
Bu haftanın normal insanlar konusu "gördüğünüz bir rüyayı anlatın" idi. Simgelerin havada uçuştuğu birbirinden renkli, fantastik metinler ortaya çıktı. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.
- Hadi Beraber Kitap Yazalım projesi hakkında daha geniş bilgi almak için tıklayabilirsiniz.
- Yazarlar için yazdığım bir mektubu okumak için tıklayabilirsiniz.
HAFTANIN YAZILARI
Dünyanın Sonu – Saturnuslog
Issız Yol – Nehir Niş
Beyaz Atlı – Coggywriter
Bebek – Herzi
Rüya Arafı – Msy
Açık Büfe – Rojda Aksoy
Düş-müş – Ayşe Çetinkaya
Rüya Hukuku – Canderel
Tüm Rüyalar Biraz Tuhaftır – Bir Başka Dünyadaki
Saçmalıklar Kumpanyası – Edward Bloom
İnecek Var! – Mutlu
Mario, Luigi ve Ben – San
Mavi – Topaz
Hicap – Gorila Voladora
Bir Rüya – Voila
Yerli Nostradamus – Matruşka
Rüyalar Alemi – Gülçin Karabulut
Yaşam, Sevgi ve Doğum – Dalgın Canbaz
DÜNYANIN SONU
- saturnuslog -
Normalde çok fazla rüya görürüm ve çoğunu da hatırlarım. Ancak pek azını uzun süre aklımda tutabilirim. Birkaç ay önce bana çok gerçekçi gelen ve unutamadığım absürt bir rüyamı anlatmak istiyorum.
Okyanus kıyısından geçen dağ ile okyanusu birleştiren bir otoyolun ortasında dört kişi, birbirimizi tanımadan öylece duruyorduk. Birdenbire otoyoldan geçen araçlar da bizimle durdular. Arabalardan inen insanlar dehşet içinde okyanusa bakıyorlardı. Okyanus yükseliyordu. Telefonlarımıza bildirimler gelmeye başladı. Dünyadaki bütün sular yükseliyordu. Sebebi bilinmiyor, herkes korkuyordu. Bazı ülke ve şehirler sular altında kalıyordu.
Suların yükselmesiyle inanılmaz bir balina popülasyonu ortaya çıkıyordu. Bulunduğunuz yer artık bizim evimiz der gibi… Denizler taşıyordu. Balinalardan biri, bekleyen biz dörtlüye yanaşıp, “Birkaç gün içinde dünya tamamen sular altında kalacak. Bunu önleyebilmenizin, yaşayabilmenizin tek yolu bir yolculuğa çıkmanızdan geçiyor. Bu yolculukta, dünyayı baştanbaşa geçerek dünyanın kendisine karşı bazı bilmeceleri ve oyunları kazanmanız gerekiyor. Üstelik kaybettiğiniz ya da yanlış cevap verdiğiniz her bulmaca sonunda başlangıç noktanıza döneceksiniz” diye zihnimize telepatik bir şekilde fısıldadı ve sürüsüne katılarak uzaklaştı. Şok içerisinde balinanın söylediklerini idrak etmeye çalışırken, gruptan biri peki ya başlangıç noktasından değil de sondan başlarsak o zaman da sona mı döneriz yanlış yaparsak, yoksa bu yanlış bizi başlangıca mı götürür? diye sordu.
Sorulması gereken en mantıklı soru olmasa da merak uyandırıcıydı. Özellikle de kısıtlı zamanımız olduğu düşünülürse. Ardından bir fikir ortaya atıp başlamayı teklif ettim. İki kişi sondan iki kişi ise baştan başlayacaktı fikrime göre ve başa dönülmesi durumunda zaten iki kişi en baştan geçilmesi gereken testleri geçmiş olacaktı. Eğer başa dönülmezse bu durumda daha çabuk bitecekti bulmacalar. Grubun diğer üyeleri de bu fikri onaylayınca işe koyulmuştuk.
Işınlanır gibi başlangıca ulaşıp birkaç oyunu ve bulmacayı zorlanarak da olsa geçtik. Bulmacaların hepsi mantık ve safi zihinle çözülmesi gereken bilmecelerden ya da oyunlardan oluşuyordu.
