top of page

EbeveynliÄŸin ilginç tarihi -1

ebeveynlik tarihi1.jpg

Çocuk terk etme oranlarının artmasından dolayı 2008 yılında Nebraska Eyaleti’nde bir yasa çıkarıldı. Bu yasayla ebeveynlere bebeklerini saÄŸlık ocakları gibi hükümetin belirlediÄŸi noktalara bırakma hakkı tanınıyordu. Ancak yaÅŸ sınırlaması getirilmediÄŸi için merkezler 18 yaşına kadar çocuk ve gençlerle doldu. Bir adam dokuz çocuÄŸunu da bırakmaya kalktı. Hükümet kanunu yeniden görüÅŸeceÄŸini söylediÄŸi anda birçok aile bu deÄŸiÅŸim gerçekleÅŸmeden önce çocuklarını terk edebilmek için yarışa girdi.

 

Ana haberlerde çocuklarını bırakmak için binlerce kilometre yol yapan annelerin görüntüsü ÅŸaÅŸkınlık yarattı.

 

En eski uygarlıklarda çocuklar iÅŸ yükünü azaltacağı için önemliydi. Dolayısıyla yetiÅŸkin olasaya kadar pek kıymetleri yoktu. Bunu, Çatalhöyük bölgesinde yaÅŸamış uygarlıklarda görmemiz mümkün. Çocuklar eriÅŸkin sayılmadıklarından eriÅŸkinler gibi evin ‘temiz’ sayılan kuzeyine deÄŸil, günlük yaÅŸantının olduÄŸu, ocağın bulunduÄŸu ‘kirli’ kabul edilen alanlara gömülüyordu.

 

Ä°lkel toplumlar, yiyeceklerini temin etmek, güvenliklerini saÄŸlamak için hem vahÅŸi hayvanlar hem de kötü hava koÅŸullarıyla mücadele etmek zorundaydı. Bu nedenle zayıf ve hasta çocuklar sıklıkla ölüme terk ediliyordu.

 

Çocuk öldürmek, özellikle sakat doÄŸanları ve kız çocukları bebekken yok etmek eski toplumlarda yaygın görülüyordu. Eskimolar bebeklerini buzlu suya atıyor, Araplar istemedikleri cinsiyette doÄŸan çocuklarını diri diri kuma gömüyor, Çin, Hindistan, Meksika ve Peru gibi ülkelerde bebeklerin güçlülüÄŸünü denemek amacıyla nehirlere bırakılma geleneÄŸi sık sık uygulanıyordu.

 

Çocukların tanrılara kurban edilmesi de nadir deÄŸildi; Orta Amerika kabilelerinde çocuklar yaygın olarak ve kitleler halinde yaÄŸmur yaÄŸdırması için yaÄŸmur Tanrısı’na kurban ediliyordu.

 

Antik Roma’da da çocukların yüzde yirmisi ila kırkı terk edilirdi. Ortalama her ailenin terk ettiÄŸi en az bir çocuk bulunurdu. Romalılar çocuk terk etmeyen ailelere ve bu davranışın bulunmadığı kültürlere tuhaf gözlerle bakardı. "Deli mi bunlar, kim uÄŸraşır ki?"

 

Terk edilen çocukların ev hayvanı olarak alındığı bile olurdu. Bugün bizler köpeklerimize sanki çocuklarımızmış gibi bakarken, Romalılar tam tersini yapardı. Bazen de satın alınan çocuklar eÄŸlence ve bugün dehÅŸete düÅŸebileceÄŸimiz bazı amaçlar için kullanılırdı.

 

Semavi dinler geliÅŸmeye baÅŸlayınca masum çocukları öldürmek vicdani olarak daha zorlaÅŸtı. Ama ebeveynler her zaman bir yolunu buldu; daha zayıf, güçsüz ve tuhaf olanlar insan sayılmazdı, onlar “ÅŸeytanın tohumu,” “zebani,” “içlerine kötü cinlerin musallat olduÄŸu” kötülük ürünleriydi. Åžeytani olduklarına göre ormana, camiye, kiliseye bırakıp terk etmekte bir sakınca yoktu.

 

Çok aÄŸlayan bebekleri de bu kategoriye eklediklerini özellikle belirtmek isterim.

 

Ama ebeveynleri caniler olarak görmeden önce bir gerçeÄŸi hatırlamalıyız. Bugün ortalamada her beÅŸ hamilelikten biri kürtajla sonlanıyor. Korunma yöntemlerimiz sayesinde milyonlarca çocuk hiç doÄŸmuyor bile.

 

Yani bizler, terk etme / kurtulma iÅŸlemimizi daha önceden, daha hızlı ve daha az sancılı bir ÅŸekilde hallediyoruz.

 

Bir diÄŸer konu ise, geçmiÅŸte çocukların pek azı saÄŸ kalıyordu. Bu nedenle duygusal baÄŸ kurmak riskliydi. Veba, lepra, çiçek gibi hastalıkların yaygınlaÅŸtığı dönemlerde çocuk ölümleri o kadar fazlaydı ki, çocuklar altı yaşına geleseye kadar aileden sayılmıyordu bile.

 

Dolayısıyla 17. yüzyıla gelene kadar çocuklar ve onların yetiÅŸtirilmesi nadiren önemli bir konu oldu. DeÄŸiÅŸimin fitilini John Locke ve J. J. Rousseau ateÅŸledi. Ama pek öyle düÅŸündüÄŸümüz ÅŸekilde deÄŸil.

 

Bugünün moden ebeveynliÄŸini daha çok korunma yöntemlerine, kürtaja, endüstriyel reformlara, genetiÄŸe, teknolojiye ve John Bowlby'nin "BaÄŸlanma Kuramı'na" borçluyuz.

 

Ama o noktaya kadarki ebeveynliÄŸin ilginç tarihine, yani "çocukları baÅŸkalarına baktırabilmenin tarihine" daha sonra devam edeceÄŸim.

 

Alıntılar:

 

Jennifer Traig - Act Natural: A Cultural History of Misadventures in Parenting

Zeynep Erkut, Serap Balcı, Suzan Yıldız - Tarihsel Süreç Ä°çinde Çocuk

​

Yazının orijinali: EbeveynliÄŸin ilginç tarihi 1

Ebevenliğin ilgnç tarihi-1

EbeveynliÄŸin ilginç tarihi 2

ebeveynlik tarihi2.jpg

"Çocuklarınızı severdiniz, ölmemeleri için elinizden geleni yapardınız ama biliÅŸsel yetenekleri geliÅŸsin veya özgüveni artsın diye uÄŸraÅŸmazdınız. Otuz iki yaşına kadar yaÅŸamasını saÄŸladıysanız, mükemmel bir iÅŸ çıkardınız demekti. Hele birkaç özlü söz veya ayet ezberletebildiyseniz, adını çamura yazmayı filan öÄŸretebildiyseniz sizden iyisi yoktu. Yine de yetmiÅŸlere kadar kimse sizden daha fazlasını beklemezdi."

