top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Rüyalarımız



Bu haftanın normal insanlar konusu "gördüğünüz bir rüyayı anlatın" idi. Simgelerin havada uçuştuğu birbirinden renkli, fantastik metinler ortaya çıktı. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.





HAFTANIN YAZILARI

  • Dünyanın Sonu – Saturnuslog

  • Issız Yol – Nehir Niş

  • Beyaz Atlı – Coggywriter

  • Bebek – Herzi

  • Rüya Arafı – Msy

  • Açık Büfe – Rojda Aksoy

  • Düş-müş – Ayşe Çetinkaya

  • Rüya Hukuku – Canderel

  • Tüm Rüyalar Biraz Tuhaftır – Bir Başka Dünyadaki

  • Saçmalıklar Kumpanyası – Edward Bloom

  • İnecek Var! – Mutlu

  • Mario, Luigi ve Ben – San

  • Mavi – Topaz

  • Hicap – Gorila Voladora

  • Bir Rüya – Voila

  • Yerli Nostradamus – Matruşka

  • Rüyalar Alemi – Gülçin Karabulut

  • Yaşam, Sevgi ve Doğum – Dalgın Canbaz


 

DÜNYANIN SONU

- saturnuslog -


Normalde çok fazla rüya görürüm ve çoğunu da hatırlarım. Ancak pek azını uzun süre aklımda tutabilirim. Birkaç ay önce bana çok gerçekçi gelen ve unutamadığım absürt bir rüyamı anlatmak istiyorum.


Okyanus kıyısından geçen dağ ile okyanusu birleştiren bir otoyolun ortasında dört kişi, birbirimizi tanımadan öylece duruyorduk. Birdenbire otoyoldan geçen araçlar da bizimle durdular. Arabalardan inen insanlar dehşet içinde okyanusa bakıyorlardı. Okyanus yükseliyordu. Telefonlarımıza bildirimler gelmeye başladı. Dünyadaki bütün sular yükseliyordu. Sebebi bilinmiyor, herkes korkuyordu. Bazı ülke ve şehirler sular altında kalıyordu.


Suların yükselmesiyle inanılmaz bir balina popülasyonu ortaya çıkıyordu. Bulunduğunuz yer artık bizim evimiz der gibi… Denizler taşıyordu. Balinalardan biri, bekleyen biz dörtlüye yanaşıp, “Birkaç gün içinde dünya tamamen sular altında kalacak. Bunu önleyebilmenizin, yaşayabilmenizin tek yolu bir yolculuğa çıkmanızdan geçiyor. Bu yolculukta, dünyayı baştanbaşa geçerek dünyanın kendisine karşı bazı bilmeceleri ve oyunları kazanmanız gerekiyor. Üstelik kaybettiğiniz ya da yanlış cevap verdiğiniz her bulmaca sonunda başlangıç noktanıza döneceksiniz” diye zihnimize telepatik bir şekilde fısıldadı ve sürüsüne katılarak uzaklaştı. Şok içerisinde balinanın söylediklerini idrak etmeye çalışırken, gruptan biri peki ya başlangıç noktasından değil de sondan başlarsak o zaman da sona mı döneriz yanlış yaparsak, yoksa bu yanlış bizi başlangıca mı götürür? diye sordu.


Sorulması gereken en mantıklı soru olmasa da merak uyandırıcıydı. Özellikle de kısıtlı zamanımız olduğu düşünülürse. Ardından bir fikir ortaya atıp başlamayı teklif ettim. İki kişi sondan iki kişi ise baştan başlayacaktı fikrime göre ve başa dönülmesi durumunda zaten iki kişi en baştan geçilmesi gereken testleri geçmiş olacaktı. Eğer başa dönülmezse bu durumda daha çabuk bitecekti bulmacalar. Grubun diğer üyeleri de bu fikri onaylayınca işe koyulmuştuk.


Işınlanır gibi başlangıca ulaşıp birkaç oyunu ve bulmacayı zorlanarak da olsa geçtik. Bulmacaların hepsi mantık ve safi zihinle çözülmesi gereken bilmecelerden ya da oyunlardan oluşuyordu.


Orta noktaya ulaşmamıza ramak kala, bir GO oyunuyla karşılaştık. Acayip bir şekilde, dünyayı baştanbaşa geçen bu oyun/bulmaca çizgisi babaannemin evinden geçiyordu. Bütün ailem orada ve herkes panik halinde en değerli eşyalarına sarılırken, bana bağırıp o kıyamette bile bir şeyler yapmaya çalışan beni engellemeye çalışırken, dünyanın kendisine karşı GO oynuyordum. Bağıran, küfreden kaosa sırtımı dönmeme rağmen stratejim zayıflıyordu. Bu oyunun kritik ve konum olarak stratejik olması da beni kör etmiş olacak ki takım arkadaşımın ortadan kaybolduğunu oyunun ortasında fark ettim.

Oyunu kazanabilme ihtimalimi, takım arkadaşımı kaybetme, aileme yenilme ve cesaretimi kaybetmemle bertaraf etmişken stresten ter içinde çalan alarmıma uyandım.

 

ISSIZ YOL

- nehir niş -


Hava aşırı sıcak, güneş ışınlarının yeryüzünü dik açıyla kestiği saatler. Soluk soluğa koşarak eve varmaya çalışıyorum. Peşimde birisi var. Bizim köyün girişinde sık aralıklarla yolu kaplamış selvilerin arasına saklanıyorum. Sesli ve hırıltılı nefesimi zapt etmeye çabalıyorum. Annem bana çok kızacak. Bu ıssız yoldan gitme demişti. Ben onu dinlememiş daha kestirme olur diye mezarlığın içinden, zeytin tarlasına çıkan yolu tercih ettim. Burayı bilen kullanır ve bilenler de nadirdir. Karışık çam ağaçları arasında boyum kadar otlar var. Kimisi dikenli yabani otlar. Onların arasında saklanıyorum.

Okula arkadaşlarımla birlikte gidiyormuşum. Şakalaşmalar küfürler havada uçuşuyor. Çarşının ortasından öylece geçiyoruz. Berber çırağı olan kumral, yüzü çilli çocuk anlamlı bakışlarla beni süzüyor. Bakışıyoruz. Pek hoşlanmıyorum. Neslihan gene çapkınlık peşinde, marketçi Zeynel’e cazibeli bakışlar atıp, oradan bize çikolatalar alıyor. Hep birlikte yiyoruz. Annem Neslihan’ı pek sevmiyor. Belki de haklı. Bir an bir el boğazımı yakalıyor, diğer el bedenimde. İnsanı bayıltan ağır ter kokusu. Kendimi kurtarıyorum koca ellerden. Yine var gücümle koşuyorum. Hava birden kararıyor. Akşam olduğunu nasıl fark etmedim. O çamların arasında düşlere mi uykuya mı daldım? Boğazım kuruyor çeşme buralarda olmalıydı. Hani nerede?


