top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Soru: Hiç sonunda bilgelik kazandığın bir çöküş yaşadın mı?





 


Gülay Turan:


On altı yaşındaydım. Karlı bir kış sabahı okula giderken, evimizin tam önündeki Barbaros Bulvarının birinci yolunu geçip orta kaldırımda arabaların durmasını beklerken freni patlayan bir araç aniden bana çarptı.. Ambulans gelmeden önce, nasılsa ölmüş diyerek üstümü ıslak gazetelerle örtüp kaza tutanağı tutan polislerden birisi “yazık bu genç kız, böyle sokakta yatmasın” diyerek bana yaklaşınca nefes aldığımı görmüş ve aylarca süren hastane dönemim böyle başlamış oldu. Koma, kırıklar, tetanos, vb ile geçen bu dönemden hatırladıklarım ve hatırlayamadıklarım var. Ama aylar sonra hastaneden çıkarken doktorun bana söyledikleri ömür boyu aklımda kaldı. “Bak evladım, sen şimdi yarım insan sayılırsın, artık tek başına sokağa çıkamazsın, yolu karşıdan karşıya geçemezsin, arabaya bile binemezsin. Bunları bil ve öyle yaşamayı öğren!” Ben altı ay boyunca, evde pencerenin önüne konan yatağımda, yine Barbaros Bulvarı’na bakarak ve kıpırdamadan yattım. Çünkü beyin sarsıntısı geçirmiştim ve başımı bir taraftan diğer tarafa çevirmek dünyanın en azaplı işiydi. Aynı anda ölmek ve yaşamak böyle oluyormuş demek diye düşündüğümü hatırlıyorum, canlıydım ama yaşamıyordum. Ayak ucumda duran kauçuk saksısı ile aynı hissediyordum kendimi, annem bana çorba ona da su veriyordu. İkimiz de öylece duruyorduk. Ve ikimiz de güzeldik.. Hiç konuşmuyordum, her şey, zihnimde sürekli asılı duran buzdan bir perdenin arkasında olup bitiyor ve ben soğuk, uzak, kıpırdamadan bakıyordum. Korkmuyordum, hiçbir şey hissetmiyordum. Ama bir sabah pencereden kırmızı bir araba gördüm, küçük bir araba. Hızla yokuş aşağı gidiyordu. Ne güzel gidiyor diye düşündüm. Ya ben ne yapıyorum? Hiçbir yere gitmiyorum, sokağa bile çıkmıyorum, öleyim daha iyi… Böyle yaşamak, yaşamak değil, öleyim daha iyi dedim kendi kendime. O sabah annemden bana yeşil elbisemi giydirmesini ve bahçeye çıkarmasını istedim. Madem ki ölmemiştim, (ve istediğim zaman ölemiyordum) o zaman yaşamalıydım. Yaşama santim santim tekrar bağlandım. Bir yıl sonra babamın görevi nedeniyle gittiğimiz Paris’te ehliyet sınavına girdim. Yanımda bir Fransız polis, ünlü (ve karmakarışık) Etoile meydanında verdiğim sınavda başarılı oldum ve ehliyetimi aldım. Bu benim için yaşadığım son iki yılın tüm acısını unutturan muhteşem bir başarı olmuştu. Daha fazla vuracak dip olmadığında mecburen yukarı çıktım, doktorun bana söylediği “yarım insan olma” halini kabul etmedim. Şimdi düşünüyorum da bunu çok da bilinçli ve planlı yap(a)madım sanırım. Daha çok bir içgüdü idi, sadece canlı olmak değil, gerçekten yaşamak içgüdüsü. Evlendim, çocuklarım oldu, fırtına gibi araba kullandım, dünyanın pek çok noktasında tepelere tırmandım, denizlere daldım, pek çok risk aldım. Bugün yetmiş yaşındayım, geriye baktığımda korkmamayı öğrendiğim ve on altı yaşındaki o yaralı kıza öğrettiğim için kendimi kutluyorum. Eğer bana söyleneni kabullenip bir ev bitkisi kıvamında yaşasaydım ona “yaşadım” diyebilir miydim?


 

Haydar Öztürk:


Bir çok kez dibe vurdum. Ya da dibe vurduğumu sandım. Çünkü bazen sadece kendi zihnimde abarttığım şeylerdi. Mesela çok sevdiğin birinin seni kullanıyor olması gibi. Duygularınla oynanması gibi. Ama ilk dibe vuruşum ve son dibe vuruşum en çok şeyi öğrendiğim deneyimlerdi. İlk dibe vuruşumda ergenlik yıllarımdaydım. İki yıla yakın, parçalı olarak sokakta yaşadım. Başlarda en çok kendime tekrar ettiğim şey, "neden ben?" sorusu oldu. Bu soru o kadar refleks haline gelmişti ki, artık herhangi bir sorun yaşadığımda diğer bütün sorunlarımı bir araya getirip aynı soruyu sorup duruyordum. Neden ben? Bu soru, kendimi kapana kısılmış, çıkışı olmayan bir tünelde gibi hissetmeme sebep oluyordu. Sokakta olan başka insanları tanımaya başladıkça, hayatın adil olmadığına dair olan kızgınlığım azalmaya başlıyordu. Çünkü, tüm yalınlığı ile düşününce ben sadece sinir hastası bir anneden kaçıyordum. Her zaman eve dönebilirdim. Ne kadar eve dönmek yine şiddet görme tehlikesi olsa da dışarıda ki tehlikelerden güvenli sayılabilirdi. Ancak sokakta tanıştığım bir çok insan için dönülecek bir ev yoktu. Ben sevilmediğimi sanıyordum ama bu insanlara kızacak, bağıracak birisi bile yoktu. Evden kaçmam, kendi yaşadığım sorunu düzeltmek için bir yoldu. Gördüğüm hayatların düzelmesi için daha karmaşık çözümler gerekiyordu. Kendi derdi içerisinde debelenirken karmaşık olan her şeyden kaçınmak istiyor insan. Nitekim ben de çok defa annemden yadigar sinir problemimin üstüne gitmedim. Bu deneyim beni daha çok genel hususlar konusunda eğitti. Sokakta kaldığım zamanlarda genelde tedirgin ve korku içerisindeydim. Elimde 2 torba lise kitaplarım sokak sokak geziyor, bulduğum parkta yatıyordum. Ya kız arkadaşım yemek getirir veya harçlığını benimle paylaşırdı, ya da sokakta beni okul üniformam ile gören ve acıyan birisi para verirdi. Param olmadığı zamansa sokaktaki arkadaşlarımla manavdan bir şeyler çalmak zorunda kalırdım. Bu yardımlar için başlarda çok utanırdım. Kabul etmediğim de çok olmuştu. Bu utancın yerini mahcubiyet aldı. Her şey geçip gittikten sonra da minnettarlık. Bu süre zaafında öğrendiğim tüm şeylerden bahsedemem ama beni gerçekten çok olgunlaştırdı. Çünkü ne sorun yaşarsam yaşayayım her zaman bir çözümü olduğunu düşündüm. Bana en önemli dersi bu oldu. Çaresizlik çok tehlikeli bir durum. Çaresiz insanlardan uzak kalmam gerektiğini fark ettim. Çünkü bugün derdini dinlediğin insan çaresiz halde ise, seni ezmeyi kendine çıkış yolu görüyorsa, bunu yapacaktır. Eğer çözüm yolu bulmak ise derdi bunun için kimseye ihtiyacı yoktur. Hepimizin yol gösterilmeye bir nebze ihtiyacı olabilir. Yine de bu riski kendim için almamam gerektiğini gördüm. Diğer insanların tahmin ettiğimiz gibi çok ta kötü insanlar olmadığını, kolay etkilenebildiğini öğrendim. Ne kadar sokağa adapte olmuş olsam, aç kaldığımda çalsam, gerektiğinde agresifleşip kendimi savunsam da, okul üniformamı üstümden hiç çıkartmadım. Bana iyi bir çocuk imajı katıyordu ve bu da aç kalmama engeldi. Kendimi savunamayacağım durumda başkalarının beni savunmasını sağlıyordu. Gece açık olan bir börekçiye, bir kafeye girip oturabiliyordum. Arkadaşlarım bunu yapamıyordu çünkü üstlerindeki elbiseler, kirler insanların onları "serseri" olarak görmesine sebep oluyordu. Algının, görünüşün ne denli önemli olabildiğini öğrendim. Hikayemi yaşamayı daha bitirmemişken paylaştığım insanlar düşüncelerimden ve konuşmalarımdan çok etkileniyordu. Bu beni zamanla iyi bir anlatıcı olmaya itmişti. Bana acınması bazen çok hoşuma gidiyordu. Bu belki de biraz annemin acımasız davranmasından dolayıydı, biraz da hayatta kalabilmem için ve bir şeyler elde edebilmek için(yemek, para, kibirsel tatmin) kullandığım bir şeydi. Çok fazla yalan katardım hikayelerime ve çok defa bu yalanlarımla yakalandığım da oldu. Bunun bende oluşturduğu utanç en yükseğiydi. Yerin dibine girmek istercesine utanıyordum böyle durumlardan. Ben de bu yüzden okumaktan, araştırmaktan ayrı bir zevk alıyordum çünkü gerektiğinde bildiğim şeyler verdiğim örnekler imajıma yardımcı oluyordu. Kendi kafamın içerisinde hikayeleri daha güzel düşüncelerle daha güzel kelimelerle anlatıyordum her seferinde. Eve döndükten sonra ilk işim uzun bir depresyona girmek oldu. Bütün girdiğim sancılı depresyonlar gibi şanslıydım. İngilizce öğrendim, hem de istemeden. Sonrasında üzerine gittim ve bu sayede hayatımı kurdum. Beni Dünya'ya açtığı için evden çalışma fırsatı yakaladım. Bir çok insanın kuramayacağı büyüklükte bir kütüphanem oldu. Evden çalışabildiğim işim, çok değerli arkadaşlarım oldu. Derken, babam hayatını kaybetti. 24 yaşındaydım ve hala her tarafımla bir çocuktum. Hem de sinir problemimi aşamadığımın farkında bile değildim. Kendisine bazen çok kötü davrandığım oluyordu. Ölürken bile kendisine bağırıyordum. Öldükten sonra çok sert bir şekilde dibe vurdum. Ölüm anı gelene kadar hayat refleksi olarak hep kendimi düşünüyordum. Bu konuda hala kendimi suçlu hissediyorum. Kendi yaşadıklarımla o kadar meşguldüm ki, annem veya babam hep yeterince önemli değildi benim için. İnanılmaz bir kibre sahiptim. Başıma gelen onca şeyden sonra hepsini ben başardım sanıyordum. Şanslı olduğumu, ne kadar yeterli hissettirmese de onlarında elinden geleni yapmaya çalıştığını, neticede annemin hasta olduğunu sadece yüzeysel olarak kabul edebiliyordum. İlk bir kaç ay harici dibe vurduğumun farkında bile değildim. O sırada üç işte çalışıyordum ve kendimi işlerime vermiştim. Meşgul olup kaçmaya çalışıyordum. Babamı hatırlatacak her şeyden kaçınıyor, vicdanımla yalnız kalmaktan çok korkuyordum. Onu ne kadar çok sevdiğimi fark edememek, ona kötü davranmış olmak beni yiyip bitiriyordu. Kendime çok kızgındım. O göz ardı ettiğim sinir problemim iyice kontrolden çıkmaya başladı. En ufak şeylerden duyduğum rahatsızlık, büyük tepkiler vermeme yol açıyordu. Pandemi başlayana kadar da farkına varmadım. 27 yaşımdaydım artık. Pandemi de kız kardeşim ziyarete gelmişti. Kendisiyle maske takmadıkları için, yaşlanan anneme zarar vereceklerini düşündüğüm için tartışmaya girdim. Fazla sinirlenip evden kovmama kadar uzadı mesele. Annem de kardeşimin tarafını tutup, gitmeleri üzerinden baya zaman geçmiş olmasına rağmen saatlerce konuşunca, o yıllardır içimde tutup iyileştiremediğim sinirime yenik düştüm. Bana yaşattığı bütün travmaları hatırlayıp, ağlayarak kendisine hiç bir zaman yeterli olmadığımı haykırıyordum. Beni hiç sevmediğini, onun için hiç önemli olmadığımı, kardeşimi her zaman daha fazla önemsediğini, ölsem onun için daha iyi olacağını söylüyor, söylerken de inanıyordum. İnandıkça sinirleniyor, sinirlendikçe evde bulunan kırılabilir her şeyi kırıyordum. En sonunda öleyim de kurtul benden diye sol bileğimi büyük bir cam ile kestim. Yıllarca kez kafamda senaryosunu kurduğum "kendimi öldürme" eylemini hayata geçirmiştim. Atar damarım dışarda idi ve çok fazla kan kaybediyordum. Elimden komple kesmemem için son anda aldı camı ve şiddetli paniğe kapıldı. Bir kaç dakika içerisinde yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu anladım ve çok pişman oldum. Apar topar komşular doktora yetiştirip 8 dikiş atıldı. Ve artık biliyordum. Sinir problemim için, travmalarım için, içinden çıkamadığım düşünceler için profesyonel bir yardım gerekiyordu. Hastane de tek düşünebildiğim tekrar keman çalıp çalamayacağımdı. Endişeliydim. Öğrendiğim en büyük ikinci dersi bu olaydan sonra öğrendim. Problemlerimden kaçmak bir çözüm değildi ve ben de bir dahi değildim. Bu kadar aptalca bir şeyi yapmak, kendime üzülmeme sebep oldu. Bu üzüntü samimi bir üzüntüydü ilk defa. Acıma değildi. Kendimle daha iyi ilgilenmem gerektiğini biliyordum. Dürüstçe ve samimiyetle psikolojik yardım aldım ve hayatımın bir büyük sorununu daha arkamda bıraktım. Bundan sonra alacağım derslerin, bu denli tehlikeli ve ön görülemez durumlardan gelmemesini umuyorum.


 



Ben Ferhat , 20'li yaşların ortalarında evlendim kızım oldu para kazanmaya başladım ve gitmek istediğim yerlere gidebiliyordum almak istediklerimi alabiliyordum yapmak istediklerimi yapabiliyordum taa ki kızım tip1 diyabet tanısı alana kadar. O zamana kadar kendimi her şeyi halledebilir her zorluğun altından kalkabilir zannediyordum ancak bu çözümsüz sağlık problemi hele ki 9 yaşındaki kızımın başına gelmişken benim dibe çöküşümün başlangıcı oldu. Sonrasında yaşamdan zevk almayışlar yaradana kızışlar bunun kendimle alakalı olduğunu düşünüp kendime bir cezaymış gibi yaşamaya başlamak derken uzun bir terapi süreci ile son 6 yıldır devam ediyorum sonuç olarak yaşamın elimizde olmayanları kabul ediş olduğunu anlamaya başladıktan sonra dipten yukarı doğru usul usul çıkmaya başladığımı hissediyorum. Şimdi çok daha iyiyim ancak yaşam dünya yaradılış insan gibi bir çok mesele ile alakalı bir çuval hayal kırıklığım var...


Sevgiler



 


Tolkien’in şehri Oxford’da, bundan 6 yıl önce. Evliliğim çöktü, ben de. Bir konferans için uzak bir ülkeye giderken sessizce ayrıldı. Kapı sesini duyunca kalktım ve pencereye gittim. Gözyaşları birer ok gibi, büyük bir acı. Şimdi şaşırıyorum nasıl böyle bir acı çektiğime. Üstelik doğum günümde. Hayatımda ilk kez kendi kendime kutladım. Bedbaht olduğum halde o günden kalma süper bir fotoğrafım var. Çok seviyorum bu fotoğrafı, madalya gibi; biriyle mutlu evlilik fikri kendimle evliliğe dönüştü. Estes’in dediği gibi doğmak için öldürmek gerekiyor. Psikiyatrist Aydın Demirkol’un dediği gibi gecekondu yıkılıyor ve kendi kendimi inşa etme zamanı başlıyor. Çok şey öğrendim. En önemlisi kendi kendimle bile olsa bir ilişkiyi devam ettirmeyi. Hata yapmayı ve devam etmeyi, kırılmayı ve devam etmeyi, en güzeli de büyümeyi. Büyümek kadar büyülü bir şey yok.



