır. Yeşil-beyaz renkler görmek verilen kararın hayırlı olduğuna, siyah-kırmızı renkler hayırsız olduğuna işarettir. Tabi ki ben de evlenmeye karar verdikten sonra denedim. O gece şimdiki eşimle kendimi çocuk olarak görmüştüm. İkimiz de beyaz kıyafetler giymiş, yemyeşil çimler üstünde birbirimizi yıkıyorduk. Uyandım, tekrar uyudum. Kanlı çiğ et yiyorduk. Kan ter içinde uyandım, tekrar yattım. Beyaz güller veriyorduk birbirimize. Uyandım mutluca. Uyuyunca kırmızı siyah poker kağıtları gördüm hani şu Batman’deki Joker’in elinde olandan. Tüm gece bu rüyaların zıtlığında gittim geldim.


Şimdi üstünden zaman geçince rüyamı kendimce yorumlayabiliyorum. Ben de her kadın gibi evlendikten sonra “happly ever after” masalına inanmıştım. Halbuki asıl hikaye evlendikten sonra başlıyormuş. İlişkilerimiz stabil değil, inişli çıkışlı olabiliyormuş. İliklerine kadar sevdiğin adamdan bazen nefret edebiliyormuşsun. İlişkin bir gün yemyeşil kırlarda oynayan çocuklar gibi neşeli olabiliyorken ertesi gün Kuzuların Sessizliği tarzında olabiliyormuş. –abartmayı severim-


RÜYALAR ALEMİ

- gülçin karabulut -


Rüya denilince aklıma birden, Teoman'ın “Renkli Rüyalar Oteli” şarkısı geldi. Sahi ne tatlı ve iç gıcıklayan bir şarkıdır o. Teoman desen, sesinde rüyalar alemi gizli.


Bakın bir de aklıma, Alice Harikalar Diyarında isimli kitap geldi. Rüyasında seyahat eden ve o maceradan o maceraya koşturan hayalci, meraklı kahramanımız Alice ile ne çok rüyalara dalıp tavşan kardeşi takip ettik değil mi?


Rüyalar alemini ben de çok sıklıkla ziyaret ederim ve ne yazık ki o gördüğüm şahane rüyaları hemencecik unuturum. Ama öyle bir rüyam oldu ki bana yazdığım kitabın başlangıcını bahşetti. Kendimi özgür kılmak adına kaleme aldığım amatör çalışmam olan "Lirik Tılsım" kitabım aynen şöyle başlıyor;


"Çok yorgundu ve hazırladığı sunum dosyasını henüz bitirmişti. Sunumunu, diğer şirket çalışanları ile birlikte teslim etmek üzere ofisinden ayrılmıştı. Tüm şirket çalışanları telaşlı, endişeli ve meraklı bir şekilde genel müdürü beklemekteydiler. Nihayet genel müdür gelmiş ve herkes teker teker sunumlarını ona teslim etmekteydi ve birkaç kişi sonra sıra ona gelmişti; dosyasını hayranı olduğu, saygı duyduğu ve sonsuz güven beslediği müdürüne verdiğinde kalbi patlamak üzereydi. Dosyayı takdim ederken dosyanın üzerindeki yazıya ilk kez dikkat etmişti. Bunu nasıl fark edemediğini anlayamamıştı. Dosya üzerinde bir sunum kapağı oluşturulmuş ve üzerinde: ‘Mihrimah ERDEM, Görev Yeri: İzmir-İRŞAD’ yazıyordu...... Mihrimah, “Bu nasıl bir rüyaydı.” diye içinden geçirdi. “İRŞAD” ne demekti acaba? İlk kez karşılaştığı bir kelimeydi bu ve genellikle rüyalarını hiç anımsamayan biri için ilginç bir hatırlayıştı. Bir de genel müdür olarak gördüğü kişi çok eskiden birlikte çalıştığı ve hâlen İzmir’de bulunan bir üst düzey yönetici idi. Ah, şu güzel, ah şu vazgeçilemeyen ve dünyanın en bağımlılık yaratan tatlı miniş akıllı telefonları... Hemen eline o muhteşem, ısırılmış elma markalı akıllı telefonunu alıp çok bilmiş Google’a, “İrşad” ne demek?” diye yazdı. Anlamının, “Doğru yolu gösterme, aydınlatma, uyarma.” olduğunu görünce şaşkına döndü çünkü içinde bulunduğu psikolojik durum kesinlikle bir yol arayışından geçiyordu. Yirmi beş yıldır yaptığı tasarımcılığı bırakmış kendine yeni bir yol çizme arifesindeydi. Bu bir işaret miydi yoksa alelade bir rüya mıydı bilemedi, yorum yapamadı."


