top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Zor dönemler ve baş etme mekanizmaları


Bu haftanın normal insanlar konusu " zor bir döneminiz ve baş etme mekanizmanız" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI

  • Ormanda On Kaplan Gücü – Canderel

  • Ben Böyle İyiyim – Herzi

  • Gelip Geçici – Ayşe Çetinkaya

  • Yokuş Aşağı – San

  • Her Gün Güneş Doğar... – Gorila Voladora

  • Tutunduğum Dal – İgiem

  • Dört Kova – Eta Carinae

  • Ölümle Oynaşmak – Mehmet Can Kaya

  • Dostumun Dostu Irvin – Edward Bloom

  • Cadılık ve Büyücülük Okulu – Tuğçe Eser

  • Şiirden Uçak – Dalgın Canbaz

  • Örek – Topaz

  • Bakmak ve Görmek – Msy

  • Zaman, Umarım Bu Sızıma da İyi Gelirsin – Mutlu

  • Vazgeçme – Bir Başka Dünyadaki

  • Aliye Hanım’ın Ödevi – Nehir Niş

  • Türk Filmi – Coggywriter

  • Her Şey Anlık – Saturnuslog

  • Her Şey Geçiyor, Geçecek - Voila

  • Geçiyor Geçmez Dediklerim – Sehvenli

  • İşte Ben – Hayat Yeniden

  • Hayat ve Bize Verdiği Dersler – Yorgun Kafa Olmayan Kalp

  • Umut Işığım – Gökçin

  • Ş-A-H-İ-N – Clementine

  • İlk Aşk – Matruşka

  • Kendimce – Ayşe Menekşe


 

ORMANDA ON KAPLAN GÜCÜ

- canderel -


Yeni sevgili olduğumuz zamanlarda eşim bir kâbusunu anlatmıştı. Bir duvarın önünde duruyormuşum, bir kaplan bana saldırıyormuş, eşim bana yardım etmek istiyor ama yanıma gelemiyormuş. Kaplan her pençe atışında yere düşüyormuşum, o da her seferinde öldüğümü düşünüp gözlerini kapatıyormuş, ancak ardından çizgi film karakterleri gibi tekrar ayağa kalkıyormuşum. Bana bunları dehşet içinde anlatmış olsa da ben - diğer muhtemel düş yorumlarını bir kenara bırakarak- kendime bir takım paylar çıkardım. Evet, zayıftım, yeterli savunma mekanizmaları geliştirememiştim, çok darbe alıyordum ama ardından ayağa da kalkıyordum. Gücümü aldığım şeyin ne olduğunu bulduğumu sanıyorum, karşılaştığım tüm zorlukları alt etmiş değilim elbette, ama geri dönüp baktığımda ancak ‘’kötü’’ olmayı göze alarak hareket ettiğimde zorlukların üstesinden gelebildiğimi anladım. Eve geç geldiğimde babam beni kapının önünde uzun süre bekletip içeri aldığında ‘’neredeydin’ ’diye sorduğunda ‘’ dışarlarda sürtüyordum’’ diye diye bağımsızlığımı kazandım, bir ‘’sürtük’’ olmayı göze alarak. Daha fazla nasıl katkı verebilirim diye kafa yorduğum partim aniden ikiye bölündüğünde, ikisinden de ayrılabilmek için ‘’rahatına düşkün küçük burjuva’’ etiketini üzerimde taşımam gerekti. Çok sevip saygı duyduğum, hayatımı şekillendiren hocama bağlılığım hayatımı olumsuz etkilemeye başlayınca ‘’nankör’’ demesini göze alarak ondan koptum, hala rüyalarıma giriyor olması bunu yapabildiğim için kendimle gurur duymama engel olmuyor. Henüz evli değilken gebe kaldığımı tesadüfen öğrenip sağlığımı sormak için hiç değil, iğnelemek için hatırımı soran aile dostumuzun kızına başım dik çok iyi olduğumu söylerken de ‘’ahlaksız’’ sıfatını göze almam gerekiyordu. Günlük hayatta utangaç ve içe dönük olan insanların olağanüstü durumlar için biriktirdiği bir güç vardır belki, belki psikolojide bunun bir adı da vardır, ben de el yordamıyla bunu keşfetmiş olabilirim, kim bilir…

 

BEN BÖYLE İYİYİM

- herzi -


İngiltere’nin nehirlerinde ve denizlerinde yapılan bir araştırmada, bir şekilde suya karışan psikiyatrik ilaçlara maruz kalan balıkların, yaşadıkları güvenli alandan çıkıp, daha büyük balıklara yem olabilecekleri tehlikeleri alanlara gidebildiklerini gözlemlemişler.

Geçen yıl, pandeminin başı, henüz Covid Türkiye’de yeni görülmeye başlamış. İnternette bir sürü teori var, biri diyor ki, bildiğimiz düzen değişecek ve yeni bir düzen ortaya çıkacak.


Bu cümleyi okuduğumda, yataktayım ve uyumak üzereyim. İlk kez o zaman hissediyorum göğsümdeki sıkışmayı: Düzen mi değişecek? Benim bir sürü fedakarlıkla kurduğum kavgasız, gürültüsüz hayatım da mı değişecek? Ne kadar donuk olursa olsun bir düzen kurmuşum. Bozulmak zorunda mı?


Karanlık üstüme üstüme geliyor, daha önce tanımadığım bir his bu. Çok korkuyorum. Bana bir şey oluyor diyorum, göğsüm.. Bir garip. Eşim bana bakıyor, su iç diyor, dönüyor ve uykusuna devam ediyor.


Evden çalışmaya başlamışız. Sürekli evde olmaya çok hızlı alışıyorum. Sonsuza kadar evde kalabilirim diye düşünüyorum. Evden çıkmazsam düzenimin bozulmasını engelleyebilirmişim gibi. Çarpıntılarım tabii ki devam ediyor. O günlerde terapistime söylediğim bir cümle var hiç unutmuyorum: Ben böyle iyiyim.


İşlerimi evden halledebiliyor, yemeğimi, yogamı, bakınca istediğim her şeyi yapıyorum. Çarpıntım kalkar kalkmaz başlıyor ve yatasıya kadar devam ediyor ama bir şekilde idare ediyorum. Eşim sabah akşam içerde bilgisayar oyunu oynuyor, çok fazla iletişimimiz yok ama kavga da etmiyoruz. Ben hakikaten böyle iyiyim.


Üniversite yıllarımda delicesine aşık olduğum ama bir türlü kavuşamadığım bir adam var. O sıralar, ortada görünür hiçbir sebep yokken onunla mesajlaşmaya başlıyoruz. Muhabbet ediyoruz, şakalaşıyoruz, ben sıkıntılarımı paylaşıyorum. Ortada tehlikeli bir durum yok.


İşler ne ara o noktaya geliyor, bilmiyorum. Sanırım çarpıntılarım için içtiğim ilaçlarla alkolün çok iyi gittiğini keşfetmemden sonrasına denk geliyor.


Artık her gün, her saat mesajlaşıyoruz, hatta arada telefonda da konuşmaya başlamışız ve ben de kendimi, onun da içinde olduğu hayaller kurarken buluyorum. Ama bu durumda hiçbir tehlike hissetmiyorum. Sanki olması gereken bu.


Her akşam düzenli bir şekilde aldığım ilaçların üstüne bir bardak bira içtiğimi, hatta zamanla bu biraların sayısının arttığını gören eşim de hiçbir şeyin farkında değil. Sadece bir akşam “İçme istersen” diyor ve sonra içeri oyununa geri dönüyor.


Yem olacağım tehlikeli sulara doğru yüzüyorum ama hiç korkmuyorum.


Ayık olduğum nadir zamanlarda bu durumda bir terslik olduğunu seziyorum, hatta bu zamanlarda mesajlaşmayı bitirmeyi denediğim oluyor ama neyse ki ilaç ve alkol kokteylim beni bu denemelerimden hızla uzaklaştırabiliyor.


Bir gece kanepede uyuyakalmışım. Elimde telefon ve mesaj ekranı açık. Eşim beni uyandırmak için geliyor ve mesajları görüyor.


Sonrasını pek hatırlamıyorum. En son eşimin kapıyı yumrukladığını ve benim de üstümü başımı parçaladığımı hatırlıyorum, bir de düğünümüzde çekilmiş bir fotoğrafımızı camdan dışarı fırlattığımı.


Hangisi hangisinin başa çıkma mekanizmasıydı kestiremiyorum. Bir şeylerden kaçarken çok feci hatalar yaptım. Bu sefer de bu hatalarla yazarak başa çıkmaya çalışıyorum belki, kim bilir…



 

GELİP GEÇİCİ

-ayşe çetinkaya-


Aynaya bakıyorum, aynadaki ben miyim? Burnum, benim mi? Peki gözlerim? En yabancı gelen de onlar. Gözlerinin içine bakma. Aynaya bakma, çabuk başka bir şeye bak. Ellerime bakıyorum, ellerim benim mi? Nefes alıyorum, nefes benim ciğerlerime mi doluyor? Bu tepedeki ampul, ne garip görünüyor. Anneme sarılsam geçer mi bu his? Ya geçmezse, ya annem de hayal gibi görünürse? Keşke ölsem. En son kiminle konuştum? Garip şeyler söyledim mi acaba? Hiç hatırlamadığım garip şeyler söylüyor muyumdur insanlara? Ya delirdiysem, herkes bunun farkındaysa ve ben değilsem? En iyisi evden hiç çıkmayayım. Hiç kimseyle konuşmayayım. Hatta odamdan hiç çıkmayayım. Uyusam geçer mi? Ya sabah uyanınca da geçmemiş olursa? Keşke hiç doğmamış olsaydım. Asla çocuk yapmayacağım. Çocuk yaparsam ve benim gibi olursa? Asla bir aile kurmayacağım. Belki de intihar etmeliyim. Bunu bir düşüneyim.


Gecelerce düşündüm, ama sadece düşündüm, bir seçenek olarak yani. Ölüm fikri bile beni dünyaya geri döndürmüyordu, ölüm bile flu görünüyordu gözüme. Hali hazırda zor bir sene geçiriyordum. Liseden mezun olmuştum. ÖSS’de ilk panik atağımı geçirmiştim; sene boyu öyle olacağını herkese söylediğim üzere sınav çok kötü geçmişti, tekrar hazırlanacaktım. Babaannem çok hastalandı ve bir ay içinde öldü. Panik atakların devamı geldi ve bunlara günlerce geçmeyen ağlama krizleri eklendi. Kendimden nefret ediyordum. Gerçeklik algım da bozulunca delirdiğime emin gibiydim. Artık mezun, ÖSS’yi atlatmış ve goygoyunun peşinde olan arkadaşlarımı “bende bir değişiklik görüyor musunuz, eskisi gibi miyim?” gibi sorularla darlıyordum. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kullandığım antidepresanlar etki etti, belki de terapi iyi geldi; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi. Ama o boşluk hissinin huzursuzluğu hep aklımın bir köşesinde kaldı, bir daha geri gelmemesini umarak.

Derealizasyon. Bir gece Ekşi Sözlük okurken tesadüfen denk geldim bu başlığa. Okudukça hem çok şaşırdım hem de çok rahatladım. Meğer yıllar önce bana aklımı yitirdiğimi düşündüren şey bir sürü kişiye olan bir şeymiş ve bir adı varmış. Hisleri adlandırmak, onları sağaltmak için en hızlı çözüm olabilir. Terapistler de bunun farkında olsa keşke.


Üç sene önceydi. Anne babamın evine geri dönmüştüm. Tam anlamıyla bitik haldeydim. O zamanki erkek arkadaşımdan yaklaşık iki sene boyunca ağır psikolojik ve fiziksel şiddet görmüştüm. Bu sürecin büyük kısmı başka bir ülkede, yardım isteyebileceğim herkesten uzakta geçmişti. Öyle olmasa bile birinden yardım istemezdim herhalde. Çünkü zayıf karakterli ve başkalarına bağımlı olduğuma inandırılmıştım. Bunun aksini kanıtlamak için beni öldürmeye bile kalksa yardım istemeyecek kadar şuurumu yitirmiştim. Çünkü insanlığımı yitirmiştim ve bir yerinden tutup geri getirmeye çalışıyordum. Fakat onun değerli bulacağı şekilde. Beni yiyip bitiren bir kısır döngünün içindeydim. Bir gün yine itilip kakıldığım için sinir krizi geçirirken babamı aramıştım ve o anki halime uyduruk sebepler sunarken babam, “uçak biletini alıyorum Ayşe, geri dönüyorsun” diyerek bu döngüye son vermişti.


İlk haftalar berbattı. Kendimden tiksinerek de olsa onu özlüyordum. Dayanılmaz derecede acı çekiyordum. Ve acılarımı sonlandırabilecek tek kişi oydu. Hiçbir şey yiyemiyordum, uyuyamıyordum. Ben böyle biri değildim. Zayıf karakterli değildim, beceriksiz değildim, başkalarına bağımlı, aptal, takıntılı, çirkin, depresif, uğursuz değildim. Ben dayak yemeyi hak etmemiştim. Bu olanların bir sebebi vardı. Bu sebepler, tüm bunların mantıklı açıklaması ondaydı. Ona dönersem acılarım son bulacaktı. Bir oturup konuşabilsek hepsi bitecekti belki. Başka türlü kendimi nasıl tekrar inşa edebilirdim, bilmiyordum. Geceleri ağlama krizine giriyordum. Aileme hala hiçbir şey anlatmıyordum. Bilmem kaçıncı gece, annem “artık seni dinlemeyeceğim, yarın doktora gidiyoruz” dedi. Doktora gitmek istemiyordum; yine antidepresanlar, yine işe yaramayacak terapiler... Doktora gittim. Tahmin ettiğim gibi olmadı, ilaç vermedi, sadece terapilerle ilerledik. Yaşadıklarımı anlatmaya cesaret etmem için birkaç seans geçmesi gerekti.


Terapiye başlamamın altıncı ayında, iyileşmekle ilgili hayli yol katetmiştim. Yaşadıklarımın sorumluluğunu üstlenmiştim, bir daha aynılarını yaşamamak için kendimde değiştirmem gereken şeylerin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kendime merhametli olmayı öğrenmiştim. Doğduğum şehirdeydim. Eski arkadaşlarımlaydım. Eskisi gibi haftada iki-üç kez görüşüyorduk. Ben gerçekten sevilmenin ne olduğunu tekrar öğreniyordum. Yurt dışında okumak istediğim yüksek lisans programına burada başvurmaya karar vermiştim ve bölüme özel öğrenci olarak başlamıştım. Bir şeyler yoluna giriyor gibiydi, sanırım mutluydum.


