top of page
Ara

ree


1. Asıl mücadele


Dün, Denizli’de Meral Sivrikaya boşanma davası açtığı için, İzmir’de Nagihan Üste ayrılmak istediği için, Osmaniye’de Serpil Fikirli evi terk ettiği için, Antalya’da Rabia Doğan, ayrılma aşamasında olduğu için eşleri ve nişanlıları tarafından öldürüldüler.


Asıl mücadele burada işte; kadınlar istemedikleri yerden gidebilmek istiyorlar. İstanbul Sözleşmesi bunu güvenle yapabilmelerine yönelik önemli bir adımdı.


İktidar ise, gidebilmelerini zorlaştırmak için elinden geleni yapıyor. Bu nedenle sözleşmeden çıktılar.


Gerisi gerçeği gizlemek için kılıftan ibaret.



2. İktidara rağmen toplumsal değişim


Bu toplumda on yıl önce her yüz kişiden yirmisi “erkek sever de, döver de” derken, bugün yüz kişiden beşi bunu diyor.


On yıl önce her yüz kişiden kırk beşi “konu namus meselesi olunca kanunun dışına çıkılabilir” derken bugün yüz kişiden yirmisi diyor.


Altı yıl önce her yüz kişiden sekseni “Kadınlar şiddet ve tacize uğramamak için işyerinde ve okulda giyimlerine dikkat etmelidir” derken, bugün yüz kişiden otuzu diyor.


Yeterli mi? Değil elbette. Ama son on yılda toplumun yarısı fikrini değiştirdi. Üstelik iktidar sayesinde değil, iktidara rağmen oldu bu.



3. Başka bir hayat mümkün


Kadınlar artık dışarı çıkmalarının yasaklandığı evlerinde, devletin tek kanalını izleyerek ve kocalarına hizmet ederek ölmeyi beklemiyorlar. Dünyayla entegre haldeler. Benzerlerini görüyor, kendilerinden neler yaratabileceklerinin farkına varıyorlar. “Başka bir hayat mümkün” diyorlar. Bu nedenle boşanma vakaları artıyor.


“İstanbul Sözleşmesi” diyor iktidar sözcüsü, “aile kurumuna bomba atıyor.”


Hayır, o bombayı varlığını her gün reddettiği kadın tarafından reddedilmeyi bir türlü öğrenemeyen adamlar atıyor.


Çünkü kadını eşiti olarak görmüyor.




4. Neden yalan söylemek zorunda kaldılar


Sözleşmeden çıkmak isteyenler “biz kadın erkek eşitliğini istemiyoruz.” diyemedikleri için yalanlar üretmek zorunda kaldılar.


Oysa bundan altı sene önce ülkenin cumhurbaşkanı rahat rahat “kadın erkek eşitliği fıtrata ters” diyebiliyordu. Üstelik Kadın ve Demokrasi Derneği’nde (KADEM) söylüyordu bunu.

Altı ay önce iktidarın hocası Abdurrahman Dilipak, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan AKP’li kadınlara “fahişeler” dediği için bizzat AKP’li kadınlar tarafından kendisine ülkenin bütün şehirlerinde dava açıldı.


O işler, o kadar kolay olmuyor artık.



5. Eskiden bağıra bağıra yaparlardı, artık sinsileştiler.


Tarihe baktığımızda, erkeklere binlerce yıl önce tanınmış boşanma hakkının kadınlara son yüz yıllarda tanındığını görüyoruz.


Ancak sistem savunucuları pratikte bunu zorlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.


Kendi hayatlarını yaşamak isteyen kadınlara “Biz kanunen sizi hizaya sokamayız ama sizi hizaya sokacak adamları savunabiliriz.” diyorlar.


Tek fark, eskiden bunu “gelenek, görenek, namus, töre” diye bağıra bağıra yapıyorlardı. Artık sinsice yapmak zorunda kalıyorlar.





İktidarın gerçek derdini, sözleşmeden çıkılacağını 45 dakika önce duyuran Misvak dergisi karikatürlerinden görebiliyoruz.



Alıntılar:


KONDA - İstanbul Sözleşmesi 2020


ree


Aşık olduğumuzda o kadar yoğun duygulanırız ki, aşkımızla ilgili her şeyin tamamen bireysel ve otantik olduğuna inanırız.