Orta noktaya ulaşmamıza ramak kala, bir GO oyunuyla karşılaştık. Acayip bir şekilde, dünyayı baştanbaşa geçen bu oyun/bulmaca çizgisi babaannemin evinden geçiyordu. Bütün ailem orada ve herkes panik halinde en değerli eşyalarına sarılırken, bana bağırıp o kıyamette bile bir şeyler yapmaya çalışan beni engellemeye çalışırken, dünyanın kendisine karşı GO oynuyordum. Bağıran, küfreden kaosa sırtımı dönmeme rağmen stratejim zayıflıyordu. Bu oyunun kritik ve konum olarak stratejik olması da beni kör etmiş olacak ki takım arkadaşımın ortadan kaybolduğunu oyunun ortasında fark ettim.
Oyunu kazanabilme ihtimalimi, takım arkadaşımı kaybetme, aileme yenilme ve cesaretimi kaybetmemle bertaraf etmişken stresten ter içinde çalan alarmıma uyandım.
ISSIZ YOL
- nehir niş -
Hava aşırı sıcak, güneş ışınlarının yeryüzünü dik açıyla kestiği saatler. Soluk soluğa koşarak eve varmaya çalışıyorum. Peşimde birisi var. Bizim köyün girişinde sık aralıklarla yolu kaplamış selvilerin arasına saklanıyorum. Sesli ve hırıltılı nefesimi zapt etmeye çabalıyorum. Annem bana çok kızacak. Bu ıssız yoldan gitme demişti. Ben onu dinlememiş daha kestirme olur diye mezarlığın içinden, zeytin tarlasına çıkan yolu tercih ettim. Burayı bilen kullanır ve bilenler de nadirdir. Karışık çam ağaçları arasında boyum kadar otlar var. Kimisi dikenli yabani otlar. Onların arasında saklanıyorum.
Okula arkadaşlarımla birlikte gidiyormuşum. Şakalaşmalar küfürler havada uçuşuyor. Çarşının ortasından öylece geçiyoruz. Berber çırağı olan kumral, yüzü çilli çocuk anlamlı bakışlarla beni süzüyor. Bakışıyoruz. Pek hoşlanmıyorum. Neslihan gene çapkınlık peşinde, marketçi Zeynel’e cazibeli bakışlar atıp, oradan bize çikolatalar alıyor. Hep birlikte yiyoruz. Annem Neslihan’ı pek sevmiyor. Belki de haklı. Bir an bir el boğazımı yakalıyor, diğer el bedenimde. İnsanı bayıltan ağır ter kokusu. Kendimi kurtarıyorum koca ellerden. Yine var gücümle koşuyorum. Hava birden kararıyor. Akşam olduğunu nasıl fark etmedim. O çamların arasında düşlere mi uykuya mı daldım? Boğazım kuruyor çeşme buralarda olmalıydı. Hani nerede?
Tarlada çalışan köylüler çoktan işini bitirip evlerine gitmiş. Ben niye bu saate kaldım? Korkudan gözlerim kocaman, kalbim gümbür gümbür atıyor, yokuş aşağı yolu koşarak değil de dörtnala uçarak iniyorum. Peşimdeki arkamda mıdır acaba? Ya arkaya baktığımda karşılaşırsam. Daha hızlı koşmalıyım. Ardımda yine sesler köpek havlamalarına karışıyor. Annemle babam çok merak etmiştir şimdi beni. Ablalarım işten dönmüş akşam yemeği için hazırlığa başlamışlardır. Yemekten sonra ablam bana çikolatalı kek yapmayı öğretecek. Yine bir el yakalıyor beni. O kadar güçlü ki karşı koyamıyorum. Bu sefer boğazımda değil. Saçlarımı elbiselerimi çekiştiriyor. Diğer el ellerimi sımsıkı tutmuş. Bağırmaya çalışıyorum sesim çıkmıyor. Delirmiş gibi çekiyorum kendimi. Belinde parıldayan bir şey var. Ama yüzünü göremiyorum. Annemin sesi kulaklarımda o yol ıssız kızım diğer yoldan git. Issız yollardan kızlar gidemez mi anne? Hem beni nereye gönderdi hatırlamıyorum. Uzak komşumuzdan ne alacak ne bırakacaktım. Okuldan mı geliyordum? Neslihan ve diğer arkadaşlarım nerede? Güçlü el üzerimi yırtıyor. Küçücük memelerim açılıyor. Çok utanıyorum. Ne oluyor böyle? Gel kurtar beni anne ne olursun! Kimsecikler gelmiyor bu yoldan. Biri gelse kaçabilirim belki. Kalbim duracak gibi atıyor. Ölecek miyim ben? Kim bu karanlıktaki el ne istiyor elbiselerimden. Neden bağıramıyorum. Anneme ne diyeceğim eve varınca. Çıplak görünce kızmayacak mı? Güçlü el beni çırılçıplak soydu. Ne yapacak ki? Pantolon kemerini açıp fermuarı indirdi. Ağzımı kapatan elini ısırıp avazım çıktığı kadar anne diye bağırdım. Yataktan bir anda fırladım. Ev halkı odama geldi. Sakin ol sadece bir rüya gördün.