Tarlada çalışan köylüler çoktan işini bitirip evlerine gitmiş. Ben niye bu saate kaldım? Korkudan gözlerim kocaman, kalbim gümbür gümbür atıyor, yokuş aşağı yolu koşarak değil de dörtnala uçarak iniyorum. Peşimdeki arkamda mıdır acaba? Ya arkaya baktığımda karşılaşırsam. Daha hızlı koşmalıyım. Ardımda yine sesler köpek havlamalarına karışıyor. Annemle babam çok merak etmiştir şimdi beni. Ablalarım işten dönmüş akşam yemeği için hazırlığa başlamışlardır. Yemekten sonra ablam bana çikolatalı kek yapmayı öğretecek. Yine bir el yakalıyor beni. O kadar güçlü ki karşı koyamıyorum. Bu sefer boğazımda değil. Saçlarımı elbiselerimi çekiştiriyor. Diğer el ellerimi sımsıkı tutmuş. Bağırmaya çalışıyorum sesim çıkmıyor. Delirmiş gibi çekiyorum kendimi. Belinde parıldayan bir şey var. Ama yüzünü göremiyorum. Annemin sesi kulaklarımda o yol ıssız kızım diğer yoldan git. Issız yollardan kızlar gidemez mi anne? Hem beni nereye gönderdi hatırlamıyorum. Uzak komşumuzdan ne alacak ne bırakacaktım. Okuldan mı geliyordum? Neslihan ve diğer arkadaşlarım nerede? Güçlü el üzerimi yırtıyor. Küçücük memelerim açılıyor. Çok utanıyorum. Ne oluyor böyle? Gel kurtar beni anne ne olursun! Kimsecikler gelmiyor bu yoldan. Biri gelse kaçabilirim belki. Kalbim duracak gibi atıyor. Ölecek miyim ben? Kim bu karanlıktaki el ne istiyor elbiselerimden. Neden bağıramıyorum. Anneme ne diyeceğim eve varınca. Çıplak görünce kızmayacak mı? Güçlü el beni çırılçıplak soydu. Ne yapacak ki? Pantolon kemerini açıp fermuarı indirdi. Ağzımı kapatan elini ısırıp avazım çıktığı kadar anne diye bağırdım. Yataktan bir anda fırladım. Ev halkı odama geldi. Sakin ol sadece bir rüya gördün.


Evdeydim ve çıplak değildim. Soluk soluğaydım. Kana kana su içtim. Rüya değil kabus görmüştüm. Hatırlamıyorum dedim.


 

BEYAZ ATLI

- coggywriter -


Hemen hemen her gece rüya gören biriyim. Fakat iş yazmaya gelince, hangisini yazayım diye çok düşündüm. Siz hiç aynı rüyayı birden fazla kez gördünüz mü? Ben gördüm. Aynı rüyayı beşten fazla kez gördüm. Bu konuda çok net konuşabilirim, çünkü yıllardır gördüğüm rüyaları not ediyorum. Azrailin boğazımı kestiğini ve ruhumun yükseldiğini bile gördüm. O derece yaratıcı rüyalar. Daha neler neler.


Büyük bir demir kapıdan içeri giriyorum. Hava puslu ve gri. Girişte beni kocaman bir bahçe karşılıyor. Hani korku filmlerindeki akıl hastanelerinin büyük yemyeşil bahçeleri var ya, işte ona benzer bir yerdeyim. Evin duvarları bile sarmaşık kaplı.


Girişte kapı kendiliğinden açılıyor. Kocaman bir hol ve yerde mükemmel İtalyan mozaikleri. Geniş basamakları olan simsiyah trabzanlı bir merdiven yukarı doğru çıkıyor. Merdiven boyunca duvarlarda aile fertlerinin tabloları var. Abim kardeşim annem babam ve yeğenlerim. Üst kata gelince kardeşim karşılıyor beni. Hiç konuşmadığı halde beni engellemeye çalışıyor. Ondan kurtulunca abim ve babam geçiyor karşıma. O büyük odaya girmemem için kollarımdan tutup aşağıya indirmeye çalışıyorlar. Kurtuluyorum onlardan ve bir anda kayboluyorlar. Odanın kapısını açıyorum. Annem tüm güzelliği ile karşımda. Ellerini, avuçlarını öpüyorum. Sımsıkı sarılıp, " seni çok özledim annecim, seni çok seviyorum" diyorum. Beni öpüyor ve" ben de seni canım oğlum” diyor. Bir anda kayboluyor.


Koskoca odada yapayalnızım. Telaşla diğer odalarda annemi arıyorum. Ev bomboş. Koşarak merdivenlerden inip evden uzaklaşıyorum. Bahçedeki demir kapıdan çıkıp, olabildiğince koşmaya başlıyorum. Karşıma yeşil çalılardan bir labirent çıkıyor. Bir o yana bir bu yana derken çıkışı buluyorum. Beyaz bir at bana bakıyor. Biniyorum ve umarsızca uzaklaşıyorum oradan. Bir an arkamda beş-altı tane atlı var. Hiçbirini tanımıyorum. Bana sürekli "dur" diye bağırıyorlar. Onlar dur dedikçe daha da hızlanıyorum.


Nihayet uzaklaşınca yavaşlıyorum. Her yerde rengarenk balonlar. Gelin, damat ve konukların olduğu bir düğün bu. Aralarından at ile geçerek bir uçurumun kenarına geliyorum. Attan inip derin bir nefes alacakken, biri beni arkamdan itiyor.

Uyandığımda kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Boşlukta aşağıya düşmek ne kadar korkutucu olsa da, yaşadığım o tarifi olmayan kalp çarpıntısı o kadar iyi geliyordu.

Bu rüyayı defalarca gördüm. Bazen korkutucu ama genelde hep mutluluk veriyor. Çünkü içinde annem var.


Annecim seni çok seviyorum ve çok özledim. Işıklar içinde uyu.

 

BEBEK

- herzi -


Bir süredir “neyin olması gerektiği” ile ilgili derin sorgulamalar içindeyim. İnsanın bu dünyadaki yeri ne, ne yapması gerekiyor, ne yaparsa varoluşun içinde misyonunu yerine getirmiş olur, bu gibi sorular kafamda dönüp duruyor.


Evet, muhtemelen kendi minik hayatımda çözemediğim konularla ilgili ne yapmam gerektiğini bilmiyorum ve bunu büyük resme yansıtıp kendi sorunlarımdan kaçmaya çalışıyorum. Olabilir.


Sorunlu bir evliliğim var. Sorunları çözmek için akla gelebilecek her şeyi denedim; eşimi suçladım, kendimi suçladım, anlatmayı denedim, anlatmamayı denedim. Bir kaçtım, bir yüzleştim. Hatta aldattım. Sonra gittim bir daha aldattım.


Sonra biraz derine inmeye de çalıştım. Psikolojik okumalarla, spiritüel kitaplarla, terapi seanslarıyla, çemberlerle ve bu tarz başka bir sürü şeyle.


Bir ara rüyalarıma dadandım. Gördüğüm rüyaların bana rehber olacağına inanmaya başladım. Muhtemelen bana ne yapmam gerektiğini anlatıyordu, ama ben pek anlayamıyordum. Bu yüzden her gördüğüm rüyayı not almaya başladım.


Bazılarının ortak bir teması vardı. En can alıcısı rüyalarımda sürekli ölü bebek doğuruyor olmamdı. Zaman, mekan ve kişiler değişse de sonunda bebeğimi ölü doğurduğumu gördüğüm sayısız rüyam oldu ve uzun süre bunu anlamlandıramadım.


Ta ki bir gün doğurduğum ölü bebeği hayata döndürmeye çalıştığımı görene kadar. Bebek doğmuştu ve her zamanki gibi nefes almıyordu. Ama bu kez farklı olarak bebeği öylece bırakmak yerine, ona kalp masajı yapmaya başladım. Uzunca bir uğraştan sonra bebek nefes almaya başladığında hissettiğim şey şaşkınlıktı. Adeta kendimden böyle bir şey beklemiyordum ve bebeği hayata döndürme isteğime duyduğum şaşkınlık, bebeğin nefes aldığını gördüğümde duyduğum mutluluktan daha fazlaydı.


Sanırım, evliliğimle ilgili sorunlara artık yüzümü dönüp onlarla ilgili sorumluluk almaya niyet ettiğim bir döneme denk gelmişti bu rüya. Eğer sorumluluk alıp bir şeyler yaparsam tekrar nefes alabilecekti evliliğim, buna yormuştum.


