top of page
Ara

ree

Bu hafta serbest konuydu ve yazarlarımız seçtikleri bir anıyı anlatmaya koyuldular. İki’nin metni Dımbış’ı hikaye olarak sımsıcak buldum. Tuğçe Eser’in “Parantez’in İçindeki Hikaye”sinden ve yaratıcılığından ise çok etkilendim. Gorila Voladora, “Pınar, Unutulmayan” başlıklı yazısında hemcinsiyle arasında başlayan cinsel gerilimi net bir şekilde anlatmış, hem okuduklarımdan, hem detaylardan olumlu manada şaşkınlık duydum. Karahindiba’nın yazısını okurken ise katıla katıla güldüm. San’ın “Asıl Kaza”sı, Cevap Hanım’ın “Karakterimdeki Küçük Bir Değişiklik”i ve Ayşe Çetinkaya’nın “Mickey ile Çalıntı Şato Bayrağı”nı ise özellikle başarılı buldum.


Bütün yazar arkadaşlarımın emeklerine sağlık. Sizlere de iyi okumalar diliyorum.


Haftanın Yazıları


Dımbış – İki

Parantezin İçindeki Hikaye – Tuğçe Eser

Pınar, Unutulmayan – Gorila Voladora

Namahrem Eli – Karahindiba

Asıl Kaza – San

Karakterimde Küçük Bir Değişiklik – Cevap Hanım

Mickey ile Çalıntı Şato Bayrağı – Ayşe Çetinkaya

Dümen ve Karınca – Edward Bloom

İz – Bir Başka Dünyadaki

Haber – Canderel

An’sızın – Coggywriter

Ben de Melek Değilim – Rojda Aksoy

Pembe Akide Şekerleri – Mutlu

Koltuktaki Havuç Lekeleri – Dalgın Canbaz

Mavi Küpeler – Nehir Niş

Babamdan Kalan – Matruşka

Son Adım – Voila

Yarım Kalan Anılar – Msy

Boş Levhadaki Korku – Seyyan Uslu

Üç Kapı – Hayat Yeniden

Böyle Bir Erasmus Görülmemiştir – Papatyalı Bir Deli

Anı - Mehmet Can Kaya

Yolun Başı – Melek Yılmaz

Anılarım - Pigro


DIMBIŞ

-iki-


Bir gün oturuyoruz. Ben çok küçüğüm. Şöyle düşünün; duvarda güneşten rengi yeşile dönmüş bir Atatürk resmi var ve ben onu kendi dedem sanıyorum. Asıldığı ipi algılayamadığım için havada durabiliyor diye düşünüyorum. Çocukluğun verdiği yetkiye dayanarak hayal gücüm uçlarda. O yıllarda yaşadığım birçok maceranın baş kahramanı, hep yanımda benimle evde olduğu için Ayşoş. Ayşoş benim teyzem yani annemin ablası. Normal şartlarda benim onun yaşını algılayamıyor olmam lazım. Sayı algım parmaklarımla sayabildiğim için beş ve onun katları. Ve bir insan yirmi beş yaşına geldiğinde hayatı yalayıp yutup ölmesi lazım. Ama Ayşoş öyle değil. Ayşoş daha çok benimle akran gibi, komşunun benden iki yaş büyük kızı gibi ama o zamanlar kırklarında. Beraber aman yarabbi ne oyunlar, gazete küpürlerini kesmeler, mecmualardan artist fotoğrafları aşırmalar, Türk filmleri izleyip ağlamalar… Okuyup yazmayı ikimiz de bilmiyoruz bu yüzden her şeyin ölçüsü bizcesi kadar. Yani mesela elimizde elli lira mı var, bizce o beş lira olabilir, neyse.


Teknoloji o zaman çok zor elde edilebilen kıymetli bir şey. Düşünün ki 37 ekran siyah beyaz bir televizyon var ve evdeki herkesten daha değerli. O televizyonla ilgili tek anımın da rahmetli Özal’ın cenazesinin bir kamyon kasasında taşındığı an olması… Ayşoş içi katılana kadar ağlıyor. Ben o ağlıyor diye ağlıyorum. Özal kim desen asla bilmiyoruz ama bizim için önemli değil. Zaten ikimizin zeka yaşı siyaset kavramını algılamaya merdiven bile dayayamıyor. Aynı ölçü birimimiz gibi yaşamı algılayış şeklimizde kendimize kadar. Ayşoş sadece biri öldüğü için ağlıyor ki çok makul bir açıklama. Ben de hayatımda ilk kez birinin ölüm haberini aldığım, tabutunu gördüğüm, kayıp, yas olgusuyla tanıştığım ve bu kadar çok insanın tek bir şeye bu kadar üzülebildiğine şahit olduğum için şoktayım.


Velhasıl o cücük kadar televizyon çok değerli ve bizim aklımız onu kullanmaya yetmediği için bize bir radyo alınmış, televizyonun fişi çekilmiş. Ayşoş radyosuna şarkılar söylüyor. Ayşoş radyosu koynunda uyuyor. Ayşoş radyosuna aşık. Ayşoş radyosuna isim koymuş: Dımbış.


Dedim ya bir gün oturuyoruz. O yıllar böyle canının istediğini kapına getiren teknolojiler ve imkanlar yok. Tatlıcı o gün es kaza senin sokağından geçmek isterse ve senin de canın tatlı isterse, bir kesişim kümesinde bir araya gelip alışverişini yapıyorsun. O gün de pencere kenarındaki sedirde kuş gibi tünemiş öğlen haberlerinden sonra yayınlanan radyo tiyatrosunu dinliyoruz. Muhallebici geçiyor. Ben çocuğum, canım muhallebi istiyor. Ayşoş’la ikimiziz. Ayşoş pencereden Dımbış’ı bi kerecik öpüp muhallebiciye uzatıyor. Muhallebici bize iki tane aşure veriyor. O aşureler muhallebici için bi radyo parası, Dımbış Ayşoş için dünyalara bedel, benim o bir tabak aşureyle aldığım ders paha biçilemez.





PARANTEZİN İÇİNDEKİ HİKAYE

-tuğçe eser-


Sizlere güzel bir hikaye anlatacağım. Güzel bir bahar gününden bahsedecek bir hikaye.

Aradan 1080 gün geçti ama hala dün gibi hatırlarım; bulutların şeklini, yüksek ağaçları hışırdatan rüzgarın sesini (ilk tanıştığımız günkü gibi), yeni tanıştığım insanları (birisi aynı senin gibi gülümsüyordu). İlk uçuşum sonrası gezdiğim ilk ülke; eski Türklerin at üstünde ok atan cengaverlerinin ülkesi (burada benimle olamadığın için üzgünüm). Her bir sokak, her bir köşe keşfedilecek bir diyar (keşfetmeyi severdin). Yiyecekleri, pazarları, balı, at sütü, böreği hem bizden gibi hem değil. Aynı dili gibi; sanki anlıyorsunuz ama anlamıyorsunuz da (muhtemelen deneyim etmek için insanlarla hemen diyaloğa girer onlara da kendini bir anda sevdirirdin).

Uçuşta çok şey öğrendim (sen hepsini zaten biliyor olmalısın). Güzel de bir iş çıkarttım (benden çok daha iyisini yapardın). Üniformayı giymek gurur vericiydi (eminim sana çok yakışırdı). Üniformanın üstüne altın kanatları takmak çocukluk hayalimin gerçek olması beni hala şaşırtıyor (hak ettiğini elde edememen sanki benim suçummuş gibi hissediyorum). İlk yolcu anonsumu yapmak heyecan vericiydi (senin sayende).

Harika bir manzara (ama neden beni aldattın?). Yıldız mıydı o kayan (tüm bunları bana nasıl yaparsın)? Bir an, karanlık bulutların altında, cama vuran yağmurun sesi, ara sıra manzarayı dramatik bir şekilde aydınlatan şimşeklerin arasında sallanırken; bir sonraki an, tüm bunların üstüne çıkıp, yıldızlı gökyüzünün açık mavi ile başlayıp turunculaşan ve tüm yıldızları kaybettiren parlaklıkta doğan yıldızını izlerken bulmak kendini. Ve hayran kalmak (hayran kalmak kalbinin atışına, başımı göğsüne yasladığımda). Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “gece içinde kendi ışıklarıyla bir yıldız gibi dolaşmaktaki acayiplik ve harikuladelik” (peki ya midemi ve kalbimi yakan acayiplik?).

Sanki gitgide küçülüyor gerçeklik ve büyüyor parantezin içindeki hayat. Bir kelepçe gibi, kurtulmaya çalıştıkça daha çok acıtıyor. Susturdukça büyüyor çığlığı. Bir bahar gününden bahseden tüm güzel hikayelerimin içinde, nerede bitiyor gerçeklik ve nerede başlıyor kafamın içindekilerden oluşan hayat? “Bunların hepsi kafamın içinde mi oluyor, yoksa gerçek mi?” diye sorduğunda Harry, Dumbledore’un verdiği cevabı hatırlıyorum; “Tabi ki bunların hepsi kafanın içinde oluyor, Harry, ama bu neden gerçek olmadığı anlamına gelsin ki?”



PINAR, UNUTULMAYAN

-gorila voladora-


15 yıllık arkadaşıma bile henüz 2 hafta önce “itiraf” ettiğim hayatımın en tatlı, en beklenmedik ama nedense hala canımı sıkan hikâyesini anlatacağım. Hikâyenin benim için unutulmaz olmasının sebepleri, bunu yaşadığım için kendimi sorgulama ihtiyacı hissetmemiş olmam ve aynı zamanda beni oldukça iyi tanıyan arkadaşımın da yüzünde hiçbir şaşkınlık ifadesi görmememdi.


Üniversitenin ilk yılı. Yağmurlu bir bahar akşamı çok da samimi olmadığım (aslında hiç sevmediğim), bana nazaran fazlaca dışadönük bir arkadaşla rock konserine gitmeye karar verdik. Bu arkadaşım elbette başka bir arkadaşını çağıracaktı ve o arkadaşı da yalnız gelmeyecekti, bunu biliyordum çünkü hep böyle olurdu.


Konser başlamadan önce, kalabalık içinde buluşması zor olsa da sonradan gelen iki arkadaşı karşıladık. Kuzeniyle birlikte gelen ve minik grubumuza dâhil olan arkadaş, benim sevmediğim arkadaşla konser başlar başlamaz gözden kayboldu ve ben de yarım saat önce tanıştığım kuzen Pınar’la baş başa kaldım.


Pınar! Güzel veya çekici bir kız değildi. İkimiz de 18 yaşındaydık, fazla meraklı, fazla coşkulu ve biraz da insanda acımayla karışık merhamet uyandıran cinstendi. O gece kulağıma eğilip “bu gece ikimiz için de unutulmaz olabilir, eğer sen izin verirsen” demişti. Bunu duyunca canım sıkılmıştı, ona sonra geleceğim. Ama bu sıradan görünümlü ve bana göre pek bir özensiz giyinmiş kız arkadaşım, yine de “unutulmaz” olmayı başardı hayatımda.


Onda ilk olarak fark ettiğim bana karşı flörtöz tavırlarıydı. Daha önce hep karşı cinste gördüğüm o şuh bakışları atması (evet bu kelimeyi kullandığıma inanamıyorum, Yeşilçam ambiyansı yoktu kesinlikle), kulağımın içine nefesini sokarak(!) yayvan yayvan konuşması falan… Henüz dakikalar önce tanıştığım bir erkek şu şekilde davransaydı yüksek ihtimalle bunu taciz olarak algılar, ya bağırır ya da ortamı hemen terk ederdim. Ama Pınar! Çok zevk alıyordum her hareketinden, her sözünden.


Konser boyunca el eleydik. Romantik şarkıları birbirimizin gözlerinin içine bakarak söyledik. Sürekli güldük, bağıra bağıra kahkahalar attık. Sağa sola sataştık. Bana bira ısmarladı, cömertti de. Bazen de aynı şişeden içtik; aynı sigarayı aramızda döndük, acayip “cool”duk yani! Bir ara sahnenin ışıkları söner gibi olduğunda çıplak belimden tutup omzuma bir öpücük kondurdu. Gözlerine baktığımda benimle sevişmek istediğini net şekilde anlayabiliyordum. İçimi sevinçle birlikte garip bir güven ve gurur duygusu kapladı. Kendimle gurur duyuyordum. Sebebini anlayamıyordum ama içimde en çok gurur duygusu vardı.


Konser sona ermeye yaklaşırken ben Pınar’la öpüşmenin hayalini kurmaktaydım. Sabırsızlanıyordum. Elini omzuma atmıştı, bedenlerimiz bütünüyle yapışıktı artık ve emindim, öpüşecektik. Sonra bir anda beni bu ergen hülyalarımdan uyandıran o lanet cümleyi kurdu Pınar: “unutulmaz gece”, “eğer ben izin verirsem”. Bütün sihir bozuldu! Daha ne kadar izin verebilirdim ha? Her şey zaten açık değil mi sayın Pınar? Hayır, geri zekâlılığa asla tahammülüm olamazdı. Kendimi kurtardım onun bedeninden ve buraya geldiğim sevmediğim arkadaşı aradı gözlerim. Artık Pınar’ı onu sevmediğimden daha fazla sevmiyordum.


Pınar şaşırdı ama ısrar da etmedi. Ben şaşırdım. Şaşırmadığıma şaşırdım. Yani ilk kez hemcinsimle bu biçimde bir yakınlaşma yaşıyordum ve başkalarının büyük tepkiler vereceği, ayıplayacağı, belki de beni dışlayacağı bu deneyimim bana kendimi yaşıyormuşum hissi verdi. Ondandı bu gurur, Pınar’ın gözlerine bakarken içimi dolduran.

O gece gerçekten unutulmaz olabilirdi Pınar! Ama sen bütün atmosferi bozdun. Ya da ben bozdum. Sen düpedüz nezaket gösterdin işte, ben kibrinden beyni sulanmış bir piçtim. Unutulmaz bir geceydi, daha unutulmaz olabilirdi! Şu an her nerede ve kiminle yaşıyorsan, unutulmadın.




NAMAHREM ELİ

-karahindiba-


Bir arkadaşım var Karadenizli tutucu bir ailede büyümüş. Sonra burs kazanıp İtalya’da sürdürülebilir tekstil üzerine yüksek lisans derecesi kazanmış, kendini konusunda çok iyi yetiştirmiş bir insan. Nasıl olduysa aynı şirkette çalıştık iki üç sene kadar. Bir de Alman sevgilisi vardı bu arkadaşımın. Müzisyenlerin hem bilim adamı, hem filozof, hem besteci, hem yönetmen olduğu, akşamları da taksicilik yaptığı dönemlerden bir müzisyen Richard Wagner’ın büyük hayranı. Doğal olarak tarih okumuş ve tabii ki Wagner’in ıvır zıvır bir detayı üzerine doktorası var. Doktora zaten öyle bir şey ya hani sonunda kimsenin s.klemediği bir konuda dünyanın en çok bileni oluyorsun. Araştırdığı konuyu konuşabileceği tek kişi var o da rahmetli Wagner. Neyse, böyle iki bilgili insanı yakalamışken tabii ki kaliteli sohbetler yapmak yerine “bu herif Alman ama ben kesin bundan daha çok bira içebilirim” diye bir iddia ile kendimi ortalara attım. Büyük iddiamı gerçekleştirmek için ise tüm şirketle birlikte yemeğe Cihangir’e gittiğimiz bir günü seçmem ve rezil olma potansiyelimi en yüksek seviyelere taşımam gerekiyordu. Çünkü güzel hikayeler “bir gün salata yiyorum” cümlesi ile başlamaz. Bu Alman arkadaş Türkiye’de çalışmadığı için biz iş çıkışı mekâna vardığımızda yandaki barda çoktan ilk birasını bitirmişti. Selamlaştık, direkt bana bira söylendi ve çok geçmeden durumu 2-1’e getirerek kolay lokma olmadığımı kanıtladım. Esas gideceğimiz yere gittik. Çok güzel bir yer. Rezervasyonumuz var masamız süper. Şirketten müdürler var, yöneticiler var. Dekorun büyük kısmı kitaplardan oluşuyor. Üçüncü biralar içildi, bizim Alman kalktı kitapları incelemeye başladı. Dördüncü bira civarı masada kitaplar duruyordu. Kitaplardan biri üzerine uzun uzun konuştuk. Kitabın basım tarihi 1900’ler ve konusu Wagner’in kimsenin s.kine takmayacağı bir ıvır zıvırı üzerine. Kitap Almanca ve en önemlisi kitabın kapağında bir İngiliz subayın 1918 yılına tarih atılmış bir notu var. Bizim çocuk deli oldu kitaba. Birkaç kitap daha aldık konuştuk üzerine hepsi masada kaldı. Altıncı bira içildi artık mekânın tuvaletini eskitene kadar işedik ve kalkacağız. Ben tabii ki bir Almanla eşit sayıda (ya da belki daha fazla artık tam da hatırlamıyorum) bira içtiğim için gururluyum. Tam kalkarken bizim gevura döndüm ve dedim ki “çok mu istiyorsun bu kitabı?” O da bana baktı evet dedi. Hesabımı ödedim, kalkarken kitabı montumun içine soktum ve kalanların hesabı ödemesini beklemeden aşağı indim. Kapıda herkesle buluştuk ve taze arakladığım kitabı arkadaşa hediye ettim, gece 1-2 civarı oradan ayrıldık. Sabaha karşı üç gibi uyumak üzereyken bizimle birlikte olan birinden mesaj geldi. “Oğlum siz oradan kitap mı çaldınız?” diye soruyor bana. Soran kişiyle aram iyiydi o zamanlar, evet diye cevapladım mesajı. “Ağzınıza sıçayım, rezervasyonu ben yaptığım için beni aradılar. İki saattir benim arkadaşlarım öyle şey yapmaz diye adamları azarlıyorum. Bana mavi montlu arkadaşın kamera görüntüsü var yarın kitabı getirmezseniz polisi arayacağız dediler” diye cevap yazdı. Adamlara bu sefer ben mesaj attım, “çok özür dileriz kitabı yarın getireceğiz” diye. Sonra da Alman’ın kız arkadaşına “sıçarım kitabınıza okuyacağınızı okuyun yarın sabah kitabı geri götüreceğiz adamlar beni görmüş” diye mesaj attım ve yattım. Kitap koleksiyon kitabıymış ve baya da değerli bir kitapmış. Adamlar da peşine düştü doğal olarak. Sabah erkenden uyandım endişe ve utanç içindeyim. Saat 12 oldu Alman hala uyuyor. Ben artık küfrediyorum hadi kalkın diye. Bana “ben şeker hastasıyım kahvaltı yapmam lazım” diyor. Ben de “hapiste gardiyanlara da öyle dersin” diye yanıtlıyorum. Sonunda hazır oldular, evlerinin önünde onları beklerken iki gamsız bindiler arabaya. Bir yandan korkuyorum gittiğimizde direkt bizi paketlerler mi acaba diye. Bir yandan da baya havalı hissediyorum böyle kendimce küçük kriminal bir vakanın içinde olduğum için. “Sınır dışı edilip bir daha sevgilini görememeye hazır mısın?” diye sordum, o da “getirdik kitapları dedi”. Tam arabayla hızlanıyordum ki asıldım frene. “Kitaplar?” Kitap LAR LAR LAR LAR… diye yankılandı kafamın içinde. “Çoğul? Neden çoğul?”. Benim çaldığımın üstüne iki kitap da bu davarlar çalmış. Nerede o Avrupa görmüş, mürekkep yalamış insanlar, nerede bu iki hırsız! Benden önce bu ikisi zaten birer kitabı halletmişler. Bana söylemek de yok, ben de kendimi suçluyorum geceden beri. Üç hırsız, üç de kitap yola koyulduk. Bunların çaldığı kitaplardan mekân sahibinin de haberi yok tabii. Kamerada mavi montuyla parlayan ben varım bir tek. Yolda sadece bir kitap çaldığımızı sanıyorlar ve biz onlara üç kitap götüreceğiz bize minnettar olmalılar diye konuştuk. Gerçekten de o an tutunabileceğim tek dal buydu. Olay yerine döndük, Almanla ben içeri girdik. İşletmeci oradaydı. Özür diledik, sarhoştuk ve aptalcaydı kitaplarınız burada dedik. Adam üç kitabı görünce gözlerini kocaman açtı ve “Üç kitap mı aldınız?!” diye sordu. Cevap vermedik artık. Kitapları uzattık. İşletmeci baya şaşkındı. Etrafa son bir kere baktım ve özür dileye dileye arkamı döndüm ve direkt dışarı çıktık. Polis falan yoktu. Sonuçta satmak için değil okumak için araklamıştık. Hırsızın Avrupa görmüşü iki arkadaş aslında bana bile yakalanmamıştı. Bir ben üzümlü kek gibi kameralara çıkmıştım. Alman gibi bira içtiğimin gururunu bir gün bile yaşayamadım. Bir yerde oturduk kahve içtik. Kitaplara internetten baktık üç kitap 38 euroya alınabiliyordu. Alman parasını verdi aldı. O keko subay da işgale geldiği yetmiyormuş gibi bir de oraya buraya notlar yazmış. Gelecekte birinin hayatına dokunmak istedi muhtemelen. Mabedimin göğsüne namahrem eli gibi dokundu şerefsiz. Aynı dönemde yazılmış iki dize yüz yıl sonra bu kadar anlam kazanabilirdi. Sonraki birkaç ay boyunca iş yerinde bu hikâye hırsızlık yaparken yakalanan karahindiba şeklinde bol bol anlatıldı. Ben suçu İngiliz subaya atmaya devam ettim. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun askeri o gün orada olsa ancak iki bira falan içebilirdi.