 

EbeveynliÄŸin tarihini yazan Jennifer Traig, 1970 öncesine kadar olan ebeveynliÄŸi böyle özetliyor. Ä°lginç bir iddiası var:

 

"EbeveynliÄŸin tarihi, çocukları baÅŸkalarına baktırabilmenin tarihidir."

 

OrtaçaÄŸ uzmanı Phillppe Aries’e göre modern zamanlara kadar "çocukluk" diye bir kavram yoktu. Çocuklar genellikle aile dışında büyürdü. YetiÅŸkinler gibi giyinirler, yetiÅŸkinler gibi çalışırlardı. Aileler, çocukları konusunda ilgisizlerdi. Elbette bu, ortaçaÄŸda ebeveynlerin çocuklarını sevmediÄŸi anlamına gelmiyordu. Konsept günümüzden epey farklıydı sadece: çocuklar ekonomik yatırımlardı. Ama pek sık ölüyorlardı. Bu yüzden çok yapılmalıydı.

​

Peki kimler bakıyordu çocuklara? Üst sınıflarda sütanneler, ebeler, bakıcılar, öÄŸretmenler, köleler, din adamları; alt sınıflarda ise büyük kardeÅŸler ve baÅŸta anneanne ve babaanneler olmak üzere diÄŸer akrabalar.

 

ÖrneÄŸin Batı’da sütannelik sektörü o kadar geliÅŸmiÅŸti ki, Paris'te 1780 yılında doÄŸan 21.000 çocuÄŸun 17.000’i doÄŸar doÄŸmaz süt annelerin evlerine gönderilmiÅŸti ve ilk üç sene ortalarda görünmemiÅŸlerdi. (Bu 21.000 bebekten yalnızca 700’ü kendi anneleri tarafından bakılmıştı.)

 

Osmanlı’da ise sütannelik Batı'daki gibi kurumsallaÅŸmamıştı. Ancak çocukları sevmek, ilgilenmek ve oynamak genellikle büyükanne, büyükbaba ve büyük kardeÅŸlere düÅŸerdi. Varlıklı ailelerde ise bu kalabalığa sütanneler, dadılar, lalalar, karaanneler katılırdı.

 

Ne olduysa Aydınlanma ve sanayileşme nedeniyle oldu.

 

GeliÅŸen bilim ve teknoloji sayesinde bebek ve çocuk ölümleri azaldı. Aileler çocuklarının yaÅŸayacağına güvenince, daha az çocuk sahibi olmaya baÅŸladılar. Bu durum çocuklarla iliÅŸkilerini deÄŸiÅŸtirdi. SanayileÅŸme, okullaÅŸmayı getirdi. OkullaÅŸma sayesinde çocuklar aile ekonomisine katkıda bulunma zorunluluÄŸundan kurtuldular. EÄŸitimli ebeveynlerin çocuklarına bakışı farklı oldu. Artık çocuklar ekonomik deÄŸil, duygusal yatırımlardı.

 

Ancak ortada çözülmesi gereken felsefi ve teolojik bir sorun vardı: çocuklar günahkar doÄŸarlardı.

​

Batı'da, özellikle Hristiyanlığın "insanlar günahkar doÄŸar" düÅŸüncesi nedeniyle bebeklerin doÄŸuÅŸtan kötü olduklarına inanılırdı. BebeÄŸin annesinin memesine saldırması, kıskanç olması ve kimseyle bir ÅŸeyini paylaÅŸmak istememesi bile bu günahkarlığının belirtisiydi.

 

Bu görüÅŸ Aydınlanma'yla birlikte büyük darbe yedi. Filozof Locke, çocukların doÄŸuÅŸtan kötü olmadığını, en azından yansız olduklarını savundu. Onun, doÄŸuÅŸtan gelen hiçbir bilgi olmadığını öne sürdüÄŸü ünlü boÅŸ levha (tabula rasa) kavramına insanlar bayıldı. (GenetiÄŸe raÄŸmen hala bu görüÅŸü bırakmak istemeyen epey insan var. Ä°leri okuma

için: Steven Pinker - BoÅŸ Sayfa)

 

J.J. Rousseau'nun Emile'si ise çocuÄŸun yetiÅŸkinden farklı, kendine has bağımsız bir varlık olduÄŸu gerçeÄŸini gösterdi ve yavaÅŸ yavaÅŸ batı eÄŸitim kurumlarının yapı ve anlayışını, ailenin ve devletin çocuÄŸa bakışını deÄŸiÅŸtirmeye baÅŸladı.

 

Yani Batı dünyasının ebeveynleri bu iki filozof sayesinde / yüzünden çocuklarının bakımlarının sorumluluÄŸunu üstlendiler.

 

HoÅŸ, Locke’un çocuÄŸu yoktu. Rousseau’nun ise beÅŸ tane vardı ama hepsini yetimhaneye bırakmıştı. Ama zaten filozofların dediklerini deÄŸil de yaptıklarını yapmaya kalksaydık kendimizi fıçı içinde yaÅŸarken bulabilirdik.

​

Batı'da 16. yüzyılda baÅŸlayan çocukluÄŸun modernleÅŸmesi süreci Osmanlı'da üç yüz yıl sonra baÅŸladı ve Profesör Bekir Onur'un deyimiyle, "ÇocuÄŸun ekonomik deÄŸerinden duygusal deÄŸerine geçiÅŸ Türkiye'de özellikle ekonomik koÅŸullara ve birtakım kültürel geleneklere baÄŸlı olarak çok ağır ilerledi."

 

Bowlby'nin "baÄŸlanma kuramı" ile birlikte 20. yüzyıl çocukların yüzyılı oldu. Ancak bu, beraberinde ebeveynlerin kendi yeterliliklerini sorgulamasını da getirdi. 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan "iyi anne" ve "fedakar anne" gibi kültürel beklentilerin yaÅŸattığı kaygıların izlerini pandemi sürecinde de fark ediyoruz.

 

Çocuklarıyla eve tıkılan birçok annenin kendisini yetersiz hissettiÄŸini, ebeveynliklerini sorguladıklarını görüyoruz.

 

Sabır, yumuÅŸaklık, hep beraber olma isteÄŸinin annelerin "doÄŸal" özellikleri olduÄŸuna inanan ve sürekli bir odaklanma halinde "en iyiyi" yapmaya çalışan anneler, çocuklarından sıkılmanın ve onlardan uzaklaÅŸma isteÄŸinin kötü anne olduklarına dair gösterge olduÄŸuna inanıyorlar.

 

Oysa tarihe baktığımızda, çocuk yetiÅŸtirmenin çok nadir olarak yalnızca ebeveynlerin iÅŸi olduÄŸunu görüyoruz. Bir yanıyla ebeveynliÄŸin tarihi gerçekten çocukları baÅŸkalarına baktırabilmenin tarihidir.