Birisi bize beklentilerimizin en çok on sekizinci yüzyıl İngiltere'si, Hollywood ve Yeşilçam tarafından üretilen “romantik şablon” tarafından şekillendirildiğini söylerse onu aşkı anlamamakla ve bize terbiyesizlik yapmakla suçlarız.


Oysa büründüğümüz aşık rolü ve sevgilimizden beklentilerimiz kültürümüze ve yaşadığımız döneme göre değişiyor.


Küreselleşme nedeniyle Japonya’daki bir adamla, Honduras’taki bir kadın aynı romantik şablonun gerçekçi olmayan beklentileri altında ezilebiliyor.


Nedir bu beklentiler?






Romantik şablonun beklentileri



- Aşıksak evlenmeliyiz. Çünkü evlilik bu yolun doğal durağıdır. Doğru kişiyle evlenmişsek aşkımız da tutkumuz da ilişki boyunca sürer.


- Sevmeden sevişilmez. Romantik şablona göre seks ancak ve ancak birbirini seven kişilerce yapılmalıdır. En büyük cinsel doyum ancak aşıklar arasında gerçekleşebilir. Aksi sadece yanlış değil, aynı zamanda iğrençtir.


- Gerçek aşkı bulduğumuzda bütün yalnızlığımız biter. Sevgilimiz, eksik hissettiğimiz bütün boşlukları tamamlar, biz de onunkini tamamlarız.


- Gerçek sevgili bizi tamamen anlar. Üstelik konuşmamıza ve kendimizi açıklamamıza gerek kalmadan.


- Aşkımızla ilgili bir konuda mantığa başvurmak cinayete teşebbüs sayılır. Aşk zaten mantığın yokluğu demektir. Eğer mantık ve duygularımız arasında kaldıysak her zaman duygularımızı seçmeliyiz.


- Maddi konuları konuşmak aşkı incitir ve kirletir. Aşkın kendisi soyut dünyanın en büyük ifadesidir. Maddi endişeler bu büyüklüğün yanında hiç sayılır.


- Sevgilimizin her özelliğini beğenmeliyiz. Onu bütünsel olarak sevebilmeli, onu her durumunda kabul etmeliyiz. Elbette o da bizi. Eksiklik görüyorsa, bizi sevmiyor demektir.


Yani;


1. Eğer birine karşı bambaşka bir çekim hissediyorsak mantığımıza başvurmadan kendimizi vermeliyiz.


2. Sadece ilk günlerde değil, bütün ilişki boyunca tadına doyulmaz bir cinsel hayatımız olmalı.


3. İlişki sırasında asla ve asla başkasından etkilenmemeliyiz.


4. Partnerimizi içgüdüsel olarak anlayabilmeliyiz.


5. Asla gizlimiz olmamalı ve her anı beraber geçirmeliyiz.


6. Hiçbir cinsel tutku kaybetmeden çocuk büyütebilmeliyiz.


7. Partnerimiz hem en iyi dostumuz, hem ruh arkadaşımız, hem ortak çocuk büyütücümüz, hem idari menajerimiz, hem de muhasebecimiz vs olmalı.







Artık klasik şablona geri mi dönsek?


Bundan iki yüzyıl evvel romantiklerin yaptığı, ideal aşka dair özlemlerini kurallara dönüştürmek oldu. Bu kuralların dışında bir sevgi anlayışı giderek kabul edilmez sayıldı. En nihayetinde bu yücelik ve imkansızlık altında hepimiz ezildik.


Ezildik çünkü aşık olduklarımız tarafından bütün yalnızlığımız giderilmedi, arzumuz ve tutkumuz doruk noktada sabit kalmadı, sonsuza dek odaklanamadık, karşımızdakini çaba göstermeksizin, içgüdüsel olarak anlayamadık ve aşkı gündelik sorunlardan ve maddi problemlerden soyutlayamadık.


O zaman şunu sorduk: yoksa yeterince sevmiyor muyum?


Alain de Botton, bu romantik şablonu daha olgun ve gerçekçi klasik şablonla değiştirmemiz gerektiğini söyler:


- Aşk ve seks her zaman yan yana gitmeyebilirler.


- İlişkinin başında, ortasında ve sırasında para durumu gibi maddi konuları konuşmak aşka ihanet sayılmaz.