ASIL KAZA

-san-

Geçmişime göz atınca hâlâ yaşadığıma şaşırıyorum. Annemin üçüncü çocuğu ve en zor hamilelik süreci olarak hayata yaklaşmışım. 9 ay sonra doğmayıp içeride bir ay daha oyalanmışım. Doğduğum an annemin kalbi durmuş, neyse ki müdahale etmişler ve tekrar gelmiş dünyaya. Doktor, seni bir daha burada görmeyeyim diye uyarmış annemi.

İlerleyen süreçlerde her ne kadar sakin bir çocuk gibi görünsem de zor şeyler deneyip başımı belaya sokmakta uzmandım. Mesela iki yaş civarında dördüncü kat balkon demirlerinin dışına çıkıp balkonun yarısına kadar dışarıdan yürümek gibi. Bir teyze endişelenip içeri girmemi söylediğinde ona "sana ne" dediğimi söylüyorlar. Anneannem elimden tutup yavaş yavaş yürüterek çıktığım demirlerin arasından beni içeri almasa şu an bu yazıyı yazıyor olmayacaktım. Böyle maceracı ve cüretkar bir bebek olduğum için başıma türlü aksilikler geldi. Trabzansız parklarda kafamın üzerine düşme vakaları, kapşonlunun takılmasıyla boynumdan kaydırakta dakikalarca asılı kalma, kanepede zıplarken keskin bir şeye basıp ayak yaralama ve bilumum tehlikeli şeyler. Biraz büyüyüp akıllanınca, bir akrobat olmadığımı anlayınca ve insanlara "sana ne" demeyi bırakınca-ki bunu ortaokul çağında, oldukça geç bıraktım- gereğinden fazla temkinli bir insana dönüştüm. Bu sebeple yaşadıktan hemen sonra "ölebilirdim..." diye düşündüğüm o olayı tamamen benden bağımsız bir şekilde yaşadım. Bende bıraktığı en büyük hasar, ölüm korkusu oldu. Minibüs ben içindeyken devrildi. Annemle mesajlaştığım için başta ne olduğunu anlamamıştım. Devrilmesinin çok uzun sürdüğünü hatırlıyorum. Çok korkup bağıran birinin dizinden tutup sıkarak "sakin, sakin" dedim. Başka biri evde çocuklarım beni bekliyor diye bağırıp ağladı, onun için kahroldum. Herkes çok korkmuştu, ben çok tepkisizdim. Nihayet tamamen devrilip düştüğümüzde önce biraz soluklandım. Hâlâ sıktığım dizi bıraktım. Etrafıma bakındım, birinin burnu kanıyordu ama ağır yaralanan yok gibiydi. Sakince dağılan telefonumu, cüzdanımı, kulaklığımı çantaya attım. Acil çıkıştan kafamı çıkardığımda endişeli insanlar vardı, ilk çıkan bendim ve sakin olmamı söylediler. Sakinim, çantamı tutabilir misiniz lütfen dedim ve tırmanıp çıktım oradan. Teşekkür edip çantamı aldım ve etrafa bakındım. Bir süre kimseyle konuşmadan sanki o kazadan çıkmamışım gibi uzaktan neler olduğuna baktım. Telaşlı insanlar, minibüsün preslediği beyaz bir araba ve bir ambulans vardı. Ben evime doğru yürümeye başladım. Şimdi, buradan baktığımda görüyorum ki bütün sorunlarımla böyle başa çıkıyorum; olay yerinden usulca uzaklaşarak.

Benim için bu kaza yaşanmamış ve hatırlanmıyor olabilirdi. Yaşadığım tüm somut şeyler gibi bunu da tamamen silerdim hafızamdan. Doğal olmayan bir sakinlikle yaşayıp uzaklaştığım her şeyle aynı kategoride kalabilirdi. Öyle olmadı çünkü yolun yarısında ailemi aradım, ışık hızıyla olduğum yere geldiler, arabadan inip ağlayarak bana sarılan abimi gördüm. Ben de ağlamaya başladım ve asıl kaza bu oldu. Artık ölmekten korkuyordum. Yine kendim için korkmayı becerememiştim ama bu hâlâ düşününce boğazımın düğümlendiği gerçek bir korkuydu. Bu benim, yaşadıklarımı insanlarla paylaşamama nedenimdi.


KARAKTERİMDE KÜÇÜK BİR DEĞİŞİKLİK

-cevap hanım-


Göçmen olmanın oldukça zorlayan yanlarından biri, eğitimini aldığın, deneyimli olduğun alanda çalışamamak. Bunun nedeni bazen resmi kısıtlamalar, kimi zaman yeterli derecede İngilizce konuşamamak ya da konuştuğuna inanamamak oluyor. İşin trajikomik yanı Türkiye'deyken mesleğimi yapıp paramı alamıyordum, burada mesleğimi yapmayıp paramı alabiliyorum. Kaçar yol yok mecburen coğrafya kaderdir, deyip, Ankara Antlaşması’nın ortak kaderi olan hizmet sektöründe çalışma yolunda işe başlamam gerektiğini daha gelmeden önce biliyordum. Buraya Avrupa’nın doğusundaki ülkelerden geldiyseniz bilirsiniz ki sizi hazırda bekleyen bir garsonluk, temizlikçilik, kasiyerlik gibi işiniz vardır. Türkiyeli olmanın ortak kaderi de çoğunlukla garsonluk oluyor çünkü restaurant/cafe işleten memleketlimiz oldukça fazla. Nasıl doktorların şark görevi varsa Ankara Antlaşmalının da garp görevi hizmet sektöründe çalışmak diyebilirim. Üç yıllık Londra deneyimim boyunca beyin göçü nedir sorusunun yanıtını pratik hayatta oldukça fazla tekrar ettim.


Neyse zaten yeterince darlıyor hayat, bir de buradan darlamayayım sizi. Türkiye'de Reji ve kurgu asistanı olarak çalışan bendeniz buraya gelince garson/bulaşıkçı olmayı beş yıllık kariyer hedefim haline getirdim ve şansım yaver gitti de bir kafede iş buldum. Buradaki kafeler saat 06:00 gibi açılır saat 16:00’da kapanır. Genelde sabah müşterisi tost, yağlı ekmek, reçelli ekmek ve sütlü çay içer. Bir ufak dipnot: sütlü çayı hazırlarken, sütü önceden koyup sonra çayı ekliyorlar. Bu detay 45 yaş üstü müşteri için oldukça önemli. Ayrıca Antalya ve Fethiye sahillerinden adını çok duyduğumuz Full English Breakfast’ın da ana vatanıdır buradaki kafeler.


Her kafenin gedikli müşterileri vardır. Bazıları sabah gelip oturup kapanışa kadar kupon yapan emeklilerdir ki, İngilizce konuşma kabiliyetini geliştirmek isteyen için bir lütuf gibidirler.


İşe başladığım ilk zamanlarda, egomun vızır vızır seslerine direncim daha kuvvetliyken, zamanla ve yoruldukça gücüm azalıyor, bazen kaçıp kendimi tuvalete kapatasım geliyordu. Tuvalette ağlayıp ağlayıp kafenin kapısını hırsla açıp, “bölümü dereceyle bitirdim ulan ben!” şeklinde bağırmak geliyordu içimden. Hayat işte, kürek gibi eliyle öyle bir koymuştu ki tokadı, buraya kadar sürüklenmiştim demek…


Coğunlukla yaptığım iş bulaşıkçılıktı çünkü o lavabo teknesinin başına geçince sonsuz bir kirli tabak-temiz tabak devridaimi içine giriyorsun ve çıkmak için müşteri akışının bitmesi dışında bir çözüm yok. Elbette mola veriyorsun arada kürek mahkumu da değiliz sonuçta. Basınçlı su ile tabakları temizlerken ortalık ıslanıyor ve yerler kaymasın diye gazete kağıtları seriyorum, yüzümde o anının ruhundan bağımsız bir gülümsemeyle PopStar Fatih’i anımsayarak.


Dükkanın sahibi aynı zamanda şef. Yerlere gazete döşemesi yaparken aşırı uzun kirpikli ve gerektiğinde tarım aracı olarak kullanılabilecek derecede uzun tırnaklı şefin kızı geliyor. 17-25 yaş aralığında. Tam kestiremiyorum çünkü eşofman giymiş eşofman genç gösteriyor bazen. Kulağında airpodları ile hararetle arkadaşına bir şeyler anlatıyor, sonra dur bekle diyor ve babasına, erkek kardeşini şikayet etmeye başlıyor. Gözlerimi tırnaklarından alamıyorum bir de neon rengi oje sürdürmüş akrilik tırnaklarına. Resmen tam bir çarıklı tarhanayım, resmen köyden indim şehre, resmen Kezban Paris'te. Anlatabildim mi ?


Kız elini kolunu oynatınca, elleri bana renkli bir kalamar gibi gözüküyor. Şef kızına aç mısın prensesim diye sorarken ben 26 tabağı üst üste koymuş temizler rafına yerleştirmeye çalıyorum, göz ucuyla kızın tepkisine bakıyorum ve bu kadar şefkatli bir sevgi gösterisine kızın yanıtı, hayır-hayır anlamında kafasını ve ellerini kullanarak hızlıca savuşturmak oluyor, ben yirmi beş senedir baba kelimesini ancak terapilerde ya da patavatsız birinin ‘’eee hep annenden söz ettin baban nerde’’ diye yarama yağlı kazık batırdığında kullanabiliyorken. İşte tam o kalamar ellerini sağa sola hızlıca sallarken bana bir şeyler oldu ve karnıma tarifsiz bir kasılma oturdu. Az evvel gazete kağıdı döşediğim kalebodurlara çırılçıplak yeni doğmuş bir bebek gibi düşüverdim. Öylesine çaresiz, öylesine korkak. Ayakta kalmak için ne çabalar harcadım ve geldiğim nokta hep aynı, babası olan kızları kıskanıyorum. Babasının prenseslerini kıskanıyorum. Sonuçta tek kanatla da olsa cesaret edip, çalışıp, dirayet gösterip ülkemden 3300 kilometre uzağa uçabilmiştim ve kurtuldum sanmıştım ve o an anladım ki halen aynı çaresiz, korkak küçük kızım.


Sanki o andaki öfke kendimi doğurmamın son sancısıydı ve karnımdaki kasılma da bundan kaynaklanıyordu. Bu kıskançlıktan dolayı kadın arkadaşlarıma yaptığım uyuzlukların farkına vardım, onlar babalarının prensesleri olarak konforla büyürken ben, okuyup her alanda gelişmeye çalıştım ve entelektüel manada ezici bir donanım kazandığıma inandığımda (böyle ölçüm gerçekte yok) intikam arzumla kurduğum bu oyunun kurbanlarını bilgimle domine ederek eksikliğimi tatmine ulaşıyordum. İçimde soğuk, kaskatı bir yerdeydim ölüm gibi bir şey oldu siz gerisini biliyorsunuz…. Saate baktım iki saat sonra mesai bitiyordu, günlüğümü alıp eve dönecektim ve yorganın altına girip bir süre orada kalacaktım. Sıcak yorganın hayaliyle mesaiyi tamamladım.


*Çocukluk dramlarımı anlayabilmiş, destek vermiş ve sabır göstermiş kadın arkadaşlarıma minnet duyarak...


MICKEY İLE ÇALINTI ŞATO BAYRAĞI

-ayşe çetinkaya-

“Ayşe, uyan hadi annem, sütün geldi.” Gözlerimi açıyorum, hava daha aydınlanmamış, annem her sabah olduğu gibi süt ısıtıp getirmiş. Gözlerimi açmadan sütümü olabildiğince yavaş içiyorum. Yatağımdan aşağı atlıyorum, annem odasında hazırlanıyor, babam çoktan evden çıkmış olmalı. Banyoya gidip ellerimi, yüzümü yıkıyorum. Sonra ben de giyiniyorum ve evden çıkıyoruz.

Hava biraz daha aydınlanmış. Şimdi köşeden sola döneceğiz, yol boyunca ilerleyeceğiz, oradan sağa. Kocaman bir bahçe var, onun betondan duvarının üstünde yürüyeceğim, sonra büyük palmiye ağaçlarının olduğu sokaktan geçeceğiz. Bu ağaçlardan buraya gelmeden önce yaşadığımız şehirde yoktu. Sıcak yerlerde büyüyormuş bu ağaçlar. Burası da çok sıcak ve kışın hiç kar yağmıyor. Buradaki çocuklar hiç kartopu oynamamış. Annem bir gün yine eski evimize döneceğimizi, anneannemle komşu olacağımızı söylüyor. Bunun bir an önce olmasını istiyorum. Belki o zaman bu saçma okula gitmek zorunda kalmam, bütün gün anneannemle birlikte olurum ve Aydan’la sokakta oynarım.

Palmiyeleri geçtikten sonra biraz daha yürüyoruz, işte geldik. Okula gelirken hangi sokaklardan geçtiğimizi ezberledim. Bir gün kaçıp eve döneceğim. Annemler işten dönene kadar evde kendim bekleyebilirim, böylece okula gitmem gerekmediğini anlarlar.

Ayşegül Öğretmen bizi kapıda karşılıyor, annemle selamlaşıyorlar. Ben ayakkabılarımı çıkarıyorum. Bakalım bugün kim ne aptallık edecek. Geçen hafta Yağız yemekte tabağının içine kustu. Ondan önce de Selin öğle uykusunda yatağına kaka yapmıştı. Bir kez daha böyle bir şey olursa kesin kararlıyım, kaçacağım. Burada sevdiğim tek şey ikindi kahvaltısındaki mozaik pasta. Keşke her gün mozaik pasta verseler, ama sadece Perşembe günleri yiyoruz.

Panduflarımı giydim, anneme el salladım. Ayşegül Öğretmenle içeri geçtik. Sabahları serbest oyun saati. Hayret, oyun alanında kimse yok, istediğim oyuncak için başkasını beklemem gerekmeyecek. Bu lego gibi şeyleri ilk defa görüyorum, yeni mi almışlar, belki de benden önce birileri kapıyordur hep. Bu minik bayrağı da ilk defa görüyorum. Ne kadar minik ve ne kadar güzel. Mickey ile Fasülye Sırığı kitabımdaki şatonun tepesine yapıştırabilirim. Bunu eve götürmeliyim. Kimseye göstermeden cebime koyabilirim. Annem de çok sevinir.

Geceleri ve karanlığı hiç sevmiyorum. Uyumayı hiç sevmiyorum. Keşke hiç gece olmasa ve hiç uyumasak. En azından sabah uyanınca okula gitmesem. Neredeyse unutuyordum. Anneme minik bayrağımı göstermedim. Koşa koşa gidiyorum ve pantolonumun cebinden bayrağımı çıkarıyorum. “Anne sana bir şey göstereceğim”, diye fısıldıyorum avuçlarım kapalı. Kesin çok sevinecek, biliyorum. Annem heyecanlı gözlerle “Neymiş hani neymiş?” diyor. Avcumu açıyorum. “Neymiş annem bu, nereden buldun?” diyor, “Okuldan getirdim, artık bizim oldu” diyorum. Annemin gülümsemesi anında kayboluyor, “Çok ayıp Ayşe, senin evde bir ton oyuncağın yok mu, nereden çıktı okuldan oyuncak çalmak?” Beynimde yankılanıyor sanki, “çalmak, çalmak, çalmak…” Ben hırsız mı olmuştum, çalmak böyle mi oluyordu? Bir umut, “Ama anne küçücük” diyorum, “Küçük olsun, okuldan eve senin olmayan hiçbir eşyayı izinsiz getiremezsin. Yarın aldığın yere bırakacaksın, bir daha da sakın görmeyeyim böyle bir şey yaptığını. Yoksa polisler gelir, seni alıp götürür.” Şok olmuştum. Çok utanmıştım. Sabah okulda büyülü gibi gelen oyuncak, şimdi avcumun içinde tiksinilecek bir şeye dönüşmüştü. Ağlamaya başladım, annemden özür diledim.

Gecenin bitmesine ne kadar kalmıştı, ya sabaha kadar polisler beni bulup götürürlerse? Hem nereye götürecekler ki? Demiştim annemlere beni okula göndermeyin diye.