 

Hiçbir zaman gerçek bir dibe vurma yaşamadım. Hayatı kaçak oynayanlardanım. Güvenilir ve bilindik yolları tercih ederek karınca olmayı seçerim ya da zaten bir karıncayım. Dışarından bakıldığında bunda bir sorun yok aslında. Ancak benim sorunum şu ki; seçtiğim hayatı sırtlanıp giderken sık sık gökyüzüne bakıp bir kuş olmanın hayalini kurmak, onun özgürlüğünü kıskanmak, gökyüzünü tatmayı istemek. Metin zaten beni dibe vurmak kısmından değil umut ederek akan zamanın vahametinden vurdu. Özümde olmayan bir hayatı sırf güvenli ve konforlu diye mi tercih ediyorum? Yani bir kuşu karınca olması için mi zorluyorum? yoksa bir karıncayı kuş olabileceğine inandırarak onu bu beklentiler içinde hayatından mı çalıyorum? o satırları defalarca okudum, insanın özünü anlaması zormuş.



 

Aslıhan:


Çıkalı 1 ay oluyor şimdi, yaklaşık 3 ay dipteydim. Dipte olduğumun farkındaydım, daha önce de yaşamıştım ama bu sefer bir fark vardı; dipte olmak ile çatışmaya girmiyordum, kendimi çıkarmak için canla başla uğraşmıyordum. Hiçbir şeyin anlamı yoktu çünkü, dibin de çıkmanın da, uyanmanın da, isyan etmenin de. Dip rahattı, tek yapmam gereken hiçbir şey yapmamaktı. Sadece hissettiklerime teslim olmuştum, değersiz, yetersiz, başarısız, güçsüz, karamsar, yalnız. Dipten önceki kişiliğimi, beni yaşamın içinde iyi kötü tutan mekanizmalarımı da kaybetmiştim, yastaydım. Ruhsal tecritte, kapalı bir kutuda, ulaşılamaz bir yerdeydim içimde. Çıkmak da git gide zorlaşmıştı zaten. Buraya yazıyla sığmayacak kadar ağırdı yani, daha fazla içinizi karartmayayım, sonuca geleyim:) Bu üç ayın sonlarına doğru, çok şaşırtıcı bir farkındalık yaşadım. Küçüklüğümden beri olan içimdeki boşluk, anlamsızlık hissi yok olmuştu! O boşluğa her anlamı sokmaya çalışmıştım. O boşluğu birileriyle doldurmaya çalışmıştım. "Bir şey" olabilirsem-herhangi bir şey; sanatçı, yogi, öğrenci, birinin eşi, iş sahibi, entellektüel vs vs- o boşluk gider sanıyordum, gitmedikçe kendimi yetersizlikle suçluyordum. Onay almak, görülmek o boşluk hissini paralize edebiliyordu ama geçici süreliğine. Herşeyi denemiştim... Gitmiyordu... Ama yoktu şimdi! Ve hiçbirşey yapmamıştım o gitsin diye. Aslında olan şuydu; Uzun süredir kendimi bir kalıp ile tanımlayamıyordum, hiçbir şey değildim. Izdırap içinde yataktan çıkamayan, ağlayan, acıkan, sıkılan, sevemeyen, sevinemeyen bizzat bendim. Rol değildi, mış gibi yapmıyordum, çabalamıyordum, içimden geldiği gibiydim. Vardım sadece. Nasıl var olduğum ile kaygılanamayacak kadar pes etmiştim. Gerçekten olduğum buydu, her çaba her eylem beni bu noktaya getirmişti, yüzleşmek bu değilse neydi? Bana öğretilen varolma biçimlerinin eninde sonunda mutluluğa götüreceği inancı yıkılmıştı. Sahip olmak bir ilüzyondu, geçicilikte kapıldığımız. "Bir şey" olup bana dar gelen kalıplara sığmaya çalıştığımda eninde sonunda isyan ediyordum. Bir tanımı, sıfatı olmadan KENDİM olmak çok daha zor, kendi seçimlerimi yaşamak hazır formülleri yaşamaktan daha kaygı verici, ama otomatikliğe, robotluğa, koyunluğa, sorgulamamaya bin kere tercih ederim. Kendiliğimden gelen tepkilerim, beklenti karşılama çabasından sıyrılmış davranışlarım, duyduklarımı tekrar eden değil de kendi düşüncelerimi ifade eden sesim benim değerli varlıklarım. Artık sorgulamıyorum ben neyim ne olacağım diye. Ben varım. Bu dünyadayım. Güçlü bir benlik bilinci geliştirmeye, kendim olmaya niyetliyim. Özgür olmaya niyetliyim. Bu süreçte bana ışık olan bir kitap var, onu da ekleyeyim, benzer süreçlerden geçen kimselere yardımcı olacağını düşünüyorum. Rollo May-Kendini Arayan İnsan Sevgi ve özgürlük dilekleri ile,

 

2017 sonbaharında tıp fakültesinin 2.sınıfında bir kıza aşık oldum. Açıldım ve karşılık gördüm. Okul başarım yüksekti, öğrenmeyi severdim. Duygusal hayatım ise boştu ve dolması umudu içimi ısıtıyordu ki 'O'nun görüntüsü hayalimdekine yakındı. Böylece hayatımdaki eksik ortadan kalkarken, birbirimizi sevip destekleyerek devam edicektik bu zor yola.