Ve yine o geldi, o his. Bir gün sinemadaydım, eski arkadaşlarımdan biriyle, eskisi gibi. Perdede oynayan, o ana kadar zevkle izlediğim filmdeki karakterler birden küçüldü ve sesleri kısıldı sanki. Kocaman bir “hassiktir ya” duygusu. Hemen aklımdan, göğsümden kovalamaya çalıştım o hissi, tekrar gelmiş olamazdı; filme odaklanmalıydım. Fakat adıyla sanıyla, olağan şüphesiyle birlikte gelmişti artık; travma sonrası stres bozukluğu, derealizasyon, panik ataklar; diğer eski dostlarım, eskisi gibi.


Sonraki terapimde durumumdan bahsettim ve başta ilaç yazacak diye korktuğum doktora zorla ilaç yazdırdım. Terapi ile düzelecek sabrım yoktu. Hayatıma devam edemiyordum. Daha doğrusu, ediyordum da ağzıma sıçılıyordu. Hiçbir şeyi ertelememek için kendimi zorluyordum, her gece yatağa zombi olarak giriyordum. Bundan on sene önceki gibi evden çıkmayarak, okula gitmeyerek, arkadaşlarımla görüşmeyerek kaybedecek zamanım yoktu. Belki de vardı, ama istemiyordum. Doktor ilacımı bana seçtirdi, “daha önce kullanıp memnun kaldığın bir ilaç var mı, onu yazalım?."


Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kendi seçtiğim antidepresan etki etti, belki de devam eden terapiler iyi geldi, belki de geçti gitti işte; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi.


 

YOKUŞ AŞAĞI

-san-


"Gelince hepsi üst üste geliyor," klişesinin özetleyebileceği bir dönem yaşadım. Kendimi şanssızlığıyla tanınan bir kurgusal karakter gibi hissetmeme sebebim, kimsenin düşünüp kurgulayamayacağı kadar komplike şanssızlıklar yaşamamdı. Yaşadığım sorunlarla baş ederken seçtiğim yol da kaçmaktı. Hepsinden itinayla uzaklaşıyordum. Genellikle derin düşüncelere-bu beni daha fazla yorsa da-, uykuya ve rüyalara kaçıyordum. Bu da çözüm olmadığı için bir tür kısır döngüye yol açtı ve yokuş aşağı koşmaya devam ettim. Benim için bardağı taşıran, annemin uzun süre teşhis konulamayan hastalığı oldu. Bedeninde bir kitle vardı. İki yıl ne olduğu anlaşılamadı. İki yıl boyunca hayatımdaki her şeyi altüst ettim. Bu toparlamak için ideal ama altüst etmek için epey uzun bir süre olduğundan, iyiden iyiye dağıldı her şey. Burayı hızlı geçelim.


Artık hiçbir şey yapamayacak ve kimseyle görüşemeyecek kadar bitkin bir haldeydim. Kaçmaya devam ettim. İnsanlardan saklandım, birine rastlayıp konuştuğumda bile uzun uzun başka şeylerden bahsettim, benim için önemli olan konuları-bazen saçmalayarak- örtbas ettim. Okuldan, topluluklardan, kurumlardan, mekanlardan, her şeyden kaçıyordum. Sadece en yakınlarımla kafamı dağıtacak aktivitelere katılıyordum ama katılan da ben değildim. Sürecin sonlarına doğru pandemi patlak verdi. İşte bu beni çok utandırıyor ama ilk karantinalar derin bir oh çekmeme yardımcı oldu. 14 Nisan 2020'de günlüğüme şunları yazmışım; "Şu an olmak istediğim tek yerde olmamı sağladı berbat bir hastalık, evde olmamı. Bunu itiraf etmek güç. Çünkü ömrüm boyunca başkalarının acılarını da yaşayan bir insan oldum. Nasıl oldu da şimdi insanlar ciğerlerine havayı çekemeyerek ölürken ben rahat bir nefes alabildim?"


Pandemi sürecinde annemin sonuçlarında "kanser" yazdığını gördük, ama hepimiz "pankreasta kitle" demeye devam ettik-iyi ki de öyle yapmışız-. 13 saat süren ameliyatı başarılı sonuçlandı. Koruyucu kemoterapi aldı ve o da yaklaşık bir yıl sürdü. Sonuçları iyi geldiğinde ikinci kez rahatladım. Bütün bir yılı kapsayan süreçte kendimi çalışarak oyalamayı çoğu zaman başardım, üç-dört kez sinir krizi geçirdim. Her defasında da sakinleşip "O kadar da çabalıyorum iyileşmek için, neden böyle oluyor?" diye sorguladım. Çünkü öyle ya da böyle, bu sistem bana göre değildi. Sevgili Emre Özarslan, Huzursuz Beyin instagram hesabında "Son zamanlarda sizi en çok strese sokan durum/düşünce nedir?" diye sorduğunda "Her şey durulduğunda dünyanın eski düzenine daha ihtiraslı ve aç bir şekilde dönecek olması," diye cevap vermiştim. O da, bu normale dönmeyi olumsuz bir şey olarak görmediğini yazıp "Ölümlü olduğumuzun farkında olan ve kısa süreli hayatlarımızdan maksimum verimi almak için çırpınan, tuhaf başa çıkma mekanizmalarına sahip, uyumcul, zavallı bireyleriz. Biraz daha ihtiraslı olsak ne fark eder, ipimizin uzunluğunu biz belirleyemiyoruz ki" diye mükemmel bir yanıt vermişti. Üzerinde düşünüp arşivimde sakladım. Henüz kendi "tuhaf başa çıkma mekanizmamı" bulduğumu düşünmesem de dünyada herhangi bir şekilde belirleyici unsur olmadığımı kabullendikten sonra hayattan çok daha fazla verim almaya başladım. Bu haftaki bültende yazılanlardan kopya çekerek daha fazlasını öğreneceğimden de eminim.


 

HER GÜN GÜNEŞ DOĞAR, YETER Kİ AÇIK OLSUN PERDELER

- gorila voladora -


“Kırmızı renkteydi, her şey. Hayatımda hiç bulunmadığım kadar geniş bir mekân, gerçek bir mahşer alanı! Üstleri kana bulanmış dünyanın en çirkin çıplak vücutları, dört koldan üzerime yürüyor ve kanlı gözleriyle kalbime bıçaklar fırlatıyorlardı. Kadın veya erkek olduklarını bile anlayamıyordum. Yüzleri o denli korkunçtu ve hepsi o kadar birbirine benziyordu ki, aralarındaki tek ucubenin ben olduğunu zannediyordum. Ne yapacağını bilmez halde onlara çarpmadan yürümeye çalışıyordum. İçim alev alevdi; cehennem beni kendi içine almamıştı, içim cehennem olmuştu. Çaresizliğimden dilimi yuttum; çığlık atamayacak kadar dehşet içindeydim. Birden damarları vücudundan fırlamış devasa gövdeli Kibele bana doğru geldi. Elinde, kendisiyle aynı boyuttaki asasını bana doğrulttu ve “Burada senin yerin yok. Ama onlardan korkmana gerek de yok.” dedi.”


Gözümü açtığımda gece, en karanlık evresini yaşamaktaydı. Tavan üzerime çökmüş gibiydi, büyük bir ağırlık altında eziliyordum; odadaki oksijen de katılaşmıştı. “Kalp krizi denen şey buymuş demek” diye düşündüm. “Bu kadarmış. 26’ya kadarmış demek ki.” İçim gerçekten alev alıyormuş. “Şimdi ölürsem” diyordum, “cesedim akşama kadar fark edilmez.” Böyle zamanlarda ne kadar hızlı çalışıyormuş insan beyni. Cam kenarında sessizce duran sivrisinekle göz göze geliyorum. Ve içimde tek bir şeyin arzusu uyanıyor: YAŞAMAK.


*


Hayat, insanın başına gelenlerden çok bunlara nasıl tepkiler verdiği –imiş. Ben fena çuvalladım bu konuda. Ya da o zaman için öyleydi.


Evlilik arifesindeydik. Asla “match” olmamam gereken bir adam vardı hayatımda. Açıkçası ben körkütük âşıktım. Kördüm dümdüz. Başkaları söylüyordu birbirimize uygun olmadığımızı. Özellikle de ailem ve onun ailesi. Hatta belki de bütün evren bu birlikteliğe engel oluşturmak için çalışıyordu. Ama ben direndim sonuna kadar. Çok sonradan öğrenecektim engelin en büyüğünün o adamın ta kendisi olduğunu.


Nişanı henüz sonlandırmıştık. Ayrılık ölümle eş değer, kendimden bekleyemeyeceğim kadar arabesk bir ruh hali içindeydim. Bir akşam, yıllardır konuşmadığım ortak arkadaşlarımızdan biri beni aradı ve benim üç yıllık ilişkimiz boyunca defalarca kez ve birçok farklı kadınla aldatıldığımı söyledi. Bunu duyunca puzzle’ın ayrık parçaları kendiliğinden birleşti. Ancak esas mesele, benim şüphe duymama rağmen gerçekleri duymaktan çekinmem ve yalanlara inanmayı SEÇMEMDİ.


O dönemde yaşadıklarımı yeniden yorumlamak üzerine çok fazla mesai harcadım. Şu an bu yazıyı yazarken, o zamanki hislerimi ve düşüncelerimi net şekilde hatırlayamıyorum. Çoğu anı hafızamdan uçmuş. Ama bu ihanetle “baş edememek” için kullandığım ve asla tavsiye etmediğim mekanizmalar şöyle:


Uyumamak

Yememek

Tüm gün alkol almak

Yememek

Yabancılarla yakın temasta bulunmak

Alkol

Uyumamak

Yabancılar

Uykusuzluk

Yememek

Alkol

Kan kusmak

Kapanış


En büyük ihaneti o mu yapmıştı bana, yoksa kendim mi?


O rüyayı gördüğümün sabahı rüyamda atamadığım çığlığı attım. Tüm nefesimle. İki kez. Üst üste. Sonra ağlamaya başladım. Komşuların sesini dinliyordum ağlarken. “Polis çağıralım.” diyen vardı, endişeliydi hepsi, kapının zili çaldı, o da iki kez. Durmaksızın ağlıyordum ben, durmak imkânsızdı.


Annemi aradım çaresizce. Onu da korkuttum ve karanlığımın içine çektim. Müthiş bir utanç duygusu sıkıyordu boğazımı. Yaşamayı hak etmiyordum. YAŞAMAYI HAK ETMİYORDUM!!!


Birkaç dakika sonra da kardeşim aradı, ertesi gün için iyi bir psikologdan randevu aldığını söyledi. Sağ olsun… Hayatımda ondan aldığım ilk ve tek yardım bu olmuştur.


Sonrasında zaman ve azmim tekrar ışığın sızmasını sağladı içime. Ay’ın karanlık tarafında yeterince vakit geçirmiştim. Baş etme mekanizmalarım tamamen değişti:


Kötü bir zamandan geçtiğimi kabullendim ve hayatıma devam edebilmem için bir süre durmam gerektiğini anladım. Yardım almaktan çekinmedim.


Terapistimle birlikte her şeyi yerli yerine oturttuk. Tanımları değişti çoğu şeyin: örneğin aşık olmamıştım ben, akıl tutulmasıydı o. Ben öyle demiştim. Sonra sadece bana öyle gelmiyordu hiçbir şey. Depresyon diye bir gerçek vardı. Keşke kanser olsaydım bunun yerine dedim, terapistim beni yargılamayınca şaşırdım.


Sevildiğimden emin olduğum insanlarla vakit geçirdim bol bol.


Alkol yoktu. Olmayacaktı. Canım da istemiyordu zaten.


Yüzdüm. Suyla bütünleştiğimi, sudan geldiğimi hayal ettim hep. Ağaçlara sarıldım. Aynaya bakıp gülümsedim her gün. Dans ettim.


İnsan olmak aslında nedir, bunu öğrenmeye çabaladım. Kitaplar okudum, videolar izledim. Ve çokça yazdım.


Sonra annem bana bir çizim tableti hediye etti. Zamanı unutuyordum çizim yaparken, renkler, gölgelendirmeler, çizgiler, dokular… Bağımlısı olmuştum dijital resimlerin.

Zihnimi daha faydalı şeylerle meşgul ettim. İspanyolca öğrenmeye başladım, klavye çaldım, hatta kod yazmaya bile kalkıştım –ki benim için ilginç bir deneyimdi.

Zamanla özgüvenim yerine geldi. Tekrar romantik ilişkiler için adım atar olmuştum. Devamı gelemese de girişimde bulunmam muazzam bir başarıydı benim için.

Yemek yemeye başlamam ve uyuyabilmem en büyük başarımdı. Ben güldükçe çevremdeki insanlar güldü. O yaz bahçemizde her zamankinden fazla çiçek vardı. Belki de ben hep öyleydi ve ben şimdi fark ediyordum.


Kendimden başka kimseyi affetmedim. Bugün, 2021 yılının temmuz ayında, hiç olmadığı kadar sıkı sarılıyorum kendime. Gurur duyuyorum ve o günleri bir şeref madalyası olarak göğsümde taşıyorum.


 

TUTUNDUĞUM DAL

- igiem -


Henüz on altı yaşındaydım ve babam beni kendi ailesinin de baskısıyla zorla kapatmaya çalışıyordu. Buna hiç hazır değildim ve babama istemediğimi söyledikçe o inatla başımı örtmemi buyuruyordu. Ben de hem annem üzülmesin hem babam kavga çıkarmasın diye sabah okula giderken başımı örtüp sokaktan çıkınca gizli gizli açılıyordum. Bİr sabah babam beni takip etti ve başımı açtığımı görünce yakaladığı gibi saçımdan tutup eve sürükledi.


Eve gelince bağırma, küfür, dayak derken tüm ev uyandı ve babamı benden uzaklaştırmaya çalıştı. O sırada fırsatını bulduğum an salya sümük evden kaçtım. Beni koruyacaklarını düşündüğüm için okula doğru nefes nefese koştum. Sınıfa girince korkudan sararmış yüzümü ve nefes alışımı görenler sorular sordu ama hiçbir şey anlatamadım.


Okul çıkışı eve geldim, odamın kapısını kilitledim, kapının önüne gardırobumu ittirip oturdum, babam geldiğinde neler yapacağını hesap ediyor ve ağlıyordum. Kendimi tamamen boşlukta ve yapayalnız hissediyordum. Tutunacak bir dal arıyordum. Zil çaldı, babam içeri girer girmez beni sorarak odama koştu. Kapıyı vurdu, açmam için bağırdı, tehditler, küfürler savurdu. Bu sırada gözüme çantamdaki İngilizce sözlüğü takıldı ve babamın hakaretlerini bastırmak için kelime ezberlemeye başladım.


Bu şekilde devam etti; babam akşam eve gelince dayak yememek için kapımı kilitleyip sözlükten kelime ezberliyordum. Kafamı dağıtan tek tesellim buydu. Babama açık olmamı kabullendirmek hiç kolay olmadı, aile büyükleri araya girdi, ben ise zor zamanımda beni yalnız bırakmayan sözlüğümü hiç elimden bırakmadım. Kendimi kötü hissettiğim her an sözlüğümü elimin altında tutuyordum.


Şimdi yirmi yaşındayım ve geçen yıl iyi bir üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı bölümünü kazandım.