DÜMEN ve KARINCA

-edward bloom-

- Askerlik anısı gibi görünen bu yazıda kesinlikle hamaset yapılmayacak, "vurdum tekmeyi girdim albayın odasına!" palavrası sıkılmayacaktır. -

Acemilik bitip yemin edilmiş, artık gerçek bir asker olunmuştur. Yani artık vatan bana emanettir, rahat rahat uyuyabileceksinizdir. Atış eğitimleri de tamamlanınca nöbet faslına geçilmiştir. İlk nöbet öncesi çok sert uyarılar yapılmış, en ufak ihtiyatsızlığın çok ciddi sonuçlar doğurabileceği tembihlenmiştir. Sadece komutan değil; üst devreler de bu konuda ciddi anlamda göz korkutmuş; "götünüzden kan alırlar çok dikkat edin!" şeklinde kibarca uyarmışlar ve ilk nöbet günü gelip çatmıştır.

-İLK NÖBET GECESİ

Nöbet günü son uyarılar yapılıyor. Özellikle parola ve işarete dikkat edilmesi söylenip nöbet yerine her kim gelirse gelsin, isterse alay komutanı olsun, eğer parola-işaret kuralına uymuyorsa kesinlikle geçirmememiz, geçmeye çalışırsa önce havaya, hâlâ ısrarla üzerimize geliyorsa ayaklarına sıkmamız gerektiği sıkı sıkı tembih ediliyor. Tabii bu öyle Şabanoğlu Şaban filmindeki gibi "Parola ne?" "Başak!" "Bilemedin şafak, bam!" şeklinde olmuyor. Nöbete giderken bir parola ve bir işaret veriliyor, devriye subayı ya da herhangi bir cismin yaklaştığını hissedince durdurup kim olduğunu soruyorsun, kendini tanıtıyor. Sonra işareti veriyorsun -örneğin armut- karşıdaki parolayı söylüyor -örneğin muz- Sonra koşarak nöbet defterini veriyorsun, o da imzalayıp gidiyor.

Gece uyandırılıp kuşandıktan ve de gerçek mermilerimizi ve tabii ki parola-işareti aldıktan sonra nöbet yerine götürülüyoruz. Gözlerim çakmak çakmak, kulaklarım dimdik devriye subayını bekliyorum. Durduracağımı, parolayı soracağımı, söylemeyince havaya ateş edeceğimi falan hayal ediyorum. Ne olur ne olmaz diye avcuma yazmışım ilk parola ve işaretimi; "Dümen-Karınca" Hataya yer yok! Vatan sorumluluğu omuzlarımda! Öyle ya, genelkurmay başkanı da gelse taviz verilemez! Zaman geçiyor, gelen giden yok. Artık kimse gelmez diye düşünürken birden ayak sesleri duyuyorum. Hemen çöküp doğrultuyorum tüfeği. Kalbim ağzımda atıyor, boğazım kupkuru. Yaklaştıkça görüyorum ki askeri kamuflajlı iki kişi. Yeterli mesafeye gelince heyecandan çatlayan o iğrenç sesimle bağırıyorum;


"Dur! Kimdir o?!" Cevap yok, yürümeye devam ediyorlar. Nabzım iyice hızlanıyor, ateşimin yükseldiğini hissediyorum. Ya gelenler askeri kamuflaj giymiş teröristlerse? Daha yüksek sesle bağırıyorum "Dur! Kimdir o!?" Hiç sallamıyorlar beni. En iyisi işareti vereyim, parolayı biliyorlarsa söylerler nasılsa diye düşünerek duyabilecekleri bir sesle fısıldıyorum; "Dümen!" İçimden dua ediyorum; "N'olur karınca de, yalvarırım!" Yine cevap yok. Kulaklarım uğulduyor, dizlerim titriyor. Duymadılar herhalde diye düşünüp bu kez daha yüksek sesle veriyorum işareti; "Dümeeen!" Ve içimi rahatlatan, derin bir nefes aldıran o cevap geliyor; "Lan s*ktirtme dümenini, getir şu a*ına koduğumunun defterini işimiz gücümüz var, askercilik mi oynayacağız burada?!"

"Emredersiniz komutanım!"




İZ

- bir başka dünyadaki-


Lisedeyim. Maddi imkansızlıkların hüküm sürdüğü bir mevsim var. Üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak, okulla ilgili çoğu şey ilk benim üzerimden deneyimleniyor.


Bir çocuk nasıl okutulur, nelere ihtiyaç duyulur, ne kadar masraf yapılır. Oradan buradan kısarak bir düzen oturtulmaya çalışılıyor. Bu şartlara göre kıyafetler pazardan, okul kitapları ve üniforma bir üst sınıfa geçmiş tanıdıktan, kırtasiye malzemeleri en ucuzundan temin ediliyor. Okula gidiş dönüş sekiz kilometre yol yürüyerek gidip gelmek zaten alıştığım bir durum. Böylece servis parasından da kurtulmuş olunuyor. Bütün bunların arasında okulda görünür olmak ve saklanmak arasında kararsız adımlar atıyorum. Kimi zaman kendimi görünmez kılacak kadar sessiz, kimi zaman cüretkarlık denemeleri yapacak kadar gözü kara davranışlar sergiliyorum. Kendimi arıyorum, sınırlarımı deniyorum.


Okulda beden eğitimi dersi en sevdiğim derslerden biri. Spor salonunda farklı şubeler ortak ders yapıyoruz. Hem ders güzel hem de birlikte kullandığımız bu alanda oluşan arkadaşlık ortamı. Bir gün bu derslerden birinde çember olup sohbet ederken eşofman takımları spor ayakkabıları hakkında konuşulmaya başlandı. Ben şunu şuradan aldım, bunun rengi, şunun boyu, bu çok rahat gibi şeyler konuşuluyor. Benim eşofman altı ve bez ayakkabılarım pazardan, üstüm okul gömleğinin içine giydiğim içlik. Dahil olamadığım bir sohbete tanık oluyorum. Derken bir zaman sonra bana döndü gözler. "Seninki peki, nereden aldınız?" dedi biri. "Pazardan aldık" dedim. "Dizleri iz vermiş görmüyor musun?" diye kıkırdayıp inceden gülüştüler. Aralarından biri, "Ben sevdim aslında, bundan ben de alayım" gibi yarım yamalak bir şeyler söyledi. Tuhaf hissettim o an. Herkesin bakışı eşofmanın dizine takılmaya başladı. Yıkanınca düzelen bu izleri daha önce pek önemsemediğimi fark ettim. Eve gidene kadar bu izlere bakıp düşündüm. Sonra bu yaşadığımı evdeki kimseye anlatmadan sessizce görünmez olmaya çalıştım.


Bir hafta sonra beden eğitimi öğretmeni annemi okula görüşmeye çağırdı. Annem, evdeki sorumluluklarından dolayı, hemen gidemedi okula. Gelebildiğinde öğretmenden duyduğu sözler onu bir hayli üzmüştü. Öğretmen anneme, "Çocuğunla derste alay ediyorlar. İki kere pazara gideceğine bir kere mağazaya git de çocuğuna düzgün bir eşofman al. Alay edilmesin" dedi iğneleyici bir tonda. Annem büyük bir suçluluk duygusuyla özür diledi. Çocuğunun ihtiyaçlarına yetemediği hissi içini kavurmuş gibiydi. Görüşme ardından hemen bir mağazaya gidip bana gri renk Adidas marka eşofman takımı alındı. Elbette veresiye defterine yazılıp, borca girilerek. Garip olan alay edenler değil, alay edilendi. Düzeltilmesi gereken de alay edenler değil, alay edilendi. Alay nesnesi ortadan kalkınca her şey yolunda girdi. Ben gri renk Adidas marka eşofman takımımla başkalarının yargılarından korunmuş oldum. Fakat dizlerimin izi ruhuma geçti. O tuhaf his uzun zaman geçmedi.

HABER

-canderel-


Temmuz ayıydı, her zamanki gibi çok sıcaktı. Öğleden sonra yangın haberini aldık, televizyon ya da radyodan. Bir süredir ciddi gerginlik hissediliyordu, yine de bu kadarını kimsenin tahmin ettiğini sanmıyorum. O gün akşama kadar tedirgin bir bekleyişle geçti, otel şehir merkezindeydi, cüretlerine inanamamakla birlikte kısa zamanda söndürülür umuduyla beklediğimi hatırlıyorum. Akşam oldu, evde oturma odasındaydık, televizyon açık, yangından görüntüler gelmeye başladı ve ölüm haberleri. Ayaktaydım, dehşet içinde seyrediyordum, babam girdi odaya, bir süre beraber baktık, heyecanlı ve öfkeli ‘’Ben olsam ben de yakardım’’ dedi. Duyduğum acı çok büyüktü, ölenleri savunamayacak kadar, sesimi çıkaramayacak kadar, çığlık atmam gerekirdi zaten, açıklayacak bir şey yoktu. Bir de unutmamak gerekiyordu ki unutmadım.


AN'SIZIN

-coggywriter-


Hepimizin düşündüğünde kendinden bir şeyler bulup, hangi birini anlatayım diyebileceği bir sürü anısı vardır.


İlk sevgili olma çabalarım, Alsancak iskelede ekilme ânlarım, askerliğim, iş hayatında geçen kâh mutlu kâh zor günlerim, dans ettiğim zamanlarda yurtdışı seyahatlerim. Neyse ki; dolu dolu geçen içinde her türlü duyguyu yaşadığım kocaman yıllarım var.

Ama içlerinde en kötüsü gözlerimin önünde vefât ettiği o gün ve sonrasında yaşadıklarımdı.


4 kez kansere yakalanıp her defasında ameliyat olarak atlatmış, 5. defa kansere yakalandığında artık çok geç kalınmıştı.


Hele doktorun üç ya da dört ay ömrü kaldığını söylemesi ile başlayan ve sonrasında, kaybetme korkusu ile geçen günler tam bir trajediydi.


Vefât ettiği o gün hayatımdan bir kelime eksilmişti. Anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği içten içe büyüyen bir duygu silsilesi: Çaresizlik, pişmanlık ve tükenmişliğin iç içe geçtiği yoğun bir kalp ağrısı.


Hayatımdaki en değerli varlığı kaybetmiş olmam, benim için başlı başına bir yıkımdı. Günler süren ağlamalar, yalnız kaldığımda “Ben bundan sonra ne yaparım?” korkusu ve bir sürü soru işareti beni en dibe doğru sürüklüyordu.


O zamanlar koronavirüs yeni ortaya çıkmış; maske, sosyal mesafe ve sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Evdeydim. Ne yana baksam dolu dolu geçen yılların bıraktığı hatıralar kafamda dolanıyor, cümleler boğazımda düğümleniyordu.


Bu durumdan kurtulmak, sanki onu unutacağım korkusu gibi geliyordu. Halbuki ben bu dünyada yalnız ve en çok onu sevmiştim.


Siz hiç artık yaşamanın çok bir anlamı kalmadı diye düşündünüz mü? Ben düşündüm. Onu kaybettiğimde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Günler geçecek, ama biz bir şekilde onsuz yaşamaya devam edecektik.


En dibe vurduğum zamanlarda beni bu karanlıktan ve karamsarlıktan çıkarabilmek için birçok arkadaşım yanımda oldu. Ama ben belki de bu şekilde yaşamak istiyordum, çaresiz, tükenmiş ve bin pişman.


En yakın dostum ile her gün telefonla konuşuyorduk. Bana sürekli “Bu durumu kabullenmelisin, onun yattığı yerde rahat uyumasını istiyorsan artık kendine gelmesin" diye haftalarca telkinde bulunuyordu.


Kabullenmek zor olsa da, bir şekilde devam etmeye çalıştım. Bir sürü kitap okuyup uzaktan terapi eğitimlerine bile katıldım. Farklı uğraşlar buldum. Yemek yapmak, resim yapmak, yazı yazmak gibi.

Bu hobilerimle beraber iki yeğenimin çabaları sayesinde hayata tekrardan tutundum.


Üzerinden bir buçuk yıl geçti. Şimdi daha iyiyim. Kokusu hâlâ burnumda, sesi hâlâ kulaklarımda. Kırk yıl boyunca nasıl “Hoş geldin oğlum” dediyse, yine beni kapıda karşılasın diye kapı girişine fotoğrafımızı koydum.


Seni öyle çok özledim ki…




BEN DE MELEK DEĞİLİM

-rojda aksoy-


Muhtemelen sekiz ya da dokuz yaşındayım, bir ayağım okul kapısının olduğu çizginin sağında yani içerde diğeri ise çizginin solunda, dışarda. Tam sınırdayım. Hangi yöne gideceğime karar veremiyorum ve zamanım kısıtlı çünkü az önce ders zili çalmış ve teneffüs bitmiş. En yakın arkadaşım olan Pınar’a ve elindeki meybuza bakıyorum soran gözlerle: sence ne yapmalıyım?


Bakkal yokuşun aşağısında ve o yokuşu bir de çıkmak var. Yani hem ağzımı sulandıran ve beni epey de serinletecek olan meybuza kavuşup hem derse yetişmem imkansız ama Pınar git derse giderim.


Çürük sebzelerini satmak için ciddi tavır takınan ve özgüvenle yalan söyleyen pazarcıların yüzünde de gördüğüm bir ifadeyle ‘’bence koşa koşa gidip gelirsen yetişirsin’’ diyor. Ben de ‘’yüzündeki o alaycı ifadeden beni kandırmaya çalıştığını anlamadığımı mı sanıyorsun! Yazıklar olsun senin arkadaşlığına. Bu oyuna gelmeye niyetim yok’’ diyemiyorum elbette ve koşa koşa yokuşu inip dondurma dolabının kapısını açıp harçlığımın yettiği birkaç şeyden biri olan meybuzu alıp koşa koşa o yokuşu geri çıkıyorum ve sınıfın kapısındayım. Kapının çerçevesine girmiş ve tıklatmak için pozisyon almışım ama yapamıyorum. Elim havada öylece bekliyorum bir süre.


Bugün düşününce sınıf kapısının önünde uzun uzun bekledim gibi geliyor ama aslında birkaç saniye süren bir aydınlanmanın etkisiyle donmuş bir halde kafamda şu cümleler geçiyordu: ihanete uğradım, nasıl da kandırıldım, buna nasıl inanabildim, nasıl bu kadar salak olabildim!


Tabii bu ilk kandırılışım değildi. Daha öncesinde okul kitaplığından aldığım tek ciltlik bir ansiklopediyi ödev hazırlamak için eve götürmüştüm ve mutfağının bile olmadığı gecekondu evimize giren bu bilgi kaynağı ile bir bağ kurmuştum. Çok çalışkan bir inektim ve bu ansiklopediyi evde tutmayı kesinlikle hak ettim diye düşünürken bu fikri Pınar’a açtığımda tahmin edeceğiniz gibi beni bir pazarlamacı edasıyla yine inandırdı ve eğer öğretmene sorarsam ansiklopediyi kesinlikle bana vereceğine ikna oldum.

Utana sıkıla uyuz öğretmenime (bütün tatlılığıma ve çalışkanlığıma rağmen bana uyuzca davranmasına asla anlam veremediğim) bunu söylediğimde yüzünden ışık hızıyla geçen küçümsemeyi ve hemen ardından bu dileğimin neden gerçekleşemeyeceğini birkaç sözcükle geçiştirdiği anı hala hatırlıyorum ve Pınar’ın o anki ‘’hiçbir şeyden haberi olmayan melek’’ yüz ifadesini de.


Böyle kandırmacalarla, çalışkan ve sevilen bir öğrenci olmamın diyetini bana ödeten en yakın arkadaşıma acaba ben neler yaptım ne oyunlar oynadım kim bilir. Yani kanatlarımla gökyüzünden süzülerek inmediğime göre ben de türlü kıskançlıklarımla çeşitli oyunlar oynamışımdır ama hatırlamıyorum. Çünkü bizim başkalarına yaptığımız kötülükler ve haksızlıklardansa bize yapılanları hatırlamaya meyilliyiz. Açtığımız yaraların ne kadar yakıcı olduğunu hissetmeyiz ama bize saplanan her bıçak darbesinin derinliğini, adresini, tarihini çok iyi hatırlarız.


Sevgi dolu ve ilgili bir annesi olan, hastalandığında bahçıvan kot pantolonla derse gelmesine izin verilen ve çok da güzel bulduğum arkadaşım Pınar’a ben ne gibi yaralar açtım bilmiyorum ama keşke bir gün öğrenme şansım olsa ve kendime onun gözlerinden bakabilsem.



PEMBE AKİDE ŞEKERLERİ

-mutlu-


1986 yılı ve ben dört yaşımdayım. Babam Tarsus’ta bir köy okulunda öğretmen. Okulun hemen yanında bulunan tek katlı lojmanda kalıyoruz. Okuttuğu sınıfta 1,2 ve 3. sınıfa giden çocuklar var. Ben her sabah peşine takılıp okula geliyor, sınıfta her zamanki yerime oturuyorum. Babamın öğrencilerine anlattıklarının hiç bir cümlesini kaçırmak istemiyorum. Öğrendiğim her şey beni büyülüyor adeta. Okuma yazmayı da böyle öğreniyorum kimse fark etmeden. Hatta basit matematik işlemlerini bile tek başıma yapabiliyorum.


Benim için her gün ayrı heyecan ama okula müfettişin geldiği gün yaşadığım o heyecan bambaşka. Müfettişin ikinci sınıf öğrencilerine sorduğu soruya kimse cevap veremiyor. Belki üçüncü sınıftan biri yanıtlar diye sorusunu tüm öğrencilere yöneltiyor bu defa. Tek parmak kaldıran benim ve doğru cevabı vermiş olmam en çok da babamı şaşırtıyor. Yüzünde pek alışık olmadığım benimle ve tabi ki kendiyle gurur duyan o ifadeyi görüyorum. Müfettiş ise tam tersi “neden öğrencin önlüksüz?” diye çıkışıyor bir anda babama.


Benim kendisinin çocuğu olduğumu, yaşımın küçük olması nedeniyle okula kaydımın yapılamayacağını açıklarken yüzündeki o gurur duyan ifade yavaş yavaş mahcubiyete, suçluluğa ve bana karşı bir öfkeye dönüşüyor.


Kendi kendime bir şeyi başarmış olmanın verdiği mutluluğu ve gururu ilk yaşadığım andır bu. Ve takdir edilmek yerine birilerinin başına iş açtığımı bana ilk hissettirdikleri andır aynı zamanda.


Ertesi gün annem kucağıma koca bir poşet dolusu pembe akide şekeri veriyor.


-“Hadi bunları sınıftaki tüm çocuklara dağıt” dediğinde bu hayrın sebebini kendi başarıma yoracak kadar küçük bir çocuğum ben.


-“ Babaannenin ölüm yıl dönümü bugün. Nedenini soran olursa söyle de dualarını eksik etmesinler”.