Onun beklentileri ise farklıydı, insan ilişkilerinde iyi olmak, popülerlik arayışındaydı, öyleydi ancak tatminsizdi. Bir süre sonra kendimin beğenilmediğini farkettim, bunu reddetmeye çalışsam da karnımda bir ezilme hissini görmezden gelmeye benziyordu. Kendimi bu kadar beğenirken beni neden beğenmiyordu? Kilo vermeye başladım, onunlayken samimiydik ama arkadaşlarıylayken güvensiz hissediyordum. Zamanla artık ben de kendimi beğenmiyordum. Yüzümün sağ tarafının aşağı doğru kaydığına dair gittikçe kuvvetlenen bir inancım oluşmuştu. Her aynaya baktığımda kendime çok itici geliyordum ve bu asimetri kendimi küçümsememe sebep oluyordu, karnımdaki ezilme aynı yerinde şiddetleniyordu. 2017 yazında derece sahibi olduğum için finale kalmadan döndüğüm evim kurtuluşum gibi hissettirdi, artık beraber yaşamıyorduk ve kendimden iğremem azalmıştı. Derken onun olmayışı beni kaygılı hissettirene kadar. Onu arıyordum, mutlu etmek, beraber etkinlik yapmak ve hatta o zamanki kaygılara kabuldüm. Yanına mı gitsem diye düşünürken bu çirkinliğim, yanına layık olmadığım aklımda şimşek gibi çakıyordu. Onu çok özlüyordum ama yetersizlik hissi öyle sarmıştı ki beni her sabahı kusarak geçiriyordum. Çok kilo verdim ve aynalara hiç bakamaz oldum. Dini inancıma yoğunlaşmaya çalıştım pek faydası olmadı. Arkadaşlarımla çıkamıyordum çünkü artık sadece 'O'nun yanında değil herkesin yanında ezik, değersiz hissediyordum ama en yorucusu bunu belli etmemek için saldırganlaşmıştım. Bir yarışma duygusu sarmıştı beni, baskı altındaydım, kontrolden çıkmıştım. Stressiz olduğum hiç an olmayınca da artık insanlar da benden uzaklaşıyordu. Bir gece dayanamayıp babamın arabasını kaçırıp onun yaına 4 saatlik yola çıktım. Gece 3 tü ve uykusuzdum. Sabah vardığımda haber vericektim, sürprizdi. Sabah vardım zar zor uyandırdım. Dudaklarının paha biçilmezliği ve onunlayken hayallerimin hayatının ulaşılabiilir olması beni büyülüyordu. Artık tek bir eksik vardı. Bendim. Kalede oturup deniz manzarası izlerken babam aradı, hiddetli bir konuşma geçti aramızda. Şehir içinde olduğuma inandırdım. Ama hızla yola çıkmalıydım, vedalaştık, berbat uykusuzluğumla hızlı sürerken uyuyakaldım. Refüje çarpar çarpmaz uyandım araba hafifçe yan duruyordu ama ustalıkla düzelttim, şoförlüğüm iyiydi, kontrolsüzdüm sadece. Arabayı otoban kenarına çekip irkilmiş bedenime sarılarak yere oturdum kaldım. Arabanın jantı yamulmuştu yola devam ettim. Eve gelince laptopun karşına geçip telefonumu kapatıp oyun oynamaya başladım. Kimsenin bana ulaşmasını istemiyordum, ürpertim ancak görmezden geldiğimde beni kuşatamıyordu. Ailem odaya girdiğinde beni gördüler ama bakmıyordum. Sadece oyuna odaklanmıştım,yanıma oturdular ve korkmuş görünüyorlardı kafamı çevirip bakınca. Ufak bir sohbet sonrası bağırarak ağlamaya başladım ki sohbetin sonu oldu, kendimi yerden alamıyordum ve iç çekmezsem nefessizlikten ölebilirdim. Akşamına telefonu açınca onunda korkup birçok yerden bana ulaşmaya çalıştığını anladım. Tam hatırlamıyorum ama o sıralarda ayrıldım ondan. Pek kötü karşılamamıştı sanki. Bunların üstünden çok zaman geçmeden bir psikiyatre gitmeye ikna edildim ailem tarafından, psikiyatr tarafından da kliniğe yatırılmaya. 2 hafta yattım orada, her gece bir kere aynaya bakma antremanım, her sabah ekt tedavisi yüzünden yakın belleğini kaybeden oda arkadaşımla tekrar tanışmam, bana mektup yazan platonik bir aşığım, satranç oynadığım sessiz amca, yılın hep bu zamanlarında kliniğe yatmaya bayıldığını söyleyen güleç teyze ve bazen bazılarının nevrotik nöbetleri. Oda banyosunda ayna yoktu ki bu harikaydı. Gardiyanla atışıyordum, dışarda dövüşmek üzere karar almıştık ki saçmaydı. Ailem ziyarete geldiğinde bahçeye çıkardık, buraya ait olmadığımı söylerken sanki kendilerinden utanıyorlardı, utanç kaynakları ise benim burada olmamdı onlara göre. Bense doktor çık demeden çıkmak istemiyordum. Bambaşka bir dünya, dış dünyadan izole. Neyse okula gittim onunla görüştük. Önümde diz çökerek ağlamıştı olanları anlatıp tekrar sevgili olmak istemediğimi, akıl sağlığıma iyi gelmeyeceğini söylediğimde. Şaşkınlığımı hatırlıyorum sevinç ve gurur duygusuna bulanmış. Madem bu kadar istiyordun neden kendimi hiç iyi hissettirmeye çalışmıyordun? Beni sevdiğine ikna olmuştum kolayca ve barıştık. Akademik olarak etkisiz olduğumu çünkü ilaçların aklımı bulandırdığını ve bir türlü tanı alamadığımı saymazsak bir önceki yılın kopyası acılıydı. Ha bir de yurttan ayrılıp öğrenci evine çıkmıştım.


Yıl bittiğinde, ikimiz de finale beraber çalışıp geçtiğimizde artık yatay geçişle memlekete geçmeyi kafaya koymuştum. Başka türlü bu girdaptan kurtulamazdım. Ona da söyledim ancak böyle bir ihtimalin varlığını sadece. Sınav sonrası bir hafta beraber geçirdik. Onu taksiye bindirdiğimde sonumuz olduğunu biliyordum ama söylemedim. Taksi gitti ben kaldırıma oturdum ferahlık vardı içimde, sanki yokluğun ortasındaydım ama esiyordu. Memlekete döndüm. Yeni okulumda insanlarla güzel ilişki kuramadım. İnsanlarla hiç güzel ilişki kuramaz oldum. Kendim olamıyordum sahte bir gülümsemenin altında gerginliğim beni yoruyordu. psikiyatr ve psikologtan destek alıyordum. Aile ilişkilerim sarpa sarmaya başladı. Kimliğimi unutmuştum. Önce dini inancımı kaybettim. Sonra disiplinlerimi ve öğrenme arzumu. Kafamı güzel tutarak kısa sürel ilişkilerde cinsel tatminler arar olmuştum. Ateist olduğumu söylediğimde ailem beni reddetti, evden kovulmuştum. Param yoktu, evim yoktu, okul zordu. Valizimle hastaneye giderken nerede duş alabileceimi düşünüyordum. Neyseki eski arkadaşlarımın aile evlerinde döne döne birkaç gün geçirdim. Çok utanıyordum aileleriyle ettiğimiz muhabbetlerde. Özsaygımı yitirmiştim ama en kendiini belli eden kaybım bunu belli etmemek için verdiğim çabayı kaybetmiştim.


Bilge değilim ancak insanlarla konuşurken ben olmaya çalışıyorum. Bilge değilim ama tekrar intihar girişimim olursa bunu o çırpınan çocuksu ben değil, eksileri artıları tartıp karar veren ben kesin olan yollarla yapar. Yine bilge değilim ama kendimi duymaya, bedenimle iyi geçinmeye çalışıyorum. Bilgeyim çünkü her aynaya baktığımda olanı görüyorum.



 

Aldatıldığımı anladığım an dibe vurdum. Artık tüm korkularımla yüzleşme vaktiydi benim için. On beş yılı evlilikle geçen yirmi yıllık ilişkime son vermek zorunda kalacaktım. İki çocuğumla birlikte neredeyse tüm düzenimi değiştirmem gerekecekti. Ekonomik konforum büyük oranda bozulacaktı. En fenası da hep kaçtığım yalnız duygusu ile baş başa kalmam gerekecekti. Fena halde korktum... Hayatıma bu şekilde devam edemezmişim gibi hissettim. Günlerce ağladım ve uyudum. İşe hayalet gibi gittim. Ne yapacağımı bilmeden geçen birkaç haftanın ardından korkularımın üstüne gitmeye karar verdim. Ne olacaksa olsun dedim. Hayatı boyunca korkudan ve acıdan kaçmayı tercih etmiş biri için büyük bir karar bu. Tuhaf bir cesaret hissetmeye başladım ve kendim için bir destek planı hazırladım. Kafası şişirilecek arkadaşlarıma ulaşıp durumumu ve ihtiyacımı anlattım. Yanımda olun dedim. Hızlıca bir psikiyatrist desteği alıp psikoterapiye ve antidepresana başladım. Yakın arkadaşımın yakın arkadaşı bir avukatla görüşüp haklarımı öğrendim. İki on yıldır ertelediğim tango kursuna başladım. Ve tüm bunları aylarca sürdürdüm (şu ana kadar dokuz ay oldu). Destek ihtiyacım giderek azaldı. Şimdi boşanmamın ardından altı ay geçti. Tuhaf olan şu ki, boşanmak düşündüğüm kadar yalnız hissettirmedi. Dünya başıma yıkılmadı. Bekar ebeveyn olmanın zorluklarına da hayatımı paylaştığım kişinin eksikliğine de alıştım büyük oranda. Hatta yeni hayatım için içimde güzel bir heyecan var. En korktuğum şeyleri deneyimlemiş olmak beni hayat karşısında yeniledi ve güçlendirdi sanki. Ha bir de tabi, kendimle gurur duyuyorum. Belki başkaları için sıradan ama kendisi için zor geçen tüm o olayları cesaretle göğüslediği için aferin Özlem'e!