Ama sorunların gözünün içine bakıp gerçekten sorumluluk almak hiç kolay değildi. Çok çok zorlanıyordum ve her geçen gün de bu evliliğin yürümeyeceğine dair inancım kuvvetleniyordu.


Bir gün bir tartışma sonrası daha fazla dayanamayacağımı düşündüğüm bir sırada kendimi ayrıldığımızı hayal ederken buldum. Bu beni o an aşırı rahatlattı. Ayrılacağımızı, bunu ailelerimize söylediğimizi ve nihayet yalnız ve huzurlu hayatıma geri döndüğümü hayal etmek beni sakinleştirmişti.


O gece yine bir rüya gördüm. Geçen rüyamda hayata döndürdüğüm bebek büyümüştü ve bana bakıp gülüyordu. Onu kucağıma aldığımda gülüşü daha da parladı. Çok mutlu olduğu belliydi ve ben de onu kucaklıyor olmaktan dolayı çok mutluydum.


Ayrılmaya karar vermemin ne kadar isabetli bir karar olduğunu bu rüya doğruluyordu.

O günden sonra artık kendimi resmen ayrılmaya hazırlayacağımı düşünüyordum ki, bende tam tersi bir şeyler oldu. Bir his, sanki kendimi şimdiye kadar hep ayrılığa ittirmişim gibi. Bir daha iyi hissedebilmemin tek yolunun ayrılık olduğuna kendimi ikna etmişim ve artık bu kör inançtan uyanıyormuşum gibi.


Artık içimden eşimi veya kendimi suçlamak da gelmiyordu.


Bakınca, ne yaşandıysa yaşanmıştı ve tüm bunlar olurken aslında ikimizin de tek ihtiyacı sevgiydi. Kimse kimse için daha iyi olmak zorunda değildi. Herkes ancak kendi tercihini yaşayacaktı ve ben de kendi tercihlerimi yapmaktan sorumluydum. Evet, ayrılık da olabilirdi ama.. Olmayabilirdi de. Yaşanabilecek her şeye tam anlamıyla teslim olmuştum sanki.


Peki bebeğin temsil ettiği şey ne? Eğer evliliğimse o noktada kafam karışıyor. Bebeği ayrılmayarak sonsuza kadar gömüyor muyum yoksa başından beri hepsini yanlış mı anladım? Belki de bebek, içimde sevilmeyi bekleyen küçük çocuktur ya da sorumluluk alması beklenilen genç bir kadın. Bilemiyorum. Bu yüzden ne yapmam gerektiğini de kestiremiyorum. Bu da beni konunun başına, her şeyi sorgulamaya geri götürüyor.

 

RÜYA ARAFI

- msy -


Rüyalarımızda korkularımızı ve isteklerimizi görürmüşüz genelde. Bunu öğrendiğimden beri her uyandığımda korkum mu isteğim mi diye düşünürüm. Fakat geçenlerde gördüğüm rüyamı bir seçeneğe uyarlayamadım. Rüyam şu şekildeydi:


Bir uçurumun ortasında eskiden hayatımı girmiş insanlarlayım. Hepsi bana bakıyor, korkulu ve endişeli bir biçimde. Benim yanımda da iki tane adam var. Bana dönüp diyorlar ki “Bu insanlar geçmişte seni yaralayan, zarar veren, kuyunu kazan, seni hor görüp aşağılayan insanlar. Şimdi sen bunları uçurumdan iteceksin ve sana yaşattıklarının acısını çekecekler. Ölmeyecekler ama bu acıyı derinlerinde hissedecekler.” Uçurumdan aşağıya bakıyorum, gerçekten çok yüksek ve karanlık. Uçuruma baktıktan sonra geçmişimdeki insanların karşısına geçiyorum hepsi ağlıyor ama korkudan. Bacakları tir tir titriyor, gözlerindeki mahcubiyet vicdanımı sızlatmaya yetiyor. Adamlar benim yanıma gelip “ama sadece üç kişiyi itmeye hakkın var” diyor, öyle deyince hepsi birden ağlayarak “lütfen beni itme, özür dilerim, affet, buradan düşersek ölürüz yalan söylüyorlar inanma onlara… vs vs” arkamı dönüp bunu yapamayacağımı söylüyorum. Adamlarsa bana bunu yapmazsam sıra onlara geçecek ve onlar seni itecekler. Üç kişiyi seçmeye mecbursun gibisinden şeyler söylüyorlar. Ağlamaya başlıyorum ve hepsinin gözüne teker teker bakıyorum. Hepsi önceden çok değer verdiğim fakat şimdilerde yolda görsem yolumu çevireceğim insanlar. Ama vicdanım burada da rahat bırakmıyor beni.


İçlerinden biri vardı canımı en çok yakan, yüreğimi en çok sızlatan ona gidiyorum bir süre gözlerine bakıyorum. O gözlerini kapatıyor ve onu itmemi bekliyor bense ona sarılıyorum “özlemişim” diyorum. Hissediyorum sarıldığımı sanki gerçek gibi. Sonra beş on adım geriye gidiyorum. Onlara diyorum ki “alın içimdeki vicdanı, yakın içimdeki insanı” (rüyada bile şarkılar peşimi bırakmıyor) sonra koşarak o uçurumdan ben atlıyorum.



 

AÇIK BÜFE

- rojda aksoy -


19. yüzyıl lüks Fransız restoranlarına benzer bir yerdeyim. Dekor oldukça parlak, avizeler gösterişli, insanlar oldukça şık, tatlıların olduğu büfe renkli ve çekici. İnsanın bütün duyularına hitap eden bu atmosferde özellikle yiyecekler iştah açıcı ve karnım da çok aç. Tabağımı lezzetli yiyeceklerle doldurup doyum hissini tatmayı çok istiyorum ama ortamda görünmeyen bir el buna engel oluyor gibi.


Tatlılara bakmak ağzımı sulandırıyor ama belki de öncesinde akşam yemeği yemem gerekiyordur? Maalesef akşam yemeği servis edilen yere ulaşmam için bazı engeller var önümde. Restoranın diğer bölümüne geçmek için enteresan koridorlardan geçiyorum, kapılar açıp kapılar kapatıyorum, yürüyorum ve oraya vardığımda servis bitmiş. Masalar temizleniyor ve içimi bir hüzün kaplıyor. Yaşadığım hayal kırıklığından sonra ‘’madem öyle diğer taraftaki nefis tatlılarla karnımı doyurayım bari’’ diyorum ve geldiğim yoldan geri gitmeye çalışıyorum ama ne mümkün… Ardımda bıraktığım yollar, koridorlar bir anda başka mekanlara dönüşmüş ve onların içinden geçe geçe yolumu bulmaya çalışıyorum. Bir ara tren raylarının yanında oturmuş, siyahlar giyinmiş yaşlı bir kadınla karşılaşıyorum. Oğlu trenin altında kaldığı için yas tutuyor. Yoluma devam edip başka bir yere dönüyorum ve bahsettiğim gösterişli mekanı ayakta tutmak için çalışan yorgun işçileri görüyorum. Başımı diğer tarafa döndürdüğümde tren raylarının üzerinde birden bire beliren havuzda yüzen genç erkekleri görüyorum. Hemen üstünde köprü var ve oradan havuza atlıyorlar çılgınca… Çok yorgunum ve karnım hala aç. Artık takatim de tükenmek üzere. Yolu bir an önce bulup beni bekleyen enfes görünümlü kruvasanları, eklerleri, krepleri, makaronları ve adını yazmaya üşendiğim onlarca fransız tatlısından en azından birini yemem lazım. Keyif için değil doymak için. Şimdi tekrar tatlıların olduğu büfenin önündeyim. Benden önce gelenlerin oluşturduğu sıranın sonlarındayım. Üstümde ortama uygun şık elbiseler de var. Önümdeki sıra bitiyor. Giderek yaklaşmanın heyecanıyla tükürük bezlerim hızla çalışıyor ve işte tabağa kavuşuyorum. Yanımda tanımadığım ama sohbet ettiğim birkaç yabancıyla masaya oturuyoruz ve ben hiçbir şey yiyemeden uyanıyorum elbette…


Uyandıktan sonra daha zor bir durum beni bekliyor. Ben bu lanet olası yiyeceklere neden ulaşamıyorum, neden sürekli yolumu şaşırıyorum, nasıl oluyor da doğru seçimi bir türlü yapamıyorum, hep böyle aç mı yaşayacağım?



