Ben kimim?
Bir efsaneye göre, Girit'ten muzaffer dönen Theseus'un gemisi, hatıra olarak uzun süre Atina'da sergilenir. Zamanla geminin tahtaları çürür, yenileriyle deÄŸiÅŸtirilir. Öyle ki, bir gün geminin deÄŸiÅŸtirilmedik hiçbir parçası kalmaz.
Filozoflar bu fırsatı kaçırır mı, hemen sorarlar: Bütün parçaları farklılaÅŸmış gemi hala Theseus'un gemisi midir?
Yoksa ona artık başka bir gemi diyebilir miyiz?
Diyelim ki, hala aynı gemi olduÄŸunu iddia ediyoruz, peki eÄŸer birisi eski parçaları saklamış olsaydı ve o parçaları birleÅŸtirip ikinci bir gemi yapsaydı, hangisi Theseus’un gemisi olurdu?
Belki benliÄŸimiz de Theseus’un gemisi gibidir; hatıralarımızdan, düÅŸüncelerimizden, arzularımızdan, duygularımızdan ve fark edemediÄŸimiz diÄŸer parçalardan oluÅŸan ve sonucunda bizi veren bir denklem.
Zaman, denklemin her bir parçasını sürekli deÄŸiÅŸtirdiÄŸi için sonucunu da sürekli deÄŸiÅŸtiriyor.
Mezun olduktan sonraki ben, askere gittikten sonraki ben, Dostoyevski okuduktan sonraki ben, terk edildikten sonraki ben, evlendikten sonraki ben, anneannem öldükten sonraki ben, Gezi’den sonraki ben, Ankara Garı patlamasından sonraki ben, hep farklı.
Bir yıl sonraki ben de bugünkünden farklı olacak. Trajik deÄŸiÅŸimler yaÅŸamazsam ÅŸimdiki bene çok yakın birisi olacak bir hafta sonraki ben.
Ama ÅŸu an geçmiÅŸteki hiçbir ben’in özdeÅŸi olmadığım gibi, gelecekteki hiçbir benin de özdeÅŸi olamayacağım.
Ben kimim?
Bunu sadece ÅŸu an için söyleyebilirim.
Son nefesimi verirken oluÅŸturduÄŸum bütün benler toplanıp tek bir duyguya dönüÅŸür belki,
Belki Anathema’nın o beÅŸ mısrasını anımsarım sonuncu ben giderken:
Bizler, yalnızca birer anız zamanın içinde;
bir gözün kırpılması,
bir körün rüyası,
ölmekte olan bir beynin görüntüleri.
Umarım anlamazsın.
​
Yazının orijinali: Ben kimim
Ortaya bir mektup
Belki böyle yazarak kalpsizce davranıyorum. Belki dünyanın en kötü insanıyım. Öyle bile olsa, bu benim sorunum olurdu. Senin sorunun ise herkes gibi sevgi istediÄŸinde, buna gerçekten delicesine ihtiyacın olduÄŸuna ve sevilmenin bütün sorunlarını çözeceÄŸine inanman. Ama sevgiye gereksinimin nedeni karşındaki insanın niteliklerinden kaynaklanmıyor; ihtiyaç duyuyorsun çünkü zayıf ve çaresizsin, kendi başının çaresine bakamayacağını varsayıyorsun. Evet, zayıfsın. Kesinlikle ve kesinlikle kendi düÅŸündüÄŸün ÅŸekilde sevilmeyi talep ediyorsun; çünkü sadece sevginin seni ölümden beter bu bataktan kurtarabileceÄŸine inanıyorsun.
Ama kurtaramaz.
KeÅŸke o ısrarla talep ettiÄŸin sevgiyi, senin için önemli birisinin sana vermesini saÄŸlayabilseydim. O zaman bunun iÅŸe yaramadığını kendi gözlerinle görebilirdin. O koÅŸullar altında kendini yine de batmış hissederdin. Neden biliyor musun? YaÅŸamın boyunca kendin için bir ÅŸey yapmadıkça, sadece dış kaynaklardan beslenmeye çalıştıkça kendine asla yardım edemezsin ve sürekli baÅŸkalarının insafı altında çaresizlik içinde debelenirsin.
HoÅŸuna gitsin ya da gitmesin kaya gibi gerçektir bu; hiç kimsenin seni talep ettiÄŸin ÅŸekilde sevmesini saÄŸlayamazsın. Diyelim bir mucize oldu ve saÄŸladın; bu sefer de bu kiÅŸinin ölmesinden, seni terk etmesinden ya da eskisinden daha az sevmesinden korkar ve yine aynı berbat kaygıyı duyarsın.
Hayatın, bu kaygı sarmalında parmaklarının arasından akmaya devam eder.
Bu sorununun tek bir çözümü var: kendini mutlu olmaya layık ve deÄŸerli görmek için baÅŸkalarının onayını almak zorunda hissetmekten vazgeçmek.