- Birbirimizin saçmalıklarını, eksikliklerini, başarısızlıklarını fark edebilmek, toleransımızı ve merhametimizi yükseltebilir.


- Hiç kimse bizim için mükemmel olamaz ve biz hiçkimse için mükemmel olamayız.


- Karşımızdakini asla içgüdüsel olarak anlayamayız, bunun için enerji ve zaman harcamalı, çokça çabalamalıyız.


- Belki de en önemlisi; havluların veya çöplerin yeri gibi gündelik konularda tartışmak ciddiyetsiz veya saçma değildir.


Aşkı, şairlerin coşkulu dizelerini okuyarak büyümek nefes kesiciydi.


Ama en çok da bu şairlerin ilişkilerinde gördük sonsuz aşka olan ihanetleri.


Yalancı veya sahtekar oldukları için mi? Sanmıyorum.


Hayatın bu doğal duygusunu, sahip oldukları yetenekleriyle büyük bir coşkuyla tanrısallaştırmaya çalışsalar da, ilişkilerini yürütürken bizim gibi sıradan insanlar oldukları için yuttular söyledikleri bütün o büyük sözleri.


Alıntılar:


The School of Life - Relationships




ree

“İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır.”


- Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan





Depresyon, olumsuz bir duygudurumla, düşük enerjiyle, olağan ve her zaman yapılan şeylere karşı ilgi kaybıyla, karamsarlıkla, kişinin kendisiyle ve gelecekle ilgili olumsuz düşünceleriyle ve toplumdan, insanlardan uzaklaşmasıyla kendini gösterir.


Kayıp durumlarından sonra kişinin kısa bir süre depresyon belirtileri göstermesi normal sayılır.


Ancak bu durum belli bir süreyi aşar, günün tamamına yakınına sürmeye başlar ve kişinin özel hayatını, işteki veya okuldaki etkinliklerini, sosyal hayatını etkiliyorsa o zaman depresif bozukluğa dönüştüğü kabul edilir.



Prof Dr. Hakan Türkçapar kitabı “Depresyondan Çıkış Yolu’nda” dokuz ciddi depresyon belirtisinden bahseder:


1. Çökkün duygudurum

2. İstek kaybı / zevk almama

3. Enerji kaybı / yorgunluk

4. Özgüvenin ya da özsaygının azalması / suçluluk duygusu

5. Durgunluk, az konuşma, az hareket etme

6. Dikkat toplama güçlüğü, yoğunlaşamama, unutkanlık

7. Uyku bozukluğu

8. İştah değişikliği

9. İntihar, ölüm düşünceleri


Amerikan Psikiyatri Birliği’nin sistemi DSM’ye göre bir kişinin klinik düzeyde bir depresyon tanısı alabilmesi için doktorun çökkün duygudurum ve istek kaybı – zevk alamamadan en az birinin varlığını saptaması gerekir.


Dünya Sağlık Örgütü’nün Hastalık Sınıflama Sistemi ICD-10’e göre ise bir kişiye depresyon tanısı konulabilmesi için çökkün duygudurum, istek kaybı -zevk alamama, enerji kaybı – yorgunluk) belirtilerinden en az ikisinin saptanması gerekir.





Depresyon hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isterseniz bu kitapları öneririm:


Prof Dr. Hakan Türkçapar - Depresyondan Çıkış Yolu

Dennis Greenberger, Christine Padesky - Evinizdeki Terapist

David Burns - İyi Hissetmek

Albert Ellis, Robert Harper - Akılcı Yaşam Kılavuzu

Viktor Frankl - İnsanın Anlam Arayışı

İnsan Olmak - Engin Geçtan

Irvin Yalom - Aşkın Celladı

Wilhelm Schmid - Mutsuz Olmak

Martin Seligman - Öğrenilmiş İyimserlik


Elbette kişiden kişiye değişir ancak roman olarak Kostas Mourselas'ın Kızıla Boyalı Saçlar'ı ve Nikos Kazancakis'in Zorba'sı da beni hep hayata katılım için yüreklendirmiştir.


Yine hayata daha sağlam bir bakış açısı yakalayabilmek için felsefi altyapı olarak Epiktetos, Seneca ve Markus Aurelius gibi Stoacı filozofları okuyabilirsiniz.

Henüz okuma fırsatını bulamadım ancak Çetin Balanuye'nin Spinoza'nın Yaşam Sevinci Nereden Geliyor'u da çoğu okuyucu tarafından öneriliyor.