 

DÜŞ-MÜŞ

-ayşe çetinkaya-


Kocaman bembeyaz bir binadayım. İçerisi labirent gibi. Büyüklü küçüklü odalar var ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Odaların içinde türlü çeşit dolaplar, masalar, komidinler, raflar var; bunların üstü de kumaşlarla ve örtülerle kaplı. Bir sürü de kedi var. Cennete düşmüş gibiyim. Üstelik kedi alerjimin hiçbir belirtisi yok.


Kediler kumaşların altında, rafların, dolapların üstünde oynuyor, atlayıp zıplıyorlar. Benim kedi kızım da onların arasında. O da çok mutlu. Başka kedilerle anlaşabileceğini tahmin etmezdim. Sonra birden aralık kapıdan çıkıp gidiyor. Peşinden koşuyorum. Göremiyorum. Zaten çok hızlı hareket eder ve kendini yakalatmaz. Bütün odaları aramaya başlıyorum. Binanın altını üstüne getiriyorum. Bütün dolaplara, en ufak girintilere, örtülerin altına defalarca bakıyorum, ama yok. Acaba binanın dışına mı çıktı diye en yakın pencereden dışarı atlıyorum. Dışarısı uçsuz bucaksız bir alan. Binanın kapısı neredeydi ki? Binaya giren insanlar görüyorum, hepsi bembeyaz giyinmiş ve ellerinde giriş kartları var. Benim kartım yok. İçerdeyken hiç insan görmemiştim, sadece kediler vardı. Acaba kedimi onlardan biri mi alıp götürdü? Kapıdan giremediğime göre geçebileceğim başka bir açıklık bulmalıyım. Şuradan sürünerek gireyim. Akşam ikinci doz aşı randevum var. Güneş batıyor, sanırım yetişemeyeceğim. Kızımı kaybedemem. Onu bulmam lazım. Acaba nerede? Acıktı mı? Korkuyor mu? Başucumda bir şey titreşiyor. Bu nereden çıktı şimdi? Dikkatimi dağıtıyor.


Uyanıyorum. Titreşen telefonummuş, annem arıyor. Gelmişler, Beşiktaş’talarmış. Biz bir yere oturalım, sen de gel, kahvaltı edelim, diyor. Tamam deyip kapatıyorum. Nefes nefese kalmışım. Sanki rüyamda değil, gerçekte koşturmuşum sağa sola. İçimde hala kedimi kaybetmenin huzursuzluğu var. Kedim ortada yok anne, ne kahvaltısı ya?

Yataktan zorla kalkıp hazırlanıyorum, annemlerin yanına gidiyorum. İstanbul’a günü birlik geldiler, akşam kuzenimin düğünü var. Siparişimizi veriyoruz, ben rüyamı anlatmaya başlıyorum; sanki yer yarıldı, yerin dibine girdi, bulamadım, mahvoldum, bilmem ne. Annemle babam birbirlerine bakıyorlar şokla karışık bir gülümsemeyle, annem dudağını ısırıyor, babam “e hadi söyle artık” diyor anneme.

Ben şehir dışındayım, telaş edip yollara düşerim diye anlatmamışlar. Meğer kedim dört gün önce penceredeki sinekliği yırtıp aşağı düşmüş. Klinikte bütün tetkikler yapılmış, bir gün gözlem altında kalmış, üç gündür de evde dikkat etmişler, çok şükür bir şeyi yokmuş. Artık malum olmuş mu dersiniz, pencerelere kedi teli yaptırmayıp iyi bok yemişsin mi, bilmiyorum.



 

RÜYA HUKUKU

- canderel -


İlk gençliğimden beri tekrarlayan iki çeşit rüyam var. Kâbus demek daha doğru olur. Etkileri yıllar içinde bir nebze de olsa azaldı diyebilirim. İkisini de ilk gördüğüm zamanları hatırlıyorum, tekrarları ise daha silik, daha az organize.


İlkinde hukuk diliyle söylersek bir ‘icra suçu’ var, bir cinayet. Cinayetin nasıl işlendiği, nerede olduğu gibi bilgiler yok. Katil benim. Bunu yazarken “Sen en güzel duyguların katilisin” şarkısı geldi aklıma ama öyle romantik bir hikâye değil. Her seferinde gayet soğukkanlı, planlı, kararlı yani “taammüden” benden yaşlı bir kadını öldürüyorum. Kadını tanıyıp tanımadığım, neden böyle bir cinayet işlediğim belli değil. Büyük bir dehşet içindeyim, şiddetli acı çekiyorum, suçumu üstlenmişim. Ama garip olan şu, telaşlı değilim, belki pişman bile değilim, tamamen kendimdeyim. Rüyayı ilk gördüğümde acıdan saçlarımın beyazlayacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Bir sürü yorum yapılabilir bu rüyayla ilgili ama belki de sadece Suç ve Ceza’yı erken yaşlarda okuyup Raskolnikov’la fazla empati yapmamın olağan bir sonucudur.


İkinci tekrarlayan rüyamda ise yine hukuk diliyle bir ‘ihmal suretiyle icra’ suçu işleniyor. Fail yine benim. Bana emanet edilen bir bebek var ve ben onu evde, arabada, işyerimdeki çekmecede, bir yerlerde unutuyorum ve birkaç gün sonra aklım başıma geliyor, yine bir dehşet ve suçluluk hissiyle kıvranıyorum. Çocuğum olduktan sonra daha az gördüğüm bu rüyadan da tamamen kurtulmayı umuyorum, artık yaşlı kadınlar benden uzak dursun ve bebekleri bana bırakmasınlar, n’olur…

 