Bundan vazgeçmedikçe iliÅŸkilerini berbat etmeye ve çok kaygılı insanların yaptıkları diÄŸer yıkıcı ÅŸeyleri yapmaya devam edeceksin.
Demek ki bugün burada bir seçim yapman gerekiyor. Ya talep ettiÄŸin gibi sevilmen gerektiÄŸini düÅŸünmeye devam edip soylu bir ÅŸekilde kendini yok edersin, ya da baÅŸkaları tarafından onaylanmak ne kadar hoÅŸ olsa da, buna ihtiyacın olmadığını anlamaya baÅŸlarsın.
Ancak unutma; sadece ikinci durumda, karışık hayatını yeniden kurmak için bir ÅŸansın olur.
Sevgiler.
​
Yazının orijinali: Ortaya bir mektup
Empati bu deÄŸil
Gündelik söylemlere baktığımızda insanların empatiden anladıkları ÅŸeyin, baÅŸkasının ayakkabılarını giymek yerine, kendi beyinlerini; dolayısıyla zihinsel yetilerini onların bedenine ışınlamak olduÄŸunu fark ederiz.
Bir buluÅŸmaya davet edilmediÄŸi için gücenen ve kendisini onlardan uzaklaÅŸtıran kiÅŸi için arkadaşı ÅŸunu söylüyor:
“Benim de davet edilmediÄŸim oldu ama hiç kendimi sevdiklerimden uzaklaÅŸtırmadım.”
Ä°ÅŸkolik ve giriÅŸken bir adam, daha yeni mezun olmuÅŸ ama yoÄŸun anksiyete nedeniyle bir yere CV'sini gönderemeyen utangaç gençle empatiyi kendince ÅŸöyle kuruyor:
“Ben onun yerinde olsaydım; yazardım hemen mükemmel bir CV, kabul edilene dek milletin kapısının önünde yatardım."
Son günlerde en sık söylediÄŸimiz ve duyduÄŸumuz ise;
"Madem ÅŸiddet görüyor, koyuversin canım adamı kapının önüne! Ben olsam bir dakika durmam, kalıyorsa demek ki hak ediyor."
Psikolojik beklentilerin aksine fiziksel beklentilerimiz konusunda pek sorun yaÅŸamayız. ÖrneÄŸin cılız biri için “ben onun yerinde olsam ÅŸu buzdolabını tek başına taşırdım” demeyiz. Boyu kısa birini, “o dolabın tepesine sandalye kullanmadan da eriÅŸebilmeli” diye eleÅŸtirmeyiz.
Ama insanların hangi zihinsel engellere takıldıklarını fark edebilme konusunda yetersiziz. Empati kurmaya kalktığımızda da çoÄŸunlukla yaptığımız, kendi zihinsel becerilerimizi diÄŸer kiÅŸinin hayatında düÅŸlemek oluyor.
Oysa herkes, bambaÅŸka bir maceranın içinde sürükleniyor.
Ne hayatında tek bir gün ebeveyn sıcaklığı yaÅŸamadığı için sevilmeyi sindiremeyen kiÅŸinin, ne de geçmiÅŸin bütün karanlık anılarını her gece zorlantılı bir ÅŸekilde ziyaret etmek zorunda kalan birinin umutsuzluÄŸunu anlayabilmek kolay deÄŸil. Oysa bunlara benzer farklı konularda azınlıkta kalmanın güvercin kırılganlığıyla yaşıyoruz bir çoÄŸumuz.
Peki her birimiz farklı zihinsel engellerle mücadele ederken, nasıl hissedebileceÄŸiz birbirimizi?
Aynı ortak duyguyu anımsayarak.
Deneyimlerimiz ne kadar farklılaşırsa farklılaÅŸsın, duygularımız ortak çünkü.
ÖrneÄŸin ne kadar farklı nedenlerle olursa olsun, her birimiz çaresizliÄŸi biliriz. En çaresiz anımızdaki hayalimizin basitliÄŸini hatırlarız.
En büyük hayalimin, sadece on beÅŸ dakika müzik dinleye dinleye sahilde yürümek veya bir arabanın açık penceresinden yüzümü rüzgara üfletmek olduÄŸu günleri anımsıyorum.
En büyük hayalimin, fiziken hiçbir engelim olmadığı halde kollarımı ileriye doÄŸru birkaç santim itebilmek ve bir baÅŸka canlıya dokunabilmek olduÄŸu çaresiz günlerimi anımsıyorum.
Davet edilmediÄŸi için kendisini dışarıya kapatan bir insanın muhtemelen en büyük hayali arkadaÅŸlarının yanında kalabilmektir.
Üniversiteden yeni mezun olmuÅŸ gencin en büyük hayali muhtemelen CV doldurup gönder tuÅŸuna basabilmektir.
Bunlar, kimilerine çok basit eylemler gibi görünebilir. Muhakkak öyledir, lakin zorluklarını yaÅŸayanlar bilir.