 

Evliliğim dibe vurmam için kurgulanmış gibiydi. Üniversite sıralarında hakikate olan bir ilgiyle başladı her şey. Yaşadığımız hayat dışında bir şeyler sanki kendini göstermeye başladı. Sıkıntılarla elbette. Ama onların sadece bir başlangıç olduğunu çok sonra anladım. Evlilik hayatımın başlamasıyla değil daha o adamın hayatıma girmesiyle her şey tepetaklak oldu. 2006'da başlayan kabus 2015 sonlarında bittiğinde ne halde olduğum hakkında hiçbir fikrim yok şu an. Hayatımda sonrasında da kötü şeyler yaşadım. Sevdiklerimin ölümü, çocuklarımın sıkıntıları, belki daha niceleri. Ama bir daha hiç bir surette o kadar sarsılmadım. Dip bu olsa gerek. 9 sene süren dipte yaşama duygusu. Bazen çok daha derin bazen biraz daha katlanabilir. Ama stabil olan hep o dip gene. Sanırım dibin de dibi de olabiliyormuş dediğim yerde çıkarıldım o sonsuzmuş zannettiğim kısır döngüden. İnsanlar nezdinde kendi nezdimde hayat nezdinde en değersiz bir hale kadar düştükten sonra çıkarıldım. Tuhaf olan çıkmak için öyle mücadeleler ettim ki koca koca nasihatler sevgi gösterileri arasında. Kendini düşün! Senin kendine hiç mi saygın yok! Bireyim diyen kendine bunların yapılmasına izin verir mi? Ayşegül sen böyle mi büyüdün? Sen el bebek gül bebek büyütüldün? O kadar okudun? Boşuna mı okudun sen? Daha neler neler... İnsana dışarıdan hiç bir faydanın olamayacağını net anladığım sözlerdir. Kendini düşünmek. Düşünmez olur muydum? Kendimi bu evlilikten, bir narsistten kurtarmaktan daha başka bir önceliğim yoktu. Hayatımdaki herşey bu kurtuluş olmuştu. Ama olmuyordu. Yapamıyordum ki.... En sonunda insanlar beni de suçlamaya başladılar. Yok bende de bir hata olmalıydı kesin. Şımarıkça birşeydi kesin benimkisi. Bu kadar da olur muydu? Kendime gelmeliydim o insanlara göre. Bunu ben de istiyordum. Ama bir de çare sunsalar ne iyi olurdu. Terapistin karşısına tamamen kendi çabalarımla oturduğumda ilk söylediğim 'Boşanmak istiyorum ama biliyorum beni ikna edecek. Lütfen bunun olmasına izin vermeyin! O güne kadar ne bir arkadaşa, ne bir ailemden kişiye söyleyebildiğim çok net, safiyane söylenmiş bir istek. İstiyordum ama yapamıyordum. Bu kadar basitti. Terapistimin ilk dediği şey, ufukta güneş var Ayşegül Hanım. O güneş çok uzun zamandan sonra ilk kez bana da göründü. Henüz sorunun ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yaklaşık bir sene süren terapi süreciyle evliliğimden kurtuldum. Sonunda anladığımda bir soru sordum terapistime. Lütfen söyleyin. Ben bunca sene bu sebeple mi çektim bunca sıkıntıyı? Çok samimi bir şaşkınlıkla sormuştum bu soruyu. O beni daha da şaşırtan bir cevap verdi. Ayşegül Hanım, hiç fark edemeyebilirdiniz! Ve bu cevap beni halen irkiltebiliyor. Ne kazandım acaba yaşadıklarımdan? Öncelikle şunu söylemeliyim ki hiçbir şey birden düzelmedi. Elbette ki aksaklıklar oldu zaman zaman. Veya elbette daha sarp yokuşların önünde buldum kendimi. Hatta düşmelerim de oldu. Ama daha önce yaşadığım buhranlı zamanlarda kendimi kaybetmiş vaziyette olurken, kendim flu bir görüntü gibiyken artık her ne sorun olursa olsun kayıp değilim. Kendimi ayrı sorunu ayrı görebiliyorum. Her ne yaşıyorsam biliyorum ki artık: Ayşegül fark etmen gereken bir şey daha var. Şu an bilmiyorum. Ama fark edince seni mutlu edecek birşey daha var. Lütfen bunu bulmak için çabala. Farkındalık derece derece. Hayatı fark etmek, kendini fark etmek.. Sanırım yaşadıklarınız buna yarıyor. Diğer insanların dertlendiği şeyler gözünüzden düşüyor. Siz başka bir şeyin peşine düşüyorsunuz: Kendinizin.. İşte bu en büyük farkındalık ve belki de en sarp yokuş.. Kazandığınız gene mücadele oluyor. Bitmeyecek bir mücadele. Ama kesinlikle anlamın da eşlik ettiği bir süreç. Anlamla birlikte gelen bir sağlamlık, güç. Bu güç sizi dışarıda değil ama içeride güçlü yapıyor. İçeride güçlü hissettiğinizde kendinizi ispatlamaya çalışmıyorsunuz. Dile bir suskunluk geliyor. Zihninizi çok yormuyor hayattaki kargaşalar. Bu o kadar tatlı ki. Daha fazlası nasıl olur acaba. Herkesle barışmak. O kalp nasıl ola ki. Olanlar varlar ya da yok gibiler bu hayatta aslında. Hepsine aşkolsun ve de hepsine selam olsun..



 

2006 yılıydı. Üniversite’de geçen koca bir 2 yıl ve sonunda yatay geçişle en çok isteğin şehire gidebilecekken aynı şehirde kalmaya çalışıp kazanmaya çalıştığın ilişkin arapsaçına dönüp seni isyana sürüklüyor. Tüm hedeflerinin önüne koyduğun sonrasında da geri kalan hedeflerin yerinde sayarken umut bağladığın bu ilişki seni dağıtınca hayal kırıklığına uğrayıp, gelecekten beklentini minimuma indiriyorsun. Minimuma indirdiğim beklentimle sıfırdan, tüm imkansızlıklar içerisinde bir kulüp kurdum. Çok sevdiğim, bana inan arkadaşlarımı topladım etrafıma, onların omuz vermesiyle yüklendim bu sefer hayata. Uzak duranların inanmadığı, inanmaya yanaşmadığı, destek olmadığı ama buna rağmen büyüyen, büyüdükçe farklı çevrelerden desteği artan bir topluluk meydana geldi. Ve bu başarı çok güzel bir mezuniyet konuşması ile birlikte bu zamanlarda yakaladığım iş bağlantısıyla hayata atılmama sebep oldu. İşin en ilginç yanı ise ben bunların hiç birini hayatıma bir öğreti olarak sokmadım, sokamadım. Üstünden on yıldan fazla geçtiği bu zamanlarda son yayınınızı okuyunca farkına varıyorum ki bu yaşadığım deneyim bana ders olamadığı gibi bunca yıllımı aşağıya çekmemede engel olmamış benim için ne büyük bir acı..



 