 

​

Alıntılar

 

Sevinç Güçlü - Çocukluk ve ÇocukluÄŸun Sosyolojisi BaÄŸlamında Çocukluk Hakları

Bekir Onur - ÇocukluÄŸun ve Çocuk YetiÅŸtirmenin Tarihi

Jennifer Traig - A Cultural History of Misadventures in Parenting

​

Yazının orijinali: EbeveynliÄŸin ilginç tarihi 2

​

​

ebeveynliÄŸin tarihi 2

Yeterince iyi ebeveynlik

yeterince iyi ebeveynlik.jpg

1. Bilindik bir çalışmasında Donald Winnicott, üç farklı ebeveynlik tipini ve bu ebeveynlerin yetiÅŸtirdikleri çocukların hayata saÄŸladığı uyumu inceler.

 

Birinci grupta, nispeten ihmalkar diyebileceÄŸimiz, çocukların ihtiyaçlarına pek oralı olmayan ebeveynler; ikinci grupta çocuklarının ihtiyaçlarını çoÄŸunlukla karşılayan ama bazen bunu baÅŸaramayan ebeveynler, üçüncü grupta ise çocuÄŸun her türlü ihtiyacına anında koÅŸan mükemmel ebeveynler bulunur.

 

2. Çalışmalar sonrasında Winnicott, hayata en iyi uyum saÄŸlayan çocukların ikinci gruptaki ebeveynler tarafından yetiÅŸtirildiÄŸini bulgular.

​

Çünkü hayat, aile içinden ibaret deÄŸildir. Ve hayal kırıklıkları, kıskançlıklar, üzüntüler ve rekabetle dolu dünyaya adım attığında çocuÄŸun yanında ebeveynleri olmayacaktır artık.

​

Sorunlara, kendi iç dinamikleriyle bir çözüm bulmak zorunda kalacaktır.

​

3. Bazen ebeveynler, çocukları için orada olamazlar. Bazen ebeveynler empati kuramazlar. Bazen ebeveynler gereksiz yere sinirlenirler.

 

Hele bu karantinanın klostrofobik günlerinde çocuklarıyla hapsolmuÅŸ birçok ebeveyn gün içerisindeki stresleri, gerginlikleri ve bunları çocuklarına yansıtmalarından duydukları vicdan azabı nedeniyle geceleri uyuyamıyor.

 

Mükemmelden bir aÅŸağı bir davranışın çocuÄŸun geleceÄŸinde onarılmaz bir travmaya neden olacağından korkuyorlar.

​

4. Oysa kronik hale gelmedikçe bunlar ne dünyanın sonu, ne de çocuklar için travma sebebi.

 

Hatta bu tür aksaklıkların çocuk geliÅŸiminde önemli bir yeri var.

 

Çünkü ebeveynlerin eksik kaldığı noktalarda çocuklar kendi baÅŸ etme mekanizmalarını geliÅŸtirirler.

 

Bunlar içinde en önemlisi ise engellenme toleransıdır.

​

5. Engellenme toleransı, kişinin engellerle karşılaştığında doyumu erteleme ya da metanetini koruma becerisidir.

 

Engellenme toleransı, çocuÄŸun biliÅŸsel ve duygusal geliÅŸimi sırasında oluÅŸur.

 

Engellenme toleransını geliÅŸtiremeyen çocuklar, hayatlarında büyük zorluk çekerler.

ÇocuÄŸunun her anında yanında olmaya, her problemini onların yerine çözmeye çalışan ebeveynler çocuklarının ellerinden bu fırsatı alırlar.

​

6. Winnicott, mükemmellik baskısı altında ezilen ebeveynleri uyarırken haklıdır.

 

Çocuk yetiÅŸtirmede mükemmelliyetçilik hem ebeveynliÄŸi zorlaÅŸtırır hem de çocuklara daha az fayda saÄŸlar.

 

Yeterince iyi ebeveynlik, yeterince iyidir.

 

​

Alıntılar:

 

Gennifer Lane Briggs - Can I Be a Good Parent and a Good Professional During COVID-19?

​

Yazının orijinali: Yeterince iyi ebeveynlik

​

​

Yeterince yi eeveynlik

Ebeveynleri suçlamak

parenting.jpg

Çocukların nasıl eÄŸitilmesi gerektiÄŸi konusu, bugün en çok incelenen konuların başında geliyor. Günümüzün ÅŸartları sayesinde tarihte olmadığı kadar çok sayıda kitapta, çok fazla uzmandan, farklı farklı metotlar öneriliyor.

 

Kitapları okuyan ebeveynler, bir yandan yanlış bir metot uygulayıp çocuklarının hayatlarında olumsuz ve kalıcı etkiler bırakmaktan korkarlarken, diÄŸer yandan da kendi çocukluklarını hatırlıyorlar ve bugün yaÅŸadıkları bazı sorunların ebeveynleriyle olan iliÅŸkilerinden kaynaklandığı sonucuna varıyorlar.

 

Bu da, kendi ebeveynlerini suçlamalarına sebep oluyor.

 

Oysa bugün sahip olduÄŸumuz bazı olumsuz özelliklerimizden dolayı ebeveynlerimizi suçlamak kendimizi de suçlu hissetmemize neden olur.

 

Profesör Engin Geçtan’a göre bu, yetiÅŸkin bir varlık olarak insanın kendi varoluÅŸ sorumluluÄŸunu henüz üstlenememiÅŸ olmasının suçluluÄŸudur. Ebeveynlerimizden alacaklı olduÄŸumuz bir gerçek olsa da, geçmiÅŸ yeniden yaÅŸanmaz. Dolayısıyla yaÅŸanılanları geri almanın bir yolu yoktur.

 

Üstelik ebeveynlerine karşı öfkelerini sürdüren insanlar, onlara karşı duydukları korkuyu da sürdürürler. Ki bu da, Geçtan’a göre olgunlaÅŸmamış olmanın bir göstergesidir.

 

Hepimiz sorumluluÄŸu oluÅŸturan neden-sonuç iliÅŸkisini bizi etkileyen en yakın noktadan irdelemeye meyilliyiz. Oysa ebeveynlerimizin de ebeveynleri vardı. KuÅŸaktan kuÅŸaÄŸa perçinleÅŸen neden-sonuç iliÅŸkisi, ebeveynlerimizin yetiÅŸtiÄŸi zaman, kültür, beklentiler, ekonomik ÅŸartlar; bunların her biri adil bir yargılama için odaklanmamız gereken maddelerden sadece bir kaçı.