Kustarica'nın Arizona Rüyası'ndaki genç ÅŸöyle der,
"Hiç unutmam, babam demiÅŸti ki, 'eÄŸer bir gün birinin ruhunu görmek istersen sana hayallerini göstermesini istemelisin.'"
"Böylece senden daha beter bok içinde yüzenlere karşı merhametin olur."
BaÅŸkalarının çaresizlik hissettiÄŸi konular bize yabancı veya basit geldiÄŸinde kendi çaresizlik anılarımıza dönmek ve hayallerimiz basitliÄŸini hatırlamak, karşımızdaki insana üstenci ve kibirli bir ÅŸekilde acımaktan ziyade merhamet duymamızı saÄŸlayabilir.
Sonuçta, Arizona Rüyası'nın açılış ÅŸarkısında dediÄŸi gibi:
"Hepimiz aynı ölüm arabasının canlı yolcularıyız."
Alıntılar:
Emir Kustarica - Arizona Rüyası
Iggy Pop, Goran Bregovic - In The Deathcar
​
Yazının orijinali: Empati bu değil
Ne garip ÅŸey
Madagaskarlıların eski bir mitosuna göre Tanrı Driananaharri canlıları yaratmak istemiÅŸ. OÄŸlu Ataokoloynona’yı (Ne Garip Åžey) i yeryüzünün koÅŸullarını incelemesi, yeryüzünde canlıların yaÅŸayıp yaÅŸamayacağına bakması için dünyaya göndermiÅŸ.
Ataokoloynona, gökten yere inmiÅŸ ama yeryüzü öyle sıcakmış ki, dayanamamış serinlik bulabilmek için yerin içlerine dalmış, bir daha da dönmemiÅŸ. Tanrı, oÄŸlunu beklemiÅŸ, beklemiÅŸ, dönmediÄŸini görünce, uÅŸaklarını, oÄŸlunu aramaları için yeryüzüne göndermiÅŸ.
Tanrının uÅŸakları, yeryüzünde binbir zorluk içinde tanrının oÄŸlunu arayıp durmuÅŸlar. Bu arada üreyip çoÄŸalmışlar da. Ama ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Hem Ataokoloynona’yı bulamadıklarını bildirmek, hem de artık ne yapmaları gerektiÄŸini öÄŸrenmek için tanrıya ulaklar göndermiÅŸler, hala da ulak gönderip duruyorlar.
Ama gidenlerden hiçbiri geri dönmüyor.
Onlar da, ne yapacaklarını bilemediklerinden tanrının oÄŸlunu, Ataokoloynona’yı, yani Ne Garip Åžey’i aramaya devam ediyorlar.
Ä°oanna Kuçuradi, “Sanata Felsefeyle Bakmak” adlı eserinde bu mitosu diÄŸerlerinden ayıran özelliÄŸi ÅŸöyle açıklıyor:
Ä°nsanlar rastlantı sonucu buradadırlar. Kendileriyle, varlıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur dünyanın. Hiçbir ÅŸey onlar için yaratılmamıştır ve varolmaları temelde hiçbir ÅŸeyini deÄŸiÅŸtirmiyor dünyanın.
Binlerce yıl önce, Afrika'nın küçük kabilelerinde yaÅŸayan bir grup insanın, varoluÅŸa, hayatın anlamına ve ölüme dair trajik ama bilgece açıklaması, ne zaman akılma gelse büyülüyor beni.
Yazan: Emre Özarslan (Huzursuz Beyin)
Alıntılar: Ä°oanna Kuçuradi - Sanata Felsefeyle Bakmak
​
Yazının orijinali: Ne garip şey
Biten bir maceranın tuhaf hüznü
1. “Seul’u hiç sevmedim. Hong Kong, Singapur veya Bangkok’ta hissettiÄŸim o özel hissi asla vermedi bana. Peki neden ÅŸimdi buradan ayrılırken kendimi böyle üzgün hissediyorum?”
Dünyanın bütün ülkelerini gezmek amacıyla yola çıkan ve bu deneyimini kitaplaÅŸtırıp en çok okunan yazarlar arasına giren Chris Guillebeau, Seul’dan ayrılmak için havaalanına giderken böyle düÅŸünüyordu.
​
O güne dek 168 ülke gezen 33 yaşındaki genç maceraperestin hedefini tamamlamasına sadece 25 ülke kalmıştı.
​
2. Yüzüncü durak olan Sri Lanka ziyaretini dün gibi hatırlıyordu. Vardığında Jetlag yaÅŸamış, akÅŸam üstü 4’te uyuyup gecenin köründe uyandığı için sabaha kadar otelin plajında kitabını yazmıştı. “Bu” dedi, “68 ülke önceydi. Zaman nasıl da çabucak geçti.”
Aslında bitirmeye hazırlıksız deÄŸildi. GittiÄŸi her ülkede ona aynı soruyu sormuÅŸlardı, “hedefini gerçekleÅŸtirince ne yapacaksın?” Önceleri geçiÅŸtirirken, sonunda en iyi cevabı bulmuÅŸtu:
“BeÄŸendiÄŸim ülkeleri yeniden gezeceÄŸim. Kaldı ki seyahat etmek benim hayatımın sadece bir parçası.”