Diyeceğim o ki kötü zamanlarda ölümünü beklerken tutunduğun bir dal senin hayatını değiştirebiliyor.



 

DÖRT KOVA

- eta carinae -


Hayattaki motivasyonlarımı dörde ayırdığımı fark ettim geçen gün telefonda konuşurken. Şöyle dedim arkadaşıma; “Bence mutlu olma gayreti dört yerden geliyor insana. Bu kaynakları birer kova gibi düşün. Birinci kova ebeveynlerinle ilişkin, ikincisi kendinle olan, üçüncü kova duygusal ilişkilerini temsil ediyor ve dördüncüsü ise iş hayatını. Bunları ne kadar doldurursan o kadar mutlu hissediyorsun kendini. Ama unutma her biri en az yarısı kadar dolu olmalı.” Telefonu kapattıktan sonra fark ettim ki benim birinci kovam yarısının yarısı kadar bile dolu değildi yıllardır.


Kardeşe sahip her çocuk yaşamıştır kıskançlık duygusunu. Senden daha küçük daha muhtaç ve maalesef daha sevimli bir canlı gelir eve ve tüm ilgi ona çevrilir. Ben bu deneyimi yaşadığımda dört yaşındaydım. Kardeşime göz ucuyla bakıp sokağa koştuğumu ve onun sürekli ağladığını hatırlıyorum. Bir de kardeşime iyilik olsun diye gizli gizli yedirdiğim muzları. Tabi zavallı bebek ağlamaktan bitap düşüp bizimkiler soluğu acilde alınca korkup itiraf etmemle öğrenmiş oldular, saklayamadım. Kardeşe sahip olmak başlarda o kadar kötü değildi, hatta bir bakıma iyi bile olmuştu. Aşırı talepkar ve yüksek standarda sahip annemin artık kontrol etmesi gereken bir başka çocuğu daha vardı ve ben oyun oynamak için daha çok zaman bulabiliyordum. Ancak gün geçtikçe -annem benim gibi düşünmüyor olsa gerek, daha sinirli birine dönüştü. Her şeye bağırıyordu ve ben dayak yiyordum. Üstelik bazen hiçbir şey yapmasam bile.


Beş yaşına gelmiştim ve hala -sanırım çocuk olduğum için- başa çıkmak nasıl bir şeydi bilmiyordum. Üstelik bir de yeni görev eklenmişti hayatıma: ablalık yapmak. Sürekli duyduğum cümleler şunlardan oluşuyordu: ”Etacım öyle yapma sen ablasın, Eta buraya gel çabuk kardeşine bak, Eta aman kardeşine dikkat et, çok çekiyorsun çocuğun kolunu koparacaksın Eta, kardeşini niye ağlattın Eta, kardeşin falan, kardeşin filan, kardeşin aman!!” bunalmıştım. Sonra yatağımı ıslatmaya başladım. Neden diye sorduklarında “bana da bez bağlayın o zaman o da altına yapıyor ona hiç kızmıyorsunuz” dediğimi hatırlıyorum. Yıllar yıllar geçti, kardeşimi çok severim, canımdı. Ama ne hissediyorum biliyor musunuz? Çocuk olma hakkım kardeşimin eve geldiği gün elimden alındı ve benim o günden sonra annem ve babam yoktu sanki. Beni doyuran ve bana barınma imkanı sağlayan iki kişiyle aynı evde yaşıyorum gibi hissediyordum ve hala öyle hissediyorum kendimi. İçinizden cıkcıklamaya başladınız mı beni bilmiyorum ama eğer bu fikirdeyseniz yazının devamını okumayın çünkü daha ağır şeyler göreceksiniz.



Birinci kovamın boş olmasının sebebini büyük oranda anneme bağlıyorum. Özetle, sevgisiz biri, sevmeyi bilmiyor. Yazmaktan hoşlandığım bir cümle değil ama maalesef. Babam ise benimle olan bağını okul ve iş hayatı üzerinden kurmuş biri. Hayatım boyunca her ikisini de mutlu etmeye ve gururlandırmaya çalıştım ama fark ettim ki bu istekler hiç bitmeyecek ve bütün ömrüm böyle geçemez. Artık sabrım o kadar azalmıştı ki nefes alıp vermelerini duymak bile istemiyordum. Şu satırları okusalar muhtemelen beni reddederler. Dahası büyüdükçe etrafta sevilmiş ve çocuk olabilmiş insanları gördükçe daha da yaralandım. Üstelik bu insanların ailelerinin büyük çoğunluğu öyle çocuk psikolojisinden anlayan kişiler bile değildi. Öfkelendim, öfkem yıllar içerisinde daha da arttı. Başa çıkamıyordum artık. Hiçbir bahane yeterli gelmiyordu. Çünkü çocukluğum asla geri gelmeyecekti. Annem ve babam beni şimdi sevse bile.


Geçen hafta kuzenimin babasını kaybettiği haberi ile apar topar hastaneye koştum. Onu öyle, yoğun bakımın kapısının önünde bağdaş kurarak oturmuş, onu günlerce döven, aç bırakan ve ona sürekli bağıran babasının ölü bedenini görmek için çaresizce ağladığını görünce çok şaşırdım. Ağzında ise hep aynı cümle vardı “yapamadım, yaşatamadım.” Ona sarılırken bir an babama baktım. Orada ayakta sağlıklı şekilde duruyordu. Kocaman bir pişmanlık kapladı içimi. Terapiye gittiğim ve ailemden bahsettiğim için, bazen olmasalar hayatımda kendimi daha hisseder miyim diye düşündüğüm için, arkadaşlarımın annelerine bakıp özendiğim için derin ve sarsıcı bir pişmanlık. Morga girdim kuzenimle beraber. Babasını öpüşünü izledim. Pişmanlığım daha da yükseldi, tavan yaptı. Kendimden nefret etmiştim yarım saat içerisinde. Gece yarısı ancak eve döndük. Aklımda tek bir şey vardı, gidip babama sarılmak. Yapamadım. Ertesi gün hiçbir şey değişmemiş gibi devam ettik hayatımıza. Ne değişti hayatımda biliyor musunuz? Hiçbir şey. Hala aynı düşüncelere sahibim, hala kızgın ve öfkeliyim.


Başa çıkmak için yaptığım şeyleri merak ediyorsanız üzgünüm. Çok iyi durumda değilim çünkü. Ama kendimden beklentimi sıfıra indirdiğim için iyi olmak zorunda değilmişim gibi hissediyorum kendimi. Bana iyi gelen şeyler ise konuyla ilgili kitapları okumak ve terapiye gitmek. Sonuç ne olur bilemiyorum ama bende bıraktığı marazı paylaşabilirim sizinle. Anne olmaktan korkmak.


 

ÖLÜMLE OYNAŞMAK

- mehmet can kaya -


Gözlerimi açıyorum. Uyandım. Her gün olduğu gibi... Hep derler ya; yeni bir gün. Bana sanki hep aynı güne uyanıyormuşum gibi geliyor. Tabi ki bunun, tamamen benim bakış açımdan, psikolojik sıkıntılarım ve kendimle konuşmakta zorlandığım bazı gerçeklerden kaynaklı olduğunu biliyorum ya da öyle sanıyorum.


Her neyse yeni kalktık, bunların sırası değil şimdi. Kahvemi yapıp balkona geçiyorum, sigaramı sarıp, doğan güneşe bakıyorum. Koşturmaya başlayan ve bir saat sonra aralarına katılacağım insanlara. Her biri ben olabilirdim. Çok küçük şanslarla şu anda buradayım. Yolda arabası bozulan az ilerideki orta yaşı biraz geçmiş, muhtemelen emekliliği gelince köye yerleşmeyi planlayan amca veya alt katta mezun olduktan sonra çok acayip şeyler olacağını düşünen ama bugünden daha kötü günler görecek başka şehirden gelmiş üniversite okuyan gençlerden biri. Ya da üç gün önce üst katta yalnız başına ölen teyze.


Herkes olabilirdim, ama şimdi buradayım, bu balkonda. Albet Camus’un “kahve mi içsem yoksa intihar mı etsem” sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Ben yanına bir de sigara ekledim. Bugün de ölmedim, belki yarın da ölmeyeceğim. Kendimi öldürmeye de pek niyetim yok. Fakat herkesin bildiği ama kimsenin tam olarak idrak edemediği bir gerçeği, tüm damarlarımda, bedenimin her hücresinde hissediyorum:


Bir gün hepimiz öleceğiz.


Sigaram yarıya geldi. Kahveyle eşit içmeye çalışıyorum. Geçmiş geliyor bazen aklıma, nedense hep hüzünlü veya dramatik olaylar. Ya güzel kardeşim -diyorum kendime- hiç mi eğlenmedik, hiç mi zevkin dibine vurmadık, hiç mi bitmeyecek gibi dans etmedik, yüzmedik, kahkahalar atmadık. O yüzden zihnimi geçmişten uzaklaştırıyorum çünkü beni sadece depresif yapıyor.


Geleceğe bakıyorum, bir iki yıl sonra daha iyi olacak, hayatımın kadınını bulacağım, tatlı çocuklarım olacak. Tabi tabi... Çocuğuma da aynı şeyi mi öğreteceğim, “bu hayatı tam olarak çözemedim ve bu ızdırabımı annenizle evlenip sizleri yaparak atlattım. Siz de çok farklı şeyler yapmayacaksınız, boş verin” mi diyeceğim? Hayır.


Sigaramın son nefesleri ve ben geçmişten sıyrıldım, uzak hatta birazdan kahvaltı yapıp işe gideceğim yakın geleceğin illüzyonunda da değilim. Bu “an”dayım. Sigaramın dumanıyım, içimde hücrelerime yayılıp o sahte rahatlama hissini verişine ama bir yandan da onları yavaş yavaş öldürüşüme tanık oluyorum.


Hayatla bu an’da kalarak sakinleşebiliyorum çünkü diğer hiçbir şey gerçek değil, hepsi zihnimde geçen ve sonra duygulara dönüşen sahte illüzyonlar.


Sigaram bitti. “An” da bitti. Peki şimdi. Bir gün “şimdi” de olmayacak, bütün bu sistem kapanacak. Kendimi ne dini, ne mistik yalanlarla kandıramam. Ölümü deneyimleme şansım bile olmayacak, e o zaman nedir korku? “Ben” öleceğim. Off çok önemli bir varlık, zihin yok olacak. Vay be... herkes bir “ben” sonuçta, niye bunu benimseyemiyorum. Ölümüne kaçıyorum ölümden. Ne faydası var ki bu korkunun. Nasıl yaşanılacağını değil, nasıl ölünmesi gerektiğini öğrenmeye çalışıyorum. Birileri ölmeli ki birileri doğsun, yaşam bir yolunu bulur.


Böyle savaşıyorum ölümle, her gün. Adına mücadele denirse tabi.


Kazananı belli bu maçın.


Sanırım sadece yarışmaya katılmış olmaktan memnun olmak gerekiyor.


O yüzden ölümle savaşmaktansa, ölümle oynaşmak daha makul görünüyor.



 

DOSTUMUN DOSTU IRVIN

- edward bloom -


On beş sene öncesiydi. Askere gitmeme kısa bir süre kala ailemden arka arkaya kayıplar yaşamış, kız arkadaşım tarafından terk edilmiştim. Artık tanrının benimle özel olarak ilgilenmeye başladığını düşünüyordum. Evrenin kusursuz uyumu(!), verdiği onca nimet, ezan okunurken uluyan köpek, domatesin içine -nedense hep tek dilde- kendi ismini yazması gibi mucizeler beni kendisine inandırmaya yetmemiş, artık cezalandırarak varlığını gözüme sokmaya karar vermişti. Ama ben ondan inatçıydım. Tüm peygamberleriyle üstüme gelsinler, ben tek onlar hepsiydi. Kendimi birliğime teslim olacağım güne "kötü günler geride kaldı, şimdi sırada daha kötü günler var" diyerek hazırlıyordum. Öyle ya, yaşanan onca acının üzerine insanın başına gelebilecek en güzel şey askere gitmek değildi.


Bir süredir farklı şehirlerde yaşadığımız ve tüm o dramatik sürecime tanıklık etmiş, varlığını her saniye yanımda hissettiren en yakın arkadaşım birkaç günlüğüne ziyaretime gelmişti. Tanıştığımız günden beri zaman geçirdiğimiz her an olduğu gibi oldukça verimli ve entelektüel paylaşımlarımızı yaptığımız, kendimi bir kutu vitamin içmiş kadar zinde hissettiğim o birkaç günün sonunda, otogardan uğurlarken bana Irvin Yalom'un Varoluşçu Psikoterapi kitabını vermişti. Kitaplarla ilgili önerilerine güvendiğim için, onu götüren otobüsün arkasından el salladıktan hemen sonra, kitabı açıp okumaya başladım.


Okuyanlar ya da inceleyenler bilir ki kitabın ilk iki bölümünde ölüm ve özgürlük temaları ayrıntılı şekilde incelenir. Yani o süreçte tam da benim için yazılmış gibidir.

Ölüm bölümünde, yakın zamanda yaşadığım kayıplara benzer vakaları okuyup yakınlarını kaybetmiş insanların bununla nasıl başa çıktıklarıyla ilgili tecrübeleri inceleme şansı bulmuştum. Yas sürecinde hissettiklerimin hiç de olağan dışı olmadığını, başıma gelenlerinse tanrının beni varlığına ikna etme yöntemi değil; her insanın az ya da çok mutlaka deneyimlediği, hayatın sıradan ve fakat nahoş gerçekliği olduğunu fark etmiştim. Bu, ölüm acısını ya da daha sonra yaşanabilecek kayıplarla ilgili korkumu bıçak gibi kesip atmaya yetecek kadar güçlü bir etkileşim değildi elbette fakat, ölüm gerçeğinin "sonu beklemek" yerine varoluşumun anlamını aramamı sağlayacak ve yaşadığım her andan duygusal doyum elde edebileceğim bir pencere olduğunu hatırlatmıştı bana.

İkinci bölüm olan Özgürlük ise, kız arkadaşımın gidişini, beni yalnızlığa mahkum eden bir terk ediliş olmaktan çıkarıp, belki de özlediğim yalnızlığımdan keyif almamı, uzun süreli ilişkinin etrafımda yavaş yavaş ördüğü görünmez kafesten çıkmam için bir kapı olduğunu hayal etmemi sağlamıştı. Artık ne istediğimi kendime sorabilecek ve cevabı da hür irademle verebilecektim.


Yakınlarımın kaybı ve terk edilme travmalarıyla baş edebilmemi sağlayan ve bugün bana "aynı ekiple aynı yerde bir ay daha askerlik yaparım lan!" dedirten şey işte o otogarda arkadaşımın verdiği kitaptı.