 

Üstelik Geçtan, ebeveynlere yönelik bu yargılama çabasını, çoÄŸu zaman insanların kendi sorumluluklarından kaçmak için attıkları bir adım olarak görür:

 

“ ... ana-babaların kusurlarını kendi sorumluluÄŸumuzdan kaçınmak için gerekçe olarak kullanmak, vaktiyle bize karşı iÅŸlenen kusurları bizden sonraki kuÅŸaklara da yansıtmamıza neden olabilir. "

 

" Ana-babalar bizleri ayrı birer varlık olarak görememiÅŸ olabilir, ama biz de onları kendimizden ayrı dünyaları olan varlıklar olarak göremediÄŸimiz sürece gerçek anlamda yetiÅŸkinliÄŸe ulaÅŸmış sayılamayız. ”

 

Engin Geçtan, ebeveynlerimizle iliÅŸkimizden kaynaklanan korku, önyargı, öfke gibi sorunların önemli olmadığını söylemez. Aksine, bu bilgiler, kiÅŸinin kendi varoluÅŸ sorumluluÄŸunu üstlenmesini engellediÄŸi için çok önemlidir. Ancak asıl belirleyici olan bu duygularımızı ÅŸu an nasıl yaÅŸadığımızı fark edebilmektir. Geçtan, büyük bir bilgelikle bize bunu hatırlatır:

 

“ Bir duyguyu ‘nasıl’ yaÅŸamakta olduÄŸumuzu fark edebilmek, onun geçmiÅŸe dönük ‘nedenleri’ni açıklayabilmiÅŸ olmaktan çok daha büyük önem taşır! “

 

Alıntılar: Engin Geçtan - Ä°nsan Olmak

​

Yazının orijinali: Ebeveynleri suçlamak

Ebeveynleri suçlamak

Evdeki istismarcının sessiz ortağı

evdeki istismarcı.jpg

Çocuk istismarı olan evlerde genellikle üç önemli figür bulunur: istismar eden kiÅŸi, istismara uÄŸrayan çocuk ve her ÅŸeyi gördüÄŸü halde sessiz kalan ortak.

 

Sessiz ortak; çocuk istismar edilirken istismarcıyla yüzleÅŸmek veya çocuÄŸu korumak yerine sessiz kalarak, çoÄŸunlukla istemeyerek de olsa istismarcının yanında pozisyon alan, ailedeki veya akrabalar arasındaki kiÅŸiler için kullanılır.

 

Önemli nokta; sessiz ortak sadece sessiz kalmaz, ayrıca bütün bu olayların sessiz sedasız devam etmesine de dolaylı veya dolaysız yoldan yardımcı olur.

 

Öyle ya da böyle sessiz ortaklar ya istismarcıdan korktukları için, ya da hayatları zorlaÅŸmasın diye susmayı tercih ederler.

 

Çocuklar ise en derinlerinde ÅŸunu bilirler; sessiz ortaklar yalnızca onları korumamakla kalmamışlardır; her seferinde kendilerinin deÄŸil, istismar eden kiÅŸinin tarafını tutmuÅŸlardır.

 

Hayatta en çok güvenebileceÄŸi insanlar tarafından bu ÅŸekilde ihanete uÄŸramaları onlarda tarifi imkansız psikolojik yaralara yol açar.

 

Öyle ki bu yaraların etkisi, istismarın etkisinden uzun sürebilir.

 

Ä°stismara uÄŸrayan çocuklar, büyüdüklerinde sessiz ortaÄŸa da en az istismarcıdan duydukları kadar nefret duyabilirler. Hatta çoÄŸu zaman, daha fazla duyarlar.

 

Bazı uzmanlar bunu ÅŸöyle yorumlar; istismarcının gösterdiÄŸi ÅŸiddet gizli saklı deÄŸil, apaçıktır. Kendini ortaya koyar. Güçlüdür. Ama sessiz ortağın davranışı sinsicedir. Ä°stismara ortak olur ama hali zavallı, hatta acınasıdır. Çocukta sadece nefret deÄŸil, tiksinti de uyandırır.

 

Oysa birçok vakada, gözlerinin önünde cereyan etmiÅŸ olaylara sessiz kalmış bu ortaklar için gerçek o kadar acı ve ürkütücüdür ki, beyinlerinde bu anılara bilinçsizce bir blokaj uygulamışlardır.

 

Yıllardan sonra gelen "GördüÄŸün halde nasıl susabildin?" sorusuna verdikleri "ben bir ÅŸey görmedim ki" yanıtı, ne yazık ki, dürüstçe olabilir. O anıya gerçekten bir eriÅŸimleri yoktur. Gerçek, onlara göre bambaÅŸkadır.

 

Ve yıllar sonra tetiklenen bir olayla her şeyi hatırlayabilirler.

 

11 Haziran 2016 tarihinde The Guardian'da yayımlanan isimsiz bir mektupta, artık 3 çocuÄŸu olan kadın, zamanında dedesinin ona yönelik tacizlerini görmezden gelen annesine ÅŸu sözlerle veda eder:

 

"Dedemin acı içinde ölmesine sevindim. Asıl ait olduÄŸu yer hapishaneydi. Ama sen, hepiniz korktunuz ve sustunuz. Umarım bir gün özür dilersin benden. Ama biliyorum o gün hiç gelmeyecek. Beni neden korumadığını açıklamanı isterdim ama cevabı zaten biliyorum, yeterince cesur deÄŸildin.

 

O zamandan kalma acıların hayatıma neler yaptığını bilmeni isterdim ama bunları bilmeye gücün yetmez.

 

Bunun yerine seni ne kadar sevdiÄŸimi bilmeni istiyorum.

 

YaÅŸlandıkça kırılganlığının nasıl arttığını görüyorum. Hayatının kalanında mutluluk diliyorum. Ama rahatlık dilemiyorum çünkü bunu hak ettiÄŸine inanmıyorum."

 

 

Not: Bu yazımı Ä°'ye ithaf ediyorum; o gün masumdun, bugün masumları koruyorsun.

​

Alıntılar:

 

Beverly Engel - The Damaging Role Sile Partners Play in Child Sex Abuse

The Guardian - A letter to... My mother, Who Didn't Protect Me From Abuse

​

Yazının orijinali: Evdeki istismarcının sessiz ortağı

Evdeki istismrcının sessiz

Zorla kibarlığın çocuk beynine etkisi

zorla kibarlık.jpg

Dostum Çınar ilk defa karne aldı geçenlerde. Gelecekteki berbat günlerin habercisi olan bu günün hatırasına eÅŸimle bir hediye verelim dedik ona ve hem yılbaşında oyuncak aldığımız için, hem de biraz okulla ilgili olsun diye eÄŸlenceli bir kitap aldık. Küçük kardeÅŸi Demir de arabalarla oynamaya baÅŸlamıştı, ona da küçük bir araba seti aldık. Bunun Çınar’da biraz hayal kırıklığı yaratacağının farkındaydık, (oyuncak varken kitap mı, eh) hatta babasını arayıp planımızdan bahsettik ve onayını aldık.

 

AkÅŸam olunca hediyesini verdik, sürpriz olduÄŸunu görünce gözleri iyice pörtledi, sonra hediyeyi açınca soluk bir “Yey!” sesi çıkardı ve "EmoÅŸ bu muhteÅŸem." dedi. Ama kaynananın gelininin yemeÄŸine çok güzel olmuÅŸ demesi gibi dedi. Yüzündeki mikro ifadelerden de ilk bakışta pek beÄŸenmediÄŸi belliydi. Sonra da kardeÅŸinin oyuncağına yeltendi zaten.

 

"Åžu küçük hayvanın beyinsel geliÅŸimine, özdenetimine bak bir de," diye düÅŸündüm, "büyümüÅŸ de yalandan sevinç narası atıyor."