TÜM RÜYALAR BİRAZ TUHAFTIR

- bir başka dünyadaki -


Rüyamda anneannemin evine giriyorum. Karanlık içerisi ve gri duvarları var. Evin içinde ilerledikçe ev kalabalıklaşıyor. Çok insan var ortamda kimseyi tanımıyorum. Herkesin bir telaşı var. Birini durdurup sormak istiyorum burada ne oluyor diye ama kimse beni görmüyor sanki. Biraz sonra anlıyorum dertlerini. Evde bir perde eksik herkes eksik perdeyi bulmaya çalışıyor. Banyo kapısının önünden geçerken birinin duşta olduğunu anlıyorum. Bu kişi uzak bir yoldan gelmiş bu yüzden duş alıyor. Bu bilgiye nasıl vakıf olduğum konusunda hiçbir fikrim yok. Bir anda yanımda kız kardeşim beliriyor. Ona uzun zamandır anneannemin evinde yapmak istediğim ama cesaret edemediğim için yapamadığım şeyi söylüyorum. Bu şey, çatıya çıkıp orada oturmak. Kardeşime benimle gelir misin diye soruyorum gözlerimle. Kabul ediyor, el ele tutuşup giderken bir odanın önünde duruyoruz. İçeriye kafamızı uzatıp bakıyoruz. Oda bomboş, içerdeki tek şey eski tip bir televizyon sehpası. Altı camlı olanlardan, o camlı bölmede kırmızı bir yılan ve kocaman bir fare var. Bu hayvanlar yüzünden oda boşaltılmış. Kardeşimle göz göze gelip onları çıkarmak için odaya giriyoruz. Camlı bölmeyi açmamızla birlikte hayvanlar kayboluyor. Odadan çıkıp çatıya doğru gitmeye devam ediyoruz. Bir merdiven var. Tahtadan yapılmış ve çok yüksek. Korka korka yukarı çıkıyoruz. Neredeyse çatıya yaklaşıyoruz ve çatıdan sesler geliyor. Meğer orada birileri varmış, bizden önce çıkmışlar. Onlarla karşılaşmamak için inmeye yelteniyoruz. Sanırım oradaki kişilerden hoşlanmıyorum. Zaten o denli yüksek bir yerde oturma düşüncesinden yine korkuyorum ve inmeye başlıyoruz. Biraz huzursuzum çünkü yine o çatıya çıkamadım, hem de bu kadar yaklaşmışken vazgeçtim. Merdivenin son basamağından indiğimiz an kendimizi evde değil ormanda buluyoruz. Çıplak ayaklarla yerde çimlere basıyoruz. Ve anneannemin evi uzakta bir yerde sanki nokta gibi görünüyor. Hatta maketten bir eve dönüşüyor sanki. Bu kadar küçük bir evin çatısına çıkma korkusunun çok saçma olduğunu düşünüyorum.


Önümde üç tane kaya gibi taş var ve onlardan birinin üzerine oturuyorum. Kardeşim yok yanımda, o ne ara gitti bilmiyorum. Tuhaf bir sessizlik var ortamda, bir anda taşın üzerinden kalkıp yürümeye başlıyorum. Kapılar beliriyor önümde hangisinden girsem diye çırpınırken uyanıyorum. Bu neydi şimdi diye annemi arıyorum. "Suya anlat kızım" diyor. Tamam deyip yapmıyorum, her zamanki gibi. Gerçekten tüm rüyalar biraz tuhaftır.


 

SAÇMALIKLAR KUMPANYASI

- edward bloom -


Kız arkadaşımla ormana kamp yapmaya gidiyoruz. Sonra birkaç arkadaşımız daha katılıyor bize. Ormanda bir belgesel çekiliyor, kalabalık bir topluluk var. Bir timsahın insanlara yaklaştığını görüp onları uyarmaya çalışıyorum. Sonra 7-8 tane timsah nehirden çıkıp arka ayaklarının üstünde dans etmeye başlıyor. Onları izlerken 7-8 tane daha belirip insanlara ok atmaya başlıyor. Biz de onlara taşla karşılık veriyoruz. Aralarında birden kız çocukları beliriyor. Onlara da taş atıyoruz. Bu beni çok rahatsız ediyor ama başka çarem yok diye düşünüp taş atmaya devam ediyorum.


Bonus: Erbakan'la cuma namazındayız. Kalabalığın ortasındayız ama bir tek ben tanıyorum onu. Bir yere yetişmek için çıkmamız gerekiyor. Ben testislerimin çok buruşuk olduğunu, bu şekilde gidemeyeceğimi söylüyorum. Bir ütü bulup testislerimi ütülemeye başlıyorum.

 

İNECEK VAR!

- mutlu -


Zaman zaman gördüğüm, artık rüyamda bile ‘yine mi ya’ diye isyan ettiğim seri asansör rüyalarım var. Ortak noktası nedir bu rüyalarımın, hangi ruh halimdeyken görüyorum bilmiyorum. Ama sayısını hatırlamadığım kadar çok gördüm bu rüyayı.

Asansöre biniyorum ve asansör asla inmek istediğim katta durmuyor. Sürekli çıkmaya devam ediyor. Ve sonunda bir inşaat iskelesinin en tepesinde kabinin kapısı açılıyor. Gökdelen gibi bir binanın inşaat hali, önümde iskele tahtaları ve ben boşluğa düşmemeye çalışıyorum...


Bazen rüyamda daha asansörün içindeyken acaba bu defa duracak mı diye geçmiş rüyalarımı hatırlıyorum. Bazen durmayıp yükselmeye devam ettiğinde ‘bu durmayan asansörlerin de Allah belasını versin’ diye söyleniyorum. Bazen de inşaatın tepesinde sallanan asansör kabininin kapısı açıldığında ve aynı manzarayı gördüğümde yine aynı şeyi yaşadığım için o tanıdığım korkuyu hatırlıyorum.


Bir gece bu rüyalarımdan birinde kızımı da benimle beraber görmüştüm. Asansör yine ineceğimiz katta durmayıp çatı katına kadar çıkmaya devam etmişti. Kızımın endişesini gördüğümde “Korkma ben bunu biliyorum. Son kata gelince duracak ve çok yüksekte olacağız ama çıktığımızda benim elimi bırakma biraz tehlikeli bir yerde olacağız” demiştim.


İlk ne zaman bu rüyaları görmeye başladığımı hatırlamıyorum. Hiç birinin de finali yok. Düşmüyorum o tehlikeli yerden ya da gelip kimse beni oradan kurtarmıyor. Hep aynı korku ve çaresizlik içinde gökyüzünde adım atacak yer bulamadan bitiyor rüyalarım.

İlk gördüğüm yıllarda çok korkardım. Sonra zamanla rüyamın içinde geçmiş rüyalarımı hatırlamak biraz komik olmaya başladı. Uykudayken korkuyor, panikliyorum ama uyanınca sanki çok sezonlu bir dizinin konusunun asla ilerlemediği bir bölümünü daha izlemiş gibi hissediyorum.



 

MARIO, LUIGI VE BEN

-san-


Gerçekte yaşadığımdan daha çok rüyalarımda yaşadım ve hatırladığım anılarım genelde hayattan değil düşlerdendir. Rüyalarımın çoğunda kaçarım. Birinden, bir şeyden, bir yerden. Bazen kaçarken Afganistan'da bulurum kendimi, oradan da kaçarım. Bazen Kırımlı olur Türkiye'ye göçerim, bazen görmek istediğim Avrupa ülkelerinde dolaşırım. Kimi zaman şatolardan kaçıp kocaman dönen ağaçlara tırmanarak yok olmayı denerim, yükseldikçe kapılar açılır alır beni içine, kimi zaman hiç bilmediğim masal diyarlarında saklanırım. Kiminde mağaralar yaratıp içine gizlenirim, kiminde ormanın içindeki bir labirentte hapsolmuş ve çıkmaya çalışan çelimsiz siyah kurt olarak görürüm kendimi. Güzel kısmı şu ki, labirentten kurtulurum ve sonraki düşlerimde kurt büyüyüp güçlenerek çıkar karşıma. Onu besleyebildiğimi haber verir bana. Bazıları lüsid rüya olduğu için karar vermek keyifli gelir, istediğim gibi dizayn ederim her yeri. Hepsinin hissiyatını ayrı ayrı sevsem de oyunlara ait evrenlere girdiğim ya da kendimi bir şekilde orada bulduğum rüyalara bayılıyorum. Online oyunlara hapsolup çıkışı aradığım rüyalar da var, ama şimdi anlatacağım rüyada kendimi Mario dünyasında buldum. Bir oyun karakteriydim. Siyah kıvırcık saçlarım, kırmızı şapkam ve kazağım, lacivert tulumumla kendimi Mario ve Luigi'nin kız kardeşi olarak oynarken buldum. Nereye gittiğimi bilmeden canla başla ilerledim o iki boyutlu evrende. Üzerime kalpler gelmeye başladı ve ne olduğunu bilmediğim için dokunmadım onlara, zararlı olabileceklerini düşünüp sakındım. Sonra hepsinin aslında can olduğunu fark ettim ve toplamaya koyuldum. Ben toplayınca da kalpler gelmemeye başladı. - Murphy kanunlarına kafayı taktığım bir dönem olduğu için olabilir.