 

CADILIK VE BÜYÜCÜLÜK OKULU

- tuğçe eser -


Her boş olduğum an, aklımdan geçen düşüncelerden yorulduğum zamanlar oldu. Düşünmeyi durduramadığım zamanlar. Zor düşüncelerdi bunlar. Çoğu yakın geçmişe ait, öfke uyandıran, kırgınlık dolu. Aslında o gün, tam da o gün her şey yolunda olmasına rağmen, sağlıklı ve güvende olmama rağmen, yaşadığımı bildiğim geçmişten veya yaşanmasından korktuğum gelecekten kurtulamadığım zamanlar vardı. Düşünmeye başladığım anda bir kara delik gibi beni içine çekti, her gün saatlerce ağlamama neden oldu. Nasıl kurtulabilirdim ki bundan, gidip geçmişi değiştiremezdim artık. O geçmiş hep benimle birlikte yaşayacak, benim bir parçam olacak. Nasıl başaracağım bu parçayı kabullenmeyi?


Derken; içimizden çıkan o fantastik masalları fark ettim. Gerçek olamayacak bir dünyada geçiyordu ama sanki en gerçek olan onlardı. Mitolojiden günümüz dinlerine; kitaplardan filmlere kadar insandan çıkan bu masallar, büyük bir derinlikle bana yol gösterdi. Önce hayatımda okuduğum ilk kitap olan Harry Potter koştu yardımıma. Atladım, Hogwarts Express’e ve şahane bir dünyaya ulaştım. Şimdi, bu sihirli dünyada, elimdeki gücü nasıl kullanacağımı her adımda daha da fazla öğrendiğim bir öğrenci cadıyım. İzin verirseniz size ders notlarımdan birkaç şey paylaşmak isterim.


Dementors

Ruh emiciler; iyi hatıralardan beslenen ve yanına yaklaştığında tüm güzel ve iyi şeylerin sonunun geldiğini hissetmene yol açan, sadece kötü anıların elinde kalacak şekilde, içindeki tüm güzelleri emen yaratıklardır. Onlar etrafındayken, aklına sadece kötü anıların, korkuların ve endişelerin gelir.


Patronus

Ruh emicilerin yakınında olduğunu anlamak bile çoğu zaman, yolunu değiştirip onlardan kaçabildiğin için, o ruh halinden kurtulmak için yeterlidir. Ancak bazen bu yetmediğinde; kullanabileceğin büyü Expecto Patronum’dur. Bu çok ama çok güçlü bir mutlu anıyı zihninde canlandırman ve onu çalmalarına izin vermeden, zihninde tutman ile mümkündür. Zor ve ustalık gerektiren sihirlerden bir tanesidir. Latincede kelime karşılığı “Koruyucumu çağırıyorum” dur. Buradaki koruyucu anı olabileceği gibi bir animagus, içindeki eril karakteri temsil eden bir başkası da olabilir. Benim için babamın çok önce bana anlattığı bir İslam hikayesinin, izlediğim Kore dizisinde Healer olarak adlandırılan karakterle birleşmesinden oluşan, her an her türlü kişiye veya cisme bürünebilen bir koruyucu. Burada işler biraz karışıyor. Bu tip karakterlere atanan anlamlar kişiye ve yaşantısına göre değişiklik gösterebilir. Ancak, kendi anlam atamanızı yaratmanın çok faydalı olduğunu savunuyorum.


Snape

Kitapta geçen karakterden biri de Prof Snape. Son derece irite edici, yaptığınız hiçbir şeyi asla beğenmeyen, hep daha iyisini yapmanız gerektiğini ve yetersiz olduğunuzu suratınıza vuran, suratsız bir öğretmen. Bu karakter, benim içsel eleştirel sesim. Ne zaman onunla karşılaşsam, koşarak kaçmak istiyorum. Asla ama asla memnun olmuyor. Ancak kitapta da olduğunu gibi, bu karakter, pek belli etmese de, aslında beni korumak görevini üstlenmiş ve anneme olan aşkından ötürü benim için yapamayacağı neredeyse hiçbir şey olmayan, çok yanlış anlaşılmış bir kahraman. Yine de gördüğüm yerde kaçarım, uzaktan korusun.


Hogwarts

Güvenli alan

Bu muazzam şato, Harry Potter dünyasındaki en korunaklı yerdir. İçindekileri korumak için en güçlü büyülerle donatılmış her ihtiyacınıza cevap veren akıllı ve sıcacık bir yuva. Burası ne zaman kendimi güvende hissetmek istesem ziyaret ettiğim bir yer. İçinde olduğumu düşünmek, gözümde kalenin duvarlarını canlandırmak, şöminede yanan ateşin çıtırtısını duymak, müziğini kulaklarıma getirmek, her zaman sinir sistemimi yatıştırır ve beni rahatladır. Dumbledore’ın da dediği gibi “Help will always be given in Hogwarts to those who ask for it.”


Abra Kadabra - I will create as i speak - Sözlerimle yaratıyorum

Avada Kedavra - I will destroy as i speak - Sözlerimle yok ediyorum


Ödev: dilinden çıkan her sözcüğe dikkat et. Dedikodu yapma. Kötü söz söyleme. Kötü niyet belirtme.


Sevgi

Kitap, içinde birçok muazzam büyüler barındırsa da; yazar en güçlü büyünün sevgi olduğunu söyler. Sevgi büyüsü, Voldemort’un en çok alay ettiği, küçümsediği ve kullanamadığı büyüdür ve tahmin etmediği bir şekilde kendi sonunu getirir. Sevgi büyüsünden, birçok din ve inançta da bahsedilir. Ancak anlatılan, bir erkeğe, kadına olan sevgiden daha farklı anlamda, Rumi’nin bahsettiği daha geniş bir anlamda olabilir. Bu büyü üzerine çalışmalarım devam ediyor, hakim olmadığım bir alan olduğu için burada bırakıyorum.


Dark Phoenix

X- man hikayesindeki Jean’ in süper gücü saldırıya uğradıkça güçlenmektir. Her saldırının gücünü, kendi içinde dönüştürüp, kendi gücü olarak kullanır. Kontrol edilmesi zor olan büyük güçlere ulaşılabilir. Kontrol etme yeteneği, geçmişi affedebilmesidir.


Riddiculus

Korkulan bir nesneyi, aklında komik bir şekilde canlandırarak korkudan bir süre arınmak. Çok korkulan bir patronu, anneannenin kıyafetleri içinde hayal etmek; korkulan bir örümceğin, paten ayakkabı giydiğini düşünmek; korkulan karanlık bir odada, Sevimli Canavarlar filmindeki canavarın olduğunu düşünmek vb.


Medusa

Medusa’nın gözlerine bakmak, travmanın gözlerine bakmak anlamına geliyor. Onunla baş etmeye çalışan Perseus’un gücü kalkanıydı. Kalkanındaki yansımasında Medusa’nın yerini anlayıp onu yok etmişti. Onun kalkanı bedeni temsil eder. Travma ile onun gözlerinin içine direk bakarak değil, bedendeki yansıması ile çalışmak daha akıllıcadır.


Ödev: Beden farkındalığını arttırıcı çalışmalar, meditasyon, yoga vb.


Harry’in Sırlar Odasına girişi; travma ile baş etme hikayesidir. Basilisk, Medusa’nın yerini alan canavardır. Phoenix, canavarın gözlerini oyarak savaşa yardım eder. Ancak canavar hala koklayarak sizi bulabilir. Phoenix’in gelmesine yol açan davranış, Dumbledore’a olan sadakattir. Tanrıya olan inanç ve bağlılıktan bahsediyor olabilir. Godric Gryffindor’un kılıcı ise bir başka kaynaktır.


Ödev: Kaynak oluşturma (ağaç meditasyonu, klasik müzik, healer*…vb)


Hikaye birden fazla kaynağın kullanılmasıyla başarıya erişir. Buradaki Voldemort, kendini yeniden var etmeye çabalayan ancak aslında çoktan geride kalmış anılardan oluşan bir hatıra defterinden güç alır. Defter ancak, Basilisk’in kendi zehri ile yok edilebilir. Zarar verici travma, yarar sağlayacak şekilde, kendi amaçlarına uygun olarak kullanılabilir. Travmadan öğrenebilebilir hatta güç kazanılabilir. Şerdeki hayır görülebilir.


Ödev: Bu zehirden ne gibi güç kaynakları çıkartabilirsin ?


Ginny, bakir olandır. Safdil olan seni temsil eder. Kolay kandırılabilir. Hikaye, Harry’in “her şey yolunda Ginny, bu sadece bir anıydı” demesi ile sona erer.


Bunlar çoğunlukla Harry’in dünyasından benim dünyama atanan güçler. Hepsinden bahsetmeye zamanım olmadı. Ama sanırım hayatıma en büyük katkıyı yapanları paylaşabildim.


 

ŞİİRDEN UÇAK

- dalgın canbaz -


Babamın dediğine göre on yaş civarlarındayım. Okuma yazmayı öğrendiğim anda kendimi Doğan Kardeş dergilerinin, Çarli’nin Çikolata Fabrikası’nın, Şişkolar ve Sıskalar’ın, çeşitli macera kitaplarının içinde bulmuştum. Pazar günleri boylu boyunca kanepeye uzanır, kendimi kitaplar aracılığıyla farklı dünyalara açardım. Uzandığım yerden, bambaşka dünyalara yolculuk edebilir, yeni insanlar tanıyabilirdim. Gerçek dünya, çok fazla sarsıntılıydı o zamanlar ve kitabın kapağını açtığımda, dış dünyanın kapılarının kapandığını keşfettim. Anne babam ayrılalı iki yıl olmuştu, ama benim çocuk beynim hala olanlara tam anlam veremiyordu. Yaşadığım değişim, öğretmenimin gözünden kaçmamış, hatıra defterime, koca gözlüm, sen dünyadaki bütün zorlukları aşabilecek güçtesin yazmıştı. Gerçekten, dünyaya kocaman açılmış, anlamaya çalışır gözlerle bakıyordum ama anlayamıyordum bir türlü. Aynaya bakıp, bu ben miyim, bu bedenin arkasında ne var, nasıl bir şeyim diye anlamaya çalıştığım dün gibi aklımda.

Babaannem ve babamla yaşamımı sürdürürken, çok çalışmak, iyi, parlak, uyumlu bir öğrenci ve insan olmak dışında bir yol bulamamıştım. Hatta bunun dışında bir yol düşünmemiştim bile.


Duygularımı kendi içimde yaşıyor, dışa vurmamayı, suskunluğu seçiyordum. Adım sorulduğunda bile cevap vermezdim. Okulda, başka bir çocuğa kızıldığında bile, bunu üstüme alıp üzülebilirdim. Tartışmalardan, tartışma ortamlarından acayip korkuyordum. Dünyanın, durgun bir göl gibi kıpırtısız olmasını istiyordum hep.


Sözel iletişim yerine, elimle ve ya yazıyla kendimi ifadeyi çocukluktan beri sevmişim bunu görüyorum. Yani, şiirle, yazıyla, heykelle, resimle. Gittiğimiz komşulara, parklara bile yanımda kendi yaptığım tuz hamurlarını taşırdım. Sürekli o hamurlardan bir şeyler yapardım. Deli Nergisler, Çöpten Kadınlar, Küçük Evler, Büyük Dünyalar...


Böyle günlerden bir akşam, babamla nerden çıktığını hatırlamadığım bir tartışma sonucu bozuşmuştuk. O salonda, ben odamdaydım. Ve bir an da bir şiir yazmak geçti içimden. Ve daha sonra bu şiiri kâğıttan uçak yapıp içeri, babama attım. Babam şiiri okudu ve Can Yücel’ in mi bu dedi? Hayır, benim baba dedim.


Şiir de şuydu:


Büyüdüm

Çay Semaverin dışına taştı.

Elma olgunlaştı.

Ben büyüdüm birden.

Nasıl oldu bilemem.


Atımın üstüne atladım.

Koşmaya başladım.

Ben koştukça, küçüldü yumağım.

Keşke küçük kalsaydım.

Bebeğimle oynasaydı .

Bebeğim yere düştükçe

Büyüseydi yumağım.

 

ÖREK

- topaz -


Yeşile sarıldım. Bitmeyecek gibi gelen isyan günlerimin ardından bir arkadaşımın önerisi ile bir doğa yürüyüşüne katıldım. Hiçbir zaman medeniyet delisi olmasam da bu kadar medeniyetsizliği, dağda bayırda yabani hayvanlarla karşılaşma ihtimalini, böceği filan göze alıp “yürümek” fazlasıyla manasız, amaçsız ve gereksiz gelmişti ilk yürüyüşe başlamadan dakikalar öncesine kadar fakat her şey belki o gün değişmeye başladı. Neden “daha fazla doğa, daha az insan” kartını oynamayı hiç akıl edememiştim ki?


Doğa yürüyüşlerine yanımızda götürdüğümüz kahvaltılıkları masaya serdiğiniz bir köy kahvesinde başlıyorsunuz, çayınızı, termosa koyacağınız sıcak suyunuzu o kahveden alırsınız. Kahveciye mutlaka önceden haber verilir çünkü o saatte, o kadar kişi için çayı olmayabilir. Kulüp başkanı haber verir, pazar günü sabah sekiz buçukta orada olacağız diye, eh kahveci duyarsa köyün zaten uykusuzluk çeken dedeleri duymaz mı? Dedeler, sanki köyün kahvesi onların üzerine yapılmışçasına hareketsiz, bize de kıyak geçmek adına sobaya tıka basa doldurdukları odunların sıcağında, sobanın başında bizi bekliyor olurlar. O kısa vakitlerde, çayları soba ve dedelerin ahiret soruları eşliğinde içersin, büyük keyifle.


Sabahın bu saatinde aklınızı mı yediniz ?

Seneye de zam gelir mi bu elektriğe?

Aslen nerelisiniz? Atalardan beri mi yoksa sonradan mı göçmüş sizinkiler o tarafa?

E bu yaşta da bekar gezilir mi goca gız?


Sonra aynı anda onlarca kişi yürüyüş için ayaklanır kahvede, rengarenk kıyafetler ve enteresan yardımcı ekipmanlarla, mesela totomat :)


Yürürsün, yorgunluktan etrafa bakacak vakit bulamazsın bazen, sonra zirveye çıkarsın kimi zaman binlerce metre yükseklikte, nefesin kesilmiştir ama herkes birbirini alkışlıyordur, bitkin halde şaşarsın insanların gözlerindeki ışığa…


Muhteşem bir yaylada kamp yapmayı deneyimledim, kuru odun toplayıp ateş yaktık, yemek pişirdik o ateşte ve yağmurlu bir gecede mis gibi ilk çadır uykuma yattım.

Orada, medeniyetten, insandan uzakta, insanın derdini tasasını unutmasa da bir süreliğine boş verebileceğini gördüm.