KOLTUKTAKİ HAVUÇ LEKELERİ

-dalgın canbaz-


Annemin evinde dördüncü günümüzdü, beraber geçirdiğimiz dördüncü yılımız, oğlumun dört ve benim nerdeyse kırkıncı yaşımdı. Tam olarak olmasa da on dört yıl ayrı kalmıştık.

Örtü kaymış, soyduğunuz havuçlarla, kanepemi batırdınız mı dedi? Hayır batırmadık dedim, ama içimden bir şeyler atmıştı tekrar. Bunun üzerine tekrar tartışmaya başladık ve oğlum tartışmayın dediğinde ayıldım. Dört yıldır aşağı yukarı bu şekilde bir sürü tetiklenme anlarım ve tartışmalarımız oluyor. Aslında yirmi iki yaşımda onun yanına taşındığımdan beri böyle. O kadar katmanlı bir hal ki, yıllarca çözümlemeye çalışıp tekrar tekrar bir sevgi, bir öfke halinde bulmam ona karşı, beni kahrediyor. Kendimi tanıdıkça, tartışmaların kaynağını bulmaya başladım ama hala bu kısır döngüden kurtulamıyorum. Sürekli, kendimi ona kanıtlama halinde bulduğumu görüyorum mesela. Araba kullanırken, yolu bulamasam, bir türlü yönleri öğrenemezsin der patlarım, heykel yerine ‘Uluslararası İlişkiler’ okusaydın ya, biraz az heykel yapsan, senin de projelerin bitmiyor der, anlaşılmamamın ve mesleğimin iş olarak görülmemesi nedeniyle içim paramparça olur. Sizin için, şunları, bunları yaptım ama sen görmüyorsun, yoruldum artık der, hayatımızın kısır döngüsünden acı çekerim.


Tartışmalarımızın kaynağının ona karşı içimdeki yetersizlik duygusu yüzünden olduğunu anladım, belki onunkinin de bana karşı. Daha önce de bahsetmiştim, hayatımdaki bütün kadınlara karşı çok dikkatliyim, iyi bir dinleyiciyim, kendi önceliklerimi unutacak kadar onlara öncelik veriyorum. Bunun nedeninin, terk edilme şeması olduğunu ve her şeyin kaynağının, önce annemi sonra diğer kadınları kaybetmemek olduğunu bir kaç senedir tanımladım. Ve bu insanlara net ve dürüst olursam, tepki verirsem, tartışmalardan kaçınmazsam kaybetmeyeceğimi yeni yeni hissetmeye başladım. Hala çok yolum var ama çok çabalıyorum.


Bu haftaki bu anım üzerinden gözlemlediğim ise şu oldu, annemin kanepeleri üzerinde görmek istemediği lekeler, o güzel yüzünde görmek istemediği kırışıklarla bağlı olabilir miydi? Kaybetmek istemediği, beş erkek, bir üvey anne ve dedenin arasından söküp aldığı düzeni ve yaşamı mıydı? Kalbimin sızısı, hem onun, hem benim kadınlığım içindi. Yaşamını daha anlamlı kılabilmek isterdim. Ama bu da onda kızdığım, olduğunu düşündüğüm kontrolcülüğe girmiyor muydu? Anaçlık, korumacılık ve kontrolcülük birbirine karışan kavramlar mıydı? Yoksa sağlıklı gelişmeyen ego halleri sonucu, birbirimiz üzerinde uyguladığımız güç savaşları mıydı? Hem bu kadar sevip, hem bu kadar kızabildiğim kimse yoktu hayatımda. Onun hayatının devamı için daha üretken, daha doyumlu bir hayat diliyorum, aramızda da daha sağlıklı bir bağ oluşmasını.


MAVİ KÜPELER

-nehir niş-


Mavi küpesini avucunun içine alıp öylece kaldı. Anneannesinden kalma perdelerin arasından sızan gün ışığı yüzüne vuruyordu. Gözleri doldu sessizce akmaya başladı. Ruhunda kıpırdanan magmanın bazen sakin ve bazen de bir volkan gibi patlaması artık onu yoruyordu.


Hayatı öylesine zordu ki nereden başlayacağını, neye tutunacağını bilemiyordu. Aklının sınırlarına çarpan elleri durmadan kanıyor, duvarları istemsizce yumruklamaktan bitkin düşüyordu. Onunla birlikte yaşamaya başladıktan sonra; iki yakası bir araya gelmemiş, bir düzen, bir iş tutturamamış, bir kısır döngünün girdabı içerisinde; ruhunun dinmeyen kanlı isyanları ona pahalıya mal oluyordu.


Kendisi normal insanlar gibi olamıyordu. Ruhunun bir ucu bembeyazsa; diğer ucu zifiri karanlıkta kilitli kalıyordu. Eline her para geçtiğinde satın aldığı şişeler, artık hayatına anlam değil anlamsızlık katıyordu. Sürekli kaçıp sığındığı insan ilişkilerine mahkum oluyor, yapmak istemediği şeyler yapıyordu. Bir karar vermeliydi. Bu şekilde bir sığıntı gibi yaşayamazdı.


Kendini her defasında uçurumun başında soluksuz buluyor; korkuyla kendini kıyıya atıyordu. Bazen saatlerce kendi kederli yalnızlığına, çaresiz hissedişine ağlıyordu.

Uyanır uyanmaz içmeye başladı. İçinin fırtınalı denizi hırçın dalgalarla; gözlerine, ellerine vuruyor ; göğsünü sıkıştırıyordu. Yaşadığı hiçbir şey elinde değildi. İçinin soluksuz koşan atını dizginleyemiyor yokuş aşağı yuvarlanıyordu. Her şeyin kendi elinde olduğunu sinsice biliyordu da… Kendisinde mi yoksa hayata keskin anlamlar yükleyen hayatındaki insanlar yüzünden mi böyleydi?


Buz gibi hastane odasında gözlerini açtığında ısrarla onun çağrılmasını istemiş hemşirelerin samimi ve üzgün arayışları sonuçsuz kalmıştı. Tek başınaydı ve tek hatırladığı çöp kutusunda duran bir et parçası. Kendinde değildi yeniden uykuya daldı. Hastaneden tek başına çıkıp eve gitti. Morfin onu hareketsiz kılmıştı. Ertesi gün yanına sadece bir defa uğramış işe gidiyorum diye gece yarısı dönmüştü.


Karnında henüz hissedemediği ama düşüncesinde ve test sonuçlarından kesin olarak orada olduğunu bildiği bebeğini kaybetmişti. Çöp kutusunda atılı duran kanlı bir parça olarak zihnine kazınmış bir görüntüydü artık. Adam evlenmeye yanaşmıyor sadece aynı evde yaşamayı sürdürmek istiyordu. Yedi yıldır tek bir defa tatile gitmemiş özel bir yemeğe çıkmamışlardı.


Sevdiği ve birlikte olduğu adamı terk etmeye karar vermiş ama daha kararını hayata geçirmeden altında kalmaya başlamıştı. Yedi yıldır birliktelerdi ve kendisine ayrılacağını söylediği zaman karşısında iki parlayan alyansla dikildiğinde sinir krizi geçirmişti. Kendisini halen aptal yerine koyuyordu. Çünkü gerçekten aptaldı. Aptal olmasaydı bu ilişkiyi çoktan bitirmiş olması gerekmez miydi? Kendini hiç kadın gibi hissettirmemiş, zaman ayırma gereksinimi duymamış bu adam için onca emek aptallıktan başka ne olabilirdi ki?


Kararını verdiğinde huzur içindeydi. Sadece kendini çok geç kalmış hissediyordu. İlk ilişkisiydi ve çok emek vermişti. İlk ve son defa ayrılmak istediğini söyleyebilmişti sonunda. Karşısında onun ne söyleyeceğini merak bile etmeyen adam; çok şaşırmıştı. Çünkü ona göre; o asla böyle bir karar veremezdi, hem gidecek bir yeri de yoktu ve bu zor kararı eninde sonunda ona geri dönmesiyle sonuçlanırdı. Kadın eve gidip ağlayarak eşyalarını toplayıp evi terk etti. Ve bir daha oraya dönmedi. Kendi evini tutup kendi yaşantısını kurdu. Bütün bu olanlara inanmak istemeyen adam, iş yerine çiçekler gönderip pişman olduğunu falan yazdı. Artık hiçbir anlamı yoktu bunların. Ona cinsel bir meta olduğu dışında bir duygu hissettirmemiş bu adamı artık hayatının hiçbir yerinde istemiyordu. Sadece kendine kızgındı ve elbet bunu da aşacaktı.


BABAMDAN KALAN

- matruşka -


Ortaokul kompozisyon derslerinde klasik konulardan biridir: …….. ile güzel bir anınızı yazın. Söz konusu “baba” olunca hep aynı hikayeyi anlatırdım. Çünkü babamdan bana kalan tek iyi anım sanırım bu. Erkek olmamız umuduyla dünyaya getirilmiş altı çocuğun dördüncüsüyüm. Yani doğuşum bile hayal kırıklığı. Hayatı boyunca babası tarafından eli bile tutulmamış, saçı okşanmamış. Şimdi 40 yaşındayım ve affettim babamı. O, ona öğretileni yaptı diyorum. 7 yaşında babasını kaybetmiş, abileri onu hep ezmiş, hayatı boyunca çalışmaktan başka hiçbir şey yapamamış ve kendini aşamamış bir adamdan fazlasını beklemek hata olurdu sanırım. Tabi bazen neden kendine öğretilenin üzerine çıkamadı diye kızmıyor değilim. İlişkimiz çok farklı olabilirdi o zaman.

Dokuz veya on yaşındayım. Dişim fena ağrıyor. Çoğunlukla annem götürür hastaneye, nasıl olduysa bu kez babam götürüyor. Hastane dönüşü Ankara Cebebi’de banliyö trenini bekliyoruz. Dişime konan tampon öyle rahatsız etti ki babam görmeden attım yere. Ya da görmediğini zannettim. Gördü pamuğu ve dönüp dedi ki: “Sen gibi bir çocuk vardı herhalde burda, o atmış olmalı. Ayıp etmiş yere atmakla, sen olsan çöpe atardın, değil mi?” dedi. Kafamı hafifçe, evet der gibi mahcup salladım. O an hissettiğim utançtı. Kızsa, azarlasa bu kadar utanmaz, yere çöp attığıma pişman olmazdım. Babam bana doğru olanı tüm pedagojik bilgilere uygun olarak göstermişti.

Yıllarca bir sevgi kırıntısı bekledim. Ama ben onu doğduğumda nasıl hayal kırıklığına uğrattıysam o da beni her seferinde hayal kırıklığına uğrattı. Hani şarkı var ya “Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.” İşte öyle…


SON ADIM

-voila-


Yeni konuyu görünce çok dağıldım, normalde sınırları belli olan bir konu verildiğinde dahi savruluyorken ucu açık bırakılan bir durumda zihnimi dizginlemek çok da kolay olmadı. İlk başta hep negatif anıların zihnime hücum etmesi biraz tedirgin olmama neden oldu. Sonrasında fark ettim ki mutlu ve huzurlu anılarımız, üzücüler kadar çok keskin ve net bir şekilde yer kaplamıyor belleğimizde. Anlık bir ruh halinden kaynaklı mıydı emin değilim ama sorgulamalar yaşadığım birçok mutsuz anı film şeridi gibi akmaya başladı. İçlerinden birini seçip anlatmaya karar vermek de bir o kadar zor oldu çünkü bunları anlatırken dahi yeniden yaşamaya cesaret edemediğimi anladım. Engelleyici bir güç sanki bu anıları aklımda bir sandığa tıkıp sıkı sıkı da kilitleyip anahtarı öylece yok etmek istiyor gibiydi, tuhaf bir direnç gösteriyordum. Ancak biliyorum ki kelimelerle ifade etmek yerine kilitli bir sandığa tıkmak bu anıları, ileride pek de hoş olmayan sonuçlar doğuracak. Gizlenen, unutulmaya çalışılan her şeyin bir gün kendini hatırlatmak ve sizi yerle bir etmek gibi huyları vardır. Büyük bir rastgelelik ile en çok direnç gösterdiğim anı için alıyorum sazı elime;


Üniversiteyi okuduğum şehre doğru biraz yol alacağız; kendimi bir türlü ait hissedemediğim ve onun da beni sürekli dehlemeye çalıştığını düşündüğüm Karadeniz’in güzide şehirlerinden birindeyiz. Beni mutlu eden şeyler bir elin parmaklarını geçmez. Onlardan birisi de fakülte girişimiz; o şehirde bana kendimi evimde gibi hissettiren nadir yerlerden biri. Birkaç arkadaşla oturup sohbet etmenize imkan veren, gelenle geçenle selamlaştığınız tatlı tebessümleri takas ettiğiniz sakin temiz bir yarı açık mekan... Esmez bile öyle de korunaklı, üşütmez hiç sizi.


Bu sefer bu girişin fakültenin içiyle bağlantısını sağlayan ana holündeyim. Kenarda, sergi için dizilmiş maketlerin kaidelerinin ardına saklanmış ve yere çökmüş bir vaziyette orada öylece sessiz sakin yalnızca ağlıyorum. Günlerce büyük heyecanla, korkuyla, neşeyle, sevinçle defalarca kez bambaşka duygularla girdiğim bu kapıdan son kez her şeyi ardımda bırakıp çıkmam gerektiği için akıtıyorum yaşlarımı. O adımı son kez atmaya cesaretim yok, bunları kabul etmeye henüz bilincim yetmiyor, kıyamıyorum bir türlü "son kez"e bu yüzden atamıyorum o adımı.


Tek bir hayale sahip oluşumu düşünüyorum. Neden bilmiyorum ama hiçbir zaman büyümekle ilgili evlilik, çoluklu çocuklu hayaller kurmamıştım. Ya da bir aile hayalim olmamıştı. Hatta bunlar hayallerim arasında bir alternatif bile değildi. Tek hayalim; istediğim mesleği yapabiliyor olmak, üniversiteyi en verimli şekilde bitirmek, hayata atılıp kendi ayaklarımın üzerinde olmaktı. Herhalde sonrasında karar verecektim gerçekten ne istediğime, bilemiyorum. İşte bu alternatifsiz yaşam planımı değiştirmem gerekiyordu ve ben buna hiç hazır değildim. Hayalini kurduğum tek şey vardı o da elimden alınmıştı. Ciddi bir fiziksel sağlık sorunu sonucunda, fiziksel acılar çekmeme yaşamsal bir tehlike içinde olmama rağmen gerçekten canımı acıtan tek şey o kapıdan son kez çıkma ve okulumu ardımda bırakma düşüncesiydi. Şimdi bakıp o zamanlara dair empati yapınca canımın neden bu kadar acıdığını, kabullenmekte neden bu kadar zorlandığımı daha iyi anlıyorum. Başka ve daha iyi bir dünyanın, yaşamın varlığını bilemeyecek kadar toy; böyle bir durumda kendimi başarısız hissettirecek kadar acımasızdım kendime karşı, Toleranssız, anlayışsız. Yaşadıklarım mı yoksa yaşadıklarımı algılama biçimim mi beni daha çok yordu emin değilim.


Sonunda o kapıdan gerçekten de büyük bir üzüntü ile o adımı atıp çıktım; bilemiyorum fiziksel olarak yürüyemeyecek halde olduğum için belki de mümkün olduğunca çabucak uzaklaşmaya özen gösterdim. Biraz dayanma gücüm olsaydı saatlerce orada kalırdım kopamazdım. Bir şekilde o kapıdan çıkmayı başardım ve o andan sonra hiçbir zaman aynı kişi olmadım. O son adım tüm hayatımı ve algımı yaşama bakışımı değiştirdi. Bir bitişi, bırakışı, "son"u temsil ettiğini düşündüğüm o adım aslında yeni hayatımın ilk gününe atılmış bir ilk adım olduğunu şimdi anlıyorum. On binlerce olumlu olumsuz an içerisinden, beni şu anki insana dönüştüren ve içinde yalnızca kendi kendime olduğum, asla unutamadığım en önemli anımdır bu...




YARIM KALAN ANILAR

-msy-

Bu konu hakkında yazmak beni zorladı. Oturup bol bol düşündüm ve kendime dedim ki: “kızım yirmi yaşındasın hiç mi anın yok?” aslında vardı ama yazmaktan korkuyordum. Bir şeylerle yeniden yüzleşmek bana korkunç geliyordu. İyi anıların kötülerden daha fazla olduğu kesindi. Ama her şey düzeldiğinde akılda her zaman kötü anlar kalıyordu.

2012 yılının bahar aylarıydı. O dönemler ailevi sıkıntılardan geçiyorduk, bu sıkıntılar maddi manevi her yöndendi. Hiç yaşadınız mı bilmiyorum ama bir dönem olur ki ailede iletişimin sadece ihtiyaçtan ötürü olduğu, kimsenin kimseye tahammülü kalmadığı ve herkesin bir noktaya bakıp uzun uzun düşündüğü dönemler… O dönem geçtiğinde hayatın anlamı değişiyor ve sizin yaşınızın ruhunuzla doğru orantılı olmadığını fark ediyorsunuz.

O dönemdeydik ama dibine kadar yaşıyorduk. O yokluğu iliklere kadar hissediyorduk. “-duk” diyorum çünkü evin içindeki beş kişi aynı anda, aynı yerde, aynı hislerleydik ama birbirimize bir o kadar da uzaktık. Bunları fark ettiğimde on iki yaşındaydım. Ben hep derim, bizim ailede her çocuk erken büyür.