Evdeydim ve çıplak değildim. Soluk soluğaydım. Kana kana su içtim. Rüya değil kabus görmüştüm. Hatırlamıyorum dedim.
BEYAZ ATLI
- coggywriter -
Hemen hemen her gece rüya gören biriyim. Fakat iş yazmaya gelince, hangisini yazayım diye çok düşündüm. Siz hiç aynı rüyayı birden fazla kez gördünüz mü? Ben gördüm. Aynı rüyayı beşten fazla kez gördüm. Bu konuda çok net konuşabilirim, çünkü yıllardır gördüğüm rüyaları not ediyorum. Azrailin boğazımı kestiğini ve ruhumun yükseldiğini bile gördüm. O derece yaratıcı rüyalar. Daha neler neler.
Büyük bir demir kapıdan içeri giriyorum. Hava puslu ve gri. Girişte beni kocaman bir bahçe karşılıyor. Hani korku filmlerindeki akıl hastanelerinin büyük yemyeşil bahçeleri var ya, işte ona benzer bir yerdeyim. Evin duvarları bile sarmaşık kaplı.
Girişte kapı kendiliğinden açılıyor. Kocaman bir hol ve yerde mükemmel İtalyan mozaikleri. Geniş basamakları olan simsiyah trabzanlı bir merdiven yukarı doğru çıkıyor. Merdiven boyunca duvarlarda aile fertlerinin tabloları var. Abim kardeşim annem babam ve yeğenlerim. Üst kata gelince kardeşim karşılıyor beni. Hiç konuşmadığı halde beni engellemeye çalışıyor. Ondan kurtulunca abim ve babam geçiyor karşıma. O büyük odaya girmemem için kollarımdan tutup aşağıya indirmeye çalışıyorlar. Kurtuluyorum onlardan ve bir anda kayboluyorlar. Odanın kapısını açıyorum. Annem tüm güzelliği ile karşımda. Ellerini, avuçlarını öpüyorum. Sımsıkı sarılıp, " seni çok özledim annecim, seni çok seviyorum" diyorum. Beni öpüyor ve" ben de seni canım oğlum” diyor. Bir anda kayboluyor.
Koskoca odada yapayalnızım. Telaşla diğer odalarda annemi arıyorum. Ev bomboş. Koşarak merdivenlerden inip evden uzaklaşıyorum. Bahçedeki demir kapıdan çıkıp, olabildiğince koşmaya başlıyorum. Karşıma yeşil çalılardan bir labirent çıkıyor. Bir o yana bir bu yana derken çıkışı buluyorum. Beyaz bir at bana bakıyor. Biniyorum ve umarsızca uzaklaşıyorum oradan. Bir an arkamda beş-altı tane atlı var. Hiçbirini tanımıyorum. Bana sürekli "dur" diye bağırıyorlar. Onlar dur dedikçe daha da hızlanıyorum.
Nihayet uzaklaşınca yavaşlıyorum. Her yerde rengarenk balonlar. Gelin, damat ve konukların olduğu bir düğün bu. Aralarından at ile geçerek bir uçurumun kenarına geliyorum. Attan inip derin bir nefes alacakken, biri beni arkamdan itiyor.
Uyandığımda kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Boşlukta aşağıya düşmek ne kadar korkutucu olsa da, yaşadığım o tarifi olmayan kalp çarpıntısı o kadar iyi geliyordu.