 

 

 

YetiÅŸkinler olarak bile hayal kırıklığımızı saklamakta zorlanabiliyorken, özdenetim fakiri bu küçük hayvanlar bunu nasıl baÅŸarabiliyorlar? Daha da önemlisi, küçük yaÅŸta öÄŸrenilen bu muhteÅŸem yalancılığın biliÅŸsel maliyeti ne?

 

Journal of Experimental Child Psychology’nin bu ayki sayısında yayımlanan bir makale bununla ilgili. Anaokuluna giden 148 çocuÄŸu alıyorlar ve bazılarının hayallerini yıkıyorlar.

 

Onlara 5 tane ödül gösteriyorlar; bunlardan 4’ü küçük sevimli oyuncak, 1 tanesi ise epey dandik köpükten bir kare.

 

Daha sonra araÅŸtırmacılar, çocuklardan, oyuncakları hangisini daha çok sevdiklerine göre sıralamasını ve onlara isim vermelerini istiyorlar ve bu isimleri kartlara yazıyorlar. Çocuklardan her biri, kendisine verilen basit bir labirent bulmacasını çözdükten sonra kartlardan birini rastgele seçiyor ve kartta yazan hediyeyi kazanıyor.

 

Tabii bazı çocukların ÅŸansına ödül olarak bu berbat köpük kare çıkıyor. Bunu çeken çocukların bir kısmı durumdan hoÅŸlanmadıklarını direkt ifade ederken bir kısmı ise gayet olgun bir ÅŸekilde “oha çok sevindim” gibi yalanlar uyduruyor. Sonra bütün çocuklara biliÅŸsel yetenek testi uygulanıyor.

 

Testin sonunda, sevdikleri hediyeyi aldıkları için hayal kırıklığına uÄŸramayan çocuklar ve hayal kırıklığına uÄŸrayan ama bu hayal kırıklıklarını direkt olarak ifade eden çocuklarda herhangi bir biliÅŸsel düÅŸüÅŸ yaÅŸanmıyor.

 

Ama hayal kırıklığına uÄŸradıkları halde öyle deÄŸilmiÅŸ gibi davranan çocuklarda belirli bir biliÅŸsel performans düÅŸüÅŸü yaÅŸanıyor.

 

Çünkü duygu regulasyonun bir parçası olan duygusal baskılama gerçekten enerji gerektiren bir süreç ve güçlü özdenetim kaslarına ihtiyaç duyuyor. Küçük hayvanların ise bunu kaldıracak güçleri yeterli olmayabiliyor. Bu nedenle uzmanlar, ebeveynlerin çocuklara hayal kırıklıklarıyla nasıl baÅŸa çıkmaları gerektiÄŸini öÄŸretirken iki noktayı öneriyorlar:

 

1. Duygunun adını öÄŸretin: çocuk üzüldüm, sinirlendim, hayal kırıklığına uÄŸradım diyebilsin.

 

2. Baskılamamasını ama içinden konuÅŸmasını / düÅŸünmesini öÄŸretin: Adını öÄŸrendiÄŸi bu duyguyu içinden söyleyebilsin.

 

 

Yani çocuk hediyeyi alırken teÅŸekkür etsin ve nazik davransın ama kendi içinde olup biteni de bilsin. Ä°çinden “bu hediye nedeniyle hayal kırıklığına uÄŸradım ama eminim akÅŸam anneme veya babama durumu anlatınca onlar bir çözüm bulacaklardır” diye düÅŸünebilsin.

 

Uzmanlara göre böyle bir düÅŸünce, hem o anın duygusal ağırlığını azaltıyor, hem de çocuÄŸun özdenetim kaslarının geliÅŸmesine yardımcı oluyor.

 

Bu arada araÅŸtırmacılar da o kadar ÅŸeytan deÄŸil. AraÅŸtırmanın sonunda çocuklara kazandıkları ödülleri istedikleri baÅŸka bir ödülle deÄŸiÅŸtirme fırsatı sunuyorlar.

 

Berbat köpük kareyi kazanan bütün çocuklar baÅŸka bir hediye seçiyor ve böylece berbat köpük kare dışında herkes mutlu oluyor.

 

​

Alıntılar:

 

Niam Oeri, Claudia Roebers - Regulating Disappointment can Impair Cognitive Performance in Kindergarten Children

Robyn Koslowitz - Is Forced Politeness Bad For Kids?

​

Yazının orijinali: Zorla kibarlığın çocuk beynine etkisi

zorla kibrığın

Babanın çocuÄŸu uykusunda öpmesi

babanın uykusunda.jpg

1903 doÄŸumlu Dedeman, babasıyla iliÅŸkisini anlatıyor, “Babam fazla konuÅŸmaz, coÅŸkunluk, taÅŸkınlık yapmazdı. Biz çocuklara fazla yüz vermezdi. Annemin söylediÄŸine göre, uyuduktan sonra yatağımızın yanına gelir, bizi sever, okÅŸarmış.”

 

BaÅŸka bir hayvan türünde babaların çocuklarını sevip okÅŸamak için onların uyumalarını beklediÄŸini okusaydım, muhtemelen çocukların uyanıkken dikenleri olduÄŸuna veya zehir saçtıklarına inanırdım. Ama bu eylem, görkemli insanlığın trajik hikayesinde yer alıyor: babaları öpsün diye bayramları bekleyen çocuklar:

 

1921 doÄŸumlu Özmen anlatıyor, “Ailenin başı kuÅŸkusuz babaydı. Babalar çocuklarını sadece bayramlarda, yolculuÄŸa çıkarken, yolculuk dönüÅŸü ve yeni elbise dikildiÄŸinde el öpülürken öperdi.”

 

1897 doÄŸumlu Yücel'e göre baba tarafından övülmek de imkansıza yakındı, “O zaman terbiye böyleydi. Çocukları şımartmamak için gönül alıcı laflar söylenmezdi. Hiç sevmediÄŸim bayramların gelmesini, babam beni öpecek diye dört gözle beklerdim. Onun haricinde bir kere beni okÅŸadığını bilmem.”

 

Baba böyleydi, devletin başındaki padiÅŸah gibi o da evin içerisindeki sarsılmaz otoriteydi: karşısında deÄŸil oynamak; söz almadan konuÅŸmak, gülmek, rahat oturmak bile yasaktı:

 

1925 doÄŸumlu Ege, babanın ev içi ve dışındaki farkını anlatıyor, “Babam evimizin dışında çok olumlu, nüktedan, bol kahkahalı ve yumuÅŸak olduÄŸu halde, çocuklarına çok sert, katı, takdirini esirgeyen bir babaydı. Sevgisini hiç göstermezdi.”

 

"Sevgisini göstermezdi..." bundan yüz yıl önce doÄŸmuÅŸ insanların babaları hakkında söylediÄŸi klasik bir söz.

 

1932 doÄŸumlu BaÅŸgöz ise nasıl korkuyla büyüdüklerinden bahsediyor, “Biz karşısında gülemezdik dahi, o kadar sert bir adamdı. Ona göre, erkek çocuÄŸunu şımartmak olmaz, baÅŸtan çıkar. Ondan sevgisini göstermezdi, korkularla büyüdük.”