Bir gün okula gitmek için çıktık abimle, evden çıkarken içimde çok farklı bir his vardı. Eve uzun uzun baktım. O evde doğmuştum. Her yerinde ayrı bir anım vardı. O hissi hala yaşarım hatta o his içime yerleştiğinde derim ki “kesin kötü bir şey olacak, hissediyorum.” Hiçbir zaman da yanılmadım, o gün de olduğu gibi. Okuldan çıktığımda abim yoktu. Tek başıma döndüm eve, zile bastım açan kimse yoktu. Karşı komşunun ziline bastım ve Annemlerin evde olmadığını, onları aramam için telefona ihtiyacım olduğunu söyledim. Bana dedi ki “kızım, bugün taşındınız siz. Haberin yok mu senin?” Beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl olabilirdi bu? Şoka girmiştim. Hemen annemi aradım ve bana; “acil şeyler oldu apar topar çıktık anahtarı her zamanki yere bıraktık, eve gir baban alacak seni.” dedi ve kapattı. O anki hayal kırıklığımı asla unutamıyorum ve asıl korkunç tarafı ise eve girdiğim andı. Hiçbir eşya kalmamıştı. Ev bomboş ve sessizdi. O evimizi çok severdim çünkü iyi kötü her şey orada geçmişti. Odama geçtim, yere oturdum, hem beni unuttukları için hem de bu kadar ani bir şekilde düzenimizin tamamen bozulduğu için oturduğum yerde saatlerce ağladım. Sonra kalktım ama kalktığımda sanki içimdeki çocuğun hala orada oturduğunu hissettim. Çünkü bir daha asla orada ağladığım kadar içli ağlamadım. Çok daha ağırlarını yaşadım ama bu farklıydı hep de farklı olarak kaldı. O çocuk orada kalmıştı, biliyordum. Aradan yıllar geçti ama ben hala rüyalarımda o evde yaşadığımızı görürüm. Uyandığımda ise o gün içimi kaplayan adını hala koyamadığım hisse bürünürüm. O gün boş olan ama içindeki anılarla dopdolu olan ev benim en buruk anımdır. Çünkü içinde birçok anı barındırıyor. Bazen çarşıya inerken yolumu uzatır o evin önünden geçerim her şey bir bir canlanır gözümde. Uzun uzun bakarım. İçimdeki yarım kalmışlık hissi tamamlanır sanırım ama o his hiçbir zaman tamamlanmaz. Hayalim şu ki; ilerde nerede yaşarsam yaşayım o daireyi alacağım. Kim bilir belki o zaman tamamlanırım…


BOŞ LEVHADAKİ KORKU

-seyyan uslu-


İlk olarak korkunun doğal olduğunu her insan evladının bu duyguya sahip olduğunu söyleyip kendi korkularımı anlatmak istiyorum. Tabii ki korkular diyorum çünkü tek bir korkum yok. Dilim döndüğü kadar korkularımı sizlerle paylaşacağım. Ben dünyaya tertemiz bir levha olarak geldiğimize inanıyorum. Yavaş yavaş bu levhaya, büyüyüp geliştikçe bize lazım olacak şeyler çiziliyor. Çizilen şeyler içinde ne yok ki. Hatta bizim işimize yaramayacak şeyler ve dahi mahvımıza sebep olacak şeyler de var. Bu levhaya çizilen ilk harflerden biridir korku.


Çocukluğumda korkular:


Ben çok hayal kurardım hâlâ da bu hal devam eder. Bu hayaller hep tozpembe olmazdı. Kül grisi hayallerim vardı içinde korkular olan. Eminim bunu okuyanlar arasında bu kül grisi hayalleri kendinde anımsayacaktır.


Kurduğum hayalde herkesi kaybeder, yitirirdim. Hayy bin Yakzan ya da Robinson Crusoe gibi yalnız kalır yaşam mücadelesi verirdim. Çok ilginç hayaldi bu! Durduk yere bir çocuk neden anne babasının ölümünü ve kendisinin de pespaye yalnızlığını düşler ki?


Gençliğimde korkular:


Rüyalarımdan korkuyordum çünkü korkularım rüyalarıma taşınmıştı. Bir gün rüyamda ‘Bir Yusuf Masalı’ nda Yusuf’un üç cin tarafından kaçırıldığı gibi kaçırıldım. Bir fark vardı masal ile rüyam arasında; beni arayan ne bir Şivekâr vardı ne de beni kurtaracak aşk.

Korkum bu duyguydu işte. İnsanlara diz çöktüren, pek mağrurları yere çalan hastalık: aşk. Bu duyguyu zayıf nokta olarak algılıyorum galiba. Yanlış olduğunu biliyorum ama çoğu zaman bu bilmek işe yaramıyor. Bu zayıflıktan vurulmak korkutuyor beni. Reddedilmek, aşağılanmak, hor haksız görülmek korkutuyor.


Levhamda önyargıların yazılı olduğu yerde bir de aşk var. Hemen yanında da beliren korku.


İnsanlardan korkuyorum. Çünkü kimseye güvenemiyorum. Çoğu zaman düşeceğini bilsen de yaslanman lazım. Yalnız kalamayan, yaşayamayan insan güvenmezse insanlara, korkarsa kıpırdayamaz. Ben de çoğu zaman kıpırdayamıyorum.

Belki bize yüklenen kültürel kodlar buna engel oluyor. Belki de güvenmek olgusu olmadan da yaşayabilir insan.


Korkularım kaygılarım çok: sevdiğim şeyleri yitirmek, insanları kaybetmek, umudumu yitirmek, huzurumu, kanaatkârlığımı yitirmek, küçük şeylerden mutlu olan beni yitirmek…


Üzülmek, üzmek, incinmek, incitmek bunlardan da çok korkarım.


Aslında korkularımdan korkmuyorum. Korktuğum en büyük şey; varlığımı yitirmek, sonumu kendim yazmak. İşte bunu istemiyorum. Ama çoğu zaman aklımdan çıkmıyor. Bir gün böyle bir şeyin yaşanacağını seziyorum. Biliyorum demek istemiyorum. Böyle bir son istemiyorum. Nasıl bir son istiyorum bilmiyorum. Bunu hiç düşünmedim ve bununla da ilgilenmiyorum. O’na kavuşacağım günü sadece o bilsin istiyorum. Ben sonumu getirmekten korkuyorum. Bir yandan da öfkemin ve gücümün korkumu yeneceğinden korkuyorum.


Daha gençlik dönemindeyim. Eğer yaşarsam orta yaşlarımda ve yaşlandığımda levhama daha birçok şeyin çizileceğini, levhamdaki korku bölümüne de yeni korkuların ekleneceğini /eksileceğini tahmin edebiliyorum.


Hepimize korkularımızla başa çıkma dileklerimle…





ÜÇ KAPI

-hayat yeniden-

Hayat "an" lardan ibaret. Bu anların geçmişte kalanına da "anı" diyoruz. Anları yaşadıkça bütün anılar şimdiki bizi oluşturuyor. Lambadaki cin gibi, gönül fenerimizi yaktıkça, zihin heybemizi karıştırdıkça hop ortaya çıkıveriyor o yaşandı bitti dediğimiz anılar.

Şimdi gökyüzüne bakıyorum ve gördüğüm sonsuz bir yıldız tarlası. Milyonlarca galaksiden birinde yaşam formuna ev sahipliği yapan Dünya denen gezegende yaşıyorum. Yıllar yıllar evvel ana rahmine düşmüş, küçücük bir zerreden ete kemiğe ve en önemlisi düşünen, analiz eden, keşfeden, öğrenen bir beyne sahip olmuş, duygu denen özelliği de içinde barındıran fiziksel ve ruhsal bir bütünü oluşturmuşum. İşte bütün bu mucizeler içinde var olmuş bana, bazı anıları hatırlamak soluduğum hayatı metan gazı ile doldurmak gibi geliyor.

İnsan, henüz tam keşfedilmemiş elektrik yüklü beyninin kıvrımlarında öyle düşünceler üretip öyle garip şeyleri davranışa dönüştürüyor ki sonra bunları bir yabancı yaşamışçasına inkâr ediyor. Var benim de böyle inkâr ettiğim anılarım. Mesela biri; en depresif günümde gönlüm aşk acısı ile debelenirken, neden niçin terk edilişimi sorgularken, kendimce bulduğum cevaplar içimi yangın yerine çevirmişken, neye kime isyan edeceğimi bilemez haldeyken, en kolay yollu kendime etmiştim tüm işkenceyi. İşte bu duygular içinde yok olmanın karşı konulamaz isteğinde hiçlik girdabında yol alırken gördüğüm rüya ile belki Tanrı bana yeni bir hayatı bahşetti. Gördüğüm rüyada, üç kapı ve bu kapıları elinde asası ile bekleyen bir Ermiş vardı. Ermişe, “Bu kapılar ne işe yarar?” diye sorduğumda, “İlk kapı dünyaya geldiğin kapı, ikinci aşka düştüğün kapı, üçüncü dünyadan ayrıldığın kapı.” diye cevap vermişti. Tam üçüncü kapının önündeydim ve ısrarla geçmek istiyordum ki Ermiş, “Daha kapının açılma vakti gelmedi.” diyerek beni kapıdan içeri almadı. Uyandığımda anladım ki Tanrı bana o an gerçekten yeni bir hayat bahşetmişti.

Bu durumda, “Tanrı bana iyi ki de yeni bir hayat bahşetti.” dediğimde şimdiki benden memnun olduğumu gösterecek bu söylem, “Keşke bahşetmeseydi” dediğimde ise varoluş mucizesinde bir zerre olmanın hazzına varamamış, küllerinden doğmamış bu zevke erişememiş olacağım. Yani koskoca bir paradoks.

Zamanın bile varlığı kanıtlanamamışken, bırakalım da anlar akıp gitsinler, anılar geçmişin penceresinde dantelli tül perdenin ardında kalsınlar. Geçip giden anılarımızı yazmasak da olur. Biz hayallerimizdeki anıları yazalım, maksat gelecekte hatırlanıp ölümsüz olmak değil mi?


BÖYLE BİR ERASMUS GÖRÜLMEMİŞTİR

-papatyalı bir deli-


Merak etmeyin, virüs konuşmaktan hepimizin içinin çıktığının farkındayım. Ben bu yazımda sadece sizlere yaşadığım bir maceradan bahsedeceğim. Çünkü coronavirus bir pandemi olarak kabul edildiğinde ve Avrupa’da yayılıp korku saçmaya başladığında ben İspanya’da Erasmus yapıyordum.


2020 yılının Ocak ayının sonlarına doğru gittim İspanya’ya. Normalde yurtdışına çıkmaya can atan ben, o dönemde biraz da ailevi durumlardan olsa gerek, Türkiye’den ayrılmak istemiyordum hiç. Başıma gelecekleri mi hissettim acaba?


Mart ayına kadar olan süreç daha çok yabancı bir ülkeye ve yabancı, dilini hiç bilmeyerek gittiğim bir ülkede yaşamaya alışmakla geçti. Bu arada ufak bir bilgi vermek istiyorum: İspanya’ya gitmeden önce az buçuk İspanyolca dersi almıştım fakat, belki biliyor belki bilmiyorsunuzdur, İspanya farklı bölgelere ayrılır ve o bölgelerdeki diller de çeşitlilik gösterir. Mesela benim bulunduğum şehir Bask Ülkesi’ndeydi ve ağırlıklı olarak Baskça konuşuluyordu. Şubat ayının sonlarına doğru İspanya’da covid-19 vakaları görülmeye başlandı ve ilk vakadan sonraki zincir devreye girdi. Virüs yayılmaya başlamıştı ve tek tek futbol maçları seyircisiz oynanmaya ya da kalabalık ortamlar sterilize edilmeye başlandı. Mart ayı geldiğinde vaka sayıları -gerçekten- yani dikkate alınmaya değer derecede artış göstermişti ve açıkçası aileme hiç belli etmesem de, ben de biraz gerilmeye başlamıştım.

Tarih 7 Mart 2020 Cumartesiydi ve ben bir arkadaşımla birlikte başka bir şehre gezmeye gitmiştim Otobüs terminalinde Asyalı olduğundan emin olduğum bir grup kadını maskeli görünce endişe seviyem katlanmış ve ertesi gün evden çıkmamaya, Pazartesi günü de kolonya ve maske aramaya çıkmaya karar vermiştim.


Tarih 9 Mart 2020 Pazartesiydi ve bulunduğum şehre bir saat uzaklıktaki bir şehirde okulların tatil edildiğini duyduk. O dönem bana yardımcı olan Erasmus koordinaörü hocam İspanyolca biliyordu ve İspanya’nın haberlerini takip ediyordu. Bu tatil haberini duyunca bana mesaj atıp iletişimde kalmamızı ve başka bir gelişme olduğunda konuşacağımızı söyledi. Ben de o gün tüm gün maske, dezenfektan jel ve kolonya aradım. İnanır mısınız hiçbir yerde bulamıyordum. Hiç gezmediysem 10-15 tane eczane gezdim. Sadece bir tanesinde küçücük bir jel buldum. O eczanedeki eczacı bana oralarda aradığım gibi bir jel bulamayacağımı, bu var olan jeli kendilerinin yaptığını söyledi. Onu satın aldıktan sonra yetmeyeceğine kanaat getirip bari kolonya bulayım diye düşündüm. Gezdiğim yerlerde parfüm istediğimi zannedenler oldu En son girdiğim büyük bir markette kolonya buldum ve aldım. Ertesi gün okula gittiğimde herkesin önünde bi’ kolonya vs vardı ve sürünüp duruyorduk. O gün okul çıkışı markete gidip yiyecek içecek birkaç şey stoklamaya karar verdim, orada bir aileyle beraber yaşıyordum ama yine de her ihtimale karşı işte… O günün akşamında annemler bana “artık gelsen mi, bak gittikçe yayılıyor” dediğinde şiddetle reddettim çünkü oraya çok zor şartlarda gitmiştim, Euro çok pahalıydı dönersem okuldan aldığım hibeyi ödemem gerekirdi ve ayrıca ben başladığım işi yarıda bırakmak istemiyordum. Ertesi gün okula gittiğimde okulun tatil olacağı konuşulmaya başlanmıştı. Birkaç gün önce İspanyolca hocamın hastalandığını ve bu yüzden birkaç günlüğüne derslerimize giremeyeceğini öğrenmiştik. Açıkçası bu da beni gerginliğe sevk eden bir başka noktaydı.


Ayın 12 siydi. O gün bir dersimin sınavı vardı ve ben vaka sayılarına ve haberlere bakmaktan ders çalışamamıştım birkaç gündür. Önceki akşam annemler yine dönmemi istemişlerdi ve ben Erasmus koordinatörü hocama mesaj attım, beni elinden gelebildiği ölçüde sakinleştirmişti ancak ben yine o sabah okula ağlayarak gittiğimi anımsıyorum. O gün sabahtan sınava girdikten sonra başka bir derse gittim. O derste okulların 2 hafta süre ile tatil olduğu haberini aldık. Amerikalı arkadaşlarım apar topar ülkelerine dönmüşlerdi çünkü Amerika sınırlarını kapatma kararı almıştı. Okuldaki Erasmus öğrencileri olarak biz ayrıca bir panik içindeydik. Türk bir arkadaşım vardı -ismine Ayşe diyelim- ve beraber Türkiye’ye dönüş için uçak biletlerine bakmaya başlamıştık. Okuldan çıktığımda ağlayarak annemi aradım ve okulların tatil edildiğini söyledim. Annemle babam hemen bir direkt uçuş dönüş bileti aldılar. O ana kadar pek dönmeye niyetim yoktu aslında. Ama Erasmus koordinatörü hocam da artık Bölüm Başkanı hocamızın gelmemi istediğini söyleyince de pek itiraz edemedim.


Ertesi gün, maske almak ve orada açtırdığım banka hesabını kapattırmak amacıyla dışarı çıktım. Yine gittiğim hiçbir eczanede maske yoktu ve hatta birinde dezenfektan jeli ve maske kalmamıştır yazısıyla karşılaştım. En son çare olarak kaldığım eve yakın bir eczaneye girdiğimde pahalı bir fiyata maske bulabildim ve aldım. Eve dönerken annemden bir yeni mesaj: “Türkiye İspanya’nın da aralarında bulunduğu bir grup Avrupa ülkesi ile uçuşları durduruyordu. Bu haberi aldıktan 5 dk sonra Erasmus koordinatörümden mesaj geldi ve onun da yönlendirmesiyle ben, ailem, arkadaşım Ayşe ve Ayşe’nin ailesi Türkiye’ye aktarmalı uçuş bakmaya başladık. Nereye baksak Türkiye uçuşları kapatmış çıkıyordu. En sonunda harita açıp Portekiz Lizbon üzerinden Türkiye’ye gelmek için bilet bulduk. Ayşe de ben de hemen ev sahiplerimizle konuşup kira ve depozito konusunda anlaştık -ya da anlaşamadık-. O an tek sorun havaalanına nasıl gideceğimizdi çünkü havaalanı şehrin oldukça dışında bulunuyordu. Sabah 7’deki uçuş için gece yarısı çıkıp havaalanında sabahlayalım diye düşünmüştük fakat ev sahibim geceleri havaalanının kapalı olduğunu ve sabah 5’te açıldığını söylemişti. İşin kötüsü havaalanına giden otobüslerin o sabah kalkıp kalkmayacağından emin değildik, Erasmus öğrenci acentasına sorduğumuzda onlar da bilmediklerini söylediler. Ayşe ve benimle birlikte eşyalarımızı taşımamıza yardım etmek için başka bir Türk arkadaşımız -adı Ali olsun- daha geleceğini söylemişti. Plan şuydu: ben evimin önündeki taksi durağında taksi olup olmadığını kontrol edecektim ve Ayşe’ye haber verecektim. Eğer varsa Ayşe ve Ali beni okul kütüphanesinin önünde bekleyeceklerdi ve ben onları taksiyle alacaktım, havaalanına öyle gidecektik. Ama eğer taksi yoksa, Ayşe elindeki taksi kartındaki numarayı arayıp taksi isteyecekti ve ben onları bekleyecektim. Ama eğer Ayşe de taksi bulamazsa ben ev sahibimizi uyandırıp yalvararak bizi havaalanına götürmesini rica edecektim. Saat gece 2.30 da taksi olup olmadığına bakmak için aşağı indim (sadece 1 saat uyumuştum). Taksi olduğunu görünce koşarak hazırlanmaya çıktım ve Ayşe’ye hazırlanıp çıkmasını söyledim. Valizlerimi indirip taksiye yaklaştığımda taksiciye İngilizce bilip bilmediğini sordum. BİLMİYORDU! O an yaşadığım panikten çeviriye bakmak aklıma gelmemiş ama derdimi İspanyolca olarak anlattım, inanın ne dediğimi ve nasıl anlattığımı hiç hatırlamıyorum. Sonrasında Ayşe ile Ali’yi bekledikleri yerden alıp havaalanına gittik. Erken vardığımız için 1,5 saat havaalanının açılmasını bekledik, evet o soğukta. Sonrasında işlerimiz neyse ki daha yolunda gitti -sayılır-. Havaalanı açıldı, valizlerimizi verdik ve uçağımıza bindik. Her gelişmeyi anbean ailelerimize ve Erasmus koordinatörü hocama haber veriyorduk. Lizbon’a geldiğimizde her şey yolunda gidiyor Türkiye uçuşumuza bineceğiz diye sevinirken, valizlerimizi kaybettik ve bir 10 dk da onları aramakla geçti. Merak etmeyiin, bulduk! İstanbul uçağına bindiğimizde bizi karşılayan hosteslere sarılmak istiyordum çünkü gerçekten Lizbon’a vardığımızda ya Portekiz sınırları kapatırsa korkusundan su bile içememiştim.


Türkiye saatiyle akşam 7 sularında uçağımız indi, ailelerimize kavuştuk -aslında Ayşe için durum pek de öyle değildi, o Adana’da oturuyordu ve ertesi gün Adana’ya gidecekti-. Beni de ailem karşıladı havaalanında. Eve vardığımızda kardeşlerimi babaannemlere yolladıklarını söylediler. Çünkü benim 14 gün evde bir odada karantinada kalmam gerekiyordu… Karantina sürecinde, en son dersine girdiğimi hocamın corona kaptığını ve bir haftadır hastanede kaldığını öğrendim. Neyse ki, o stres dolu 14 günlük süreci atlattık.