Bu rüyayı defalarca gördüm. Bazen korkutucu ama genelde hep mutluluk veriyor. Çünkü içinde annem var.
Annecim seni çok seviyorum ve çok özledim. Işıklar içinde uyu.
BEBEK
- herzi -
Bir süredir “neyin olması gerektiği” ile ilgili derin sorgulamalar içindeyim. İnsanın bu dünyadaki yeri ne, ne yapması gerekiyor, ne yaparsa varoluşun içinde misyonunu yerine getirmiş olur, bu gibi sorular kafamda dönüp duruyor.
Evet, muhtemelen kendi minik hayatımda çözemediğim konularla ilgili ne yapmam gerektiğini bilmiyorum ve bunu büyük resme yansıtıp kendi sorunlarımdan kaçmaya çalışıyorum. Olabilir.
Sorunlu bir evliliğim var. Sorunları çözmek için akla gelebilecek her şeyi denedim; eşimi suçladım, kendimi suçladım, anlatmayı denedim, anlatmamayı denedim. Bir kaçtım, bir yüzleştim. Hatta aldattım. Sonra gittim bir daha aldattım.
Sonra biraz derine inmeye de çalıştım. Psikolojik okumalarla, spiritüel kitaplarla, terapi seanslarıyla, çemberlerle ve bu tarz başka bir sürü şeyle.
Bir ara rüyalarıma dadandım. Gördüğüm rüyaların bana rehber olacağına inanmaya başladım. Muhtemelen bana ne yapmam gerektiğini anlatıyordu, ama ben pek anlayamıyordum. Bu yüzden her gördüğüm rüyayı not almaya başladım.
Bazılarının ortak bir teması vardı. En can alıcısı rüyalarımda sürekli ölü bebek doğuruyor olmamdı. Zaman, mekan ve kişiler değişse de sonunda bebeğimi ölü doğurduğumu gördüğüm sayısız rüyam oldu ve uzun süre bunu anlamlandıramadım.
Ta ki bir gün doğurduğum ölü bebeği hayata döndürmeye çalıştığımı görene kadar. Bebek doğmuştu ve her zamanki gibi nefes almıyordu. Ama bu kez farklı olarak bebeği öylece bırakmak yerine, ona kalp masajı yapmaya başladım. Uzunca bir uğraştan sonra bebek nefes almaya başladığında hissettiğim şey şaşkınlıktı. Adeta kendimden böyle bir şey beklemiyordum ve bebeği hayata döndürme isteğime duyduğum şaşkınlık, bebeğin nefes aldığını gördüğümde duyduğum mutluluktan daha fazlaydı.
Sanırım, evliliğimle ilgili sorunlara artık yüzümü dönüp onlarla ilgili sorumluluk almaya niyet ettiğim bir döneme denk gelmişti bu rüya. Eğer sorumluluk alıp bir şeyler yaparsam tekrar nefes alabilecekti evliliğim, buna yormuştum.
Ama sorunların gözünün içine bakıp gerçekten sorumluluk almak hiç kolay değildi. Çok çok zorlanıyordum ve her geçen gün de bu evliliğin yürümeyeceğine dair inancım kuvvetleniyordu.
Bir gün bir tartışma sonrası daha fazla dayanamayacağımı düşündüğüm bir sırada kendimi ayrıldığımızı hayal ederken buldum. Bu beni o an aşırı rahatlattı. Ayrılacağımızı, bunu ailelerimize söylediğimizi ve nihayet yalnız ve huzurlu hayatıma geri döndüğümü hayal etmek beni sakinleştirmişti.
O gece yine bir rüya gördüm. Geçen rüyamda hayata döndürdüğüm bebek büyümüştü ve bana bakıp gülüyordu. Onu kucağıma aldığımda gülüşü daha da parladı. Çok mutlu olduğu belliydi ve ben de onu kucaklıyor olmaktan dolayı çok mutluydum.
Ayrılmaya karar vermemin ne kadar isabetli bir karar olduğunu bu rüya doğruluyordu.
O günden sonra artık kendimi resmen ayrılmaya hazırlayacağımı düşünüyordum ki, bende tam tersi bir şeyler oldu. Bir his, sanki kendimi şimdiye kadar hep ayrılığa ittirmişim gibi. Bir daha iyi hissedebilmemin tek yolunun ayrılık olduğuna kendimi ikna etmişim ve artık bu kör inançtan uyanıyormuşum gibi.