Evet bahsedilen rüya gerçektir ve beni ziyadesiyle etkilemiştir Bir keresinde de rüyamda Amerikan Askeri yetkilileri ile Uzaylıların dünya hakkında anlaşma yaptıklarını görmüştüm. Bu da kitabımda anlattığım başka bir rüya. Başta da ifade ettiğim üzere çok ama çok rüya görüyorum, sanırım hayal dünyam epey geniş olduğu için birbirinden bağımsız ve farklı rüyalara ev sahipliği yapıyorum.


Rüyalar aleminin sırrı henüz çözülemedi ve çözülmesini de istemiyorum. Özgürlüklerimiz üzerine yapılan bunca kısıtlama mevcut iken en özgür anımız olan rüyalarımızın gizi bari bize kalsın. Uyanıkken rüyalar aleminde gezen, beyin denen muhteşem organı bir aksesuar olarak taşıyanlardan da olmayın sakın. Ne diyeyim herkese uykusunun Rem evresinde tatlı minnoş rüyalar diliyorum....


YAŞAM, SEVGİ VE DOĞUM

- dalgın canbaz -


Kendine sürgün bir bulut çöktü içime. Kadınım yerde yatıyor, son bir direnişte. Bir ivme kazanmış dünyaya karşı. Bütün eklemleri, dokuları son bir çaba içinde. Dünyaya bir şey getirme çabasında. Bakıyor buğulu gözleriyle başkalarının dünyaya neler getirdiğine. Yapacağının son raddesini bütün dirim gücüyle istiyor. Mekandan bireye dönüyor arayışı. Yer bulmaktı bütün çabası, artık bulunduğu yerden dışarı çıkmak, bir çocuk doğurmak bütün isteği... Kalıcılık isteğiyken bütün çabamız neden gitmek isteriz bir yerlere... Aslında varacağımız yer hep o kalıcılık çabası. Tek başınalığın bütün ağırlığıyla duruyorken, kabul etti ve direndi kadın. Artık yalnız olmak istemiyordu ...


Kaçtığı bütün o koylardan, kalan o deniz kabuklarına bakıp son limana varıyorsun dedi kendi kendine. Zamanımız azaldı, ya teslim olup batacağız, ya da bizi karaya çıkaracak son tahtaya ulaşmaya çalışacağız. Her şey senin elinde ama son bir çaba, son bir şans.

Kuzgunlar uçuyor başında kadının, bataklık sazları kaplamış her yanını ama o gene de direniyor. Sazları üzerinde silkip atacak ya da sazların yaşamını tetikleyecek. Evet borazanlar çalmaya başladı. Hadi koş, seni çağırıyorlar karnavala. Giydin mi giysilerini ey sakar palyaço. Ama dur senin içinde nasıl bir cambaz saklı biliyorum. Ayakların dans ritmini nasıl tutturuyor. Geçiyor işte karnaval alayı. Yaşamın bütün çılgınlıklarını içinde bulunduran deliler alayı, dünya sizin itici gücünüzle ilerliyor biliyorum.


Hey seni umursamaz çöl kovboyu, serseri kelepçe bu kadar mı umursamazsın dünyaya karşı. Ne kadar da güveniyorsun kendine. Ama dikkat et. Çoğunluğun gücünü unutma. Tek başına olmak her zaman büyük güç gerektirir hayata karşı.


Ya sen çingenelerin en dişisi, hayata o kadın bakışınla neler getirebilirsin. Kimse seni esir alamaz değil mi, ancak kendi kendinin tutsağı olabilirsin. Başına buyrukluğunun, yersiz yurtsuzluğun kraliçesi seni. Ama ya bir gün yorulursan ve artık bir seçim yapmak istersen. Evet bir seçimim var. ‘Sevmek’ dedi kadın, ‘sevmek asla pişman olmamaktır.’

30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page