Yıllar yıllar oldu, genelde az kişi kampa gidiyoruz şimdilerde ve ben artık zaman zaman da olsa gerçeklerden kaçabiliyorum. Maske takmaktan, pandemiden hatta bazen kendimden bile kaçabildiğim yer ,orada evim arabanın bagajında, ne yiyeceğimi, ne giyeceğimi önemsemediğim zamanlarım var artık dağ başlarında, dere kenarlarında, yaylalarda…


Kaçmak hoş ama oradayken aslolan, salt kendini dinleyebileceğin anları yaratabilme kolaylığı, dedelerimizden bile yaşlı ağaçların yağmura, fırtınaya hatta insan canavarına rağmen hala dimdik ayakta durduğunu görmenin bahşettiği güç, köylü teyzelerin ikram ettiği, elleriyle yaptıkları tereyağları, ayranlar, çaylar. Amcaların ellerinde değnek inek kovalarken “ah iki ay önce gelseydiniz kovayla dereye iner bi kova balık tutardım size” diye hayıflanmaları, belki torunlarından birinin de üniversite okuduğunu ışıl Işıl anlatmaları.


İnsanların doğaya, ineğe, köpeğe duydukları saygı, anaları babaları gibi hürmet göstermeleri, sahip çıkmaları, sevmeleri…


Demem o ki ben doğaya sarıldım ve beni hiç elim kolum havada bırakmadı, herkesten güzel karşıladı, “Gelmek isteyen olursa haber et, her daim başım gözüm üstüne dedi..”


İlginize, bilginize…


 

BAKMAK VE GÖRMEK

- msy -


Her zorluktan sonra bir kolaylık olduğu kesin ama o zorluk dönemini atlatmak için kullanılan mekanizma çok daha önemli. Çünkü her zorluk, insanda negatif etki bırakır. O dönemi en az hasarla atlatmak her yiğidin harcı da değildir. Bunun için daha çok acı, daha çok tecrübe gereklidir.


Şimdi sizi yıllar öncesine götürmek istiyorum. Lise hayatıma. Hayatımın en saçma yıllarıydı. Kendime en çok eziyet ettiğim, en gereksiz insanlarla arkadaşlık kurduğum, bilginin ve çalışmanın sıfır olduğu, hak etmeyen birine gönül verip dört yıl boyunca onun için gözyaşı döktüğüm, kısaca ziyan olan dört yıldan bahsetmek istiyorum.

Lise tercih zamanında istediğim bir lise vardı fakat ailem bu fikri benim veremeyeceğimi ve onların istediği bir liseye gitmem gerektiğini söyledi. Aileler ne kadar meraklılar hiçbir tercihi çocuklarına bırakmamaya. Çünkü onlar her şeyin en iyisini bilir, değil mi?

Bu savaşın sonunda onlar galip geldiler ve beni (onların istediği) liseye yerleştirdiler. Bunun kinini içimden atamıyordum, nefretim her gün artıyor ve artık kendime hakim olamamaya başlıyordum. Yedi yıl oldu hâlâ o burukluk içimden gitmez. Gittiğim okulda iki tane sözde yakın arkadaşım oldu. Her şeyi onlarla yapıyorduk. Her şeyden kastım; okuldan kaçmak, kavga çıkarmak, okul dışında ne yapacağımızı konuşmak vs vs... O okulda çok başka bir insan olmuştum. Sürekli kavga eden, müdürün odasından çıkmayan, herkese diklenen klasik asi ergen kızdım. O zamanlar bunu kabullenmezdim biri neden böyle olduğumu sorduğunda ailem istemediğim okula yolladı beni, ben de burunlarından getiriyorum derdim. Aslında onlarlık bir durum yoktu. Ben kendi kendime zarar veriyordum. Notlarım çok düşüktü ve hocalarım da benden nefret ederdi. Kim severdi ki böyle bir öğrenciyi?


Gel zaman git zaman ben iyice asileşmeye başladım. Okula her gün ağlayarak hazırlanır ve ders bitmeden güvenlikçiyi arkamdan bağırtarak kaçardım. Koşarken her zaman şu cümleyi kurardım "bu okuldan nefret ediyorum! Bu okuldan nefret ediyorum!" gerçekten iliklerime kadar nefret ediyordum. Okulumuz yeterli ve iyi bir okul değildi. Ama abarttığın kadar da var mıydı derseniz asla yoktu.


Lise son sınıftayken hayatımı değiştiren birine yaşadıklarımı anlattım ve bana sinirlenerek şu cümleyi kurdu "yaşadığın yeri cennet yapmadığın sürece kaçtığın her yer cehennemdir!" ve ekledi "hayatını mahvetmeye ne kadar da meyillisin. Oysa ki, güzelleştirmek için ne kadar da çok nedenin var." Çok haklıydı. Her zaman nefret dolu baktım, nefretle bakılan bir şeyi güzel görmek imkansızdı. O söz benim baş etme mekanizmam oldu. Kolay kolay insanlarla iletişim kuramıyor, girdiğim her ortamda sadece insanları dinliyor ve tanımadığım insanların yanından her zaman kaçacak yer arıyordum. Çünkü onlarla iyi olmak hiç aklıma gelmiyordu. Gözlerim hep kötü yönleri, eksiklikleri görüyordu. Oysa ne kadar da güzellikler varmış. İnsanları dinlemek onlara derdini dökmek ne kadar da rahatlatırmış. Bunu o sözden sonra anladım. Ne zaman istemediğim bir yerde bulunsam bu sözü hatırlar ve orayı cennete çevirmeye çalışırım. Çok güzel de başarırım. Lise son yılımda bir şeyleri düzeltmeye çalıştım; farklı arkadaşlar edindim, hocalarımla iletişimimi düzelttim ve derslerime odaklandım. Bambaşka bir insana dönüştüm ve kendimi seviyordum. İnsanlarında beni sevdiğini görünce her şey daha da kolaylaşmıştı. Sonrasında bir üniversite kazandım ve gittiğimde her şeye o kadar güzel adapte oldum ki. Farklı farklı arkadaş gruplarına girdim, farklı farklı yurtlarda kaldım, farklı farklı kulüplere katıldım... Orada herkes ve her şey mükemmel miydi? Değildi. Ama ben güzel bakmayı öğrenmiştim. Bu sözle değişmiştim ben değişince de hayatım değişmişti. Değişimleri seviyorum bu bana yenilendiğimi hissettiriyor. Ve en önemlisi de hissetmeyi seviyorum bu bana insan olduğumu hatırlatıyor.



 


ZAMAN, UMARIM BU SIZIMA DA İYİ GELİRSİN

- mutlu -


Sizde de oluyor mu bu?


İnsanlara destek olurken ilham verici cümleler kurup, onlara iyi geldiğiniz ama kendi sorunlarınızda hiç bir şey yapamadığınızı hissettiğiniz oldu mu daha önce?


Kişiliği ve başarıları ile kendisine hayran olduğum bir eğitmenim başından geçen boğulma tehlikesini anlatmıştı. Hayatın her an bitebileceğini ve nefes alabildiğimiz sürece hayatta geçmeyecek hiçbir sorun olmadığını öyle güzel hissettirmişti ki... Bu benim çaresiz hissettiğim anlarda gözümde büyüttüğüm her ne ise onu önemsiz görmek için kurtarıcım olmuştu.


Tanıdığım, sohbet edebildiğim birçok kişinin de bakış açısını olumlu yönde

değiştirebildiğime inanıyorum.


Bu yazıya başlarken de zorluklardan nasıl da kolay sıyrılabildiğimi anlatacaktım. Hiçbir şey hayatta olmaktan önemli değildi. Sağlığımız yerinde ise üzülmeye değecek ne olabilirdi ki? Aldığımız her nefes ne kadar da değerliydi...


Şimdi ise nefes alamıyorum. Ruhum sanki zorla bir şişenin içine tıkılmış gibi. Bağırmak istiyorum ama sesim yok. Çıkıp gücüm bitene kadar koşmak istiyorum oysa ayağa kalksam adım atabileceğime bile inancım yok.


Bana iyi gelen ne varsa bir şekilde elime yüzüme bulaştırıyorum. Bunu istisnasız her konuda yapıyorum. Sevmeyi de beceremiyorum... Sevgimi sonuna kadar vermek istiyorum ama bunun rahatsız edebileceğini düşünemiyorum. Bu yüzden birini kaybettim bugün. Bana yıllardır iyi gelen kıymetlimi kaybettim. Tüm geçmişimiz, güldüğümüz, dertleştiğimiz bütün anlar bir anda çöp oldu. Bağımızın o kadar çok nedeni varken kopmamıza tek bir sebep yetti! Canım bedenimden çıkıp gitti sanki.


Baş edebileceğim bir yol yok, iyi gelebilecek hiç bir şey yok. İnandığım, önerdiğim, beni her defasında ayağa kaldıran sözler şimdi anlamsız.


Her şeye ilaç olan zaman, umarım bu sızıma da iyi gelirsin...



 

VAZGEÇME

- bir başka dünyadaki -


Sofokles demiş ki, arayın bulacaksınız, araştırılmayan keşfedilmemiş kalacaktır. Tıpkı böyle, bende kendi içimden, kendime doğru bir yolculuğa çıktım. Kendi dünyamda bambaşka suretlerimle karşılaştım. İnandıklarım, inandırıldıklarım sarsıldı ve değişmeye başladım. Bana dayatılan kaderin dışına çıkmam gerekiyordu. Hayatımın en zor dönemi, hayallerime ailemi ve çevremdeki insanları inandırmak için çabaladığım yıllardı. İnsanlar gözleriyle görmedikleri şeylere inanmakta çok zorlanıyorlar. Eduardo Galeano, Yürüyen Kelimeler kitabında; “Daha doğmamış olan ne açıklanabilir ne de anlaşılır; ancak hareket ettikçe hissedilir, ele gelir” der. Zaten inandığım şeyleri vaaz verircesine anlatmanın boşuna çabalamak olduğunu sonradan fark ettim. İnandığım şeyi anlatmaktansa inandığım şey olmalıydım, anlatmakla uğraşmak yerine harekete geçmeliydim. Bu süreçte en sık duyduğum cümle; o işler için geç kaldın oldu. Bisiklet sürmek için, dil öğrenmek için, yeni bir okul okumak için, enstrüman çalmak ve esnek bir bedene sahip olmak için geç kalmıştım onlara göre. Hep iş işten geçmişti. Mesela geç kaldığın derse girmek anlamsızdır, konuyu anlayamazsın. Ya da başını kaçırdığın film çekiciliğini kaybetmiştir, zevk alamazsın. Bu yüzden geç kaldığıma inanırsam, hayallerimden de vazgeçerdim. Beklenti buydu ama olmadı. Bir türlü inanmadım geç kaldığıma. Herkes sussun diye istemediğim bir bölümü okumaya devam ettim ve gizlice kendi yoluma çıkmak için araçlar biriktirmeye başladım. Okul bitti, aile yanına geri dönmemek için iş bulup çalışmaya koyuldum. Hayalini kurduğum işe ulaşmak için tekrar üniversite okumam gerekiyordu. Okul sınavlarına girdim fakat sonuç olumsuz oldu. O kadar korktum ki aile yanına geri dönmekten, kendimden vazgeçmekten, özel bir üniversitede okul parasını çalışarak öderim, okuyabilirim diye düşündüm. Yüzde elli bursla özel bir okula kayıt yaptırdım. Coşkuyla hayallerime doğru bir adım attım. Bekar ve genç bir kadın olduğum için tüm gece vardiyaları bana yazılıyordu. Düzenli aile yaşantısı olanlar, gündüz çalışıyordu. Bu adaletsiz çalışma düzeni sağlığımı kötü etkilemeye başlamıştı. Gündüz okula gidiyordum, gece nöbet tutuyordum. Herkes gözlerini üzerime dikmiş vazgeçmemi beklerken, ben inatla devam ediyordum. Bununla birlikte bedenim bu ağır yükü kaldıramadı. Uykusuzluk, yorgunluk, iyi beslenememek derken hastalandım. Hem çalışmak hem de inandığın şeyler için istikrarla savaşmak gerçekten zor. İmkansız değil ama zor. Dört yıl bu şekilde çalışarak okuyabileceğime dair inancım yıkılmıştı. Ya devlet üniversitesini tekrar deneyecektim ya da bu sevdadan vazgeçecektim. Tekrar denemeye karar verdim. Elimdeki olanaklarla yeniden sınavlara hazırlanmaya başladım. Bu sırada meslek erbapları, bu meslek için uygun kriterlere sahip olmadığımı, arkadaşlarım geç kaldığımı, ailem saçmaladığımı, erkek arkadaşım delirdiğimi söylüyordu. İçimdeki şüphecinin beslenmesi için gerekli gıda çevrem tarafından itina ile sağlanıyordu. Tıpkı Prometheus gibi içimdeki inanç gece yenileniyor, gündüz kartallar tarafından yeniyordu. Sonunda kulaklarımı kapattım herkese. Beş gece üst üste nöbet tutup izin aldım çalıştığım yerden; sınavlara girmek için şehir dışına çıktım. Üç farklı ilde sınava girdim. Ve son girdiğim ilin okuluna kabul edildim. İşten istifa ettim ve yeni bir maceraya başladım. Bu macerada yalnızdım. Her zaman şahane şeylerle karşılaşmadım. Başım da okşandı, düşüp yaralandım da. Ama iyi ki vazgeçmedim. İyi ki devam ettim. İyi ki kendime inandım. İyi ki hala bu maceradayım. Olduğum kişiyi, sahip olduğum her şeyi hatta şu an bu yazıyı yazıyor oluşumu bile o kararlılığa borçluyum.


 

ALİYE HANIM’IN ÖDEVİ

- nehir niş -


Sevgiliydik ve evlenmeyi düşünüyorduk, ama ilişkideki önceliklerimiz başkaydı. Onun iş yerinde sorunları vardı. Kendine ait işletmesinde bir takım tadilat ve yenilikler yapmaya başladı. Bu işler başladıktan sonra buluşma zamanlarımız kısalıp, ortadan kalktı. Bana, bize ayrılacak bir vakti yok. Yaratmak için de bir çaba söz konusu değil. Ortak hiçbir alanımız kalmamıştı. Duygularımın yoğunluğu beni yoruyordu artık. Aşkın aptal oyuncusu bendim burada. Yaşadığımız ufacık sorunlar bile beni alt üst ediyor, içim toparlanamaz bir cehenneme dönüyordu. Bana karşı ilgisizliği; ama, bir yandan annesiyle tanıştırıp düğün gelinlik için konuşmalar yapmamız. Bir süre böyle olacak diye düşündüm. Birlikte karar verip netleştirmeden adım atabileceğim bir şey yoktu. Telefonda bile konuşamaz duruma gelmiştik, bırakalım yüz yüze görüşmeyi. Hep yoğun ve meşgul. Bir gün otobüsle eve giderken; “İstersen ayrılalım.” diye mesaj attım. Cevap; “Tamam sen istiyorsun madem, ayrılalım.” oldu. Sonrasında ben kendi kendime üzülmeler, pişmanlıklar yaşıyorum. Karşı taraftan ses yok.