Artık içimden eşimi veya kendimi suçlamak da gelmiyordu.
Bakınca, ne yaşandıysa yaşanmıştı ve tüm bunlar olurken aslında ikimizin de tek ihtiyacı sevgiydi. Kimse kimse için daha iyi olmak zorunda değildi. Herkes ancak kendi tercihini yaşayacaktı ve ben de kendi tercihlerimi yapmaktan sorumluydum. Evet, ayrılık da olabilirdi ama.. Olmayabilirdi de. Yaşanabilecek her şeye tam anlamıyla teslim olmuştum sanki.
Peki bebeğin temsil ettiği şey ne? Eğer evliliğimse o noktada kafam karışıyor. Bebeği ayrılmayarak sonsuza kadar gömüyor muyum yoksa başından beri hepsini yanlış mı anladım? Belki de bebek, içimde sevilmeyi bekleyen küçük çocuktur ya da sorumluluk alması beklenilen genç bir kadın. Bilemiyorum. Bu yüzden ne yapmam gerektiğini de kestiremiyorum. Bu da beni konunun başına, her şeyi sorgulamaya geri götürüyor.
RÜYA ARAFI
- msy -
Rüyalarımızda korkularımızı ve isteklerimizi görürmüşüz genelde. Bunu öğrendiğimden beri her uyandığımda korkum mu isteğim mi diye düşünürüm. Fakat geçenlerde gördüğüm rüyamı bir seçeneğe uyarlayamadım. Rüyam şu şekildeydi:
Bir uçurumun ortasında eskiden hayatımı girmiş insanlarlayım. Hepsi bana bakıyor, korkulu ve endişeli bir biçimde. Benim yanımda da iki tane adam var. Bana dönüp diyorlar ki “Bu insanlar geçmişte seni yaralayan, zarar veren, kuyunu kazan, seni hor görüp aşağılayan insanlar. Şimdi sen bunları uçurumdan iteceksin ve sana yaşattıklarının acısını çekecekler. Ölmeyecekler ama bu acıyı derinlerinde hissedecekler.” Uçurumdan aşağıya bakıyorum, gerçekten çok yüksek ve karanlık. Uçuruma baktıktan sonra geçmişimdeki insanların karşısına geçiyorum hepsi ağlıyor ama korkudan. Bacakları tir tir titriyor, gözlerindeki mahcubiyet vicdanımı sızlatmaya yetiyor. Adamlar benim yanıma gelip “ama sadece üç kişiyi itmeye hakkın var” diyor, öyle deyince hepsi birden ağlayarak “lütfen beni itme, özür dilerim, affet, buradan düşersek ölürüz yalan söylüyorlar inanma onlara… vs vs” arkamı dönüp bunu yapamayacağımı söylüyorum. Adamlarsa bana bunu yapmazsam sıra onlara geçecek ve onlar seni itecekler. Üç kişiyi seçmeye mecbursun gibisinden şeyler söylüyorlar. Ağlamaya başlıyorum ve hepsinin gözüne teker teker bakıyorum. Hepsi önceden çok değer verdiğim fakat şimdilerde yolda görsem yolumu çevireceğim insanlar. Ama vicdanım burada da rahat bırakmıyor beni.
İçlerinden biri vardı canımı en çok yakan, yüreğimi en çok sızlatan ona gidiyorum bir süre gözlerine bakıyorum. O gözlerini kapatıyor ve onu itmemi bekliyor bense ona sarılıyorum “özlemişim” diyorum. Hissediyorum sarıldığımı sanki gerçek gibi. Sonra beş on adım geriye gidiyorum. Onlara diyorum ki “alın içimdeki vicdanı, yakın içimdeki insanı” (rüyada bile şarkılar peşimi bırakmıyor) sonra koşarak o uçurumdan ben atlıyorum.
AÇIK BÜFE
- rojda aksoy -
19. yüzyıl lüks Fransız restoranlarına benzer bir yerdeyim. Dekor oldukça parlak, avizeler gösterişli, insanlar oldukça şık, tatlıların olduğu büfe renkli ve çekici. İnsanın bütün duyularına hitap eden bu atmosferde özellikle yiyecekler iştah açıcı ve karnım da çok aç. Tabağımı lezzetli yiyeceklerle doldurup doyum hissini tatmayı çok istiyorum ama ortamda görünmeyen bir el buna engel oluyor gibi.