Ayrıca yazdığım bazı yazılarda da depresyona, yasa ve anlam ihtiyacımıza değinmiştim:



"Bir şeyler yapmak isteriz, ne yapabileceğimizi bulamayız ve içeriden gelen baskı ruhumuzu daraltır.


Çoğunlukla bir kontrol ve özgürlük sorunudur can sıkıntısı; kaçınamadığımız, belirsiz ve kontrolümüzün dışındaki durumlarda daha çok canımız sıkılır; örneğin havaalanında veya bir toplantı öncesinde beklemek gibi. Çocuklara bakın, oynamak isteyip ikinci bir kişiyi bulamadıklarında gerçekten acı çekerler."



"Kessler, 'üzüntümüzü adlandırabilmek bize güç verir' diyor. Süreç içerisinde yaşadığımız gerginlik dolayısıyla kişiliğimizle uyumsuz eylemlerde ve söylemlerde bulunabiliriz. Çevremizdeki insanlar da bize karşı yanlış hareketlerde ve söylemlerde bulunabilir. Kendimizi de, çevremizi de anlamlandırmaya çalışırken, sadece salgın değil, aynı zamanda yas sürecinde olduğumuzu hatırlamak hem yararlı hem de adil olabilir. Ayrıca yas duygusunu kabullenmek, yaşadığımız panik ve çaresizlik duygularının da etkisini azaltacaktır."



"Hüznümü akıl çerçevesine sığdırmak mı? Akıl yürütmek çaba harcamak anlamına geliyorsa, bu neye yarar ki? Hem zaten, insan üzgünken elini bile oynatamaz. Sıradan hayatın vazgeçmeyi çok istediğim o hareketlerinden bile vazgeçemiyorum. Vazgeçmek çaba istiyor çünkü, bende ise cesaret verecek küçücük bir ruh bile kalmamış. Sık sık, şu arabanın sürücüsü olmadığıma, şu faytonda arabacılık yapmadığıma, herhangi hayali bir başkası olmadığıma yanıyorum acı acı, tabii benimkinden başka olan hayatı sırf arzumdan güç alarak, zevk vererek girsin içime ve bunu da başkası olması sayesinde yapabilsin!"



"Dünya genelinde ortalama insan ömrü, refah seviyesi, sağlık konusundaki gelişmeler, kıtlığın azalması, küreselleşme, sosyal hayata katılma gibi birçok gösterge geçmiş yıllara göre olumlu şekilde artarken, 1996 yılından sonra doğmuş Z kuşağı gençlerinin anksiyete, depresyon ve intihar oranlarının diğer kuşaklara göre yüksek olması, yaşadıkları savaşın fiziksel değil psikolojik olduğunun da bir göstergesi."



"Tek başına oldukları halde yalnızlık hissetmeyenlerin aksine, etrafında insanlar olmasına rağmen kendini yalnız hissetmek acıların en büyüklerinden biri olarak bilinir. Erich Fromm, Sevme Sanatı adlı eserinde bunu bütün huzursuzlukların kaynağı olarak görür:

'

Ayrı olma duygusu huzursuzluğu doğurur, daha gerçeği, bu tüm huzursuzlukların kaynağıdır. Ayrı olmam demek, insanca güçlerimi kullanma olanağımdan yoksun bırakılmam demektir. Ayrı olmam demek, çaresiz olmam, dünyayı (eşyaları ve insanları) etkin bir şekilde kavramamam, dünya üzerime çullandığında, direnecek gücü bulamamam demektir.'"





Depresyon, ciddi bir sağlık sorunudur.


Mücadelenin adım adım, yavaş yavaş, arada sırada dağılarak ve yeniden düzene girerek gerçekleşeceğini unutmamamız gerekiyor. Ancak ondan kurtulduğumuzda, yeni kıyafetlerimizle belki daha büyük bir anlama tutunabilmeyi de başarabiliriz.


Çünkü Eugenio Borgna'nın dediği gibi; elbette ki, acı geçer ama acı çekmiş olmak geçmez.



Alıntılar:


Huzursuz Beyin - “Depresyon belirtileri gösteriyor musunuz?” testi

Prof Dr. Hakan Türkçapar - Depresyondan çıkış yolu

30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page