Bir süre böyle gittikten sonra oyunun "ne yaparsan yap ölmezsin" bölümüne geldim. Sıradan Mario dünyasından bir iksir içerek çıkmış gibiydim. Sihirli bir şekilde bastığım boşluklarda tuğlalar oluştu ve üzerime gelip bana dokunan kaplumbağalar ölüp düşmeye başladılar. Bunun verdiği güvenle ilerlerken ejderha saldırısına uğradım ama hâlâ ölümsüzlük bölümünde olduğum için kendim de ejderhaya dönüşüp onu alevlerle geri püskürttüm. Ejderha olarak yoluma devam ederken Murphy yine peşimi bırakmadı; karşıma hortumlar, su birikintileri ve girdaplar çıkmaya başladı. Bu defa da onların ateşimi söndürmelerinden korkarak ilerledim. Biraz daha devam ettikten sonra ne oyun karakteri, ne ejderha, tam olarak olduğum halimle ve üç boyutlu bir şekilde okyanusa düştüm o alemden. Etrafta hâlâ kaos vardı ve insanlar birbirine saldırıyordu. Bir bota tutunup oradan da kurtulmanın yollarını aramaya çalışırken uyandım.


Daha derin, daha eğlenceli ve hikâyesi benim için çok kıymetli rüyalarım olmasına rağmen bunu seçmemin sebebi sanırım hayatımın temel taşlarının, zihnimde sembolik olarak yerine oturabilmesi. Kendimi bir simülasyona hapsolmuş gibi hissettiğim andan itibaren hayatım iki boyutlu gibi görünüyordu, hep bir şey eksik gibi. Ne olduğunu anlamadığım için kaçtığım kalpler, hayatımdaki insanların kalpleriydi. Bu şekilde devam ettiğim kısım, hayatımın en sıkıcı ve bitmesini istediğim evresiydi. Sonra iksiri içtim ve şansım yaver gitmeye başladı, tıpkı rüyadaki gibi renkler canlandı, tatlar-kokular belirginleşti. Beliren tuğlalar, kazandığım başarılardı ve ölen kaplumbağalar da artık baş edebildiğim dertlerim. Ejderha, en büyük sorunlarımı temsil ediyordu ama onlar gibi davranarak onları bile alt ettim. Artık ejderhaydım. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde hep ateşimin sönmesinden korktum. En sonunda okyanusa düştüm ve hayatım yeniden üç boyutlu oldu. İnsanların saldırıları da o zamana kadar kapattığım duygularımın açılmasıyla maruz kaldığım yüksek dozda hisleri anlatıyordu. Üç boyutlu olmasına rağmen okyanusun hâlâ kurtulmam gereken bir yer olduğunu düşünmemin sebebiyse... Bilmiyorum. Belki de rüyada olduğumu anlamışımdır.


 

MAVİ

- topaz -


Bitiremediğim, uzadıkça uzayan ve günlerimi ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim bir ilişkim vardı. Bir işaret bekliyordum ve hiçbir şey olmuyordu. Hayatta verdiğim en doğru karar mı yoksa en yanlış karar mı diye delirircesine bocalıyordum. İstediğim, beğendiğim somut her şeyin manasızca önüme geldiği bir ilişkiydi bu, öyle ki artık beğendiğim bir şeye beğendim demeye çekiniyordum, çünkü ilişki harikaymış gibi görünüyordu, ona göre her şey yolundaymış gibi, hiçbir eksik yok gibiydi. Halbuki…

İlişkinin başında çok sevdiğimi bildiği bir bonzai almıştı ve maddi olarak da değerli olmasına rağmen kabul ettiğim tek hediye idi. Öyle çok istediğim bir şeydi ki gözüm gibi bakıyordum, hatta nasıl bakım yapılacağı, nasıl budanacağı ile ilgili ders bile almıştım, öylesi bir sevmek.


Her şeyin bulanıklaştığı, gitgide zorlaştığı bir dönemdi, ne gidebiliyorum ilişkiden, ne de kalabiliyordum huzurla. Havanın çok sıcak olduğu günlerde girilen buz gibi denizler gibi, çıkıp güneşle yanmak istemiyorsun ama suda durdukça da donuyorsundur hani.

Tam da o rüyayı gördüğüm günlerde, çiçek cansızlaşmaya, cılızlaşmaya başlamıştı.

Rüyamda on beş yıl öncesinde kaybettiğim canım babamı ilk ve son kez gördüm. Elinde birer karışlık parçalardan hazırlanmış bir deste odun vardı. Mavi bir kurdele ile bağlanmış şık bir deste. Görünce çok üzüldüm “neden kestin benim cüce ağacımı, ben çok emek verdim ona” dedim. “ Ölüp gitmişti, boşa uğraşma diye” diyerek uzattı bana desteyi.


Ertesi gün uyandığımda her şey pırıl pırıldı artık, ufacık bir sis, ufacık bir bulanıklık yoktu.


 

HİCAP

- gorila voladora -


Hayattan aldığım ilham doğrudan doğruya gökyüzünden gelmez. Gaipten bana özel işaretler geldiğine kolay kolay inanmam. Ancak bilinçaltımın bana bağıra bağıra söylediklerini asla es geçmem. Ben rüyaları madde dünyasında gerçekleşen insanlardanım. Öyle falcıların bahsettikleri türden değil. Sezgilerin mantıkla iç içe geçmesi düpedüz bu. Ama keşişim kümesinde değil. Nasıl anlatsam? Başka bir boyutta, ikinci veya üçüncü boyutun ötesinde… Kafanız karıştı mı?


Toplumsal olaylardan çocukluğumdan beri çok etkilenirim. Küçücük bir çocukken ansiklopediyi açar ve Yahudi Soykırımı’nı, atom bombalarını, terör örgütlerini, Anadolu’daki istiklal mücadelesini, kısaca içinde insanın insana kıydığı büyük olayları araştırırdım. Okulda verilmiş bir ödevmiş gibi yaz tatillerinde tarih defterleri tutardım ve yazardım beni etkileyen olayları. Uğur Mumcu’nun öldürülüşünü annemden dinlerdim, Sivas Katliamını babamdan. Bu “nerd”lüğüm bana uykularımı kaçırtırdı. Televizyonun karşısında Disney Channel açmışken sınıftaki HİCAP adlı kız arkadaşımın 13 yaşında neden okula devam etmediğini anlamaya çalışırdım. Cemaat diye bir şeyler vardı, kafam basmazdı. Hicap zeki bir kızdı, çok çalışkandı ve sırf babası “izin vermediği için” artık evde oturacaktı. Ve evde olmasına rağmen Disney Channel da izleyemeyecekti, evlerinde televizyon dahi yoktu. “Çünkü günah!!!!!!” demişti Hicap sorduğumda. KAFAM BASMIYORDU!


Bunları niye anlatıyorum ki? Dümdüz gördüğün ve etkilediğin bir rüyayı anlat geç işte!

Hayır. Bu açıklamayı yapıyorum; çünkü bir hafta öncesine kadar Dünya’nın bir ucunda, milyonlarca kadının acısını hissettim yüreğimde. Ben hiçbir zaman Hicap gibi olmak istemezdim. KORKARDIM HİCAP OLMAKTAN! Hayal bile edemiyorum, bir sabah uyandığımda artık bütün kadınlardan Hicap olmaları beklenecek! Cebren ve hile ile! Hicap, sonradan öğrendiğime göre kuzeniyle evlendirilmişti 16 yaşındayken. Adı “utanç” olan bir varlık. Nesne. Başkalarının nesnesi.