Tatlılara bakmak ağzımı sulandırıyor ama belki de öncesinde akşam yemeği yemem gerekiyordur? Maalesef akşam yemeği servis edilen yere ulaşmam için bazı engeller var önümde. Restoranın diğer bölümüne geçmek için enteresan koridorlardan geçiyorum, kapılar açıp kapılar kapatıyorum, yürüyorum ve oraya vardığımda servis bitmiş. Masalar temizleniyor ve içimi bir hüzün kaplıyor. Yaşadığım hayal kırıklığından sonra ‘’madem öyle diğer taraftaki nefis tatlılarla karnımı doyurayım bari’’ diyorum ve geldiğim yoldan geri gitmeye çalışıyorum ama ne mümkün… Ardımda bıraktığım yollar, koridorlar bir anda başka mekanlara dönüşmüş ve onların içinden geçe geçe yolumu bulmaya çalışıyorum. Bir ara tren raylarının yanında oturmuş, siyahlar giyinmiş yaşlı bir kadınla karşılaşıyorum. Oğlu trenin altında kaldığı için yas tutuyor. Yoluma devam edip başka bir yere dönüyorum ve bahsettiğim gösterişli mekanı ayakta tutmak için çalışan yorgun işçileri görüyorum. Başımı diğer tarafa döndürdüğümde tren raylarının üzerinde birden bire beliren havuzda yüzen genç erkekleri görüyorum. Hemen üstünde köprü var ve oradan havuza atlıyorlar çılgınca… Çok yorgunum ve karnım hala aç. Artık takatim de tükenmek üzere. Yolu bir an önce bulup beni bekleyen enfes görünümlü kruvasanları, eklerleri, krepleri, makaronları ve adını yazmaya üşendiğim onlarca fransız tatlısından en azından birini yemem lazım. Keyif için değil doymak için. Şimdi tekrar tatlıların olduğu büfenin önündeyim. Benden önce gelenlerin oluşturduğu sıranın sonlarındayım. Üstümde ortama uygun şık elbiseler de var. Önümdeki sıra bitiyor. Giderek yaklaşmanın heyecanıyla tükürük bezlerim hızla çalışıyor ve işte tabağa kavuşuyorum. Yanımda tanımadığım ama sohbet ettiğim birkaç yabancıyla masaya oturuyoruz ve ben hiçbir şey yiyemeden uyanıyorum elbette…
Uyandıktan sonra daha zor bir durum beni bekliyor. Ben bu lanet olası yiyeceklere neden ulaşamıyorum, neden sürekli yolumu şaşırıyorum, nasıl oluyor da doğru seçimi bir türlü yapamıyorum, hep böyle aç mı yaşayacağım?
DÜŞ-MÜŞ
-ayşe çetinkaya-
Kocaman bembeyaz bir binadayım. İçerisi labirent gibi. Büyüklü küçüklü odalar var ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Odaların içinde türlü çeşit dolaplar, masalar, komidinler, raflar var; bunların üstü de kumaşlarla ve örtülerle kaplı. Bir sürü de kedi var. Cennete düşmüş gibiyim. Üstelik kedi alerjimin hiçbir belirtisi yok.
Kediler kumaşların altında, rafların, dolapların üstünde oynuyor, atlayıp zıplıyorlar. Benim kedi kızım da onların arasında. O da çok mutlu. Başka kedilerle anlaşabileceğini tahmin etmezdim. Sonra birden aralık kapıdan çıkıp gidiyor. Peşinden koşuyorum. Göremiyorum. Zaten çok hızlı hareket eder ve kendini yakalatmaz. Bütün odaları aramaya başlıyorum. Binanın altını üstüne getiriyorum. Bütün dolaplara, en ufak girintilere, örtülerin altına defalarca bakıyorum, ama yok. Acaba binanın dışına mı çıktı diye en yakın pencereden dışarı atlıyorum. Dışarısı uçsuz bucaksız bir alan. Binanın kapısı neredeydi ki? Binaya giren insanlar görüyorum, hepsi bembeyaz giyinmiş ve ellerinde giriş kartları var. Benim kartım yok. İçerdeyken hiç insan görmemiştim, sadece kediler vardı. Acaba kedimi onlardan biri mi alıp götürdü? Kapıdan giremediğime göre geçebileceğim başka bir açıklık bulmalıyım. Şuradan sürünerek gireyim. Akşam ikinci doz aşı randevum var. Güneş batıyor, sanırım yetişemeyeceğim. Kızımı kaybedemem. Onu bulmam lazım. Acaba nerede? Acıktı mı? Korkuyor mu? Başucumda bir şey titreşiyor. Bu nereden çıktı şimdi? Dikkatimi dağıtıyor.