3. DoÄŸru bir cevaptı bu. Artık ülkeleri teker teker gezmek zorunda kalmayacaktı. DilediÄŸi ülkeye gidebilecekti. Peki neden özgürleÅŸtirici bir ferahlık yerine bu kadar hüzünlü hissediyordu?
Tiyatrocu bir arkadaşının sözlerini hatırladı:
“Bir oyun bittiÄŸinde, onu sevmesem, hatta o an kafamda baÅŸka bir oyunla ilgileniyor olsam bile perdeler son kez kapanırken hüzün kaplar içimi. Çünkü sadece oyuna deÄŸil, büyük emek harcadığım, hayatımın yoÄŸun bir dönemine de elveda dediÄŸimi bilirim."
4. Durumunun bilincine varan Chris, bir sonraki durağı olan Özbekistan’dan ayrılırken havaalanındaki bütün havayı içine çekti ve kendi kendine ÅŸöyle dedi: “bu yeri ve bu zamanı iyi kaydet aklına. Bir daha asla görmeyeceksin.”
Hepimiz hissetmiÅŸizdir bu hüznü; hiç bitmeyecekmiÅŸ gibi görünen üniversiteden mezun olurken, bizi yıpratan sevgiliyi terk ederken, büyük umutlarla baÅŸka bir ülkeye göç ederken veya yıllardır sürdürdüÄŸümüz iÅŸimizi bırakıp güneye kaçarken.
En sevineceÄŸimizi düÅŸündüÄŸümüz anda peydahlanır derinlerden, büyük bir macerayı bitirmenin hüznü.
Çünkü her büyük maceranın bitimi, en büyük macera olan yaÅŸamımızın sonunu hatırlatır bize.
Ve iyi kaydetmemiz lazım aklımıza her yeri ve her zamanı.
Bir daha görmeyeceÄŸiz asla.
Alıntılar: Chris Guillebeau - The sense of loss in a big adventure
​
Yazının orijinali: Biten bir maceranın tuhaf hüznü
Otuz yaş sendromu yanılsaması
Japonların büyük sanatçısı Hokusai, hayatı boyunca 30 binden fazla resim yapar, yine de bu üretken adam seksenlerine geldiÄŸinde kendisinden memnun deÄŸildir:
"YetmiÅŸ yaşından önce resmini yaptığım bütün o ÅŸeyler arasında sözünü etmeye deÄŸecek bir tek ÅŸey yok. YetmiÅŸ iki yaşında kuÅŸların, hayvanların, böceklerin ve balıkların gerçek nitelikleri ve otlarla aÄŸaçların canlı doÄŸaları üzerine nihayet bir ÅŸeyler öÄŸrendim. Yüz yaşına gelince mükemmel olacağım."
Hokusai, hayatı boyunca ölüp dirilmesini sembolize edecek ÅŸekilde kimilerine göre otuz, kimilerine göre altmış farklı imza kullanır. On dört yaşında Gius imzasıyla çizimlere baÅŸlayan ünlü yazar Eduardo Galeano ise, bir roman denemesi sonrasında yaÅŸadığı baÅŸarısızlıktan sonra nasıl "Galeano" soyadını aldığını anlatırken Hokusai'den bahseder:
"Sonra pek çok kere öldüm ve yeniden doÄŸdum. Hokusai, göz kamaÅŸtırıcı Japon sanatçı, altmış kez yeniden doÄŸuÅŸuna iÅŸaret etmek için altmış farklı isim seçmiÅŸti. Bende onun cesareti yok; ne de ondaki yeteneÄŸin gölgesi."
Büyük tarihçimiz Halil Ä°nalcık'ın yüz yaşında verdiÄŸi röportajı hatırlıyorum. "Hayatınızda bir gün tembellik ettiniz mi?" diye sorulduÄŸunda ÅŸu cevabı verir:
"Hayır. 72 kitabım var, çoÄŸunu 80 yaşından sonra yazdım."
Ä°nalcık Hoca, yüz yaşında bile hala hoca olarak faaldir; yedi doktora öÄŸrencisi bulunur, daha yeni makaleleri yayımlanmıştır. Gülümseyerek anlatır:
"Bir ÅŸeye aşık oldunuz mu her ÅŸeyi unutursunuz iÅŸte. Uykunuzu, sıhhatinizi... Ama hedefe varmak için ömür, onun için de iyi sıhhat lazım."
Sık sık otuz yaÅŸ sendromuna girmiÅŸ, artık hayatı ıskaladığına inanan, kendisini yetersiz, baÅŸarısız, ezilmiÅŸ hisseden veya hayatında büyük deÄŸiÅŸiklikler yapmak istediÄŸi halde bundan korkan arkadaÅŸlarımdan mesajlar alıyorum.