“Bir sığınakta saklanıyoruz. Yemyeşil bahçesi olan ve ağaçların ardına gizlenmiş minik bir kulübe. Korku doluyum. Fakat bir yandan da içimde öfkeyle karışık bir cesaret var. Dış kapıyı açmıyoruz ve onları bekliyoruz. Her an gelebilirler. Anne ve babamı kontrol ediyorum, güvendeler. Korkumu belli etmeden yapamıyorum ama onlar çok sakin. Babam “zaten geleceklerdi, zamanı geldi” diyor. Annem de önündeki işlerle meşgul sanki sıradan bir gün gibi. Arka odadan dayım çıkıyor sonra, o da oldukça kayıtsız. Yanında anneannem var, onun da umurunda değil! Benim umurumda. Çıldırıyorum, her an gelebilirler!!! Kapının deliğinden sokağı kontrol ediyorum, gelmek üzereler! Bir anda kapı çalıyor, Ninja gibi giyinmiş genç bir erkek giriyor içeri. “Geliyorlar, savaşacak mısın?” diye soruyor bana. Sırtında kılıç var. Gerçekten Ninja herif. Cevap vermeden önce anneme ve babama bakıyorum, umurlarında değil hala. Tam bir şey diyecekken onlar kapıyı kırıp içeri giriyor! Dünyanın en çirkin erkekleri, beyaz entarili El Kaide teröristleri. Bizi taramaya başlıyorlar. Tam olarak sağ tarafımdan giriyor bir tane kurşun, alt kaburgalarıma saplanıyor. Yere düşüyorum, dehşet içindeyim. Ama ölmüyorum. Öldüremiyorlar beni. İçimden şöyle geçiriyorum “beni öldüremiyorlarmış meğer”.


Bu rüyayı 20 yıl önce gördüm. Kafamdan uydurmuyorum ve hayır asla unutmadım. “Sen çok film izlemişsin yeeaaa” diyeni de çok duydum. Evet, çok film izlerim. Ama filmi izlerken UYUMAM! Kimse uyumasın artık!

 

BİR RÜYA

- voila -


Genelde olumlu rüyalar görürüm ve hayatımla ilgili bazen yönlendirici dahi olurlar: bir işaret, bir his… Bazen ise bir film senaryosu tadında, absürtlüğü de içinde barındıran rüyalarım oluyor. Elon Musk tarafından uçan balonlarla uzay seyahatine gönderilmemden tutun da Gandalf’ın sihirli kekleriyle ışınlanmaya kadar vardırdığım oluyor işi. Şenlik dolu bir bilinçaltı…


Sizlere anlatacağım rüyamda ise gündüz vakti karanlık bir atmosferdeyiz. Her yer çok renksiz ve soluk. Tam korku filmi tadında bir hal. Perili köşk edasında bir evdeyiz. Bahçesi kocaman ve yeşilliklerden oluşan çitlerle örülmüş etrafı. Yakın çevrede başka hiçbir ev yok. Bir ormandan geçip eve ulaşıyorsunuz ama evin kendi çevresinde çok fazla ağaç yok.


Olan bitene dışarıdan bakan bir gözlemciyim. Bu evde yaşayan bir aile var, kızları ölmüş bu yüzden bir çocuk evlat edinmek istemişler. Bir erkek çocuk evlatlık olarak bu ailenin yanına geliyor. Çocuğun kaldığı yatak odası ölen kız çocuğuna ait. Kıza dair evde hiçbir iz yok; ne bir fotoğraf ne de başka bir şey. Evlatlık olarak gelen çocuk bir gariplik olduğunu hissediyor. Bu odada yaşadıkça sesler duyup, görüntüler görmeye başlıyor. Zamanla bunların ölmüş olan kız çocuğuna ait olduğunu fark ediyor. Ve tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Sonra bir akşam küçük kızın tüm olanı biteni anlattığını görüyoruz.

Aslında bu kız çocuğu bu ailenin yanındaki çalışanların kızıymış. Aile kızı zorla alıkoyup kendi çocukları gibi büyütmek istemişler ve sonrasında kız çocuğuna tecavüz edip onu öldürmüşler. Kıza dair tek bir iz yok. Gerçek aile hakkında da bilgi yok. Çocuk tüm olan biteni anladığı an ev sahibi kadın odaya dalıyor ve tam bu sırada gerilim filmlerinden bir sahne izler gibi olan bitene şahit oluyoruz. En son gördüğüm kadının hiçbir şey kanıtlayamazsın diye bağırışı oluyor. Sonrasında çocuk kurtuluyor ellerinden ve küçük kıza olanları ortaya çıkarmak için uğraşıyor. Kızın isteği de buydu.


Bir mahkeme sahnesi karşılıyor bizi, oldukça boğucu, kasvetli. Kadın ve eşi bir diğer tarafta da erkek çocuk var. Kadın ve adam sinsice gülüyor, kendilerinden eminler hiçbir şey olmayacağını düşünüyorlar ancak bir anda çocuk ortaya fotoğraflar ve bir sürü delil çıkartıyor. Aslında kız çocuğu tüm bu olan biteni anlatmadan önce öz annesine çocuğa ihtiyacı olacak her şeyi, her belgeyi vermesini söylemiş. O anda ev sahibi kadın ve adamın mahkemedeki bağırışlarıyla uyanıyorum...

 

YERLİ NOSTRADAMUS

- matruşka -


Bazı rüyalarım çıkar. Üniversitede okurken bir yaz tatilinde annemin teyzesi Hasibe teyzenin bana dünür geldiğini görüp sabahına anneme anlatmıştım. Annem “Sen ablanla konuştun da benim ağzımı mı arıyorsun?” diye sormuştu hayretle. Meğer gerçekten dünür gelmek istemişler annem de reddedip bana söylememiş kızacağımı düşünerek. Haklıydı. O zamanlar evlilik bana çok uzaktı. Bir gece de yeni evli bir arkadaşın yürüdüğü yolun, üzerinin kaplumbağalarla kaplı olduğunu gördüm. O kadar çoklardı ki nerdeyse arkadaşımın yüzü bile görünmüyordu. Ertesi gün rüyamı anlattım ve tabirine baktık. Evliler için çocuk sahibi olması anlamına geliyormuş. “Evet, malum olmuş, hamileyim.” demişti de çokça şaşırmıştık. Herkesin böyle rüyaları var mıdır bilmem ama zaman zaman hala gelecekten haber veren rüyalar görüyorum. Yazık ki tüm Nostradamus rüya şansımı kendi hayatımın dönüm noktalarında kullanamıyorum.


İstiare vardır, çoğu insan bilir. Bir şeye karar verdikten sonra verdiğimiz o karar hayırlı mı değil mi diye önce iki rekat namaz kılınır sonra kimseyle konuşmadan uykuya yatılır. Yeşil-beyaz renkler görmek verilen kararın hayırlı olduğuna, siyah-kırmızı renkler hayırsız olduğuna işarettir. Tabi ki ben de evlenmeye karar verdikten sonra denedim. O gece şimdiki eşimle kendimi çocuk olarak görmüştüm. İkimiz de beyaz kıyafetler giymiş, yemyeşil çimler üstünde birbirimizi yıkıyorduk. Uyandım, tekrar uyudum. Kanlı çiğ et yiyorduk. Kan ter içinde uyandım, tekrar yattım. Beyaz güller veriyorduk birbirimize. Uyandım mutluca. Uyuyunca kırmızı siyah poker kağıtları gördüm hani şu Batman’deki Joker’in elinde olandan. Tüm gece bu rüyaların zıtlığında gittim geldim.