Hayatımda en dibe vurduğum zaman 2020 yazında annemle babamın ayrılmaya karar verdiği zamandı. Ortak bir karar bile değildi, babam annemin yıllardır yapmaya niyetlendiği şeyi yapmış ve ayrılmak istediğini söylemişti. İlk ne diyeceğimi bilemedim. Odama geçip sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Bir gün gerçekleşeceğini düşündüğün kötü şeylerin olduğunu görmenin ne kadar acı verici olduğunu düşünmüştüm. Sonraki sabah kalkıp Kramer vs Kramer izleyip kendimi daha da üzdüm. Hüzünlüydüm. Canım yanıyordu. Annemle babamın gençlik fotoğraflarına bakıp ağlıyordum. Çocukluğumu annemle babamın kavgalarını ayırmaya, onlara yardım etmeye çalışmakla geçirmiştim. Kardeşimin benim etkilendiğim gibi etkilenmemesi için uğraşmıştım ama ayrılmışlardı işte. Aynı dönemde en yakın arkadaşımla problemler yaşıyordum ve boşanma sürecinde yanımda olmadığını hissediyordum. Kalbim kırılmıştı. Lise döneminde geçirdiğim depresyon dönemine rağmen çok farklı bi’ süreçti. Stresten karın ağrısı çekiyordum, uyuyamıyordum. Karın ağrım ne yaparsam yapayım geçmiyordu. Kalbimin ağrıdığını hissediyordum. Üzgün ve hüzünlüydüm, hatırladığım en net hisler bunlardı. O dönem yaptığım diyete ara verdim, beni daha da strese sokacak hiçbir şeyle uğraşmak istemiyordum. Annemle babam tartışmaları daha da büyümesin diye beni arabulucu olarak yanlarına çağırıyorlardı bazen. İnsanların hatalarının, mutsuzluklarının beni bu kadar etkilemesini istemiyordum. İnsanlara bu kadar bağlı olmak istemiyordum. İnsanlara, onların bana olduğundan daha çok bağlıymışım gibi geliyordu. Bunu değiştirmek istedim. Terapilere daha düzenli gitmeye başladım. Yanında rahat hissettiğim arkadaşlarımla daha sık görüşmeye başladım. Arkadaşlarımla birlikte ‘dert seansları’ yapmaya başladım, kulağa çok iyi gelmese de iyi hissettiriyordu. Evden olabildiğince uzaklaşmaya başladım. Kendimi daha bağımsız hissediyordum. Kendim ne yapmak istediğime daha çok odaklanıyordum. Önüme bakabiliyordum. Uzun süredir konuşmadığım bazı arkadaşlarıma yazdım, onlarla görüştüm. Daha iyiydim ama üzüntü dalgaları zaman zaman geri geliyordu. Okullar açılıp ikinci karantina gelince iyi hissetmek için daha çok çaba harcamam gerekti. Bulabildiğim saatlerde yürüyüşe çıkıyor, kahve içiyordum. Annemle aynı konularda tartışmaya devam ediyordum. Babam bana karşı daha açıktı, aramız daha iyiydi. Bir süre daha böyle devam etti. Şubat ayında Erasmus’a gitmemle kendimi daha çok tanıma şansı buldum sanırım. Kendime daha iyi bakmayı öğrendim. Eğer o an bana ruhen iyi gelecek bir şey yapmam gerekiyorsa diğer sorumluluklarımı erteleme hakkını tanımaya başladım kendime. Kendimi daha iyi dinledim. Her zaman başkalarına ayak uydurmaktansa kendi isteklerimi daha sesli dile getirmeye başladım. 'Şu an acaba ben yanılıyor olabilir miyim? Kendi yanlış anlamamdan dolayı kötü mü hissediyorum?' diyerek kendimi daha da strese sokmak yerine bana kötü hissettiren insanlarla ilişkimi kestim, Erasmusun son aylarını yalnız geçirmek beni korkutsa da. İnsanların üzüntülerini kendim yüklenmek zorunda olmadığımı hatırlattım kendime. Annem, babamla bir sorun yaşadığında kendimi durdurdum. Anneme yanımda babamla ilgili söylenmemesini söyledim. Bunu söylemek hayatımda fark etmediğim birçok problemi ortadan kaldırdı. Odama, yaşadığım alana daha iyi bakmaya başladım. Odamı daha sık temizledim. Babama öfkeyle yaklaşmayı bıraktım. Hayattan bir şeyler koparmaya çalışmanın beni daha fazla yıpratmaktan başka bir işe yaramadığını anladım, bazen unuttum, yeniden kendime hatırlattım. Okul konusunda mükemmeliyetçiliğimi bir kenara bırakıp yaptığım şeyin yeterli ve iyi olduğunu kendime hatırlattım. Ben dip noktamdan çıktıktan sonra öğrendiğimi düşündüğüm şeyleri hemen uygulayamadım. Çok zaman aldı. Bazılarını öğrenmediğimi fark ettim. Öğrenmediğim daha bir sürü şey var, büyüdükçe onları da öğreniyorum. Ben en önemlisi kendime daha şefkatli olmayı öğrendim. Bunun da çok küçük zannettiğim şeylerle başarılabildiğini öğrendim.



 

M.M. :


Yeni yıla başlayalı henüz birkaç hafta olmuştu evimin kapısı sertçe çarpılıp uzun süren sessizliğe mahkum edildiğim o gece. Zaten anlamakta zorlandığım onca şey varken bir de üstüne neden bu tavra maruz kaldığımı çözebilecek enerjim kalmış mıydı hiç emin değilim. Bir süredir tavan yapan iş kaygısı ve mecburen taşınmak zorunda kalma ihtimalinin göğüs kafesime tezahür eden ağırlığı bence onlarca filden de ağırdı. Bir de bunun üstüne yüreğin mengene ile sıkıştırılması biraz haksızlıktı sanki, öyle olmalıydı. Olay anının sıcağı sıcağına yaşanan ve gözüne ışık tutulmuş tavşandan pek de farklı olmayan o kalakalma durumundan sonra bendini parçalayarak beynime akan binlerce sorunun oluşturduğu o coşkun suları düşünüyorum da, ne kadar da yormuşum kendimi, zihnimi. Derken 10 yıllık can dostumun ellerimde bana veda etmesiyle dibe doğru gidişin bir sonraki adımına geçtiğimde henüz yılın 3. ayıydı. Fotoğraflara baktıkça ne kadar da çok ağlamıştım! Bir yandan hayatında var olup olmadığını artık çözemediğin, sıfatı sevgili olup da muhteviyatı kocaman bir hayal kırıklığı olan o kişi, diğer yandan yaşadığın kaybın acısı derken mengene bile masum kalmıştı. "Ne oluyor ya?" diye bağırasım vardı dünyaya. Akreple yelkovan yarışadursun, bahar aylarında babamın gitgide zayıflaması hepimizin dikkatini çekmeye başlamıştı. Malum tahliller, tetkikler vs. derken adından bile ürktüğümüz o hastalığın son evresinde olduğunu gözümün içine baka baka söyleyen o doktora ne kadar öfkelendiğim daha dün gibi aklımda. Onun ne suçu varsa! Derken acıyı, üzüntüyü bir kenara bırakıp şifa aramak için kapıları çalmaya başladım, onlarca kapının eşiğinde hiç tanımadığım insanlardan şifa alabilmenin yarı tedirgin umudu bile o zaman çok şeydi benim için. Yaşadığım şehir ile ailemin bulunduğu şehir arasında mekik dokuduğum o günlerde, kendi evimdeki yol arkadaşımı emanet edebileceğim güvenli bir liman vardı neyse ki. Her şeyi düşünüp hesaplamış ve organize etmiştim ancak patili oğlumun kız arkadaş bulma sevdasına evden uzaklaşmaya kalkacağını düşünememiştim. Düşünmeliydim! Bir gün iki gün derken eve dönmeyişinden tedirgin olmaya başlamıştık. Kayıp olması ile ilgili sosyal medya paylaşımları yapmak, el ilanları basıp her yere yapıştırmak, belediye ve barınaklarla bağlantıya geçmek, ufacık da olsa bir umut olsun diye zavallıca çırpınmaktı sadece. "Sizin kedinizi araba çarpmış bir halde yan yolda gördük. Elleyemedik ama o olduğundan eminiz çünkü boynundaki tasması fotoğraftakinin aynısıydı." cümlesini ilk duyduğumda olduğum yerde yığıldım. Neden üzüntülerimi yaşamaya müsaade etmeden zincir gibi yenisini ekliyordu hayat hiç anlamıyordum. Eğer bu bir sabır sınavıysa hayatımda girdiğim en kazık sınavlardan biriydi, kesin! Dibe doğru gidişte bir sonraki seviyeye çoktan geçmiştim. "Belki bu kez en dip burasıdır.." demekten başka da pek bir şey gelmiyordu elimden açıkçası. Farkında olmadan yaz aylarına çoktan girmiştik. Haziran benim doğduğum aydı ve ilk defa ailem benden doğum günümü yeterince güzel ve neşeli bir şekilde kutlayamadığımız için özür diliyordu. Halbuki ben o neşelenebilme yetimi sanki çoktan kaybetmiş gibiydim. Ağustos'un ortasında bir gün babamın beni aradığındaki bembeyaz suratını gördüğümde nefesimin kesildiğini hissettim bir an için. Bana banka merkezinden aradığını söyleyen kişiler tarafından nasıl dolandırıldığını, kendisine yaklaşık 60 bin liralık banka borcuna mal olan bu tuzağa nasıl düştüğünü anlatırken o kadar üzgündü ki ! "Eyvah!" dedim "bu hastalığın en önemli ilacı moral ve babam tüm direncini kaybetmiş görünüyor." Her ne kadar canının sağlığından önemli bir şey olmadığını söylese de kalbi buna inanmamıştı galiba. Şairlerin bile sanat olarak tasvir ettikleri sonbahara girerken bundan sonrasında benim için hazan olarak anacağım mevsime girdiğimizi bilseydim belki bambaşka şeyler yapardım, bilmiyorum. Henüz Eylül'ün başında babamın duran ve kısa sürede çalıştırılan kalbi 11 Eylül'de sonsuza dek durmaya karar verdi. O güne kadar en dibi görmediğimi sabah 08:30'da acı acı çalan telefonla öğrendim. Şimdi dönüp bakıyorum da sanki beni bir uçurumun yukarısından bıraktılar başında. Düşerken bir dala tutundum, kırıldı. Biraz daha düşüp diğerine tutundum, o da kırıldı. Sonra diğeri sonra diğeri derken dibe en yakın olan ve fakat en güçlü, en dirayetli, en sağlam dalım kırıldığında, işte o zaman tutunacak hiç bir şeyimin kalmadığını anladım. Dipteydim. Daha ötesi yoktu. Dipteyim. Daha ötesi yok. En büyük korkumuzu yaşadığımızda özgürleşiyormuşuz ya, bundan sonrasında ne kadar özgürleşeceğimi bilmiyorum. Nasıl bir hayatım olacağını, neleri öncelik haline getireceğimi bilmiyorum. Bildiğim tek şey bambaşka bir insana evirileceğim. En dibi görmüş olmak, tahammülü çok güç olan acıları beraberinde getirmiş olsa da bundan sonrasında mecburi istikametin yukarı yön olacağını bilmek garip bir hafiflik veriyor insana. Tıpkı denizlerin en derin noktalarındaki o karanlık, kapkaranlık ve bir o kadar ürkütücü olan noktaya kadar inmişsin de aslında korkacak bir şey olmadığını görmüşsün gibi bir rahatlama belki de bir güven hissi geliyor zamanla. Diyeceğim o ki en dibi görmek tüm insanlar için tahammülü ve tasviri zor olan bir durum muhakkak. Ancak oraya doğru inerken sağımıza solumuza bakmayı unutmazsak, dibi gördüğümüzde yukarı kim ve neler için çıkmamız gerektiğini iyice yazarız zihnimize. Zannımca dipte kalmayıp canımızın son mecaliyle de olsa yukarı bakmaya başlamamızın asıl sebebi de onlar En karanlık noktayı gördükten sonra hayatta aklıma taktığım , canımı sıkan, bende kaygı yaratan çokça şeyi gözümde ne kadar büyüttüğümü fark ettim. Hiç kimse ve hiç bir şeye ederinden fazla anlam yüklemenin, enerji harcamanın ya da zaman tüketmenin anlamsızlığını buz gibi bir gerçekle de olsa görmek, hayatımın bundan sonrası için kendime açabileceğim kocaman bir alanı fark etmeme sebep oldu aynı zamanda. Bunun için müteşekkirim. Bir nefeste anlatılmış gibi görünen ancak defalarca nefesim kesilmiş gibi hissettiğim bu tecrübelerin sonunda kendime söyleyebileceğim tek şey şu olur sanırım: senin varlığın bir çok varlığı etkiliyor, bir çok varlığın hayatına dokunuyor, senin varlığın diğer tüm varlıklar gibi biricik ve kutsal, bu yüzden pusulan merhametin, yönün vicdanın olduğu sürece, çok sevdiğin , hep iyi kaldığın ve vefa duygunu kaybetmediğin sürece, bir de tabi sağlığına dikkat ettiğin sürece yaşa kızım bu hayatı! İçinden geldiği gibi ve de hakkını vererek yaşa!



