"İstemeden varım ve istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum."
Mitolojik bir olay gibi, varlığını bir boşluk olarak gören Pessoa'nın içinden yetmişten fazla yazar çıktı. Üstelik sadece onlarca farklı sahte isimle yazmakla kalmadı o, bu isimlere benlik, karakter, kişisel bir geçmiş de verdi. İnsan olmanın hüznü ile ilgili en yalın gerçekleri yazdırdı bu karakterlere.
Bunu nasıl becerebildiğinin cevabı ise, o ünlü pasajında saklanır durur.
Hayatı izledi. Ama ona dokunamadan.
"Her şey beni yoruyor, yormayan şeyler bile. Neşeyle acının tadı, benim için bir.
Ne kadar da isterdim bir bahçedeki havuzda, kağıttan gemilerini yüzdüren bir çocuk olmayı, bir de asma kameriyesi olsun üzerimde, kameriyenin kafesi sığ sulardaki koyu yansımaların arasında, ışıktan ve yeşil gölgelerden bir dama tahtası çizsin.
Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata."
Hayatı bütün çıplaklılığıyla izleyebilmek, bilim insanları ve filozoflar için nimet sayılabilir.
Ama Pessoa, akıl yürütmek için gereken gücü kendi içinde bulamıyordu. Duygularla yoğrulmuş ve her şeyi edilgen bir biçimde izlemek zorunda bırakılmış yorgun bir heykel gibiydi. Var olmak istemediği bir hayatı yaşıyordu ve camın ardından gördüklerinden kurtulmak için tek sığınabileceği yer düşleriydi.
"Ben bir şey değilim / asla bir şey olmayacağım / bir şey olmayı isteyemem / yine de dünyanın tüm hayalleri benim içimde.” derken bu çelişkiden bahsediyordu belki de:
"Hüznümü akıl çerçevesine sığdırmak mı? Akıl yürütmek çaba harcamak anlamına geliyorsa, bu neye yarar ki? Hem zaten, insan üzgünken elini bile oynatamaz. Sıradan hayatın vazgeçmeyi çok istediğim o hareketlerinden bile vazgeçemiyorum. Vazgeçmek çaba istiyor çünkü, bende ise cesaret verecek küçücük bir ruh bile kalmamış.
Sık sık, şu arabanın sürücüsü olmadığıma, şu faytonda arabacılık yapmadığıma, herhangi hayali bir başkası olmadığıma yanıyorum acı acı, tabii benimkinden başka olan hayatı sırf arzumdan güç alarak, zevk vererek girsin içime ve bunu da başkası olması sayesinde yapabilsin!"
"Bu gerçekleşseydi, rasgele bir şey gibi dehşete düşürmezdi beni hayat. Hayat fikri bir bütün gibi, zihnimin omuzlarını çökertmezdi.
Düşlerim saçma birer sığınak, yıldırıma karşı şemsiye açmaktan farkı yok.
Öylesine cansız, öylesine acınacak durumdayım; hareketlerden, çaba harcamaktan öylesine uzağım.
Kendi benliğimin ne kadar derinine dalarsam dalayım, düşlerdeki tüm yollar beni kaygı dolu düzlüklere çıkarıyor."
Düşleri hep aynı hüzünlü gerçeğe çıkıyordu; hayal ettiği şeyle, hayatın ona yaptığı şey arasındaki derin boşluğa.
Aslında kurguladığı her düş, ne olamadığının ve asla olamayacağının bir ispatı gibi vuruyordu yüzüne.
Belki de bu nedenle "iyi bir düşçü asla uyanmaz" dedi.
Gerçekliğe uyanmanın bir işkence olduğuna inanıyordu:
"O kadar sık düş kurduğum halde, ben bile düşleri elimden kaçırdığım boşluklara düşüyorum. O zaman açık seçik görüyorum varlıkları. Sarındığım sis tabakası dağılıyor. Ve gözle görülen tüm sivri köşeler ruhumun etini örseliyor, baktıkça tüm sert şeyler beni yaralıyor, ki sert olduklarını böyle anlıyorum. Nesnelerin görülen bütün ağırlığı, ruhumun içine çöküyor.
Hayatım dayak yemekle geçiyor sanki."
Comments