“Konuşmayacak mıyız? “ diye mesaj attım bir ay sonra. “Bitirdik her şeyi neyi konuşacağız?” diye cevapladı. Ben ısrar edince nerdeyse ayaküstü denilecek bir şekilde buluştuk konuşmak için. Ayak üstü çünkü iş yerinde görüşmeyi tercih etti. Önce ben başladım. “İki yıldır birbirimize emek verdik ve evlenmeyi düşünüyoruz.” dedim. “Aileleri haberdar ettik.” “Ama ayrılmak için bile konuşmaya vaktin yok öyle mi? Önceliğin ya da duyguların değiştiyse bunları söyleyebilirsin. Ama iş yoğunluğum var o yüzden ilişkiyi sürdüremiyorum saçma bir gerekçe.” dedim. “Hatta başkasından hoşlanmaya başlamış olman bile bu gerekçenin yanında incitici olmaz. Çünkü duygular bitebilir.” Ben öyle çok sıkıştırınca; “tamam artık seni sevmiyorum.” dedi. Sonunda rahatladım. “Bence bu en dürüst açıklama.” deyip teşekkür ettim. Ayak üstü olan konuşmamızı sonlandırıp oradan ayrıldım. Evet insanların duyguları bitebilir ama benim duygularım kanlı canlı sürüyordu. Ne yapabilirdim ki? Ağlayarak eve geldim. Normalde arkadaşlarım tarafından sürekli güçlü bir insan olduğum söylenir. Oysa ki o an çok zayıftım.


Bir hafta işe gitmedim, evden de çıkmadım. Sanki evimizde çok yakınım olan birisi ölmüştü ve ben bunu kabullenemiyordum. Çeşitli alkol türleri alıp içiyordum. Bitmeyen ağlama krizlerim onu aramamak için telefonumu kırmam... Bir hafta sonra toparlanıp işe gittim. Yüzümden halimden gerçekten hasta olduğum kesindi. Ruhum, psikolojim hasta diyemedim. Bir hafta sonra aşırı baş ağrısı ve bayılma ile hastaneye kaldırıldım. Nöroloji bölümünde serum ve su vererek yaklaşık on gün yatırdılar. Çekilen beyin emarları temizdi. Yanıma gelen doktor; “ Seni psikiyatri bölümüne sevk edeceğim çünkü aşırı strese bağlı bir kasılma olduğunu düşünüyorum.” dedi. “Aşırı strese girdin mi?“ Herhangi bir cevap vermedim.


Annem telefonumu yeniletmiş. Hastaneden çıkıyoruz. Randevu alıp başka kliniğe geleceğim o hafta, kollarım delik deşik. Telefonu açıyorum. Birikmiş mesajlar peş peşe geliyor. Annemin yüzü telaşlı tedirgin. İş yeri ve sonra o. Neredeyse her gün yazmış; “ benimle arkadaş kalabilirmiş, nasılmışım falan, ama zaten ben istemişim ayrılmayı.” Hiç bir şey yazmadım. Sonra niyeyse yazdım “ arkadaş kalamayız, benim duygularım var sana karşı ve görüşmek istemiyorum.” diye.


Psikiyatri bölümündeki randevuma ertesi gün gittim. Adı Aliye hanım olan doktorumun yüzü annemin yüzü gibi; kaygılı, üzgün ve yıpranmış duruyordu. Sohbet ettik ilaçlar yazıldı. Kendimi iyi hissetmek için günlük program yapıp bunları yazmamı, ayrıca kendimi suçladığım konularda mantıklı gerekçelerle bunları cevaplamamı istedi. O kadar kötüydüm ki ağır bir depresyon geçirdiğimin farkındaydım. Ve onu arayıp bazen yalvarmak kendimi affettirmek bazen de ağzıma geleni söyleyip küfür etmek istiyordum. Bazen de intihar eğilimli birisi olduğum için, mektup yazıp ilaç içmeyi ya da yaşadığımız evin yedinci katından atlamayı planlıyordum. İlaçları çok gönüllü olmayarak kullandım ve her gün Aliye Hanım’ın verdiği ödevi yaptım. Ağlama krizlerim kesilmişti. Ona ait ne varsa çöp poşetlerine doldurup çöpe attım. Fotoğrafların çoğunu sildim. İlk ilişkim değildi ama ilk defa bu kadar kötü olmuş, takıntı haline getirmiştim.


Her gün yazdım. Kendimle ilgili çoğu şeyi, yaşadıklarımı, sebeplerini, sıradan hayatımın akışını. Sonra bir baktım çok daha iyiyim. Beni aramayı ve sosyal medyadan yazmayı sürdürdü o. Bazen kısa cevaplar verdim bazen de hiçbir şey yazmadım. Onu bitirirken ve yaşadığım o takıntılı duygularımı aşarken kendimi daha yakından tanıdım. Suçlu falan değildim bana karşı takınılan tutuma tavır alma eleştirme hakkım elbette var. Aliye Hanım’ın verdiği ödev hep sürdü. Yazmak beni iyileştirdi.


 

TÜRK FİLMİ

- coggywriter -


İlk aşık olduğum günü hiç unutmuyorum. Haziran ayıydı. İstanbul' da yaşayan bir dostum ailesini görmek için İzmir' e gelmişti. Hemen buluşmalıydık. Fakat benim haricimde dört, beş kişi daha olacağını duyduğumda biraz keyfim kaçmıştı. Bir yandan gitmek istiyordum, bir yandan da kalabalık olması, doğru düzgün konuşamayacağımız düşüncesi baskın geliyordu. Velhasıl bin bir naz ile görüşmeye gittim.


Ünlü bir kahve zincirinin Alsancak şubesiydi. Ben geç gittiğim için, herkes kahvesini almıştı. Kahvemi alıp masaya geçtim. Karşımda hiç tanımadığım biri vardı. Onlar konuşup sohbet koyulaştıkça, ben karşımdakine bakıyor, ne kadar güzel ve çekici olduğunu düşünüyordum. Bir an masada sadece ikimiz vardık. Hiç beklemediğim bir anda bana soru sorunca heyecandan kahveyi üzerine devirdim. Mahçup, şaşkın ve sakardım. Temizlemeye çalışsam da daha kötü olur korkusu ile çekindim. O zaten durumu anlamış olacaktı ki "ben hallederim" deyip lavaboya gitti.


Masadakiler bana bakıyor, ben onlara bakıyordum. Çıt çıkmıyordu. Toparlandık, kitap ve dergi satan bir mağazaya girdik. Herkes bir tarafta dolanıyordu. CD'lere bakmak için müzik bölümüne girdim. O da yan taraftaymış. Hiç unutmam Sezen Aksu yeni albüm çıkarmıştı. Aynı CD' ye ellerimizi uzatıp göz göze geldiğimiz o anı aklımdan hiç çıkaramamıştım.


İşte böyle başlamıştı ilk aşkım. Çok klişe olsa da, bir film sahnesi gibiydi. Bu kadar güzel başlayan bir aşk ile İzmir bize çok daha farklı geliyordu. Herkesi ve her şeyi seviyorduk. İki yıl geçmişti. Derken bir gün İstanbul'da büyük bir holdingde işe kabul edildiğini ve oraya yerleşeceğini söyledi. Belli etmek istemesem de çok üzülmüştüm. Kafamda felaket senaryoları dolanıyordu. "Beni artık sevmiyor mu?" diye düşünmeye başlamıştım.

Gün geldi çattı ve onu uğurladım. Yeni iş, yeni ev ve yeni bir hayat kurmuştu kendine. Bu özgürlükten onu alıkoyamazdım. Zannettiğimin aksine çok iyi idare ediyorduk. O geliyordu, ben gidiyordum. İki yıl daha mekik dokuyarak geçirmiştik. Evlenmeyi bile düşünüyorduk.


O zamanlar iyi bir şirkette yöneticiydim. Yemek saatinde sevgilimi aradım. Kapalıydı. Geri döner düşüncesi ile " seni özledim" yazıp mesaj yolladım. Saatler geçmiş, hiçbir şekilde geri dönüş olmamıştı. Evde deli oluyordum. Nasıl böyle sorumsuz olabilirdi? Bir gün, iki gün derken üç ayı aşkın süre böyle geçti. Okuduğunuzda diyeceksiniz ki; "niye kalkıp yanına gitmedin?" Aslında çok istedim. Gidip neler oluyor öğrenmeliydim. Fakat bana bir mesaj yazmayı bile çok görmüştü. Gitmek değer miydi? Her geçen gün ondan uzaklaşıyordum. Mutsuzdum, aşk neydi? Ben ne yaşıyordum? İş hayatımda başarısız olmaya başlamıştım. Tek yaptığım eve gelip yemek yemek ve uyumaktı.


Bir gün telefon çaldı, açtım. Farklı bir numaradan o arıyordu. Aylarca depresyonda olduğunu, anne ve babasını bile görmediğini, işi bıraktığını, beni çok sevdiğini ve özlediğini söylüyordu. Belki hepsi doğruydu. Gayet soğukkanlıydım. Onsuz geçen sürenin bende açtığı yaraları, başarısızlıklarımı ve artık ona karşı hislerimin olmadığını anlattım. Güçlüydüm. Fakat telefonu kapattığımda ağlayacak haldeydim.


Bazen, insanlar ikinci bir şansı hak eder mi, etmez mi, diye düşünüyorum. Tek istediğim bir mesaj idi. "Beni bekle, iyi değilim" yazacaktı. Dilediği kadar beklerdim. Belki her şey çok farklı olabilirdi. Beni aylarca habersiz bırakmak onun kararıydı. Sonucunda ayrılmakta benim kararım oldu.


Her ne kadar güçlü görünsem de, kötüydüm. Üzerine bir de aylar sonra araması beni dibe sürükleyebilirdi. Kendimi salmamalıydım. Kitaplar, arkadaşlar ve hobiler ile kendime vakit ayırmaya ve bu sayede toparlanmaya karar verdim. Hatta bu süreçte yardım istemekten kaçınmadım ve destek aldım. Ancak problemi kabullenirsem ondan kurtulabilirdim.


Hayat bizi ne kadar zorlasa da pes etmemeliyiz. Hatta alt-üst bile olabiliriz. Nereden bilebiliriz ki, altının üstünden daha iyi olmayacağını. Hayat gerçekten yaşamaya değer. Hele seni seven ve saran, sevgi dolu bir ailen varsa.


Birçoğumuz yaşadığımız kötü günlerden, getirisinden hatta ne kadar gerçek oluşundan korkarız. Ancak bu kötü tecrübelerin, bizi belki de daha iyiye güzele ve başarıya götürebilecek noktalar olabileceğini de fark etmeliyiz.


Ne demişler; geçmişi değiştiremeyiz, fakat geleceği değiştirmek bizim elimizde.



 

HER ŞEY ANLIK

- saturnuslog -


Kısa sayılabilecek bir süre önce, şiddetli bir depremin ortasında buldum kendimi. Ders çalışırken hamsterıma bakmak üzere ayağa kalktığım sırada sallantıyla yere düştüm. Çöktüğüm yere hamsterımı da alıp sarsıntının geçmesini bekledim. Odamdaki eşyalar çok eskiydi ve hiçbirinde sağlamlıktan eser yoktu. Koskoca gardırobu kendim zar zor kıpırdatırken depremle dans etmesini izledim endişeyle.


Uzun bir sarsıntının ardından durdu. Elime ilk geçen ceket ve minik arkadaşımla sekizinci kattaki evimden ayrıldım. Nereye gideceğimi ne yapacağımı bilemezken, ilk bir saat artçılar ve telefon görüşmeleriyle bilinçsiz bir şekilde geçti. Bildiğim tek bir şey vardı. O evde tek başıma asla uyuyamayacaktım. Uykusu ağır olanlardanım. Kaçamam korkusuyla ne yapacağımı düşünürken yakın bir arkadaşımın, “bu gece bana gel, birlikte kalalım,” teklifiyle elimdeki kısıtlı eşyalar ve minik arkadaşımla birkaç günlük serüvenimiz de başlamış oldu.


Küçük evde beş insan, bir hamster ve bir kedi birkaç gün nöbetleşe uyuyarak yaşadık. Artçılar durmuyor ve her artçı bir öncekinden sert vuruyordu. Artık bunu oyuna çevirmiştik. Artçılardan sonra kaç şiddetinde olduğunu tahmin etmeye çalışıyor, yaklaşanı alkışlıyorduk.


Büyük depremin ertesi günü apartman görevlisiyle konuşmaya gittiğimde evimin çatlamış olduğunu, üstelik zemin katının da çatlaktan geçilmediğini gördük. Buna rağmen insanlar, “bir şey olmaz bu apartman sağlam” deyip evlerinde yaşamaya devam ediyorlardı.


Bu düşüncenin ölüme kafa atmakla eş değer olduğunu düşünerek, artçılar devam ederken üç senedir kaldığım, evim dediğim yerden ayrıldım. Üç senede yaptığım her şeyi, kurduğum bütün düzeni bozup dağıtmam sadece yarım saatimi aldı. İşte her şey bu kadar anlık…


On beş gün bütün eşyalarımla oradan oraya sürüklendikten sonra işsizlik, evsizlik ve uzaktaki aile baskısıyla, psikolojim alt üst bir şekilde aile evine döndüm. Her şeyin ötesinde minik arkadaşımı ailem kabul etmediği, üstelik öldürmekle tehdit ettiği için sahiplendirmek zorunda kalmam beni mahvetti.


Aile evi benim için her zaman cehennem denen yerle eş değer olduğundan o kadar şeyin üzerine dönmek, beni daha kötü hale getirdi. Küçüklüğümden beri akıl sağlığımı korumak için sanat dallarıyla uğraşırdım. Ne zaman kendimi kötü hissetsem, çıkmaza girsem, baskıdan boğulsam sanat hep imdadıma yetişmiştir. Nitekim bu sefer de öyle oldu. Resimle hislerimi ifade etmek, dansla içimdeki öfkenin enerjisini atmak, müzikle sakinleşmek ilacım oldu.


Bu tarz kriz anları benim için her zaman yeni şeyler öğrenmenin, konfor alanından çıkmanın, gelişim alanının kapılarını açmıştır ne kadar acı olsa da.