 

Bundan 2, 5 yıl önce daha önceden dibe vurduğum zamanların sadece sanmak olduğunu anladım çünkü çok sağlam dibe vurdum. Çok iyi bir işi evleneceğiz diye ona bıraktım ve ben çıkarıldım işten. Bir evi baştan yarattık bahçesine peyzajına kadar bir kümesi ev yaptık. Tabii ki bu evlilik düşüncesi sebebiyle gelişti yaklaşık 1 yıl nişanlı kaldık aynı evi paylaştık, inanılmaz psikolojik şiddetler yaşıyordum ben ben değildim artık. Düğüne 2 ay kala bir kıskançlık sebebiyle ortada tartışma bile yokken darp edildim. O gün anladım ki bunun devamı gelecek, ertesi gün o evi terk ettim arkama bakmadım bile. En çok istediğim şey hayatımda ilk defa istemiştim evlenmeyi o bile gözümde değildi. Sonra zaten diğer işten çıktığım için az maaşa sevmediğim bir iş yapmaya devam ettim. Dayanamadım ve oradan da istifa ettim. Evim, arabam işim her şey elimden gitmişti. Anneme dönmüştüm en büyük korkuma. Çaresizdim başka yapacak bir şeyim yoktu. Hissettiğim en güzel şey bir sürü şeyi kaybetmiştim ama kendimi kazanmıştım. Özgürdüm, bölümünü okuduğum iş olan tiyatroya gitmemi engelleyecek bir partner engeli kalmamıştı. Artık Özgürdüm. Kimse için ve bir hayalin gerçekleşme bedeli için kimseye bedel ödemek zorunda değildim. Hayatta hiçbir şeyi zorlamamayı öğrendim. Bir şey olacaksa olur olmayacaksa olmaz. Olmuyorsa sizin için iyi bir taraf vardır öğrendim bunu. Çünkü kendimiz için her zaman iyiyi seçemiyoruz gördüm. Korkulardan uzaklaştım, kendime söylediğim yalanlardan. Başka birine dönüşmek masalından uzaklaştım. Kendime şunu söylüyorum hep, karşıma bir şey çıkınca "kendini gerçekten seven bir insan bu durumda bu kararı verir mi ya dabunuyapar mı?" Cevabım evetse yapıyorum değilse yapmıyorum. Maddi manevi çok kaybım oldu hala da toparlanmış değil. Ama yeniden yazmaya yöneldim bir platformda fikir ve düşünce yazıları yazmaya başladım. Mesleğim tiyatroya yeniden döndüm. Eğitim veriyorum insanların hayatına dokunuyorum, köşe zihniyeti olarak çalışan yerleri bıraktım kendimi huzurlu hissettiğim bir sanat merkezinde keyifle ders veriyorum. İstediğim gibi giyiniyorum kimse karışmıyor, istediğim yere gidiyorum bu sebeple kimse kötü yargılamalar yapmıyor. Öğrendim ki en büyük zenginlik özgürlükmüş. Spor yapıyorum, sevdiğim kitapları okuyorum. Tutulmamış yasımı da yaşadım terapi desteği ile çünkü ve olan dönemde durumu baskılamışım. Öğrendim ki bir duygu boşalımı gerçekleşmeden iyileşme de olmuyor. İnsanlara en büyük tavsiyem fiziksel ya da zihinsel sağlıkları için duygularını asla içerde tutmamaları. İçeride hapsolmuş tüm duygular hasta eder. Şimdi anksiyetem yok, gerginliğim azaldı, huzurlu bir haya yaşıyorum. Direnmek yerine olanı olduğu gibi kabul ederek yaşıyorum.



