Muhtemelen en huzurlu, dengeli ve tatminkar günlerimizdi.
Derimizdeki bütün sinirler, sanki kaplıca küvetindeymişiz gibi bizim için mükemmel ılıklıktaki sıvıyla temas halinde. Büyüdükçe gelişen minik bedenimiz, annemizin dokuları üzerinde daha çok basınç yapıyor, yaptıkça da bizi saran dölyatağının yumuşak kucaklaması her geçen gün daha güçlü, daha güven verici bir sarmalamaya dönüşüyor.
Annemizle çevriliyiz.
Huzurla geçen günler boyunca annemizin ciğerlerinin ritmik soluk alışlarının basıncını hissediyoruz ve annemiz yürürken, yumuşak, düzenli bir çalkantı içinde buluyoruz kendimizi. Kumsalda hafif esintili bir rüzgarda sallanır gibi sallanıyoruz.
Sonra işitme duyumuz ortaya çıkıyor.
Henüz göremiyoruz, koklayamıyoruz ve tat alamıyoruz ama döl yatağının kör karanlığında dışarıdan gelen sesleri rahatlıkla algılayabiliyoruz.
Mesela sükunet içinde sallanırken birden bire annemizin karnının yakınlarında bir gürültü olursa yerimizden sıçrıyoruz.
Genellikle hissedilmez bir eylem oluyor bu bizimki, ama bazı hallerde annemizin bile hissedebileceği kadar güçlü oluyor bedenimizin kıpırtısı.
“Demek ki bu dönemde bebek, anne kalbinin düzenli atışlarını, dakikada yetmiş iki kere çarpan yüreğinin sesini rahatlıkla dinleyebilmektedir. Bu ses, dölyatağındaki başlıca yaşam-belirleyen-ses olarak bebeği damgalayacaktır.”
Böyle yazıyor, zoolog, surrealist ressam ve harika bir insan olan Desmond Morris.
Belki de düzenli ritmlere yönelik dürtüsel sevgimizin ana kaynağı annemizin kalbinden duyduğumuz bu ilk “beat”lerdir.
Yaşamla ilgili ilk deneyimlerimiz bunlardır işte; bizi tümüyle kucaklayan ılık bir sıvı içinde dinginlikle yüzmek, hareket halindeki bir bedenle uyum içinde sallanmak ve atmakta olan bir kalbin sesine kulak vermek. Acının olmadığı, zihinsel işkenceler yaşamadığımız, her ihtiyacımızın emek harcamadan karşılandığı bir ortamda, uzun süre yaşamış olmak, beynimizde kolay silinmeyecek izlenimler bırakır; güvenlik, rahatlık ve durağanlık izlenimleri. Dölyatağı içinde yaşanan bu cennet hayat, ne yazık ki bir gün ani ve acı bir biçimde, bizlere ömür boyu unutamayacağımız bir şok yaratarak son bulur.
Doğarız.
Doğmak; büyük travma. Yaşamlarımızın ilk aylarında bize sımsıcak bir yuva sunmuş o sımsıcak duvarlar birden bire gerilen ve sıkışan bir kas yığınına dönüşür ve bizi itmeye başlar. Tacizkar biçimde, sertçe itiliriz dünyaya.
“Yeni bir bebek, mutlu bir gülüş değil, zavallı bir işkencenin kurbanının gergin, çarpılmış ifadesini taşır yüzünde. Bunca zamandır gözü yollarda anne babanın kulağına tatlı bir musiki gibi gelen haykırışları, kör bir paniğin sesidir; yakın bir bedensel temastan koparılmış çığırtılarıdır.”
Ağlamaya başlarız.
Başımız, kollarımız, bacaklarımız gittikçe artan bir hızda hareket etmeye başlar. Bunu izleyen otuz dakika boyunca kaslarımızı gererek, bir yerlere tutunmaya çabalayarak, yüzümüzü buruşturup haykırarak durumu protesto ederiz.
Sonra başka bir büyü etkisine alır bizi. Uyku denilen o ölüm dostu tuhaf zihinsel durum kısa süreliğine bizi yaşamdan ödünç alır.
Ama uyandığımızda annemizin dölyatağı içindeki rahatlığı yitirmenin acısını yine hatırlarız.
Belki de uyandığımız her sabah.
Alıntılar:
Desmond Morris - Sevmek Dokunmaktır
Comments