 

Ama belki de en kötüsü, çocukların fikirleri de önemsenmezdi.

 

Köy Enstitüsü mezunu bir öÄŸretmen olan Budak, öÄŸretmenlik yaptığı yörelerde halkın kendisini "çocuklarla yüz göz olma" diye uyardığını anlatıyor. Yöre halkına göre çocukları dinlemek bir eÅŸitlik göstergesi. Ve bu, şımarıklığa yol açabilecek büyük bir tehlike:

 

"Çocuklar büyüklerinin yanında lafa karışmazlar. Törelerimizde büyüÄŸün önüne geçmek yoktur. Bu yüzden de biz varken çocuÄŸun yeri kapı arkasıdır. Onların her zaman büyüklerine hizmet için hazır olmaları gerekir. Bir çocuk büyüÄŸünün önüne geçer söze karışırsa, sonunda şımarır baÅŸ belası olur."

 

1909 doÄŸumlu Bezmen, “Hiç sert muamele yapmazdı babam. Yine de önünde izin almadan konuÅŸamazdık. Gerekli, gereksiz aÄŸzımızı açmak haddimize düÅŸmemiÅŸti.” derken 1904 doÄŸumlu Vassaf yok sayılmasını, "Üniversite yaÅŸlarında bile o zaman çocukların fikri pek kaale alınmazdı.” diyerek anıyor.

 

Ancak bu durumu eleÅŸtirenler de olmuÅŸ. ÖrneÄŸin Atatürk'ün anılarını derleyen Soyak'ın aktardığına göre çocuk terbiyesi hakkında konuÅŸtukları bir gün Atatürk kendisine ÅŸöyle diyor:

 

"ÇoÄŸu ailelerin öteden beri çok kötü alışkanlıkları var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar lafa karışınca “sen büyüklerin konuÅŸmasına karışma” der sustururlar. Ne kadar yanlı, hatta zararlı bir hareket. Halbuki tam tersine çocukları serbestçe konuÅŸmaya, düÅŸündüklerini, duyduklarını olduÄŸu gibi ifade etmeye teÅŸvik etmeliler; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakar olmalarının önüne geçilmiÅŸ olur."

 

"Kısacası çocuklarımızı artık düÅŸüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da baÅŸkalarının samimi düÅŸüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız."

 

Bugün, her ne kadar baba-çocuk iliÅŸkisinde aÅŸama kaydedilmiÅŸ olsa da, otoriteleri sarsılmasın diye sevgisini göstermeyen babalar hala mevcut. Ne yazık ki bazı çocuklar hala sadece uyuduktan sonra öpülmeye, sevilmeye devam ediyor. Bu yüzden Leonard Cohen'in ÅŸu mısrası pek çoÄŸumuz için geçerliliÄŸini koruyor,

 

"Bugün babalar günü ve herkes biraz yaralı."

 

Alıntılar:

 

Melike Sayıl, Bilge Selçuk - Ana Babalık Kuram ve Alıştırma

​

Yazının orijinali: Babanın çocuÄŸu uykusunda öpmesi

Babanın çocuğu uykusunda

Masalların evrimi

masalların_evrimi.jpg

Geceleri, anneannemin kocaman bedenine raÄŸmen koyun koyuna sığabildiÄŸimiz, koyu yeÅŸil yastıklı dar divanda dinledim ilk masallarımı. Leylek, güvercine akıl verdi ama sonra kibiri yüzünden kendisi yem oldu, üvey annesi tarafından evden atılan kızın iyi kalpliliÄŸi su içtiÄŸi dereden altın akmasına neden oldu; kötü kalpli kardeÅŸlerinin payına nehirden zehir içmek kaldı.

 

Anneannemin vefatından sonra aylarca kendimi masalların tarihini araÅŸtırırken buldum. Ondan dinlediÄŸim masalların yöresel olmadıklarını, tarih boyunca farklı kıtalardaki farklı çocuklara anlatıldıklarını öÄŸrenince mistik bir bütünleÅŸme hissettim dünyayla.

​

Ama öÄŸrendiÄŸim asıl bilgi, masalların evrimi oldu. Benim dinlediÄŸim masallar iyiliÄŸi, sebatı ve uysallığı överken neredeyse hep mutlu sonla bitiyordu. Oysa tarihin uzun bir dönemi için bu böyle deÄŸildi.

 

ÖrneÄŸin, Kırmızı BaÅŸlıklı Kız’ın çeÅŸitli dönemlere ait 35 farklı versiyonu bulunur ve bunların çoÄŸunun sonunda kurt kızı midesine indirir. Bazılarında tecavüz bile eder. 105 farklı versiyonu olan Kül Kedisi’nin bazı versiyonlarında ise Kül Kedisi, tacizkar babasından kaçmaya çalışır.

 

Bu nasıl bir delilik, diye düÅŸündüm. Çocuklara bunlar anlatılır mı?

 

Ama bugün bildiÄŸimiz anlamda "çocukluk" diye bir dönem, geçmiÅŸte yoktu. Onlar, "küçük yetiÅŸkinlerdi." Ve dahası, ölüm, ÅŸiddet ve cinsellik dolu bir dünyada yaşıyorlardı.

 

Fransa'yı ele alalım. Bundan iki yüz yıl önce Fransa’da doÄŸan çocukların neredeyse yarısı on yaşını görmeden ölüyordu. Herkes aynı yatakta yattığı için sık sık bebekler ebeveynlerinin altında ezilerek ölüyordu. Kadınların ölüm oranı da çok yüksek olduÄŸundan her yer üvey annelerle kaynıyordu.

 

Harvard Üniversitesi Kütüphanesi müdürlüÄŸü de yapmış Tarihçi Robert Darnton'u dinleyelim:

 

"Bütün aile bir ya da iki yataÄŸa doluÅŸuyor ve ısınabilmek için etraflarını hayvanlarla kuÅŸatıyordu. Çocuklar da böylece ebeveynlerin cinsel aktivitelerini yakından gözleyebiliyordu. Kimse onları masum yaratıklar olarak görmüyor, çocukluÄŸu ergenlik, gençlik ve eriÅŸkinlikten ayrılan hayatın farklı bir evresi olarak algılamıyordu.”

 

Dolayısıyla masallar, bugünkü çocuklara deÄŸil, ölümü ve cinselliÄŸi görmüÅŸ küçük yetiÅŸkinlere anlatılıyordu. Darnton'a göre masalların iki amacı vardı:

 

1. Dünyanın düzenini anlatmak.

2. Bu düzenle baÅŸ edebilmek için stratejiler saÄŸlamak.

 

 

Yani geçmiÅŸteki ebeveynler manyak oldukları için çocuklarına bu tür ÅŸiddetli masallar anlatıyor deÄŸillerdi. YaÅŸadıkları çevre tekinsiz, okur yazarlığın bulunmadığı, ölümlerin kol gezdiÄŸi bir yer olduÄŸu için "küçük yetiÅŸkinleri" bu dünyaya hazırlıyorlardı.