 

HER ŞEY GEÇİYOR, GEÇECEK

- voila -


Tuhaf bir adaletin hakim olduğunu düşündüğüm bu hayatın herkes için özenle hazırladığı planları, öğretileri hep var oldu. Bu sebeple herkesin hayatında gerçekten zorlandığı ve çaresiz hissettiği anlar olmuştur illa ki. Hayatın kimseyi es geçtiğini sanmıyorum. Benim öğretilerimin yol yordamı genelde sağlık sorunları üzerinden oldu hep. Bu da tabii öyle temelden bir sarsıntı yaşatıyor ki tüm hayatı kökten etkiliyor bir noktada. Mesela bir yakınınızı kaybetseniz hayat devam eder ya da işsiz kalsanız, sevgilinizden ayrılsanız ne olursa olsun, ne kadar kötü hissederseniz hissedin, baş etmesi ne kadar zor olursa olsun yaşarsınız; hiçbir şey durmaz. Yemek yersiniz, yürürsünüz bir an dahi olsa gülersiniz. Ama mevzu sağlık olunca geriye kalan tüm yaşamlar ve zaman akıp giderken siz sanki öyle oracıkta kalırsınız. Bize hep şunu öğrettiler; ‘’ne olursa olsun canın sağ olsun, sağlık olsun’’ peki ya olan ya da olduramadığımız sağlıksa ne yapacağımızı kimse söylemedi…


Böyle olunca iş başa düştü tabii ‘’yakışmaz bize pes etmek, vazgeçmek bunun da üstesinden gelmemizi sağlayacak, elbette dayanma gücümüzü arttıracak bir şeyler vardır, olmalı’’ diye bir arayışa girdim. Büyük bir belirsizlik içerisinde debelenip dururken her şeyi serbest bırakmak istedim bir anda. Tüm olanlarla baş etmemi sağlayacak en önemli olgu ‘’inanç’’ oldu. Doğru ya da yanlış hiçbir fikrim yok; insanın doğası gereği ‘’inanmaya’’ ihtiyaç duyduğunu hissediyorum. Bu bir tanrı olur, evren olur, doğa olur ya da bir taş olur, ağaç olur; her ne olursa olsun insanın ya da benim insan tanımımın ‘’inanç’’ bir nevi kurtarıcısı. Ben de ilk olarak her şeyin düzeleceğine inandım, hatta yaşadıklarımla mücadeleye girişmek yerine önümde kılıçlarını kuşanmış hayata karşı ellerimi havaya kaldırdım ve teslim oldum. Kabul ettim yaşamam gereken her şeyi ve yalnızca inandım; ‘’bir gün uyanacağım ve her şey geçmiş, bitmiş olacak’’ cümlesine sarıldım adeta. Yeniden baharlar gelecek bahçemize diye her gün teskin ettim kendimi. Bunu yürümeye gücüm olmadığında da, acıdan kıvrandığımda da yaptım. Canım yanarken iç sesim sürekli fısıldadı ‘’her şey geçiyor sabret, inan ve teslim ol Voila, geçecek!’’ Bir gün bir baktım ki gerçekten de geçip gitmişti. Eğer bir ağaca yaratılışımı dayandırıyor olsaydım, her gün yine onunla birlikte geçip gideceğine inanır ve beklerdim. Aksi halde de durup beklemem gerekecekti ancak bir inançla yoğurulunca bu zamanlar, daha kolay umut yeşertebiliyor insan en derinlerinde.


Sonrasında da olan olmayan her şeye karşı bir noktada çırpınmayı bıraktım ve ‘’hepsi geçiyor, bu da geçecek’’ diyerek baş edebilir oldum hayatla. Çünkü biliyorum ki ve buna gerçekten eminim hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor; hayat iyi yönde de akarken bir noktada ibre aşağıyı göstermeye başlıyor ya da kuyunun en dibine düştüğünüzde de yerden olabildiğine güç alarak kendinizi itekleyebiliyor, bir şekilde suyun yüzeyinde buluyorsunuz bedeninizi. Anlayacağınız bu hayat yolunda inanarak söylediğim tek kelime benim kurtarıcımın temsili oldu. Sana, bana, bize söz ‘’geçecek’’ ve yeniden baharlar gelecek bahçemize…


 

GEÇİYOR GEÇMEZ DEDİKLERİM

-sehvenli-


Çok ağrılarım olduğu için acile gitmiştik. Aylardan temmuz ya da ağustos. Karadeniz’de fındık toplama zamanları. Doktor yanındaki hemşire adayı öğrencisine teslim ediyor beni. Kalçama iğne yapılıyor. Kendimi toparlamaya çalışırken birden sağ bacağımı hissetmediğimi fark ettim. Sağ ayağımda can kalmamış, kopmuş gibiydi. Yaşadığım durumu anlatmaya çalışıyorum beni ciddiye alan yok. İğne vurulunca öyle arada uyuşukluk olur diyorlar. Israrla ‘’hayır bir terslik var, bacağımı hissetmiyorum!’’ diyorum ama nafile serzenişlerim. Üstelik annem de ; ‘’yürü gidelim, geçer ‘’ diyor. Doktor kapris yaptığımı ima ediyor ve bu halde hastaneden ayağımı sürüyerek annemle eve geliyorum. Eve gelince yine derdimi, hissettiğim şeyi anlatmaya çalışıyorum ama hiç kimse oralı değil. İğnenin sebep olduğu geçici bir uyuşukluk ve de benim olayı abartmam olarak düşünülmeye devam ediliyor. Geçmiş zaman o güne dair hatırımda kalan şey, sağ bacağım kanepenin tepesinde oturma odasında uyuyakaldığım. O şekilde nasıl uyumuşum hayret ediyorum. Bacağımda yine his yok. Babam bana ne durumdasın deme gereği bile duymadan kendi için hastaneye gidiyor. Bu beni daha da perişan ediyor. Neden nasılım diye sormuyor çekip gidiyor öylece, doktora beni tekrar götürmeleri gerekmez mi? Bir türlü kimse anlamıyor halimi. Sanki bir duvar var önümde ve kimse beni duymuyor. O kadar çok içerliyorum ki bu duruma, kendim bir şeyler yapmam gerekiyor artık, diyorum. Ayağımı sürüye sürüye evden çıkıyorum. Annem arkamdan bir şeyler diyor ama bana faydası olan sözler değil, ben ayağımı sürüklemeye devam ediyorum. Yeğenimi gönderiyor peşimden. Neden kendi gelmiyor ya da ablam gelmiyor benimle? Eve yakın bir eczane vardı o zamanlar. Yakın dediysem de iki adımlık yer değil sonuçta. Ayağımı sürükleyerek eczaneye geldim, durumumu anlattım ağlamaklı. İğnenin bacağımdaki siniri zedelemiş olabileceğini söylüyor eczacı. Tekrar hastaneye gitmek zorundayım. Yeğenimi eve gönderip eczanenin önünden dolmuşa atlayıp hastaneye gidiyorum. Orada çalışan tanıdığım bir abla var. Öz abladan daha yakın hem de çok değerli bir dost benim için. Laboratuvarda çalışıyor. Başka tanıdık bir abla beni dinlenme odalarına çıkarıyor. Derdimi anlatıyorum oradakilere. Ablanın işi var onu bekliyorum. O zamanlar sigara kullanıyordum. Sigara veriyor tanıdık diğer abla. O sigarayı aç karnına nasıl içtiğimi görmeliydiniz. Abla geliyor, beni başka doktora götürmek için. Koridorda beklerken yanımızdan geçen doktor, ablaya ne oldu deyince, durumumu anlatıyor. Doktor arabasının anahtarıyla ayağımın altını çizer gibi etti ve önemsiz bir durummuş gibi davrandı. Tavrı çok kaba ve inciticiydi. Sonra biz başhekimin yanına gittik. O da bazı ilaçlar yazıp gönderdi. Neler yaşadığımı ilgili kişiler bile anlamıyordu ya da ciddiye almıyordu. Abla bana eğer tatmin olmadıysan seni başka hastaneye götüreyim, dedi. Koskoca başhekim diye düşündüm. İlaçlarla durumum düzelir diye ümit ettim. Gerek olmadığını söyledim.


Oysa daha filmin başındaymışım meğer. Ayağımın altını bıçakla keserlermiş gibi, kırık cam parçalarının üzerinde yürümek zorunda kalmışım gibi, ne gecem ne gündüzüm kaldı. Acılar ve ağrılar başladı. Kaç gece acı içinde kıvranarak, gözyaşlarıyla sabahladım bilemiyorum. İlaçlar hiç işe yaramadı. Sürekli bağırıyordum, ağlıyordum. O kadar çok acı çekiyordum ki, isyan ettim en sonunda. Mahallemizde o zamanlar yatalak bir amca vardı hemen bizim evin karşısında. Bir de yine bizim eve yakın başka cephesine bakan yönde yaşayan genç bir anne lohusa döneminde vefat etmişti. Ağlamaları duyuyordum. Yaşlı amca da yine o zamanlar da vefat etti. Allah’ım! Onların canını aldığın gibi benim de canımı al, kurtar beni bu acılardan, beni neden yaşatıyorsun, dayanamıyorum artık, diye isyan edip durdum. En sonunda beni başka bir hastaneye götürdüler. Siyatik sinirim zedelenmiş. Başka ilaçlar verildi. Ama aynı acıları yaşamaya devam ettim uzun bir süre. Yanlış iğne sonucu felç geçirenler bile oluyormuş meğer. En çok üzüldüğüm şey bu acıların yanı sıra ailemdeki kişilerin duyarsız ve halden anlamayan davranışlarıydı. Her ne kadar babama da çok kızsam da geceleri yanıma gelip uykulu yorgun haliyle, elimden tutup beni salonda yürütmeye çalışıyor olmasına seviniyordum. Bir de her akşam sırf beni mutlu etmek için sevdiğim dondurmadan alıyordu. Ve en önemlisi de canım dostlarım sürekli benim yanımda olmaya çalıştılar, ilgilendiler. Çok zor zamanlardı. Psikolojim de haliyle iyi değildi. Arkadaşlarla sıradan bir sohbet ederken, bir şeylere gülerken birden ağlama krizlerim oluyordu. İnsan başına gelen şeyin ne olduğunu idrak edemiyor hemen. Kabullenmek istemiyor yaşadıklarını. Ama zaman geçtikçe yavaş yavaş durumu kabulleniyorsun. Eninde sonunda bir şeyler bir şekilde yoluna giriyor. Ya kabullenmeyi öğreneceksin yanında sürekli debelenip, isyan edip duracaksın. Özellikle böyle zamanlarda inancını, düşüncelerini, değerlerini de sorgulama imkânı buluyor insan. Şu hayatta yol alabilmek için bir şeylere tutunmak, bir anlama sığınmak gerekiyor. Ben her kötü ya da üzücü olay sonucunda inancın hayatım da çok önemli yer tuttuğuna inandım. Allah’a inanmak beni her defasında boşluğa savrulmaktan kurtardı. Beni bu yaşamda O’na inanmaktan başka hiçbir şey teskin edemez.



 

İŞTE BEN

- hayat yeniden -


Annem ve babamın doğup büyüdüğü doğunun çetin koşullu bir ilinde doğdum. Çocukluğumun ilk beş yılı bu ilde geçti. Daha sonra memur olan babamın işi sebebiyle ülkenin batısına yolculuk başladı. Hem doğulu oluşumuz hem de Alevi oluşumuz Türkiye'nin batısı için kabul edilemez bir yabancılıktı. Dolayısıyla annem ve babam özellikle Alevi oluşumuz konusunda kimseye bir şey söylemememiz için bizi sıkıca tembihliyordu. Tabi o çocuk aklıyla bunu anlamam imkansızdı. İleriki yıllarda okuduğum okullarda, çalıştığım ortamlarda bu durumu açıklamak hep bir suçluymuş hissi yarattı bende.


Bu ülkede Alevî olmak, Amerika'da siyahi olmakla özdeş. Ülkem insanının Alevilere öfkesinin sebebini hiç anlayamadım. Yapılan katliamlara aklım ermedi. Ülkemizdeki muhafazakâr ve milliyetçi akımın neyin mücadelesini verdiğini de hiç ama hiç anlayamadım. Zaten bu siyasi anlayışa sahip olmanın insanlığa, yaşama, doğaya, varoluşa ve tüm dini inanışlara aykırı olduğunu düşünüyorum.

Neredeyse eğitimli/eğitimsiz girdiğim her ortamda, Alevilere ve ülkemizin doğusunda yaşayanlara (genelleme ile Kürt olarak ifade edilenlere) hakaret edilmekte ve hala bu kişiler en iğrenç canlılar olarak görülmekte. Özellikle ülkemizin batısındaki köylerde Alevi ve Kürtlerle hiç temas etmeme ve akrabalık ve dahi komşuluk ilişkisi kurmama isteği güdülmekte.


Hep ifade ederim, ülkemizin gelişimine ve değişimine köylerden başlanmalı diye. Maalesef köylerimiz, sadece teknolojik aletlerin girdiği, TV bağımlısı, köylü kurnazlığı ile kolay para kazanma amacı güden insanların yaşadığı, cehaletin kol gezdiği, kitabın adının anılmadığı, dedikodu merkezleri olmuş durumda. Üretimin neredeyse adının anılmadığı köylerimizde, herkes yaşlılık ve bakım aylığı alarak evinde oturup tüketimin başını çekmekte.


Ailemin bizi olası tepkilerden ve dışlanmaktan korumak için etnik kimliğimizi saklamamızı istediğini şimdi anlıyorum. Bu saklanma ve gizlenme duygusunu ciddi manada yaşamış bir çocuk olarak, psikolojik açıdan o küçücük bedende, zihinde ve ruhta yaşattığı travmayı size anlatmam imkânsız. Bir kere sürekli temkinli, kontrollü olmak durumundasın, korku ve telaş içindesin, henüz tanımını bile bilmediğin kavramlar sebebiyle yargılanmak sende değersizlik ve öfke duygusunu beraberinde getiriyor ve ileriki yaşlarında inandığın değerlere yanında sayılıp sövüldüğünde ve buna sessiz kaldığında kendinden tiksinmeye başlıyorsun. Dünyanın her neresinde olursa olsun bir çocuğa bu duyguyu yaşatan her insanın, her inanışın, her siyasi düşüncenin karşısında olmanın en yüce insani erdem olduğuna inanıyorum. Beni hala dahi üzmeyi başaran bu köhne ve cahil zihniyetli mahlukların sadece Dünya oksijenini tükettiğini düşünüyorum. İşte tüm bunlar sebebiyle temennim ve çabam bu mahlukların sahip olduğu zihniyetin silinip gitmesi yönünde.


Ülkemizde, Alevi ve Doğu kökenli bir birey iseniz hayatınız muhtemelen hep mücadele ile geçer. İlk evvela doğduğunuz coğrafyanın zorlu hayat koşulları ile mücadele edersiniz, babanızdan kalan yatlar, katlar olmadığı için, doğduğun topraklarda seni doyuracak tarım ve sanayi de olmadığı için büyük şehirlere göç etmek veya okuyup bir meslek edinmek zorundasındır. Benim sahip olduğum bu etnik kimlik ile bulunduğum her camiada kendimi kanıtlamak ve varlığımı göstermekte kullandığım baş etme yöntemi; okumak, iyi bir eğitim ve daha fazlasını bilmek için çabalamak oldu. Öğrenmek ve bilmek neticesinde bilgili insan olmak her ortamda saygı duyulan bir meziyettir. Zaten okudukça ufku gelişen insan dünyaya ve insanlara çok geniş perspektiften bakarak belirli bir olgunluğa erişecek ve yaşayan her organizmanın birbiri ile bağı olduğunu anlayacaktır. Elbette ki okumak ve bilinçlenmek bende de çok işe yaradı. Artık kimliğimi asla saklama gereği duymuyorum ve bana bu konuda sarf edilen her haksız eleştirinin cevabını büyük bir özgüvenle veriyorum. Mevcut kimliğimle baş etmeyi daha evvel hiç beceremezdim ama şimdi bilgi birikiminin bana sunduğu özgüvenle ve anlayışla karşımdaki insanın görüşü, bakış açısı ile mücadele etmeyi, değmeyecek münakaşalara girmemeyi öğrenmiş bulunmaktayım. Çoğu söylemleri umursamıyorum bile. Artık beni var olduğum gibi kabul etmeyen hiç kimseyi hayatımda tutmuyorum. Böyle yargılayıcı insanların hayatımda var olmasına da ihtiyacım olmadığını biliyorum. “İŞTE BEN BUYUM” diye özgürce haykırabiliyorum.