Bu hikayeyi kime anlatsam “bu da farklı bir erasmus deneyimi olmuş” diyor. Ah bir de bana sorun siz onu!


ANI

-mehmet can kaya-


Size bugünkü anımı anlatacağım, aslında size hiçbir şey anlatmak istemiyorum ama içimden de beni biraz görebilmenizi ve böyle olmamanızı diliyorum.


Normalde anı formatında yazmam, çünkü kendimden kaçıyorum. Sırf Emre öyle olmasını daha uygun görüyor diye yazı şeklimi değiştiriyorum. (Şikayet etmiyorum ama hoşuna gitmiyor çünkü kendimle yüzleşmekten korktuğum şeyler var)


Görüyorsunuz ya, kendimi artık bir başkasına göre şekillendirebiliyorum. İşte bu benim için büyük bir şey.


Ben Antalya’dayım sevgili dostlar ama her şehrin güzel görünen yanlarıyla birlikte hayatın getirdiği normal sıkıntılarla da mücadele ediyoruz. Şahsen ben artık mücadele etmeyi bıraktım ve bugün bir turist gibi sahilde “beach”lerden birine gittim. 50lik votka açtırdım ve yanında icetea ile güzel müzik eşliğinde içtim. Tabi ki mekanı seçerken hafif elektronik müzik olmasına dikkat ettim.


Ama dikkatinizi çekmek isterim ki; bir iki gün önce de köyde dayımla kendime dekore ettiğim kerpiç evin evin pis su borularını bağlayıp altlarına beton karıp döktük. Hayatı çok uçlarda yaşadım, ki hala yaşıyorum sanırım çünkü o 50lik votkanın yanında enişteden -kızkardeşimin eşinden- kalan kokain vardı. Sevgili okur, beni kafanda her türlü şekillendirebilirsin lakin ben bir türlü kendimi şekillendiremiyorum. Bağımlı değilim. Tam tersine sigarayı bırakmak için devasa bir mağarada tek başıma kampa gidip meditasyon yapacaktım. Artık yarın gideceğim ama mevzu bu değil.


Mevzu, niye hala ayıltıcı, bayıltıcı bir malzeme kullanma ihtiyacı hissediyor olmam. Bugün acayip eğlendim, kendi başıma. Ne yaşadığım, neler yaşadığım bana özel, ne kadar acı da olsa birçok insana göre saçma da gelse, dert benim derdim. Ama artık değil, bir iki aydır kendimden sıyrıldım ve söylemek isterim ki bugün benim “zevk” meselem bitmiştir. Çünkü her şey benim meselem değil; bugün bana servis yapan doğudan gelmiş garsonun meselesi, tuvalete paspas çeken endüstri meslek lisesinde mekanik okuyan, yazın okul harçlığını çıkarmaya çalışan gencin meselesi, hiçbir şeyden haberi olmayan rus çocuğun duşa girerken korkması ve benim onunla oynayıp hayatına -hiçbir zaman hatırlamayacağı ama içinde hissedeceği, komik, heyecanlı- bir anı bırakmam meselesi.


Bugün benim hangi ayıltıcıyı, bayıltıcıyı neden aldığımın meselesi değil.

Bugün kimin hayatında güzel bir anı bıraktığımın meselesi.


Kendimi bilmem ama üç beş insana neşe kattığıma yemin edebilirim ve ister inanın ister inanmayın; tüm bu sıkıntılara rağmen hayatı güzelleştirmek bizim elimizde. Size de katkı sağlayabileceğim bir şey varsa çekinmeden ederim. İster vaktimi alın, ister paramı. Yeter ki siz ne istediğinizi bilin hepsi bu sayın okuyucu. Hepsi bu. Her kimsen, bil ki sen özelsin, var olduğun için özelsin. Bir balığı uçma kapasitesi ile değerlendiremeyiz veya bir maymunu suda yüzme kapasitesiyle ama bu medeniyetin içerisinde illâ bir şey olman gerekiyor. Bir şeyleri başarman, sen milyonlarca sperm arasından birinci gelerek zaten çok şeyler başardın. Varlığın senin tahmin edemeyeceğin, idrak edemeyeceğin kadar önemli, sadece sen bunu göremiyorsun. Görmen de önemli değil, sadece bil, hisset.

Çünkü bütün mesele bu, paragrafa bağlaçla başlanmaz; başla. Tek başına eğlenmeye gidilmez; git. Hayat tek başına geçmez; geçir. Sonunda göreceksin ki, senden benden öte bir dünyanın içinde rüzgarın sesini duyacaksın yapraklarda, güneşin ısıttığını hissedeceksin teninde, güzel bir çiçek kokusu alacaksın. Önce doğaya çık, insanlardan uzaklaş, sonra emin ol hiç istemediğin kadar yakınlaşacaksın; insanlara, doğaya ve hayata...


Benim anım da bu. Bunu okumuş olman, hiç tanımadığım bir insana kendimi anlatmış olmam. Başka birinin zihninde hiç bilmediği ve bilmesine bile gerek duymayacağı bir hayattan ufak bir kesit sunmak. Sevgiler sevgili okur.




YOLUN BAŞI

-melike yılmaz-


Çalışmayı çok istediğim bir büroya stajımı yapmak için özgeçmişimi atmıştım. Görüşmeye gittiğimdeki heyecanımı ve mutluluğumu hala hatırlıyorum. Hem ilk iş görüşmemdi hem de istediğim bir yerdi. Ama nedense işe başlayacağım gün geldiğinde içimde mutluluktan çok huzursuzluk vardı. Bilmiyorum siz böyle şeylere inanır mısınız ama ben kendi hayatımla ilgili olası kötü şeyleri hissederim. Bu başlamama engel olmaz ama yoldan erken dönmemi sağlar. Yine öyle oldu işte işe başladığımda kocaman bir hayal kırıklığı yaşadım. İşverenlerin çalışanlarına tutumu, işyerindeki saçma kurallar ve benimle aynı konumda olan kızın iki aydır çalışmasına rağmen ücret almaması benim yolun başındayken mesleğimi sorgulamama neden oldu. Bir hafta gittikten sonra içsel muhakememi tamamladım ve beni işe alan kişiyle görüşüp ayrılmak istediğimi söyledim ve ayrıldım. Dediğim gibi yolun başındayken hevesimi kıracak bir yerde çalışmak istemiyorum. Asla tatmin olmayacak insanlara gençliğimi ve enerjimi harcamak istemiyorum. Yirmi iki yaşındayım ve seneye dönüp baktığımda bir yıl boyunca kafamı kaldırmadan çalıştım demek istemiyorum. Evet belki hayat böyle artık büyüyoruz ama ben olaylara drama olmayan bir tarafından bakıyorum ve hayatıma çağırıyorum. Vefakar ve cefakar olmanın sonunda bir mükafat verilmediğini öğreneli çok oluyor. İyi bir yerlere gelmek için çok acılar çekmek gerektiğine inanmıyorum. Mutsuz olmadan da başarılı olabilirim. Bu yazıyı da ebeveynlerimizin meşhur sözüyle kapatmak istiyorum: Allah hepinizi iyi insanlarla karşılaştırsın guzumm.


ANILARIM

-pigro-


1996 yılında hayatımın iki önemli göçünden ilkini yaşıyordum, en fazla iki katlı binaların olduğu bir meskende kalıyorduk ki şehir hayatı koca koca binalarla bana merhaba demişti, köy hayatında insanın doğadaki izi en fazla taşların ayıklanarak yol oluşmasından belli olurdu ama şehir kavramı her yerde insanın izini taşıyordu bu kadar taşsız düz yolu hiç bir yerde görmemiştim asfaltlar üzerine inşa edilmiş modernlik, köyün cömertliğinden eser yoktu oysa ...Şehirde hiçbir ağacın üzerinde meyve yoktu küsmüş mü ağaçlar diye düşünüyordum ki babam traktörü durdurdu kulağımız bizi döven rüzgarın basıncıyla şehrin ilerde insanı bıktıracak olan korna seslerini azalmıştı, babam bizi traktörden aşağı indirdi yolun kenarında durduk bir yere girdi ve koca bir şişeyle su alıp hayatımdaki en büyük şoku yaşadığım bir şeyi yaptı babam suyun parasını ödedi, nasıl olur dağların suyuna neden para ödüyoruz , çeşmelerden şarıl şarıl akıp kana kana içtiğimiz suya neden para ödüyorduk, köyümüzden geçen yolu düşen insanlar çeşmelerimizde durup şişelerini doldurup avuçlarının içine akan suyu iştahla içerken biz onlardan hiç bir şey istemezdik, şehir bizden neden suyunun parasını istiyordu ama dedim ya sonradan anladım ki şehir köy kadar cömert değildi , suyumuzu aldık annem çıkınından iki alüminyum bardak çıkardı sırasıyla suyumuzu içtik , ama ben dağlardan suyu çalıp bize satan amcaya kızgın kızgın içtim o suyu ,babam bizi tekrar traktörün vagonuna bindirdi heyecanla yeni kalacağımız evi merak ediyordum ama bir gece amcamlarda kalacağız diye önce oraya uğradık yine kat kat bir binanın önünde durduk kat kat merdivenleri yürüdük babam en önde ayağımizda lastik çarıklar amcam bizi eve aldı utana sıkıla karnımızı doyurduk hayatımda belki de ilk defa masada yemek yemiştim her şey yabancı ve mesafeli yengem ayağa kalktı ayaklarında topuklu tatlı tatlı terlikler, pencerinin önünden perdeyi çekti ve ben merakla dışarıya baktım dağları arıyordum dağı yoktu buranın güneş apartmanların arasından nereye batacaktı bizim ev bu apartmanların arasında neredeydi ?? .... meyvesi olmayan ağaçlar dağların arkasına saklanamayan güneş ,doğadan çalınıp sonra üstüne etiket yapıştırılıp satılan her şey ...çocukluğum başka bir dünyaya hoş gelmişliği


ree

Bu haftanın normal insanlar konusu "değiştirmek istediğimiz bir özelliğimiz" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI

  • Beni Eleştirenler Ölsün – Huzursuz Beyin

  • İstemiyorum – Herzi

  • El Alem – Rojda Aksoy

  • 24 Saatin Var – Edward Bloom

  • Uçakta Uyuyabilen Cindir – Ayşe Çetinkaya

  • Dur – Tuğçe Eser

  • Hayır Hayır Hayır – Nehir Niş

  • Nabza Göre Şerbet – Saturnuslog

  • Kristal Miyim, Paşabahçe Mi – Mutlu

  • Giz – San

  • İçimdeki Süzgeç – Bir Başka Dünyadaki

  • Dilek – Canderel

  • Havuç – Clementine

  • Başlık Hak Etmeyen Yazı – Gorila Voladora

  • Çemberin Sınırında Kalmak – Hayat Yeniden

  • Maymun Olduğumu Yeni Öğrendim – Eta Carinae

  • Denge Sarkacı – Voila

  • Doğruyu Söyle- Melike Yılmaz

  • Denge ve Sınırlar – Dalgın Canbaz

  • Kendimi Yordum – Sehvenli

  • Değişim – Coggywriter

  • Boşluk – Madame Solo

  • İnsan İster – Mehmet Can Kaya

  • Sabrın Sonu Selamet –Mi Acaba? – Papatyalı Bir Deli

  • Denemiş Olmak – Topaz

  • Değişim Direnci – Seyyan Uslu

  • Değişmek – Ayşe Menekşe

  • Değişim Şart – Msy

  • Sınırsız - Matruşka




BENİ ELEŞTİRENLER ÖLSÜN

-huzursuz beyin-


İçimde birbiriyle çelişen iki itki barındırdığımda, kendimi ikisinin ortasında, cehenneme yakın bir noktada buluyorum. Örneğin bir yanım yakın temas arzularken, diğer yanım yalnız kalmayı dilediğinde, ya yakınlaştığım insanı saçma sapan nedenlerle itiyor, ya da yalnız kaldığımda kendimi utandıracak eylemlerde bulunuyorum. Ama bu yazı, yalnız kalan ben ve kardeşimin barbi bebeği hakkında değil.


Bir yanım, (buna Sistem 2 diyeceğim) mantığa, bilimsel yönteme, sürekli gelişime aşık ve gelişimin ancak eleştiriyle mümkün olduğuna inanıyor. Diğer yanım ise (Sistem 1) gelişmem için beni eleştiren insanları kusursuz bir bahar akşamında uzunca bir çınar ağacında sallandırmak istiyor.


Olay şu, olumsuz geri bildirim aldığımda paranoyak bir otomatik savunma sistemi olan Sistem 1 devreye giriyor. Eleştiri ne olursa olsun, “kafasına nükleer bomba at” butonuna basmak istiyorum. Okuduğum onca kitaptan sonra gelen makul, mantıklı ve faydalı eleştirilere yönelik ilk içsel tepkimin “annen de böyle derdi” olması beni üzüyor.


Elbette bunu içimde yumuşatıyorum, elbette susuyor ve entelektüel camianın bana saygı duyacağı şekilde (Sistem 2) eleştiriye uygun davranıyorum. Ama işte içimde olanları kendime yakıştıramıyorum; çünkü bir yandan da eleştiriye katlanamayan insanların zavallı olduklarına inanıyorum. Nasıl onlarla aynı kategoride olabilirim? Benim eleştiriye katlanamayan Selim’le, Ahmet’le ne işim var? Sanki beni yüzlerce sıkıntılı insanla aynı kafese koymuşlar, ben de başımızdaki nöbetçiyi ikna etmeye çalışıyorum: “hey dostum, hadi ama, ben onlar gibi değilim, kimseye saldırmıyorum.” Nöbetçi de bana “ama hayalini kuruyorsun?” diyor. “Geçen gün yazını beğenmeyen takipçinin gözlüklerine küfretmedin mi? Ne tür bir insan kendisine olumsuz geri bildirimde bulundu diye tanımadığı bir insanın gözlüklerine küfreder? İşte yanındaki Selim gibi insanlar!”


“Ama içimden ettim” diyorum. Şempanze Selim gülümsüyor bana. Annen de gülümserdi diyorum, yine içimden.


Değiştirebilseydim, Sistem 1’i günceller ve alarm seviyesini daha makul bir düzeye çekerdim. Utanıyorum çünkü bu durumdan.

İSTEMİYORUM

-herzi-


Kendime ihanet etme gibi bir alışkanlığım var.


Aslında kendime yaptığım şeyin bu olduğunu yeni fark ettim.


Başkalarının isteklerini önceliklendirince, kendimi geri plana atınca ve hatta kendi sesime hiç kulak vermeyince kendime ihanet etmiş oluyorum.


Peki bunu bilmeme rağmen hala ara sıra yapıyor olmama kaç puan verelim?


Kendimin yanında olmak gerçekten düzenli bir çaba gerektiriyor, özellikle bu başkalarını karşına almak demek olduğunda. Büyük cesaret istiyor. “Tamam bu seferlik benim istediğim olmayıversin” dedirtmeyecek bir dirayet istiyor.


Sevişmek istemiyorum. Evliyim ve sevişmek istemiyorum. İçimde cinsellik adına hiçbir istek yok.


Ama bazen sevişiyorum.


Çünkü artık neden istek duymadığımı anlatmaktan yoruldum. Suçluluk hissetmek istemiyorum artık.


Ne yapacağımı bilmiyorum. Bu sebeple çok umutsuz hissediyorum, çok korkuyorum ve bu korkulara teslim oluyorum. Teslim olmak istemiyorum.


Artık kendime ihanet etmek istemiyorum.



EL ALEM

-rojda aksoy-


Bu hafta Ankara’ya geldim ailemi görmeye ama sürpriz yapmak istediğim için kimseye haber vermedim. Annem oldukça muhafazakar bir ilçede yaşıyor. Binanın kapısına vardığımda içerdeki çardakta iki komşusuyla oturduğunu gördüm. Oraya doğru yürüdüm, annem beni görüp yanıma geldi ve sarıldı ama anlamadığım bi şeyler söylüyordu fısıldayarak ve panik bir şekilde. Birkaç saniye sonra anlayabildiğim kadarıyla bu mahalleye minicik eteğimle gelmem karşısında şok olmuş ve beni daha fazla kişi görmeden binanın girişine yönlendirmeye çalışıyordu bir yandan da sarılmaya devam ederek. Durumu anlayınca gülümsedim çünkü annemin bu tavırlarına alışkınım. Bu defa ben onu komşularıyla oturduğu çardağa doğru yönlendirdim ve yanlarına oturdum. Annem bu defa Kürtçe kamuflajını kullanıp yanımızdakilerin anlamadığını bildiği bu dilde beni eve gitmem ve üstümü değiştirmem konusunda ikna etmeye çalışırken ben Türkçe cevap verdim ve eğer tek kelime daha ederse herkesin içinde eteğimi de çıkaracağımı söyledim esprili bir tonda. Şaka yaptığımı bilecek ama eğer gerçekten sinirlenirsem dediğim şeyi yapabileceğimi de tahmin edecek kadar beni tanıdığı için konuyu değiştirdi ve ben o gün o etekle bütün mahalleyi gezdim.

Anneme, aileme ve yakın çevreme karşı bu rahat tavrım eskiden yoktu, zamanla oldu. Keşke diğer çekincelerim ve korkularım da zamanla geçse… “Kim ne der” gibi basit bir cümlenin hayatımı nasıl da sınırladığını görmek çok can sıkıcı. Evet belki ne diyeceği konusunda endişelendiğim kişi sayısı zamanla epey azaldı ama yine de varlar ve oradalar.

Milyonlarca insan TikTok videosu çekiyor mesela ve dünya yine her zamanki gibi dönüyor ama ben de bi tane çekecek olsam o dünya durur ve içine girecek bir delik falan ararım kesin. Çünkü o videoyu izleyeceğini bildiğim insanların kafasından birkaç saniyeliğine geçecek düşünceler benim için sonsuz bir işkenceye döner. Beni yargılayacaklarını bile bile bunu niye yapayım öyle değil mi? En iyisi makul, akıllı, ölçülü biri olarak hayatıma devam etmek. O zaman bana kesin bir ödül falan verirler ve mezar taşıma da “insanların ne düşündüğünü çok önemseyen bir melekti” yazarlar artık bi zahmet…



24 SAATİN VAR!

-edward bloom-



"Peki hayatında neleri değiştirmek isterdin?" diye sordu danışmanım o günkü terapide. İlk ve en kolay aklıma gelen cevap "15 yıl önceye dönmek"ti. "Böyle bir hizmetimiz yok maalesef" deyip güldü. Gerçekten böyle bir hizmetleri olsaydı ve bu hizmeti almaya karar verseydim, olmak istediğim zamana dönmek neyi değiştirirdi diye düşündüm gün boyu. İlk bakışta çok avantajlı bir durum olurdu gibi geldi bu. Zira 15 yıl geriye giderek sadece yaşımı değil, şu an istemediğim pek çok şeyi değiştirebilirdim. Sigarayı bırakırdım, spor yapardım, karar vermekte zorlandığım konularda fazla düşünmez, ilk aklıma gelen yolu seçerdim, "hayır" kelimesini daha sık kullanırdım, daha az porno izler daha çok sevişirdim vs. Bunları düşünerek uykuya daldım.