 

18. yüzyıldan sonra ÅŸehirlileÅŸmenin ve pedagojinin de geliÅŸimiyle masallar devletler tarafından filtrelerden geçirildiler. Ä°çeriÄŸinde ensest, tecavüz, aşırı ÅŸiddet olanlar ehlileÅŸtirildiler. Ülkemizdeki örnekleri için Kadriye Türkan’ın “Anadolu’dan SeçilmiÅŸ Masallarda Cinsel Taciz” makalesini tavsiye ederim.

​

Benzer ehlileÅŸtirmeyi biz Nasreddin Hoca fıkralarından biliyoruz. Orijinallerin bazılarında ensest, hayvan tecavüzü gibi öÄŸeler bulunduran bu fıkralar da zamanla filtrelerden geçirildi. Öyle ki Nasreddin Hoca olduÄŸundan bambaÅŸka bir kiÅŸiye dönüÅŸtü.

 

Bu konuyla ilgilenenlere Pertev Naili Boratav’ın "Nasreddin Hoca" kitabını tavsiye ederim. Uzun önsözünde Enis Batur, "Nasreddin Hoca'yı böyle bilmezdik" cümlesinin aslında "Nasreddin Hoca'yı böyle istemiyoruz" anlamı taşıdığını belirtir. Ancak son yıllarda yeÅŸillenen duyarlılığımız nedeniyle böyle öÄŸeler bizi tiksindirse de, orijinal Nasreddin Hoca metinleri ortadadır.

 

Sonuç olarak masallar canlıdır ve her canlı gibi çevreye göre evrilir. Dün, elektriÄŸin olmadığı ürkütücü gecelerde çocukları tehlikelerden sakınmak için anlatılan ÅŸiddet dolu masallar bugünkü çocukların beyinleri ve gelecekleri için çok zararlı olabilir.

 

Benzer ÅŸekilde bugün "çeÅŸitliliÄŸi" öven masalların, birkaç yüzyıl önce ebeveynleri cinsel iliÅŸkiye girerken aynı yatakta uyumak zorunda kalan, beÅŸ yaşına gelmeden çoktan birçok ölümle karşılaÅŸmış, okuma yazma bilmeden ve eÄŸitim görmeden ölmeye yazgılı küçük yetiÅŸkinlere pek bir ÅŸey ifade etmeyeceÄŸi gibi.

 

Bugün, böyle bir dünyada, çocuklarımızı ÅŸiddet öÄŸelerinden kesinlikle korumalıyız.

 

Ancak bunu yaparken bugünün ahlaki normlarını geçmiÅŸe uyarlamak ve anlatılan masallara bugünün merceÄŸinden bakmak yararsız, mantık dışı ve haksız bir çaba olur.

 

Bir de, unutmadan, masalların içeriÄŸine verdiÄŸimiz deÄŸer elbette önemlidir. Ama çocukların asıl ilgilendiÄŸi anlatanın ses tonu, sevgisi ve onlara ayırdığı zamandır.

 

Aynı masalı yüzlerce kez dinlediÄŸim anneannemi sevgiyle anıyorum.

 

 

Alıntılar:

 

Robert Darnton - Büyük Kedi Katliamı

Pertev Naili Boratav - Nasreddin Hoca

​

Yazının orijinali: Masalların evrimi

Masalların evrimi

Gerçeklik duvarına çarptığımızda

duvar.jpg

Dünyanın en mutlu ülkesi olarak bilinen Finlandiya'da bile her yedi gençten birinin depresif özellikler taşıması, bireysel mutluluÄŸun toplumsal verilerle ölçülmesinin zorluÄŸunu gösteriyor. Ne kadar mutlu olduÄŸumuzu kendi mutluluk ideallerimize göre belirliyoruz, Tanzanya veya Ä°ran halkından daha iyi ÅŸartlarda yaÅŸayıp yaÅŸamadığımıza bakarak deÄŸil. Bugün ne yazık ki birçok genç, sosyal medyanın da etkisiyle, kendi mutluluk idealleri altında eziliyor.

 

Dün ölüm yıl dönümü olan Arthur Schopenhauer'e göre en büyük sorunumuz, dünyaya mutlu olmak için geldiÄŸimize inanmamızdır. Büyüyüp gerçeklik duvarına toslayınca fark ederiz ki, dünya bizim mutluluk ideallerimize veya acılarımıza kayıtsız bir yerdir. Bunu ne kadar erken öÄŸrenirsek, bu çarpmanın acısından ve ÅŸokundan o kadar az etkileniriz.

 

 

 

Finlandiya iki senedir dünyanın en mutlu ülkesi. Yine de her yedi gençten biri depresyon özellikleri sergiliyor.

​

Eminim en istikrarlı, en özgür, en iyi eÄŸitim sistemine sahip, organize suçun en az olduÄŸu, en güvenli ülkede yaÅŸamak mükemmel bir duygudur. Ama görünen o ki, gençler için mutluluk endeksi verileri yeterli gelmiyor. Her sosyolojik olgu gibi, bu olgunun da çok katmanlı nedenleri bulunuyor. Ancak okuduklarımdan yola çıkarak, en önemli nedenlerden birinin, gençlerin büyürken çarptığı GERÇEKLÄ°K DUVARI olduÄŸuna inanıyorum.

​

Çocukken büyüdüÄŸümüz, ebeveynlerimiz tarafından bizi korumak için sansürlenen dünya ile gerçek ve zalim olmasa bile zalimliÄŸe kayıtsız dünya arasında fark bulunur.

 

Geçenlerde paylaÅŸtığım “masalların evrimi” adlı yazımda deÄŸinmiÅŸtim; masalların bir görevi de bizi dünyaya hazırlamaktır. Eskiden korkunç ve kanlıydı masallar, çocukları tek bir hatanın hayatlarına mal olacağı bilinmez bir dünyaya hazırlıyorlardı.

 

Bugün çocuklar daha bilindik, daha etkileÅŸimli, daha olumlu bir dünyaya hazırlanıyorlar. Gerçek dünyanın zorluklarının epey sansürlenmiÅŸ bir haline.

​

Büyüdükleri evin sansürlü konforundan uzaklaÅŸtıklarında ise, her birimiz gibi, o kocaman GERÇEKLÄ°K DUVARI’yla karşılaşıyorlar. Sınavlarda ortalama puanlar almaya baÅŸlayınca, hoÅŸlandıkları kiÅŸiler tarafından fark edilmediklerinde, paylaÅŸtıkları fotoÄŸraflar bekledikleri kadar beÄŸeni almadığında, istedikleri arkadaÅŸ gruplarına alınmadıklarında o kadar akıllı, güzel, eÄŸlenceli, baÅŸarılı olmadıklarını hissediyorlar.

 

Mutlu bir dünya için hazırlanmış bu çocuklar, her gün milyonlarca seçeneÄŸin dijital olarak önlerine serildiÄŸi bir dünyada karşılaÅŸtıkları baÅŸarısızlık, yalnızlık ve deÄŸersizlik duygularıyla baÅŸa çıkmakta zorluk çekiyorlar.