Uyanıyorum. Titreşen telefonummuş, annem arıyor. Gelmişler, Beşiktaş’talarmış. Biz bir yere oturalım, sen de gel, kahvaltı edelim, diyor. Tamam deyip kapatıyorum. Nefes nefese kalmışım. Sanki rüyamda değil, gerçekte koşturmuşum sağa sola. İçimde hala kedimi kaybetmenin huzursuzluğu var. Kedim ortada yok anne, ne kahvaltısı ya?
Yataktan zorla kalkıp hazırlanıyorum, annemlerin yanına gidiyorum. İstanbul’a günü birlik geldiler, akşam kuzenimin düğünü var. Siparişimizi veriyoruz, ben rüyamı anlatmaya başlıyorum; sanki yer yarıldı, yerin dibine girdi, bulamadım, mahvoldum, bilmem ne. Annemle babam birbirlerine bakıyorlar şokla karışık bir gülümsemeyle, annem dudağını ısırıyor, babam “e hadi söyle artık” diyor anneme.
Ben şehir dışındayım, telaş edip yollara düşerim diye anlatmamışlar. Meğer kedim dört gün önce penceredeki sinekliği yırtıp aşağı düşmüş. Klinikte bütün tetkikler yapılmış, bir gün gözlem altında kalmış, üç gündür de evde dikkat etmişler, çok şükür bir şeyi yokmuş. Artık malum olmuş mu dersiniz, pencerelere kedi teli yaptırmayıp iyi bok yemişsin mi, bilmiyorum.
RÜYA HUKUKU
- canderel -
İlk gençliğimden beri tekrarlayan iki çeşit rüyam var. Kâbus demek daha doğru olur. Etkileri yıllar içinde bir nebze de olsa azaldı diyebilirim. İkisini de ilk gördüğüm zamanları hatırlıyorum, tekrarları ise daha silik, daha az organize.
İlkinde hukuk diliyle söylersek bir ‘icra suçu’ var, bir cinayet. Cinayetin nasıl işlendiği, nerede olduğu gibi bilgiler yok. Katil benim. Bunu yazarken “Sen en güzel duyguların katilisin” şarkısı geldi aklıma ama öyle romantik bir hikâye değil. Her seferinde gayet soğukkanlı, planlı, kararlı yani “taammüden” benden yaşlı bir kadını öldürüyorum. Kadını tanıyıp tanımadığım, neden böyle bir cinayet işlediğim belli değil. Büyük bir dehşet içindeyim, şiddetli acı çekiyorum, suçumu üstlenmişim. Ama garip olan şu, telaşlı değilim, belki pişman bile değilim, tamamen kendimdeyim. Rüyayı ilk gördüğümde acıdan saçlarımın beyazlayacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Bir sürü yorum yapılabilir bu rüyayla ilgili ama belki de sadece Suç ve Ceza’yı erken yaşlarda okuyup Raskolnikov’la fazla empati yapmamın olağan bir sonucudur.
İkinci tekrarlayan rüyamda ise yine hukuk diliyle bir ‘ihmal suretiyle icra’ suçu işleniyor. Fail yine benim. Bana emanet edilen bir bebek var ve ben onu evde, arabada, işyerimdeki çekmecede, bir yerlerde unutuyorum ve birkaç gün sonra aklım başıma geliyor, yine bir dehşet ve suçluluk hissiyle kıvranıyorum. Çocuğum olduktan sonra daha az gördüğüm bu rüyadan da tamamen kurtulmayı umuyorum, artık yaşlı kadınlar benden uzak dursun ve bebekleri bana bırakmasınlar, n’olur…
TÜM RÜYALAR BİRAZ TUHAFTIR