Oysa, zamanımızın aşıladığı rekabetçilik ve mutluluk zorunluluÄŸu ne derse desin, otuzlu - kırklı yaÅŸlar, bir vazgeçme durağı, bir bitiÅŸ çizgisi olmak zorunda deÄŸil.
GençliÄŸin hormonal dalgalanmalarından kurtulan insanların daha akıllı ve olgun kararlar verebildiÄŸi, daha anlamlı iÅŸlere ve iliÅŸkilere adım atabildiÄŸi bir dönem de olabilir.
Hayat, sembolik olarak onlarca kez ölüp, yeniden doÄŸduÄŸumuz bir maratonsa, bu maratonun sonuna yaklaÅŸanlar bize sıklıkla aynı öÄŸüdü verir: "aradığınız ÅŸey çoÄŸunlukla bir insan, bir meslek, bir ünvan deÄŸil; bir amaç, bir neden."
Çünkü, Nietzsche'nin yazdığı gibi; yaÅŸamak için nedeni olan, nasılına da katlanıyor.
Otuzlu yaÅŸlar bu nedeni bulmak ve peÅŸinde koÅŸmak için hiç de geç sayılmaz.
Alıntılar:
Eduardo Galeano - Aynalar
Eduardo Galeano - Biz Hayır Diyoruz
Hürriyet - 100 yaşındaki bilge Halil Ä°nalcık: Bu sıkıntılı devir geçecek
Friedrich Nietzsche - Putların Alacakaranlığı
​
Yazının orijinali: Otuz yaş sendromu yanılsaması
Jung'a göre mutluluÄŸun beÅŸ maddesi
Princeton Üniversitesi'nin yayımladığı C.G. Jung Speaking adlı kitapta ünlü psikanalistin elliden fazla röportajı bulunuyor. 1960 yılında yapılan bir röportajda Carl Jung’a insanda mutluluÄŸu saÄŸlayan temel faktörler soruluyor. Kendisi bu maddeleri ÅŸöyle sıralıyor:
1. Fiziksel ve mental sağlık
2. Samimi bireysel iliÅŸkiler
3. Sanattaki ve doÄŸadaki güzelliÄŸi algılayabilme yeteneÄŸi
4. Makul yaşam standartları ve tatmin eden bir meslek
5. Hayatın iniÅŸ çıkışlarıyla baÅŸa çıkabilmek için felsefi veya dini bir bakış açısı
Yazması ve okuması kolay, saÄŸlaması epey zor bir liste. Daha da sorunlu kısmı ÅŸu; mutluluk hemen dağılmaya yatkın, narin bir çiçek gibi. Åžöyle açıklıyor Jung,
“MutsuzluÄŸun nedenleri listesini yapsak elbette çok daha uzun olurdu. HoÅŸlandığımız ve korktuÄŸumuz ÅŸeyler her an yanı başımızda bizi beklerken, aradığımız ve tutkuyla istediÄŸimiz ÅŸeyleri hem zor elde ederiz, hem de hemen kaçar elimizden. Üstelik onlara sahip olduÄŸumuzda o kadar mükemmel olmadıklarını fark ederiz.”
Üstelik mutluluÄŸu yaratan bütün koÅŸullar, bazı durumlarda tam tersini de yaratabiliyor. Mevcut durumumuz ne kadar ideal olsa da mutluluÄŸu garantileyemiyor. Biyolojik veya psikolojik dengemizdeki ufak bir bozulma bile mutluluÄŸumuzu yok etmeye yeterli olabiliyor. Jung, buna örnek olarak “anlatılamayan ve açıklanamayan can sıkıntısını" gösteriyor.
“SaÄŸlığımız iyi olsa da, finansal durumumuz güçlü olsa da, ailesel iliÅŸkilerimiz sorunsuz olsa da düÅŸebiliriz bu can sıkıntısının pençesine."
Jung, son maddedeki felsefe ve inançlar konusunda önemli olanın ahlaklı bir yaÅŸam olduÄŸunu belirtiyor, çünkü ona göre mutluluÄŸa önyargılı fikirlerle ulaÅŸmak imkansız.
"KiÅŸiliÄŸin GeliÅŸimi" adlı eserinde "Manevi bir amaç, manevi saÄŸlığının kesin gerekliliÄŸidir." diyen psikanalist için felsefi veya inançlı bakış açısının mutlaka seçilen felsefeye veya inanca uygun ahlakla birlikte saÄŸlanması gerekiyor. Jung, röportajında, eylemsiz bir inancın mutluluk üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağını vurguluyor.
Röportajı yapan adam "evlilikten sonra bile mutlu olabilir miyiz" diye muzipçe sorunca, Jung, "Manevi deÄŸerler arasında en ele geçmez olanı o!" diyor ve ekliyor:
“Ancak gerçek ÅŸu ki, gündüz kadar gece de olacak hayatımızda. En mutlu hayatta bile mutlu günleri karanlık gecelerin varlığı olmadan ölçemeyiz."