 

Hanne Meryem:


Kendimi bildim bileli yürüyeceğim yol konusunda emindim. Hayat herkes için doğrusaldı ve elbette yeterince çabalarsam her gün daha iyiye gitmek zorundaydı(!). Bu yüzden dibi görmek benim için oldukça beklenmedik ve yıkıcı oldu. Uğruna çabaladığım çoğu şey gerçekleşmek üzereyken bir anda hepsi, her şey bomboş göründü. Öyle olağanüstü bir dönüm noktası, kırılma anı falan da yaşanmış değildi. Sadece gün be gün tükenmişim ve fark ettiğimde çok geçti. Gözlerimi ilk kez dışarıdan kendime çevirdiğimde kendimi çürümüş, bomboş bir kabuktan ibaret buldum. Tüm duygularım silinmişti ve bunun için endişelenmiyordum bile. Ağlayamıyordum. Gülmek, takındığım en yapay maskeydi. Uzunca bir süre heyecanlanmadığımı hatırlıyorum. Sanki kalbim bile çarpmıyordu. Her yeni güne uyandığımda hayal kırıklığına uğruyordum. Uyanmıştım. Keşke hiç uyanmasaydım. Yaşamak ağır bir yüktü, varlığım ağır bir yüktü. Yapayalnız hissediyordum. Ve en kötüsü yardım almam gerektiğini fark edecek kadar içgörüm yoktu. Hala o kara delik gibi ağır günleri hatırladıkça göğsüm daralıyor ve aynı şeyleri yaşarım korkusu sarıyor. Yardım isteyecek kadar cesaretim olmadığı için debelenerek çıkış yolunu aradım. Uzun sürdü. Acı vericiydi. Uzun süre kendi kendime o dönemi nefretle ve korkuyla hatırladım. Zaman geçip üzerinde daha derin düşününce o çöküş döneminden bambaşka biri olarak çıktığımı fark ettim. O çok iyi bildiğim yollar, çok çabaladığım hedefler gerçekten benim bile değildi. Önüme çizilmiş bir çizgide yürüyor ve bunun benim doğrum olduğunu zannediyordum. Yaşadığım çöküşle birlikte her yer toz duman olup birbirine girince sormaya başladım asıl önemli soruları. Çoğunun cevabını hala bulamadım ama çok güzel sorular sormayı öğrendim. O kadar uzun süre başkalarının doğrularıyla ve başkalarının yollarıyla yaşamış ve o kadar uzun süre gerçekten var olamamıştım ki...Dipteyken gözlerimi ilk kez kendime çevirdim. Kendimle ilk kez tanıştım. Sarsıcı bir tanışmaydı. İlk gözlem zamanlarımdan hatırlıyorum büyük bir olay yaşamıştım. Ve ne hissediyorum değil de ne hissetmem gerek diye düşünmüştüm. Ne hissetmem gerek! Çünkü her şey olması gerektiği gibi olmalı. Duygularım üzerindeki kontrol çabam beni dehşete düşürmüştü. Sonrası daha kolay olmadı. Ama daha güçlü hissettim yol aldıkça. Kaybolmadan yolu bulamayacağımı öğrendim. Durup kendimle tanışabildim. Durup bir sonbahar sabahı güçsüz güneş ışıklarının aydınlattığı bir bankta oturabilmeyi, serinliği, güneşi ve yaşamayı hissedebilmeyi öğrendim. Gelip geçiciliği; insanların, hislerin, mekanların, kendimin... Hayatın herkes için farklı aktığını ve kendi hayat akışımın doğrusal olmadığını öğrendim. Şu an iyiyim , tekrar dibi görebileceğimi biliyorum. İşin iyi yanı artık oradan çıkış yolunu biliyorum. Çıkamasam bile yardım isteyebilecek cesareti kazandım.



 

Şirine; üniversiteden sonra öğretmenliğini resmileştirmek için kpss hazırlık sürecine girişti. Bir yıl öylesine -çok da durumun farkında olmadan- hazırlandı sınava. Olmadı. Diğer yıl dershane ile birlikte iyi bir şekilde hazırlandı. Bu kez de olmadı. Üçüncü yıl; "Artık her şeyimi adayıp bu sınavı kazanmalıyım, bu benim son çarem" dedi. Tüm hayatını bıraktı, tek derdi bu sınav oldu. Kitapların içinde yiyip içti, uykusuz geceler geçirdi, soru bankalarıyla arkadaş oldu. Tamamen robot gibi otomatik pilotta bir yıl geçirdi. Sonuç; yine başarısızlıktı. Hüsrana uğradı Şirine. Zamanı suçladı ,koşulları suçladı, branşını suçladı. Daha şanslı branşlar vardı. Ondan daha az puanla atananlar vardı. Ama bu düşünceler faydasızdı. Hayal kırıklığı içindeydi Şirine. Sisteme , topluma, ailesine her şeye karşı öfke hissediyordu. İnsanların iyi niyetli ya da kötü niyetle süreci bilir bilmez söyledikleri sözler incitiyordu kalbini. Kimseyi görmek istemiyordu. Bu yıl da mı olmamıştı? Bilmem kim ilk yılında şuraya atanmıştı. Öbürü bilmem nerede göreve başlamıştı. Şirine de hala otursundu. Boşuna mı okumuştu o kadar yıl? Ailesine yazık değil miydi? Kendisini yetersiz ve işe yaramaz hissediyordu. Bu böyle olmayacaktı. Kaç kere daha deneyecekti?! Zaman akıyordu ve bir şeyler yapmalıydı. Denemeliydi, bir yolunu bulmalıydı. Bir şeyler yapmalıydı yoksa çıldıracaktı. Özel sektörde çalışmaya başladı. Çok uzun saatler enerjisini bitene kadar çalışıyor, emeğinin karşılığını alamıyor, öğretmen olduğunu da pek hissedemiyordu. Çok ufak tatminleri vardı tabi. Faydalı olduğunu hissettiği anlar, öğrencileriyle etkileşimleri, onların kalplerine dokunabildiği anlar... Ama eksikti hep bir yanı. Bu değildi aradığı. Kendisine dürüst olmadığı bir hal vardı içinde. "Ben ne istiyorum ?" diye sorma cesareti gösterdi kendine uzun bir zamandan sonra ilk defa. Sonrasında yüzleştikleri acıttı biraz canını. Aslında uzun zaman önce kendisi olmayı bıraktığını fark etti. Hayattaki tercihlerini hep başkalarının etkisi altında yapmıştı. Çünkü hayal ettikleri riskliydi ,garatisi yoktu. Annesinin ,babasının, erkek arkadaşının onun yerine düşünmesine izin vermişti. Yüksek sesle söylemekten korkmuştu hep ne istediğini. Sonra da o ses, kısıla kısıla kendisinin de duyamayacağı hale gelmişti. Bir başkası olup onun hayatını yaşamaya başlamıştı Şirine. Başkasının hayalleri, başkasının hedefleri için çabalarken kendisini unutmuştu. Peki hayat ne yaptı? Kendisi bile kendisine sırtını dönmüşken hayat aslında ona kucak açıyordu. Ama o görmezden gelmişti şimdiye kadar. Tüm kalıplardan sıyrılıp o çocuk ruhundaki özgüvenli ne istediğini bilen ve isteği karşısında önüne çıkan tüm engellere aldırmadan inatla savaşan gerçeğini gördü. O Şirine kılığına girmiş bir Şavaşçıydı aslında. Hayatta hiçbir şeyin garantisi yoktu. Her zaman risk vardı. Başarısız olabilirsin. Bu ihtimal hep var. En azından istediğin istikamette ol. Ruhunu esir etme. Bu ölümden farksız çünkü. Artık anlamıştı kahramanımız onu dibe vurduran hayat, en güzel dersini vermişti ona. Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin. :) Her yolun kendine göre bir zorluğu var. Hiç bir şey kolaylıkla gelmeyecek hayatına. Sen söke söke alacaksın hepsini. Ancak bunu yapabilecek gücü de sadece içeriden gelen gerçek bir motivasyonla sağlayabilirsin. Tutkuyla yapacağın , o anda zamanı ve diğer her şeyi unutacağın o iş her neyse onu yap. Kimseyi dinleme. Zorluk çekeceksen de bu yolda çek en azından doğru istikamette olduğunu bileceksin. Yılların verdiği acı tecrübe bunu gösterdi ona. Neyseki geç değil hiçbir şey için. Uyanış uyanıştır. Şimdi de zorluklar yaşıyor hayatında ama ona o kadar ağır gelmiyor bunlar. Çünkü o bir Şirine değil gerçek bir Savaşçı. Ne istediğini biliyor artık. Bu uğurda savaşmaktan müthiş bir zevk alıyor. Hayata birkere geliyorsun. Başkaları için mi yaşayacaksın? Kendin olabilmeyi mi seçeceksin? Tüm başarı hikayeleri kendi olabilme cesareti gösterebilmiş kişilere aittir. Diğerleri kendileri olamadan göçüp giderler bu dünyadan. Sen de bazen dibe batmış hissedebilirsin ama nefes aldığın sürece hep umut vardır bunu bilesin.

bottom of page