Gerinerek uyandığımda kendi evimde uyanmadığımı fark ettim. Herhalde akşam alkolü fazla kaçırıp bir arkadaşımda kalmıştım. Elimi telefonuma attım, arayan soran olmuş mu diye. O da ne?! 3310'umun ekranında mesaj uyarısı var. "Şimdi girebildim msn'e, bağlantı yoktu" yazıyordu. Gece yarısı atılmış. Gözlüğümü takıp bir hışımla kalktım. İnanılır gibi değildi! Bir zamanlar ailemle yaşadığım evdeydim. Banyoya koşup aynaya baktım. Bir gecede saçlarım uzamış ve kararmıştı. Yüzüme su çarptım. Ağzımda pis bir tat vardı; sigara tadı. Oysa birkaç sene önce bırakmıştım. Tekrar odama gittim. Masanın üzerinde bir zarf vardı. İçinden kısa bir mektup çıktı;


"Bugün 13 Temmuz 2006. Bu mektubu okuduktan sonra yeni hayatınla ilgili istediğin bir değişikliğe karar vermek için 24 saatin var!"


İlk birkaç saati vücudumu, çevreyi, hayatımı 15 sene sonrasının bilinciyle irdeleyerek ve durumumu anlamaya çalışarak geçirdim. Yaşadığım şey inanılmaz gelmekle birlikte buna şaşırarak kaybedecek zamanım da yoktu ama karar vermeden önce de 15 yaş genç halimin ve hayatımın tadını çıkarmalıydım. En yakın arkadaşımı arayıp her her zaman gittiğimiz bara çağırdım. "Bira ne kadar ucuz!" diye mırıldandığımı duyunca "iki gün öncekiyle aynı fiyat" dedi yüzüme bakıp. Durumu anlattığımda gülerek karşıladı ve güzel bir hikâye olduğunu, mutlaka yazmam gerektiğini söyledi. Bu beni biraz sinirlendirmişti ama aynı hikâyeyi o bana anlatsa aynı tepkiyi verirdim diye düşündüm. Kız arkadaşımı arayıp çağırdım. Birkaç saat sonra geldi. "Bugün erken başlamışsın!" dedi. 15 yıllık hasretle sarılıp kokusunu içime çektim. "Alkol kokuyorsun" deyip hafifçe itti. Oturtup hemen anlattım durumu. O gülmedi, biraz üzülerek dinliyor gibiydi. Bitirdiğimde ellerimi tutup şefkatle baktı. "Kendine bunu daha ne kadar yapacaksın?" dedi. Anlamamıştım. "Gittikçe artırıyorsun ve artık başlamak için havanın kararmasını bile beklemiyorsun. Şimdi de sanrılar görmeye başladın." dedi. Adisyona baktım, Efes fıçının karşısında 11 tane tik vardı. 9'unu ben içmiştim. Kafam güzeldi, kız arkadaşımın nasihatleri dışında keyifliydi akşamım ve önümde karar vermem için 12 saatim vardı. Onu durağa bırakıp ben de taksiye atladım. Marketin önünde durdurdum. Saat gece 1'di ve kimse bira alırken torbacıyla muhatap oluyormuş gibi gizemli davranmıyordu. Bu beni daha da keyiflendirdi. Kaç tane alacağımı düşündüm bir süre. Peki ya eve mi gitmeliydim yoksa bir arkadaşıma falan mı? Annem çok içtiğim için üzülecekti ama 15 sene önceye gelip de onu görmeden geri dönmek olmazdı. Hem ona da anlatabilirdim durumumu. Geldiğimde o açtı kapıyı. Yüzü asıktı, bir şey söylemeden odaya gitti. Hemen bir bira açıp oturdum yanına, anlatmaya başladım. Sakince dinledi. Gözlerinden yaşlar süzüldü iplik gibi. "Artık sadece alkol almıyorsun, değil mi?" dedi. Madde kullandığımı ve delirmeye başladığımı düşünüyordu. İnandıramazdım, üstelik bu haldeyken. Sarılıp özür diledim. Şaka yapmak istemiştim. İyiydim ve madde kullanmıyordum. "Sadece dört tane bira içtim, iki tane daha içip yatacağım." dedim ve odama çekildim. Kaybedecek zamanım yoktu. Bir bira daha açıp pop-rock karışımı winamp playlistim eşliğinde düşünmeye başladım. Dinledikçe ve yudumladıkça yaşadığım deneyim hem şaşırtıyor hem de keyiflendiriyordu. Bilgisayarı açıp sevgilimle, dostlarımla, ailemle olan fotoğraflarıma baktım. Birkaç sene sonra hard diskim çöktüğünde hepsi yok olacaktı.


Derken sızıp kalmışım. Uyandığımda zamanımın dolmasına 1 saat kadar kalmıştı. Panikle fırladım yerimden. Başım çatlıyordu. Hemen duş alıp ağrı kesici içtim biraz kendime gelir, neyi değiştirmek istediğime karar veririm düşüncesiyle. Zaman dolmak üzereydi ve karar veremiyordum. Odanın içinde dönüp durmaya başladım. Bir karar vermeliydim ve bu hayatımı tamamen değiştirecek kadar önemli bir karar olmalıydı. Dakikalar kalmıştı. Yok! Aklıma gelen değişiklikler lambadan çıkan cinden dilenebilecek kadar hayati şeyler değillerdi. Son birkaç saniye kala artık zamanımın dolduğunu ve ilk aklıma geleni dilemem gerektiğini fark ettim ve 15 sene öncesine ışınlanarak zar zor karar verebildiğim değişiklik dileğim şu oldu; "Karar verebilmek!"


Uyanır uyanmaz telefonumun ekranına baktım; 13 Temmuz 2021. Duşumu alıp balkonda kahve içen eşimin yanına gittim. "Beyaz olacak!" dedim. Anlamayıp yüzüme baktı. "Çalışma odama alacağım yeni kitaplığın rengi. Beyaz istiyorum!" "Emin misin? Bir haftadır altıncı karar değişikliğin." dedi. Evet! Bu kez emindim. Kararım kesindi ve hemen siparişi verdim. Birkaç gün sonra kitaplığı kurdum. Kitaplarımı yerleştirdim. Şöyle bir baktım ve içimden şöyle geçirdim; "Keşke bu kadar çabuk karar vermeseydim. Beyaz hiç yakışmadı odaya."



UÇAKTA UYUYABİLEN CİNDİR

-ayşe çetinkaya-


Liseden sınıf arkadaşım Orçun’la Finlandiya’ya, yine liseden sınıf arkadaşımız, Tampere’de Erasmus yapmakta olan Emre’yi ziyarete gidiyoruz. Orçun biraz pimpirikli bir tip, uçağa bineceğimiz için gergin. Bense çok heyecanlıyım. Amcam askeri pilottu, küçükken bütün uçakları amcam kullanıyor sanıp el sallardım. Hava üssüne gidip uçakların arasında gezmeye bayılırdım, bir keresinde kokpite de girmiştim. Uçaklarla ilgili güzel anılarım vardı hep. Şimdi de ilk defa uçacaktım.


Bizi uçağa aldılar, normalde Orçun’un yeriydi, ama "ben dışarıyı izleyeceğim, hem fotoğraf da çekerim" diye cam kenarına oturdum, Orçun da benim yerime geçti. Ortam biraz klostrofobikti, ama çok da sorun değildi. Uyarıları okuduk, hostes hanımı dikkatle izledik, sonunda uçak hareket etti. Tıngır mıngır gidiyoruz, Allah Allah diyorum, bu kocaman alet nasıl havalanacak. Çok geçmeden kaptan turboyu ateşledi, nasıl keyifliyim, tahmin ettiğimden de eğlenceli. Sonra havalandık. Havalanmaz olaydık. Ne olduğumu şaşırdım, beynim kafamın içinde dönüyor gibi, bir yandan göğsüme bir ağırlık çöktü, geçsin diye bekliyorum, yükseldikçe daha da kötü oluyor. Nabzım kaç atıyor belli değil. Oturduğum yer daraldı, daraldı, uçak üstüme kapanacak gibi hissediyorum. Orçun’un koluna yapıştım, “bu ne ya, ne zaman bitecek” diye sızlanıyorum, yiğitliğime zeval gelmesin diye çok da sesimi çıkarmıyorum. Orçun’un keyfi yerinde, üstümden eğilip camdan aşağı bakıyor, “oha manzara çok iyi” falan diyor. İyi gelir mi ki diye ben de camdan bakmayı deniyorum, aklımı hepten yitiriyorum. Baya havadayız, altımız bomboş, sonsuzluk. Koca alet havada uçuyor, ip mip de yok, kendiliğinden havada. Bu arada mühendislik öğrencisiyim, olan biteni bir mantığa oturtmak için şimdiye kadar fizik, aerodinamik, akışkanlar mekaniği, ne gördüysem, bildiğim ne varsa kafamda toparlamaya çalışıyorum. O an sadece “akışkanlar da mekaniği de yerin dibine batsın” sonucuna varıyorum. Orçun Paşa mis gibi kahvaltısını etti, ben su bile içemediğim için benimkini de yedi, üç kere tuvalete gitti, hatta birisinde kakasını bile yapmış; bu ne rahatlık, hala şaşırıyorum. Beni de “madem camdan bakamıyorsun, kalk da ben oturayım” diye azarladı, ama ben bırakın kemerimi çözüp ayağa kalmayı, nasıl nefes alındığını unutmuşum, “hıps ımph yapamicam hıps” benzeri bir şeyler geveledim. Dört saatlik taşikardi keyfinin sonunda alçalmaya başladık. O andan itibaren aklım ve mantığım bana geri bahşedildi. Finlandiya toprağını öpecektim.


Üzerinden on sene geçmiş. Sonrasında onlarca kez uçağa binmişimdir, hiçbirinde bu ilki kadar kötü olmadım. Ama kötü hissetmediğim tek bir uçak yolculuğum da olmadı. Bununla ilgili amcamla, arkadaşlarımla, terapistimle de konuştum. Hiçbir şey, bilim bile, beni içi insan dolu, kocaman metal bir aletin havada uçmasının güvenilirliğine ikna edemiyor. Uçağa biner binmez uyumaya başlayanlar var ya, aklım almıyor. Ben sudoku çözmeden sakin kalamıyorum. Bir de sadece uçaktayken boyadığım minik bir boyama kitabım var, o da işe yarıyor.


Aslında uçak hiç de sık kullandığım bir araç ya da uçak fobim durmadan üzerinde çalıştığım bir sorunum değil. Buna gelene kadar kendimde değiştirmek istediğim başka bir sürü şey var. Ama algımı değiştirebileceğime dair inancımın en az olduğu konu bu. Sanırım bu yüzden aklıma ilk gelen de bu oldu. Aranızda uçakta uyuyabilenler varsa, beni bir okuyup üflesin. Bilimin bir faydasını göremedim.




DUR

-tuğçe eser-


Hani, biz insan evlatları geliriz, güzel bir toprağa yerleşiriz. O toprağın sunduğu besini alır, suyunu içeriz ya. Fakat sonra, haddimizden de fazlasını yer, suyunu kirletir, buzağının bile hakkı olanı ondan çalarız. Biliyorsunuz hikayeyi işte. Ta ki o toprak artık “ üzgünüm ne sana ne de kendime verebilecek hiçbir şeyim kalmadı” diyene kadar. Heh ! Sonra ne yaparız ? “ aman bu toprak artık işe yaramaz “ der , kendimize başka bir verimli toprak bulur ve eski kurumuş toprağı terk ederiz. Biliyorsunuz hikayeyi…


İşte o terk edilen toprak gibi hissediyorum.


Beni bir süre yalnız bırakın. Yağmur mevsimleri gelip geçmeli derinlerimdeki suyu temizleyebilmem için. Güneşte dinlenmeliyim. Atıkların boşaldığı kirli nehirden biraz uzakta, arınmalıyım. Çocuklar oyunlar oynamalı üstümde, harmanlanmalıyım. Eski kalıplarmış fikirlerimi ayıklamalı, yabani otlardan kurtulmalıyım. Müziğimle sanatımla ilk filizlerimi vereceğim. Yanımdaki dostlarla yeşilleneceğim. Benim bedenim, rahmim; benim toprağım. Göz alabildiğine uzanan karanlık ve sık çam ormanları onun çocukları. Dağ çilekleri, böğürtlenler onun eseri.


Değiştirebilecek olsam, bu toprağa öğretirdim; “dur!“ demeyi. “Burası sınır insan, orada dur.”



HAYIR HAYIR HAYIR

-nehir niş-


İş çıkışı bir an önce eve varmak istiyorum. Metro serindir diye metroyu tercih ediyorum. Bugün hem yoğun hem de aşırı sıcak bir gün. Bacaklarımda derimi zorlayıp dışarı fırlamak isteyen, varislerimin ağrısı. Metrodan inip sarı dolmuşla hızlı bir şekilde eve varıyorum. Soğuk bir duş beni rahatlatıyor. Sabahın beşinde uyanmış gibi dinç hissediyorum. Filtre kahve demleyip, kitap okumayı planlıyorum. Cemil Kavukçu’nun “Aynadaki Zaman” adlı öykü kitabında martıların deniz ajanı ifadesine takılıp kalıyorum. Bahçeme gelen martılara ikircikli ve korkarak yiyecek bir şeyler veriyorum. Okuduğum öykü etkisini sürdürüyor. Mutfaktan yiyecek bir şeyler alıp bahçeye geçiyorum. Telefonum çalıyor. Arayan pek sık görüşmediğim, hatta görüşmek istemediğim bir arkadaşım. Evleneli beri pek görüşmedik. Mutlaka görüşelim çok önemli diye ısrar ediyor. Peki bakalım diyorum kapatırken. Whatsapp ve Telegram’dan da yazıyor. Kahve ısmarlayayım lütfen gel, konuşmaya ihtiyacım var. Hayır diyemeyen tarafımı kopartıp atmak istiyorum. Ya çok kötü durumdaysa evden çıkasım yok ama ne yapsam. Cevap yazıyorum. Tamam sekizde merkezde buluşuruz.


Hazırlanıp çıkıyorum. Buluşup bir yere oturuyoruz. Kararsız kalıp hemen cevap vermediğim için sitem ediyor. Görüşmeyeli tam üç yıl olmuş. Kendine bira söylüyor bana da kahve. Hızlıca başlıyor. Eşiyle boşanıyorlarmış. Kendini çok kötü hissediyormuş. Hatta intiharı düşünmüş falan. Hiç susmuyor. Benim ne hayırsızlığım kalıyor ne hayrım. Kaçarak evleneli beri benimle ve ortak arkadaşlarla neden görüşmediği sorusu havada cevapsız asılı kalıyor. Hızlıca peş peşe boşalan şişeler gibi boşaltıyor içini. Saatlerce anlatıyor.


Sokağa çıkma yasağı başlamak üzere. Masadan çakmağımı telefonumu alıp çantama atıyorum. Bana hesabı ödetmek için her zamanki kırk takla atma harekatı başlıyor. Midem bulanıyor. Hiç değişmeden tekrar eden bir döngü. Aylardır çalışmıyor olmama rağmen ben ödüyorum hesabı. Zamanla yarışıyormuş gibi anlatıyor da anlatıyor. Ertesi güne randevulaşmak için ısrarlar falan. Tamam yarın olsun bakarız deyip beni lüks aracıyla eve bırakmasının önüne geçiyorum. Üzerimde bir ton ağırlıkla eve yürüyerek geliyorum. Hiç konuşmadan kendimi saatlerce konuşmuş gibi yorgun hissediyorum. Ertesi ve sonraki günler ısrarla yazıp çizmelerine müsait değilim deyip özürler diliyorum. Zaman ayırmadığım için sitemler isyan ve hakarete dönüşen mesajlar. Kendimi kötü hissedip hayır diyemeyen yanıma kendim isyan ediyorum.


NABZA GÖRE ŞERBET

-saturnuslog-


Dürüstlük bir ceza olabilir mi? Hani erdemdi? Hani yalan söylemek kötüydü? Öyle ki yalanla ilk tanıştığımda okkalı bir dayak yemiştim amcamdan. Nasıl caydırıcı olmuşsa, o günden sonra yalan söylemeye çalışırken bile ellerim titrer. Ancak yalan söylediğimi düşündükleri için beni döven büyük ailemde, yalan söylemeyen, iftira atmayan, kendini ya da birbirini çıkar uğruna satmayan neredeyse bir kişi bile yok. Bu nedenle dürüstlüğümü nabza göre şerbet verme özelliğiyle değiştirmek isterdim. En azından benim için hayatta kalmak daha kolay olurdu.


Yıllar önce iftiralar, baskılar, mutsuzluklar denizinden kurtulmak için kaçtığım aile ortamıma çok ani dönüş yapmak zorunda kaldım. Bakın, iyilik ve kötülük kavramlarını çok iyi bilmeyen biriyim. Ancak size saf kötülük olarak hissettiğim şeylerin birinden bahsedebilirim.


Birbirine zamk gibi yapışmış sevgisizlik timsali sözde sevgiden oluşan bir aileden geliyorum. Küçükken yalancı bir kuzenim vardı. Ailesi yüzünden patolojik bir yalancıydı. Yaşlarımız yakın olduğu için hiç ayrılmazdık, oyun arkadaşıydık. Bir gün, bütün ailenin toplandığı dedemlerde verilen aile yemeklerinden birindeydik. Kuzenimle içerideki bir odada tartışmaya başladık. Kuzenim sinir krizi geçirip odada duran bir tabağı yere atarak kırdı. O kırılma sesine gelen ebeveynler, ne olduğunu sorduklarında benim kırdığımı ve beni durdurmaya çalışsa da beceremediğini anlattı ağlayarak.


Ailenin yaramaz, hiperaktif çocuğuydum ama hep dürüsttüm. Doğal olarak karşı çıktım bu duruma ve olayı anlatmak istedim. Ancak kuzenim ağlıyordu ve daha inandırıcı geldi onlara. Kendimi savunmaya çalışırken, küçük yüzümde bir ağırlık hissettim. Nasıl olduysa yerde buldum kendimi. Ailem toplanmış, beni dinlemeden suçlu olduğuma karar vermiş üzerine bir de güzel dayak yemiştim. Çok iyi insanlarız diye etrafta dolanan aile, yedi yaşındaki küçük kızın dayak yemesini izlemişti keyifle.


Sonrasında, şişmiş yüzüm ve morarmış kollarıma bakarak acımış olacak ki kuzenim, itiraf etti yalanını. İtirafını cesur bulup hediye verdiler ona. Ama biri de gelip benden özür dilemedi. Üstelik ben kenarda kuzenime hediye verilmesini izleyip acı çekerken buz veren bile olmadı.