"MutluluÄŸu aramamız anlaşılır pek tabii, ancak akla uygun deÄŸil; çünkü ne kadar kasten ararsak, bulamamayı o kadar kesinleÅŸtiririz. Bu nedenle olayları olduÄŸu gibi sabırla ve soÄŸukkanlılıkla kabul etmek daha iyidir. Nasıl olsa arada bir ÅŸansın torbasından bizim için de eÄŸlenceli bir ÅŸeyler çıkacaktır.”
Jung, röportajın sonunda bastonunu çıkarır ve ucunda yer alan kendi kuyruÄŸundaki çiçek içindeki inciyi yakalamaya çalışan ejderhayı gösterir:
"Bak iÅŸte bu ejderha, ÅŸansın sembolü. Ben asayı çevirdikçe o da sürekli çiçeÄŸin içindeki incinin peÅŸinden koÅŸuyor. Ama asla yakalayamayacak, çünkü kendi kuyruÄŸu."
"Ne kadar da demin bahsettiklerime benziyor deÄŸil mi? "
Alıntılar:
Princeton University Press - C.G. Jung Speaking
​
Yazının orijinali: Jung'a göre mutluluÄŸun beÅŸ maddesi
Ölümü düÅŸünmek bizi koruyabilir
Filozofların ölüm üzerine düÅŸünmenin hayatımızı zenginleÅŸtirdiÄŸine dair fikirleri ünlüdür. Cicero, "Felsefe yapmak ölüme hazırlanmaktır" derken, Seneca "vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse hayatın gerçek tadını alamaz" der.
Heidegger ise ölümlülüÄŸümüzün farkında olmanın bizi bir varoluÅŸ ÅŸeklinden daha yüksek olana geçirdiÄŸine inanır. Ona göre dünyada iki türlü temel varoluÅŸ ÅŸekli bulunur:
1. Var olmayı unutma durumu
2. Var olmayı düÅŸünme durumu
Genellikle bulunduÄŸumuz durum, varolmayı unutma durumudur. Heidegger’in “otantik olmama” dediÄŸi bu durumda, gündelik hayatın kaygılarıyla gereksinimleri arasında koÅŸturup durur, alışkanlıklarımızı yineler, rutinimize devam ederiz. Kendi varoluÅŸumuz hakkında sorumluluk hissetmeyiz, bir ÅŸeylerden kaçar, baÅŸka bir ÅŸeylerin içine düÅŸer, sürüklenip dururuz.
Var olmayı düÅŸünme durumunda ise kiÅŸi kendi olanaklarını fark eder, sınırlarını kabul eder, mutlak özgürlük ve yoklukla yüzleÅŸir ve onların karşısında endiÅŸelenir. EndiÅŸe duyduÄŸu bu durum, onun hayatı daha özenli ve yoÄŸun yaÅŸamasına neden olur.
KiÅŸinin var olmayı unutma durumundan var olmayı düÅŸünme durumuna geçmesi genellikle kritik bazı olaylardan sonra gerçekleÅŸir. Bu listenin başında, ölümle yüzleÅŸme bulunur. Çünkü ölüm bize süreksizliÄŸimizi hatırlatır. Sonsuz olmamak ise bugünkü seçimlerimizin önemini. Aziz Augustine “Ä°nsanın gerçek benliÄŸi ancak ölümün karşısında doÄŸar” der.
Irvin Yalom, VaroluÅŸçu Psikoterapi kitabında “ölümün fizikselliÄŸi insanı tahrip etse de, ölüm fikri onu korur.” der. Sürüklenip durduÄŸu boÅŸ bir hayat yaÅŸamaktan korur.
Benim deneyimim ise o kadar kritik deÄŸildi. Tarihin en büyük entelektüellerden biri sayılan Umberto Eco ile yapılmış bir röportajı okuyordum. “Hayat, her kitabı okumak için çok kısa. Kim Kitab-ı Mukaddes’i’ i başından sonuna kadar okumuÅŸtur ki? Benim okuduklarım üçte birini geçmez.” demiÅŸti. Çok ÅŸaşırmıştım, yani koskocaman Umberto Eco, bugüne kadar binlerce kelime döktüÄŸü, kitaplarında incelediÄŸi Kitab’ı Mukaddes’i tamamen okumamış mıydı?
Ben bile – arada sıkıntıdan aÄŸladıysam da- Tekvin'den Vahiy'e kadar hepsini okumakla övünüyordum ama artık aptalca geliyordu.
Çünkü sanki sonsuz zamanım varmış gibi kendimi parçalaya parçalaya kitap okumanın bir anlamı yoktu. Ölene kadar daha kaç kitap okuyabilecektim ki, kaç film izleyebilecektim? Sonra bu liste sevimsizce uzadı; sevdiklerimle kaç yılbaşı daha kutlayabilecektim ve daha kötüsü, bir Fenerbahçeli olarak kaç ÅŸampiyonluk sevinci daha yaÅŸayabilecektim?