Şimdi üstünden zaman geçince rüyamı kendimce yorumlayabiliyorum. Ben de her kadın gibi evlendikten sonra “happly ever after” masalına inanmıştım. Halbuki asıl hikaye evlendikten sonra başlıyormuş. İlişkilerimiz stabil değil, inişli çıkışlı olabiliyormuş. İliklerine kadar sevdiğin adamdan bazen nefret edebiliyormuşsun. İlişkin bir gün yemyeşil kırlarda oynayan çocuklar gibi neşeli olabiliyorken ertesi gün Kuzuların Sessizliği tarzında olabiliyormuş. –abartmayı severim-


 

RÜYALAR ALEMİ

- gülçin karabulut -


Rüya denilince aklıma birden, Teoman'ın “Renkli Rüyalar Oteli” şarkısı geldi. Sahi ne tatlı ve iç gıcıklayan bir şarkıdır o. Teoman desen, sesinde rüyalar alemi gizli.


Bakın bir de aklıma, Alice Harikalar Diyarında isimli kitap geldi. Rüyasında seyahat eden ve o maceradan o maceraya koşturan hayalci, meraklı kahramanımız Alice ile ne çok rüyalara dalıp tavşan kardeşi takip ettik değil mi?


Rüyalar alemini ben de çok sıklıkla ziyaret ederim ve ne yazık ki o gördüğüm şahane rüyaları hemencecik unuturum. Ama öyle bir rüyam oldu ki bana yazdığım kitabın başlangıcını bahşetti. Kendimi özgür kılmak adına kaleme aldığım amatör çalışmam olan "Lirik Tılsım" kitabım aynen şöyle başlıyor;


"Çok yorgundu ve hazırladığı sunum dosyasını henüz bitirmişti. Sunumunu, diğer şirket çalışanları ile birlikte teslim etmek üzere ofisinden ayrılmıştı. Tüm şirket çalışanları telaşlı, endişeli ve meraklı bir şekilde genel müdürü beklemekteydiler. Nihayet genel müdür gelmiş ve herkes teker teker sunumlarını ona teslim etmekteydi ve birkaç kişi sonra sıra ona gelmişti; dosyasını hayranı olduğu, saygı duyduğu ve sonsuz güven beslediği müdürüne verdiğinde kalbi patlamak üzereydi. Dosyayı takdim ederken dosyanın üzerindeki yazıya ilk kez dikkat etmişti. Bunu nasıl fark edemediğini anlayamamıştı. Dosya üzerinde bir sunum kapağı oluşturulmuş ve üzerinde: ‘Mihrimah ERDEM, Görev Yeri: İzmir-İRŞAD’ yazıyordu...... Mihrimah, “Bu nasıl bir rüyaydı.” diye içinden geçirdi. “İRŞAD” ne demekti acaba? İlk kez karşılaştığı bir kelimeydi bu ve genellikle rüyalarını hiç anımsamayan biri için ilginç bir hatırlayıştı. Bir de genel müdür olarak gördüğü kişi çok eskiden birlikte çalıştığı ve hâlen İzmir’de bulunan bir üst düzey yönetici idi. Ah, şu güzel, ah şu vazgeçilemeyen ve dünyanın en bağımlılık yaratan tatlı miniş akıllı telefonları... Hemen eline o muhteşem, ısırılmış elma markalı akıllı telefonunu alıp çok bilmiş Google’a, “İrşad” ne demek?” diye yazdı. Anlamının, “Doğru yolu gösterme, aydınlatma, uyarma.” olduğunu görünce şaşkına döndü çünkü içinde bulunduğu psikolojik durum kesinlikle bir yol arayışından geçiyordu. Yirmi beş yıldır yaptığı tasarımcılığı bırakmış kendine yeni bir yol çizme arifesindeydi. Bu bir işaret miydi yoksa alelade bir rüya mıydı bilemedi, yorum yapamadı."


Evet bahsedilen rüya gerçektir ve beni ziyadesiyle etkilemiştir Bir keresinde de rüyamda Amerikan Askeri yetkilileri ile Uzaylıların dünya hakkında anlaşma yaptıklarını görmüştüm. Bu da kitabımda anlattığım başka bir rüya. Başta da ifade ettiğim üzere çok ama çok rüya görüyorum, sanırım hayal dünyam epey geniş olduğu için birbirinden bağımsız ve farklı rüyalara ev sahipliği yapıyorum.


Rüyalar aleminin sırrı henüz çözülemedi ve çözülmesini de istemiyorum. Özgürlüklerimiz üzerine yapılan bunca kısıtlama mevcut iken en özgür anımız olan rüyalarımızın gizi bari bize kalsın. Uyanıkken rüyalar aleminde gezen, beyin denen muhteşem organı bir aksesuar olarak taşıyanlardan da olmayın sakın. Ne diyeyim herkese uykusunun Rem evresinde tatlı minnoş rüyalar diliyorum....


 

YAŞAM, SEVGİ VE DOĞUM

- dalgın canbaz -


Kendine sürgün bir bulut çöktü içime. Kadınım yerde yatıyor, son bir direnişte. Bir ivme kazanmış dünyaya karşı. Bütün eklemleri, dokuları son bir çaba içinde. Dünyaya bir şey getirme çabasında. Bakıyor buğulu gözleriyle başkalarının dünyaya neler getirdiğine. Yapacağının son raddesini bütün dirim gücüyle istiyor. Mekandan bireye dönüyor arayışı. Yer bulmaktı bütün çabası, artık bulunduğu yerden dışarı çıkmak, bir çocuk doğurmak bütün isteği... Kalıcılık isteğiyken bütün çabamız neden gitmek isteriz bir yerlere... Aslında varacağımız yer hep o kalıcılık çabası. Tek başınalığın bütün ağırlığıyla duruyorken, kabul etti ve direndi kadın. Artık yalnız olmak istemiyordu ...


Kaçtığı bütün o koylardan, kalan o deniz kabuklarına bakıp son limana varıyorsun dedi kendi kendine. Zamanımız azaldı, ya teslim olup batacağız, ya da bizi karaya çıkaracak son tahtaya ulaşmaya çalışacağız. Her şey senin elinde ama son bir çaba, son bir şans.

Kuzgunlar uçuyor başında kadının, bataklık sazları kaplamış her yanını ama o gene de direniyor. Sazları üzerinde silkip atacak ya da sazların yaşamını tetikleyecek. Evet borazanlar çalmaya başladı. Hadi koş, seni çağırıyorlar karnavala. Giydin mi giysilerini ey sakar palyaço. Ama dur senin içinde nasıl bir cambaz saklı biliyorum. Ayakların dans ritmini nasıl tutturuyor. Geçiyor işte karnaval alayı. Yaşamın bütün çılgınlıklarını içinde bulunduran deliler alayı, dünya sizin itici gücünüzle ilerliyor biliyorum.


Hey seni umursamaz çöl kovboyu, serseri kelepçe bu kadar mı umursamazsın dünyaya karşı. Ne kadar da güveniyorsun kendine. Ama dikkat et. Çoğunluğun gücünü unutma. Tek başına olmak her zaman büyük güç gerektirir hayata karşı.


Ya sen çingenelerin en dişisi, hayata o kadın bakışınla neler getirebilirsin. Kimse seni esir alamaz değil mi, ancak kendi kendinin tutsağı olabilirsin. Başına buyrukluğunun, yersiz yurtsuzluğun kraliçesi seni. Ama ya bir gün yorulursan ve artık bir seçim yapmak istersen. Evet bir seçimim var. ‘Sevmek’ dedi kadın, ‘sevmek asla pişman olmamaktır.’

bottom of page