​

Peki bunun bir çaresi var mı?

 

Ä°ki yüz sene önce ÅŸair Goethe, Schopenhauer ile tanıştığında, karamsarlığını tuhaf bularak onun için iki dize yazar:

 

"Keyif almak istiyorsan hayattan,

DeÄŸer vermelisin dünyaya."

 

Filozof pek etkilenmez bu ÅŸiirden. Åžiirin bulunduÄŸu kağıdın kenarına Chamfort’tan bir alıntı yazar:

 

“Ä°nsanları oldukları gibi kabul etmek, onları olmadıkları bir kiÅŸi gibi görmekten yeÄŸdir.”

​

Çünkü Schopenhauer, en ciddi sorunumuzun dünyayı yanlış kavramamızdan kaynaklandığına inanır:

 

“DoÄŸuÅŸtan getirdiÄŸimiz tek bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiÄŸimize inanıyoruz.”

 

Ona göre, dünya, bizi mutlu etmek için tasarlanmış özel bir alan deÄŸil; en büyük aldatılmalarımıza, reddedilmelerimize, aÅŸağılanmalarımıza, acılarımıza bile kayıtsız, duyarsız bir yer.

 

Orada ebeveynlerimizin özel ilgisini asla bulamayız.

​

Schopenhauer bu gerçeÄŸi ne kadar çabuk fark edebilirsek, kendimizi o kadar iyi koruyabileceÄŸimizi anlatır. Hatta ona göre bu bilgi, gençlerin eÄŸitiminin de bir parçası olmalıdır:

 

“Gençken düÅŸlerimizdeki mutluluÄŸun bulanık, aldatıcı imgeleri belirir gözlerimizin önünde ve bunların hakikilerini ele geçirmek için boÅŸ yere çabalarız. EÄŸer gençlere zamanında öÄŸüt ve eÄŸitim verir, onların, dünyada elde edilebilecek çok ÅŸey olduÄŸuna iliÅŸkin yanlış düÅŸünceyi kafalarından atmalarını saÄŸlarsak çok ÅŸey kazanmış oluruz.”

​

Elbette henüz baÅŸa çıkma mekanizmaları geliÅŸmemiÅŸ küçücük çocukları dünyanın karamsarlığıyla boÄŸmak iÅŸkence etmekten farksız olur. Ancak yaÅŸları ilerledikçe, özellikle reddedilmeye karşı baÅŸa çıkma mekanizmalarının geliÅŸimini kademe kademe saÄŸlamak ve dünyanın nasıl bir yer olduÄŸu konusunda daha gerçekçi bilgiler vermek, onlar için yapabileceÄŸimiz en büyük hizmetlerden biri sayılabilir.

 

Çünkü gerçeklik duvarına çarptıklarında hissedecekleri acıyı ve ÅŸoku azaltmaları için, dünyayı olduÄŸu gibi kabul etmeleri, onu olmadığı bir yer gibi görmelerinden yeÄŸdir.

 

 

 

Alıntılar:

 

BBC Worklife - Being depressed in the 'world's happiest country'

Elias Peltonen - This Is the Less Advertised Side of Finland

OECD Observer - Finland’s mental health challenge

Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi

​

Yazının orijinali: Gerçeklik duvarına çarptığımızda

Gerçeklik duvarı

Ä°çimizdeki derin kızgınlık

içimizdeki.jpg

Çocukken anne ve babalarımıza karşı geliÅŸtirdiÄŸimiz olumsuz duyguların üstünün kapatılmasıyla baÅŸlayan süreç, insanın giderek kendisine yabancılaÅŸmasına ve sonunda kendisi olamamanın suçluluÄŸunu yaÅŸamasına neden olur. VaroluÅŸ suçluluÄŸu denilen bu duygu anlamlı bir yaÅŸamı gerçekleÅŸtirememiÅŸ olmaktan kaynaklanır.

 

Halbuki herkesin çocukluk döneminde bir ÅŸeyler aksar. Ama insan, duyguların dürüstçe yaÅŸanabildiÄŸi bir çevrede yetiÅŸmiÅŸse olumlu duygular gibi olumsuz duygularını da açıkça yaÅŸamayı öÄŸrenir. Böylelikle bu tür duyguların aslında herkesçe yaÅŸandığının farkına varır.

 

Ancak birçok insan, böyle bir ortamda yetiÅŸmediÄŸi için, bu tür olumsuz duyguları yalnızca kendisinin yaÅŸadığını düÅŸünür.

 

Bu duygulardan biri olan insanlardan korku aslında insanlara (baÅŸta ebeveynlerimiz olmak üzere) kızgınlığımızın bir sonucudur. Onlara kızarız, düÅŸmanca duygular besleriz ve sonra bu duygularımızın dışarıdan fark edilmesi tehlikesine karşı korkmaya baÅŸlarız. Bu yüzden bu kızgınlığı baÅŸkalarına yönlendiririz.

 

Bazı insanlar bu düÅŸmanca duyguları kendisine yöneltir. Suçluluk ve deÄŸersizlik duyguları üstüne bocalanır ve bu duygulara “kimse beni istemiyor” düÅŸüncesi eklenir. Onlar da bu argümanı doÄŸrulayan kanıtlar arar ve bulurlar da.

 

Bazı insanlar ise bu düÅŸmanca duyguları dışa yansıtır ve etrafındaki insanların olaÄŸan davranışlarını yanlış yorumlayarak, onların kendisini eleÅŸtirmekte ya da suçlamakta olduÄŸuna iliÅŸkin gerçekte varolmayan kanıtlar yaratır. Ä°nsanın aslında kendisinde varolan düÅŸmanca eÄŸilimleri baÅŸkalarına mal etmesi biçiminde yaÅŸanan bu duyguya alınganlık denir.

 

Ä°ster kendisini ister dışarıyı suçlayan olsun, diÄŸer insanlarla birlikteyken tedirgin olan kiÅŸi, tüm enerjisini gereksiz yere savunma amacıyla kullanır, bu yüzden kendisinde varolan potansiyeli harekete geçiremez ve kapasitesinin altında bir etkinlik gösterir. Hatta bazen birbirini yeni yeni tanıyan insanlar, reddedilme kaygıları yüzünden iliÅŸki baÅŸlatamazlar. "O reddetmeden ben reddedeyim" kaygısı nedeniyle yalnız kalan çok insan vardır.

 

Sonuç olarak alınganlık gibi sinsice yaÅŸanan duygular, insanların bize, bizim de onlara ulaÅŸabilmemizi engeller. Çünkü onların gerçek bizi deÄŸil, gösterdiÄŸimiz yanlarımızı kabul ettiÄŸimizi biliriz. Sonunda, kabul edilen gerçek benliÄŸimiz olmadığı için, kendimizi de kabul edilmiÅŸ hissedemeyiz.

 

​

Alıntılar:

 

Engin Geçtan - Ä°nsan Olmak

​

Yazının orijinali: Ä°çimizdeki derin kızgınlık

İçimizdekiderin kızgınlık
bottom of page