O gün bugündür kitaplara devam etmek için kendimi zorlamıyorum. Ä°sterse Pulitzer ödüllü olsun, eÄŸer kendimi akışına kaptıramıyorsam, bir kenara bırakıyorum. Aynısı diziler, filmler ve albümler için de geçerli.
Muhakkak arada çok iyi eserler kaçırmışımdır ama ÅŸundan eminim; okumaya, dinlemeye, izlemeye devam ettiÄŸim her ÅŸeyi bayıla bayıla yaptım.
Hayat, bazı kitapları okumak, bazı dizileri izlemek, bazı iÅŸlere katlanmak ve bazı iliÅŸkileri sürdürmek için çok kısa.
Ve bunu fark etmek ve harekete geçmek için ölümlülüÄŸümüz sahip olduÄŸumuz en iyi rehberimiz olabilir.
​
​
Alıntılar:
Martin Heidegger - Varlık ve Zaman
Irvin Yalom - VaroluÅŸçu Psikoterapi
Umberto Eco, J. C. Cariere - Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın
​
Yazının orijinali: Ölümü düÅŸünmek bizi koruyabilir
Ölüm korkusu ve özel olma
Psikoterapist Irvin Yalom'a göre ölümlülüÄŸümüzün bilincinde olan canlılar olarak hepimiz ölüm anksiyetesiyle karşılaşırız.
Anksiyeteyle karşılaşınca da bastırma, yer deÄŸiÅŸtirme, dinsel inançlar gibi farklı yöntemleri kullanarak veya bize ölümsüzlüÄŸü sembolik olarak verecek yollara giriÅŸerek bu anksiyetenin üstesinden geliriz.
Bu yöntemler yetersiz kaldığında ise savunmamız sertleÅŸir.
Yalom, ölüme karşı güvende hissetmek için iki temel savunma stratejisi güttüÄŸümüzü söyler: ya özel olduÄŸumuza ya da nihai kurtarıcımıza inanırız.
Özel olduÄŸumuza inanırsak, kendimizi herkesten, dolayısıyla herkesin başına gelen kaderden ayırırız; nihai kurtarıcıya inanırsak, onun içinde eriyip yok oluruz.
Otto Rank, "kiÅŸi ya doÄŸada sivrilerek ya da bir güçle birleÅŸerek güvenlik arar. Ya kendi babası olur ya da ebedi oÄŸul olarak kalır." der. Erich Fromm ise güvenlik arayan insanı “güç için yanıp tutuÅŸan” ya da “teslimiyeti arzulayan” diye anlatır.
Kendilerinin özel olduÄŸuna inanan insanlar, bu sayede büyük riskler alabilirler. Güç kazandıkça da hem ölüm korkuları hafifler hem de özel olduklarına dair inançları pekiÅŸir.
Ünlü yazar Kazancakis böyle biridir. Yarattığı unutulmaz Zorba karakterinin aÄŸzından hayat görüÅŸünü duyarız:
”EÄŸer bir rahip bana günah çıkarmak ve benimle sohbet etmek için gelirse, ona ortadan kaybolmasını söyle ve bana beddua etsin!"
"Benim gibi insanlar binlerce yıl yaÅŸamalı!”
Ancak bu tür zorlantılı kahramanlıkların en bilindik örneÄŸi kesinlikle Ernest Hemingway’dir.
Hayatı boyunca, bütün tehlikelerden muaf olduÄŸunu ispatlamaya çalışırcasına en riskli ortamlara kendisini fırlatır.
1. Dünya Savaşı’na katılmak ister, gözü bozuk diye alınmayınca bu sefer savaÅŸta ambulans ÅŸoförlüÄŸü yapar. Yanında patlayan toplardan saÄŸ kurtulur. SavaÅŸ alanında asker arkadaşını kurtardığı için cesaret madalyası alır. Bu anısını mektupla bir arkadaşına anlatırken ÅŸöyle yazar:
"Bazen savaÅŸta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekiliÅŸi gibi benden çekildiÄŸini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüÄŸünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu."
SavaÅŸtan sonra muhabirlik yapar ve en tehlikeli yerlere gider. 1922 yılında savaÅŸ sırasında Ä°stanbul’dadır. 1936’da Ä°spanya Ä°ç Savaşı’nda. 1944’te Almanya teslim olurken yasak olduÄŸu halde aktif olarak savaÅŸta yer aldığı için askeri mahkemede yargılanır.
Yalom’a göre Hemingway’in bu kadar cesur olmasının sebebi hiçbir ÅŸeyden korkmaması deÄŸil, hiçlikten korkmasıdır.
Hemingway’in seçim ÅŸansı yoktur, dürtüleriyle hareket eder. Ölüme dürüst bir ÅŸekilde bakan herkes içgörü ve bilgelik kazanır ama bu, Hemingway için söz konusu deÄŸildir.
O bir tehlikeden diÄŸer tehlikeye atlarken aslında durmaktan ve sıradan olduÄŸunu fark etmekten kaçar.
Nitekim sağlığı bozulmaya başlayınca depresyona girer ve eşinin saklamasına rağmen silah bulup intihar eder.