Ezilen, hor görülen ve ötekileştiren her kesimin hissine ve mücadelesine ortak olmak gayretindeyim. Her şeyin güzel olacağı bir dünya umudumu hep canlı tutarak, yaşamı kutlu kılıyorum.


 

HAYAT VE BİZE VERDİĞİ DERSLER

- yorgun kafa olmayan kalp-


O sıralar tek düşündüğüm uzaklaşmaktı. Neresi olduğunun hiç önemi yok. On dört yaşına kadar sevgi görmeyince kendimi ilk değerli hissettiren kişi, beni bu hayattan kurtarır sanmıştım. Baskıcı ve sevgisiz ailem; bana tecavüz eden, beni döven, benden on iki yaş büyük birine kaçmama neden olmuştu. O günleri hatırladıkça ağlarım. O yaşta düşük yapmak, her gün dayak yemek o kadar ağır olaylardı ki. Ben kimse tarafından sevilmemeyi iyi bilirim. Yardım edecek kimsen olmamasını. Beş ay sürdü bu eziyet, o evden hiç çıkmadan. Sonra bir gün polis buldu beni, çocuk esirgeme serüveni başladı böylece. Çok zor günler geçirdim. Çok ağladım. Bu hayatın benim olduğuna inanmak istemedim. Aradan zaman geçtikçe terapilerle kendime gelmeye başladım. O zaman anladım, kendim için savaş vermem gerekiyor, benim için bunu yapacak kimsem yok. Benim baş etme mekanizmam da bu işte. Başladım o günden sonra gülmeye. Ne kadar sahte gülüşler de olsa, gülmeliydim. Bir öğretmenim vardı, Şevkiye Hanım; “insanlar sandal gibidir, önce bir suya bırakılır kullanıldıkça sandal aşınır su almaya başlar, kıyıya çekilir, onarılır yeniden suya bırakılır. İnsanlar da hata yapar ders alır yeniden hata yapar, bu düzen böyle” demişti. Şimdi Yirmi yaşındayım, altı yıl geçti hala içim sızlar. Hayat en büyük dersini çok acı bir şekilde bir öğretti bana.

 

UMUT IŞIĞIM

- gökçin-


Şehir dışında okuyordum. Annemin doğum gününü kutlamaya gelmiştim. Kuzenlerimle yapmıştım planı. Her şey hazırdı. Pastamız annemin sevdiğindendi, ben de günün sürprizi.


Eve geldik. Bir telaş. Amcamın oğlu camda, babam evde yok. Annem beni görünce sevinemedi bile. Şaştı kaldı. Elimde pasta, yüzümde gülümsemem, dilimde iyi ki doğdun şarkımla kalakaldım! Hasta bir amcam vardı. Canımın içi, ciğerparem güzel yürekli amcam… oğlundan sonra o da bırakıp gitmişti bizi.


Abimin şokunu atamamışken bir de amcam! Allah’ım şaka mı bu! Allah’ım hani bir başkasını daha almayacaktın? Allah’ım olmaz! Olamaz… Ölümle sınamayacaktın beni hani bir daha! Nasıl yapacağım şimdi! Nasıl olduracağım!

Kafamda bu diyaloglarla durdum.


Hız kesmeden yenileri geliyordu. Yeni sorular! Allah’ım bunu bana neden reva görüyorsun? Allah’ım yetmedi mi çektirdiklerin! Ben sevdiğimden de uzaktayım, kime ağlayayım?


Yeni emirler!


-Babaannem her an bayılabilir acıdan. Güçlü dur. O seni sever. Git yanına otur. Babaannene şımar. Onu eğlendir.

Yeni uyarılar!


-Çok da ileri gitme. İnsanlar geldi, seni ayıplarlar. Kaç yaşındasın, çocuk gibi davranma.

Yeni sözler eklendi dilime sonra. Ağzıma hiç yakışmayan. İğreti duran acayip sözler:


-Dostlar sağ olsun. Amin. Sizler sağ olun….


Amcamı toprağa verdiğimiz gün geri döndüm. Kendimi sıkmaktan ve kaşımaktan ellerim yara olmuş, çenem ağrıyordu. Sevdiğim askerdeydi. Yanımda olamıyordu. Ev arkadaşlarım kendi havasında bense uçurumun kenarındaydım.


Yalnızdım. Kalabalıkta ne kadar yalnız kalınabilirse, o kadar yalnızdım.


Kimseyle konuşmuyordum artık. Kimse de benle konuşmak istemiyordu zaten! Zoraki bir kaç cümle çıkıyordu ağzımdan.


Konuşmadığım her an ağzımda sigaram, kafamda düşünceler. Kafamdaki düşüncelerle yenişemedikçe bir tane daha yakıyordum. Bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha…

Bu hayattan alacaklıydım sanki de bir türlü istediğimi alamıyordum.


Sözcüklerim azaldıkça yürüyüşlerim arttı sonra. Saat fark etmeksizin çıkar yürürdüm. Yürürken içmezdim sigara. Vermezdim o zehri. Sadece yürümeye odaklandım bir süre. Sanki yürümüyordum da eski çağlarda bir savaşta düşman üstüne yürüyen bir erdim ben! Komutanımsa yalnızlığım! Zifiri karanlıklara hapsetti beni.


Zifiri karanlıklarda, yağmurların altında, sigaramın dumanıyla ve tab iki o çok sevgili düşüncelerimle baş başa kaldığım bir gündü. Artık her şey tamamdı. Tüm sevdiklerim uçmuştu göklere oradan izliyorlardı beni. Sıra bana gelmişti. Gecenin karanlığında ıssız iskeleye doğru yürüdüm. Kararı çoktan vermiştim.


İskelenin ucuna geldim. Zaten kırık dökük olan iskelenin üstüne bir de ben ve yalnızlığım eklendi çökmesi an meseleydi. Dert değildi… Kutudaki son sigara, bitti. Son nefesi çek, çektim. Son bir adım at! Telefonum çalıyor! Aldırma! En azından bakayım?


-Sevdiğim… Yanında olamıyorum, senden uzaktayım. Ama kalbim acıyor. Benimle konuş! Benimle paylaş! Nerede benim Çalıkuşum? Yalvarırım biraz kendine gel. Konuş benimle… lütfen!


Suratına kapattım.


Derin bir nefes aldım sonra ve akan göz yaşlarıma dur demedim. Dur desem de dinletemezdim! Var gücümle kaçtım iskeleden. Sanki beni tutup çekecekmiş gibi. Ağlamam biraz hafifleyince bu sefer ben aradım onu. Karşılıklı ağlaştık.


Yaptığı kahramanlığı hiç bir zaman bilmeyecekti. Ama ben bu yazıyı yazdım.

Ve o gün anladım. Hayat, sırtını sevdiklerine yasladığında yaşanılabilir oluyor. Kötü günler onların varlığıyla katlanılabilir oluyor.


Kendime ve pek sevgili okurlara naçizane tavsiyemdir, hayat size ne zorluklarla gelirse gelsin, yüzünüzü muhakkak sevdiklerinize dönün. Umut ışığı her zaman o sıcacık yüreklerde saklı…


 

Ş-A-H-İ-N

- clementine -


Yedi yaşındayım. Okuma yazmayı yeni yeni öğreniyorum. O heyecanla gördüğüm tüm harflerin önünde ailemi dakikalarca bekletip kelimeyi çözene kadar oradan ayrılamıyorum.


Bir bayram sabahı annemin elinden tutmuşum, akraba ziyaretine gidiyoruz. Bir araba duruyor önümde. Ş-A-H-İ-N harfleri yazıyor kocaman. Heceleye heceleye kelimeyi çözüyorum sonunda. Dedemin soyadını ilk defa okumanın içimde yarattığı heyecanla "Aaaa! Anne bak dedemlerin soyadı!" diye sesleniyorum. Fakat o da ne? Annemler etrafta yok. Gözlerimi kocaman açıp tüm sokağı tarıyorum. Yoklar, gerçekten yoklar! Ben neredeyim, annemler nerede diye düşünmeme bile fırsat kalmadan ağlamaya başlıyorum.


Beni ağlarken görenler alıp karakola götürüyor. Karakolda bana annemi babamı soruyorlar. "Ben Kamil Çavuş'un torunuyum diyorum." Çocuk aklımla ne de olsa ikisi de bizi koruyor dedemi de mutlaka tanırlar askeriyeden diye düşünürken polisin cevabı ile sarsılıyorum: "Kızım ülkede yüz tane Kamil Çavuş vardır. Biz nerden bilelim hangisi olduğunu? " Koskoca Kamil Çavuş'u nasıl bilmez bu polis? Nasıl da cahil?

Neyse ki dedemlerin telefon numarasını ezbere biliyorum da gelip beni almalarını sağlıyorum.


Şimdi yedi yaşındaki o küçük kıza baktığımda şunları görüyorum: Polisle asker arasında ayrım yapmayı bilmeyen minik bir kız çocuğu isen etraftakileri dedeni tanımamakla suçlamak kolay oluyormuş. Oysa ait olduğun yere kavuşmanın yolu başkalarının bildiklerinden değil, senin hafızanın gücünden ve kalbini takip etmenden geçiyormuş.


 

İLK AŞK

- matruşka -


Üniversitenin ilk yılı… Kabuğunu kırmaya çalışan on yedi yaşında bir genç kızım. Her şeyin “en”ini ben yaşayacağım. Daha doğrusu umutlarım öyle… En başarılı, en sosyal, en çok kitap okuyan, en âşık… Halbuki hayatta başarısızlıklar; boş yere bomboş yere, tüketilmek için geçirilen zamanlar, terk edilmek, yalnız kalmak hem de yapayalnız kalmak… Bunlar da varmış. En kötüsü olağanüstü bir aşk yaşayacağına dair umutlarının ellerinde ufalanması. Öyle de oldu. Düşüverdi yeniyetme ömrüme aşk… Hem nasıl düşmek! “Aşk”ı öyle bilmiyordum ki yanına gittiğimde karnıma giren ağrıları, dizlerimin titremesini hastalık zannediyordum. Kaç kere yanına gidip hastalandım diye öğrenci yurduna geri dönmüşlüğüm vardır. Her şey güzel ama sonunun geleceğini kim tahmin eder ki? Ayrıldık. Daha doğrusu terk edildim. Şimdi sorsanız nedenini bile hatırlamam. Diyorum ya, çocukluk… Paraşütsüz çakıldım. Uyku yok, yemek yok. Gözlerimin önünde mor halkalar, ceset gibi dolaşıyorum. Canım yanıyor, içim acıyor. Fotoğraflarımızı; beraber gittiğimiz sinema, tiyatro, konser biletlerini yaktım; ağladım, psikoloğa bile gittim… Geçmiyor.


Zaman her şeyin ilacıymış, diyorlar ya… Öğrendim. Ders çalışmaya başladım çünkü onunla geçirdiğim zamanlarda derslerimi ihmal etmiştim. Kaldığım yurdun yemyeşil bir bahçesi vardı. Baharla bahçe coşar, rengarenk çiçekler açardı. Alırdım kitaplarımı, koca bir çam ağacı vardı. Onun altında oturur, mis gibi çam kokularının altında okurdum. Kulaklarımda abla yadigârı walkmanim -kasetçalar, 90’ nesli bilir- müzik dinleyerek ders çalışırdım. Öteden beri şiir, deneme türünde yazılar yazardım. Yazdım… Ağlayarak, yaralarıma bakarak, kanadığını görerek. Okudum. Satırlarda benim ne yaşadığımı bilen bir roman, öykü kahramanı arayarak. Unuturcasına çalıştım, görmezden gelerek. Ve o dönem dört yılın en iyi ortalamasını yaptım. O günden beri canım her yandığında çalıştım, ürettim.


İnsanın yaşadığı her acı ona yeni bir şeyler öğretiyor. Tabii baş etmeyi, yönlendirmeyi bilirsen. Bir de yaşadığımız tek acı “aşk acısı” olsun. İnsan kalbinin sınırlarını öğreniyor.




 

KENDİMCE

- ayşe menekşe -


Ne kadar ve nasıl başa çıktım bilmem ama pek çok zor dönem geçirdim mi, o an evet. İnanın her dönem değişiyor insanın bakış açısı. Ölüyorum deyip yaşıyoruz. Ooo süperim deyip kuyuların dibindeyiz. Yani aslında anlık her şey. Ne oluyorsa o an oluyor. Sonrası ise takılıp kaldığın, belki çözdüğün belki çözemediğin travmalar.


Yıllar önceydi, çocuklarımla yalnız yaşamaya başladığım zamanlardı. Bu duruma kadar herkes tarafından her şekilde desteklenen ( tabi bu desteğin her zaman bir karşılığı istenmişti ) ben, biz, üçümüz kalmalıydık. Üçümüzlüğün ancak gerçekten üçümüz olduğunda bir anlamı olabileceği kalabalık halimizin bedbahtlığından belliydi. Tercihim düzen kurmaktan yanaydı. Bu da dışsal etkenlere - ki çok zorludurlar- mümkün mertebe karşı koymaktı. Kolay olmadı.


İlk olarak bir süre çok fazla kişiyle karşılaşmadan, evde sakince vakit geçirmenin tadına vardık. Aynı zamanda süregiden işim ve çocuklarımın okul süreci vardı. Zamanla, yeni düzene alışacağımız inancımı hiç kaybetmedim. Ev içi düzen kadar kalbim, beynim ve ruhumun da düzene girmesi gerekiyordu. Bunun için de farklı yollar buldum. Müzikle ilgilendim, bireysel olarak sosyalleşmeye çalıştım.


Ama hiç pes etmedim desem yalan olacak. Bir kere ettim. Lüzumsuz birinin çok basit bir lafıyla hem de. Dedim ki galiba başaramıyorum, nefes almamın bir önemi yok. Çok ileri gitmeden sadece düşüncemde denedim ama nefessiz kalmamayı tercih ettim. ‘’ Yapacağım bir sürü iş var’’ dan ziyade sadece yaşamayı seçtim. İyi ki seçmişim çünkü sonrasında yaşadığım güzel anların hepsi buna değdi.

Hepimizin bir şekilde öyle ya da böyle zor dönemleri olur. Bazen yaptıklarımız yeterli gelmez, düşeriz o çukura, çırpınırız, çırpındıkça daha da batarız.


Sonrası mı, bize ait…


 

bottom of page