Bir insanın ölüm korkusu nedeniyle intihar etmesi paradoksal görünebilir ama Yalom'a göre bu nadir deÄŸildir. Ä°ntihar, bize, hayatın dayattığı zorbalık karşısında en azından kendi ölümümüzü seçebilme özgürlüÄŸünü verir.
Ölüme karşı özgürlük ihtiyacı Hemingway gibi, Nikos Kazancakis'in mezar taşında da kendisini gösterir:
“Hiçbir ÅŸey istemiyorum, hiçbir ÅŸeyden korkmuyorum. Özgürüm.”
​
​
Alıntılar:
Irvin Yalom - VaroluÅŸçu Psikoterapi
Britannica - Ernest Hemingway
​
Yazının orijinali: Ölüm korkusu ve özel olma
Ölmek zorunda olmam ne yazık
“Tanıdığım en bilge adam ne okuma ne de yazma biliyordu.”
1998 yılında Nobel kazanan Jose Saramago'nun ödül konuÅŸması bu cümleyle baÅŸlar. KonuÅŸmanın ilk bölümünü çocukken dünyada her ÅŸeyi bilen tek kiÅŸi olduÄŸuna inandığı dedesine ayırır:
"Sabahın dördünde yatağından kalkar, karısı ve kendisinin geçimini saÄŸlayan yarım düzine domuzu otlatmaya giderdi."
Küçük Jose de dedesine yardım eder, sebze bahçesinde toprak kazar, ateÅŸ için odun keser, su pompalayan büyük demir çarkı çevirip dururdu.
Bazen dedesi, Jose'ye "bu gece incir aÄŸacının altında uyuyoruz" derdi. O geceleri unutamazdı; dalların arasından sızan yıldızların görüntüsünü ve dedesinin yumuÅŸak sesinden duyduÄŸu hikayeleri. Neler dinlememiÅŸti ki uykuya dalmadan hemen önce; efsaneler, dedikodular, atasözleri, ölenler, bir önemi yoktu, dedesi ne anlatırsa anlatsın, hepsi ninni gibi gelirdi.
Dedesinden duyduÄŸu hikayeler nedeniyle kötü rüyalar gördüÄŸünde ise imdadına ninesi yetiÅŸirdi, “kafanda büyütme onları sakın" derdi, "rüyalarda gördüÄŸün hiçbir ÅŸey gerçek deÄŸildir.”
Her sabah uyandığında önüne bir fincan kahve ve bir parça ekmek koyan ninesi de bilge bir kadındı. Ama dedesi baÅŸkaydı, çünkü o hikayeler anlatırdı: incir aÄŸacının altında yanında torunu Jose ile uyuyan ve bir sözüyle dünyayı yerinden oynatan adamdı o.
Birkaç yıl sonra dedesi ölür. Artık yetiÅŸkin olan Jose, büyükannesinin ziyaretine gittiÄŸinde fark eder, kendisine rüyalardan korkmamasını söyleyen o yaÅŸlı ve bilge kadın da aslında her zaman inanmıştır gördüÄŸü rüyalara.
Bir gece, ninesi kulübenin önünde oturup, gökyüzündeki bütün büyük ve küçük yıldızları yavaÅŸ yavaÅŸ süzdükten sonra sessizce ÅŸöyle söyler:
"Dünya ne kadar güzel bir yer. Ölmek zorunda olmam ne yazık."
Ninesinin, çetin koÅŸullarda fakirlik içinde geçirdiÄŸi hayatı bitmek üzereyken hayatın güzelliÄŸini sanki ilk ve son kez görüyormuÅŸ gibi üzülmesi ÅŸaşırtır Jose'yi. Ama yılar geçtikçe anlar onu.
Çünkü o ev, bugünkü evlere benzemez; içinde yaÅŸayan insanlar sanki çocuklarıymış gibi uyumuÅŸlardır domuzlarıyla birlikte; Jose'nin dedesi, öleceÄŸini hissettiÄŸinde bahçesindeki aÄŸaçlarla teker teker vedalaÅŸmış, onları kucaklamış ve aÄŸlamıştır bir daha onları göremeyecek diye.
Jose Saramago'nın tanıdığı en bilge insanlar bunlardır iÅŸte; bir köyden ibaret küçük dünyalarını bin bir emekle dokuna dokuna, yoÄŸun yoÄŸun yaÅŸamış ve bu dünyadan kızgınlıkla, piÅŸmanlıkla, korkuyla deÄŸil, hayranlık dolu bir hüzünle ayrılmış insanlar. Bana Nazım Hikmet'in "YaÅŸamaya Dair" ÅŸiirinin son kıtasını hatırlatırlar:
Åžimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluÄŸu ÅŸimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"YaÅŸadım" diyebilmen için.
Alıntılar:
Jose Saramago - 1998 Nobel ödülü konuÅŸması
Nazım Hikmet - Yaşamaya Dair
​
Yazının orijinali: Ölmek zorunda olmam ne yazık