Her şey gibi bu da unutulup gitti. Ancak iftiralar asla bitmedi. Hala bitmiyor. Söylemediğim şeyler sürekli etrafta dolanıyor, insanlar ben farkında olmadan bana düşman oluyor ve bunların hepsini hala, amca, aile dediğim insanlar yapıyor. Yüzleşmek için karşılarına çıktığımdaysa yalan makinesi devreye giriyor ve bizim öyle bir şeyden haberimiz yok şizofreni misin? diyerek bana teşhis koyuyorlar. Bu iftiralardan birini de bugün yaşadım üstelik. Ayrıca hayır, şizofreni değilim. Bunu o kadar çok duydum ki psikoloğa ilk gittiğimde seans sonunda sorduğum ilk soru bu oldu.


KRİSTAL MİYİM, PAŞABAHÇE Mİ

-mutlu-


İş yerinde arkadaşlarının işini kolaylaştır, eğitim mi düzenlenecek? Hemen organizasyon konusunda sorumluluk al, evini taşıyan arkadaşına yardıma koş, çaylar bitmiş hemen sen tazele...


Çevremdeki insanları mutlu edebilmek, hayatlarını kolaylaştırmaya çalışmak gibi bitmek bilmeyen bir heyecanım vardı. Çoğu zaman yorucu olsa da yine de kendimi iyi hissederdim.


Ta ki bir gün çalıştığım kurumun psikoloğu bana bu davranışımın bir artı değil eksi olduğunu söyleyene kadar.


“Tüm bu çaban, her işe el atman ve hizmet etme isteğinin nedeni takdir edilmeye aç oluşundan” demişti.


Kendimce gurur duyduğum bu özelliğimin nedeni meğer yine yaşatılmamış bir duygunun açlığıymış.


“Paşabahçe misin yoksa kristal bardak mı? Önce buna karar vermelisin. Herkesin elinin altında duran biri kıymetli olmaz. Sen kristalsin lütfen kendini fark et!” demişti sözlerinin devamında.


İyi bir şey diyordu ama ben dumura uğramış gibiydim.


Bu kadar mı eksik, bu kadar mı takdir edilmeye açtım ben?


Günlerce her aklıma geldiğinde bu zayıflığıma ağlamıştım. İnsanların beni önemsemesi için hep bir şeyler yapmalıydım, onlara faydam olmalıydı. Hem görmelilerdi ne kadar çok düşünüyorum ben herkesi. Yoksa neden kıymetli olacaktım ki?


Kıymetliymişim! Peh... Zayıfım ben!


Her şeyi sorumluluk olarak görmek, her işe ben yaparım demek, herkese destek olmaya çalışmak. Farkında olduğum ve en nefret ettiğim özelliğim bu. Her deneme girişimim kısa sürede son buldu. Bir değiştirebilsem çok büyük bir yük kalkmış olacak omuzlarımdan biliyorum.


Ama işte gelin görün ki hayaller kristal, hayatlar Paşabahçe...


Mutlu

GİZ

-san-


Üzerinde yaşadığımız gezegen en az 4.54 milyar, türümüz de yaklaşık 200 bin yaşında. Bizler gelişen bilim ve teknolojiye rağmen hâlâ "nereden geldik", "nereye gidiyoruz", en önemlisi de "neden hayattayız" gibi sorularımızı net ve herkesçe doğru kabul edilecek biçimde yanıtlayamıyoruz. Bu bilinmezliklerle birlikte, sosyal varlıklarız ve -kullanmakta oldukça güçlük çektiğim- gelişmiş beyinlerimiz var. İnsan ilişkilerindeki belirsizlikler de evrendeki bütün belirsizliklerle birleşip zihnimde koca bir boşluk oluşturuyor.


Değiştirmek istediğim özelliğimin de tam olarak bu boşluktan doğduğunu düşünüyorum; açık ve net olamamak, kendime bile. Hayata bir sis perdesinin arkasından baktığımı hissediyorum. Bu perdeyi dağıtmak istedim, daha açık olmaya da çalıştım ama giz olduğu yerde kaldı. İşin kötüsü, hayatımdaki insanlara da yansıdı. Uzunca bir süre ne onlar benimle gerçekten konuşabildi ne ben onlarla. "Seninle konuşmak istiyorum ama konuşamıyorum, neden bilmiyorum," dedi biri. "Şimdi senden öğrendiğim ve artık çok iyi yaptığım bir şey yapacağım; açık konuşmamak," dedi bir başkası. "Sorunu bilsek çözmene yardımcı oluruz aslında, hiç konuşmuyorsun," dediler genel olarak. Sorunu ben de bilmiyorum gibi, bilsem yardımcı olurdum kendime.


Şimdi değiştirmek için yapabildiğim, gerçekten küçük detaylardan başlamak. Ne istediğimi seçerek ve karar verip arkasında durarak ilerliyorum. Sonsuz olasılıkları ve geçmişte alamadığım kararları umursamamaya çalışıyorum. Doğaçlama olarak ilerlediğim her yolun bana benzediğini görüyor ve böyle daha mutlu oluyorum. Zaten doğrunun ne demek olduğunu bile açıklayamadığımız bu yerde, bir şeyin doğru olması için herkesçe doğru kabul edilmesi gerekmez ki.



İÇİMDEKİ SÜZGEÇ

-bir başka dünyadaki-


Her insan doğumundan itibaren kendisini ait hissedeceği güvenli bir alan bulmaya ya da yaratmaya çalışıyor. Çoğu zaman aradığını bulamıyor. Böyle bir alanı yarattığında da kimi zaman yalnız oynamak zorunda kalıyor. Güvenli, kendine ait bir alan bulup çoğunluğun içinde kendisi olamadığı için, kendisinden vazgeçip, çoğunluk olmayı tercih ediyor.


Çocukken bu davranışı ilk annemde fark etmiştim. Sırf dışarda kalmamak için kendisine ait olan her güzelliğinden vazgeçti. İçinden söyledikleri ve dışarı yansıttığı çok başkaydı. Bozuk para gibi biriktirdiği cümleleri akşam eve döndüğünde mırıldanarak harcardı. Çok mutsuz olduğunu hisseder, ona baktıkça içinde cümle biriktirmenin iyi bir şey olmadığını anlardım. Bununla birlikte büyüdükçe ben de bunu yapmaya başladım. Önce sevmediğim yemek ağzıma tıkıldığında ses etmemeyi belledim. Sonra okulda düzeni bozmamak için hizaya geçer gibi kendimi başkaları ile hizalamaya çalıştım. Bunun bir seferlik ya da geçici bir şey olduğunu söylerdim kendime. Şu iş, şu tören, şu oyun bir bitsin işte o zaman kendim gibi olacağım. Ama uzun süre bir davranışı sürdürdüğümde kendimden uzaklaşacağımı hayal etmezdim.


Şimdi bile şunu fark ediyorum ki, ortamın ritmine ayak uyduramadığımda dans dışı kalıyorum. Hiç düşünmeden kendim olabildiğimde, kendi cümlelerimle sansürsüz konuşabildiğimde yalnız bırakılıyorum. İşin kötü tarafı uyumsuz olma düşüncesiyle suçluluk hissi yerleşiyor benliğime. Eksik, yetersiz ve değersiz olup olmadığımı sorguluyorum. Böyle olmadığımı biliyorum fakat bu duyguları baskın bir şekilde hissetmek istemiyorum. Günün sonunda en az zararla çıkabilmenin yolunu susmakta buluyorum. Sustukça da içimde önce kelime süzgeci oluşmaya başlıyor. “Dur onun yerine şunu diyeyim de yanlış anlaşılmasın.” Ardından cümleler bu süzgece takılıyor. “Bunu hiç söylemesem daha iyi olur, en iyisi sus” diyorum kendi kendime. Ardından duygular. “Böyle hissetmemeliyim, bunu nasıl hissedebilirim” diyerek içimdeki diktatöre veriyorum kontrolü. Süzüle süzüle, geriye benden bir şey kalmıyor. Uyum bir huy olmaya başlıyor. Uyumsuzluk korkusu yüzünden içim başka dışım başka konuşuyor. Bu öyle bir ayrışmaya sebep oluyor ki, sürekli her şeyi, herkesi ve yaşadığım her anı sorguluyorum. Uyumsuz olma riskini alamadığım her an kendime haksızlık ettiğimin farkına olarak yapıyorum bunu. Sonunda düzeni bozmamak için düzenimi bozuyorum. Ben, söyleyemediklerim oluyorum.


Mesela en basiti çayı şekersiz içtiğimi ezberletene kadar çok defa şekerli çay içtim. Hayır bile diyemediğim için kendi kendimi kemirdim. “Hadi bu seferlik böyle olsun” “Benim için bir yudum al” “Kendi ellerimle senin için hazırladım” cümleleri çoğalmaya başladıkça nezaketin açtığı sınırlar genişledi. Kendi güvenli topraklarımda başkaları gezgin, bense bir misafir oldum. Ama bu durumu değiştirmek için istikrarlı bir çaba göstermeliydim artık. Küçük ama etkili adımlar atmaya başladım. Bu genele yayılmış uyumlu kabul halimi son bir yılda iyileştirme müdahalelerim güzel gidiyor. Süzgecin deliklerini genişlettikçe insanlar azalıyor. Başkaları azaldıkça ben çoğalıyorum. Kendi cümlelerimle konuştuğum her an, genişliyorum.


Sevgiyle.


DİLEK

-canderel-


Bir tamirci olsa diyelim, biz onu çağırmamışken kapıya gelse durup dururken, "Abla varsa kendinde düzelttirmek istediğin bir şey, elimde malzeme var çabucak halledeyim, yalnız çabuk ol, diğer müşteriler bekliyor" dese, ben de "İzin ver bir düşüneyim, habersiz geldin, hazırlıksız yakalandım" desem. İçeri buyur etsem adamı, yeni usul ayağına galoş geçirip salona doğru geçse, ayağına sürtünen kediyi biraz tereddütlü okşasa, ben de uyarsam "Aman elleme, sağı solu belli olmaz" diyerek. Sonra zaman kazanmak için mutfağa kahve yapmaya gittiğimde, acaba bunca yıllık iyi kötü huyuna suyuna, boyuna posuna alıştığım kendimi düzelttirmek yerine kedinin yabani huylarını mı değiştirtsem diye düşünsem. Bir taraftan da ‘’Böyle fırsat ele geçmez kızım iyi düşün’’ diye kendimi zorlasam, yapamadığım milyon tane şeyi düşünsem, üstelik düzeltmesi de kolay şeyler, hem bu usta becerikli de görünüyor, sürümüne bazı psikomotor beceriler eklese fena mı olur, o bile gerekmez, bir işi yapamayınca hemen pes etmeme özelliği yeter de artar sana, bu yaştan sonra Formula yarışçısı ya da adını bile tam bilemediğin dansların kraliçesi olacak değilsin ya desem kendime. Bunu istersem içeride kahve pişirmemi bekleyen adam güler mi diye düşünsem, belki de bunu önemseme huyum değişse desem şimdi de. Yok, olmayacak bu iş. Kahvesini götürsem, sonra desem ki,’’ Valla usta, sizi de oyaladım, kusura bakmayın. Bir şekilde yaşayıp gidiyorum, yok öyle kendimden de çok hoşnut sayılmam ama yine de yıllar içinde, ince bir ayar da yaptım sayılır. Böyle kalsın, kendimi bir taahhüt imzalamış gibi hissediyorum çevreme karşı, bunca yıl sonra yeni alıştılar, ben değişirsem onlar da bocalar, toparlayamayız, çok sağ olun ilginiz için’’ falan desem mahcup bir şekilde ardından. Adam ne diyor bu der gibi yüzüme baksa ki dert değil, bu bakışa şerbetliyim, kahveyi de zaten acı bulmuştur, ‘’İyi ben gideyim abla, sen bilirsin’’ deyip kapıya yönelse. Kedi de peşi sıra kapıdan çıksa, ardından her zamanki gibi uzaklaşmaya cesaret edemeyip geri dönse. Ben de kalan kahveyi kendime koyup balkona geçerken derin bir nefes alıp, şu emeklilik günlerim gelse de tekrar sigaraya başlasam diye içimden geçirsem.


HAVUÇ

-clementine-


Üniversitedeyken mülakatlarda nasıl cevap vermemiz gerektiğine dair bir seminere katılmıştım. Konuşmacı size değiştirmek istediğiniz, olumsuz bir özelliğiniz sorarlarsa sanki olumsuz bir özelliği olumlu gibi göstererek cevap verin demişti. Örnek olarak da "Mesela çok mükemmelliyetçiyim. İşleri tam olarak yapmadan asla rahat edemiyorum diyebilirsiniz." demişti. Şimdi ben size kendi mükemmeliyetçiliğimden ve bu durumun bana dayattığı bütün o yıpratıcı duygulardan bahsedeceğim. Bu öyle plaza ortamlarında parlak ışıklar altında statünün yıkılmaz bir kalesi gibi gösterilen bir mükemmeliyetçilik değil. Tam tersi, insanı içten içe çürüten, yürüdüğü yollarda ayağına batan, bir adımını bin adım yapan bir mükemmeliyetçilik.


Birinci sınıfta okuma yazmaya geçtiğimde elması kızaran ikinci öğrenciydim. Bütün arkadaşlarım bana imrenirdi, oysa benim gözüm kızaran o birinci elmadaydı.


Hani sınıfta doksan aldığı için ağlayan inek bir çocuk vardır ya işte o bendim.


Liseyi okul dokuzuncusu olarak bitirdim. Kocaman afişin üstünde başarılı olanlar listesinde adım yazarken ben neden birinci olamadım diye kendime eziyet edip durdum.

Kız arkadaşlarımla gezmeye gitmek istediğimde kıyafetimin çorabımla uyumlu olmadığını fark edip gitmekten vazgeçtiğim olurdu.


Arkadaşlarıma bir etkinlik tavsiye ettiğimde eğer etkinlikte ufak bir pürüz çıkarsa neden onları güzel bir yere getirmedim deyip kendimi suçlamaktan eğlenceyi kaçırırdım.

Yemek yaptığımda birisi yemeğime dair onlarca övgünün yanında biraz daha tuz koysaydın keşke dediğinde beceriksizliğimi ilan ettim.


İlişkilerimde en fedakar, en iyi partner olduğumu kanıtlamak için sürekli çıkmaz sokağa girdiğimi kabullenmeden sokağın sonuna kadar koştum.


Bir süre sonra en iyi olamadığım için koşularımı ertelemeyi seçtim. Erteledikçe yapılacaklar listeme yenileri eklendi. En iyisi olmam gerektiğine inandığım için yeterince iyi olabilmeyi ıskaladım.


Kendimi bildim bileli, sanki burnumun ucunda bir değnek varmış ve o değneğin de ucunda bir havuç asılıymış gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Ve ben ne yaparsam yapayım o havuca bir türlü ulaşamadım.. Neden ömrüm boyunca o havucun peşine düştüm. Mükemmel olmazsam yeterince sevgiyi, değeri hak etmediğime ve var olmak için kendim olmam değil mükemmel olmam gerektiğine inandım. Mutluluğun başarıya, başarının ise mükemmelliğe bağlı olduğunu sandım. Bu yüzden de hep kendim olmayı erteledim. Şimdi ertelediklerimi bir bir tozlu raflarından çıkarıp hayatımın tadını çıkarmayı öğrenmeye çalışıyorum. Umarım bir gün mükemmel olmamanın normal bir şey olduğunu içselleştirmiş olarak devam edebilirim hayatıma.


BAŞLIK HAK ETMEYEN YAZI

-gorila voladora-



Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır falan. Evet belki… Büyüyoruz her zorlukta; ama farkındaysan ne yaşadığının. Şöyle bir yukarıdan bakman gerekir kendine. Ben çok yapıyorum bunu. Kendime yukarıdan bakıyorum yani. Sanırım doğru yapmıyorum bunu biraz anlam çarpıtması yaratmış olabilirim. Zira bugün şu saatte, evde tek başıma halının üzerine oturmuş bu yazıyı yazarken kendime yukarıdan bakıp aşağılamakla meşgulüm. Öyle güzel acıyorum ki bana! Durdurmak istemiyorum, gazı köklüyorum. Sonra ağlatıyorum beni. Rahatlatmıyor da. Ağlamak rahatlatmıyor, bu da yalan. Ne çok yalan söylenmiş!


Başarısızım. Off, hem de ne! Bütün okul hayatını takdir ve onur belgeleriyle döşemiş bir başarısız. Kişisel gelişimine önem vermiş; yazmakla çizmekle kafayı bozmuş, yabancı dil KASMIŞ bir başarısız. Politikayı anlamaya çalışmış, sanata merak sarmış, spor dallarıyla ilgilenmiş…bir…başarısız… Hayatta ne deneyimleyebiliyorsa onu deneyimlemek isteyen, sabahlara kadar deniz dalgaları eşliğinde derin sohbetler etmeyi cüzdanının ağırlığından fazla önemsemiş bir başarısız. Enayi ve başarısız. Enayi. Dürüst davranmış, gerçekten sevmiş insanları, doğaya hayranlık duymuş, böceklere bile kıyamamış bir BA ŞA RI SIZ!

Çünkü şu an bu yazıyı yazarken halının üzerine oturmuş… Şey işte… Sahi kardeşim sevmiyor beni. Oysa ne kadar da düşkündüm ben ona çocukken! Nerede hata yaptığını anlamaya çalışan bir başarısızım.

Halının üzerinde oturmuş yazıyorum. Ağlıyorum da bir yandan. Çok ağlıyorum. Bunu yalnızken yaparım. Kimse bana acımamalı. En çok ben acıyabilirim bana. Bugün nasıl da neşe saçtım etrafıma, güldüler esprilerime. İlahi ben yaa! Ama şimdi tek başımayım. TEK! YALNIZIM! Annemleri arasam… AH, HAYIR! Kendime acımakla doldurmalıyım zamanımı, kalbime başkasının erişimini kapatıyorum.


Kaldığım yerden devam! Fazla mı ünlem kullandım; ya da üç nokta… yersiz mi oldu? Beğenilmeyecek mi yazım? Değiştirmek istediğim huyum ne acaba? Tamamen kendimi değiştirsem? Kendimle barışamıyorum. Korkularım var. Uyusam biraz güzel görünür gibi dünya. Uyku nerede var? Uykuyu ne yapacaksın, stres var sana! Stresle seviş her gece yatağına sadece o geliyor. En sadık yârin! Marilyn de demiş ki soğuk gecelerde kariyerinize sarılıp uyuyamazsınız. Ha siktir! KARİYER. Meali, BAŞARISIZSIN!

“Ya insanlar senden neler neler bekliyordu! Instagram’ı açmaya korkar oldun değil mi, yaşıtların aile kurma faslına çoktan geçti. Gelin damat çocukları tatiller deniz güneş OOO ESKİ SEVGİLİN Mİ O? İSPANYA’YA YERLEŞMİŞ! Sende ne var ne cınım? Halının üzerinde oturuyorsun. Tabii ki.”


Dün karşına çıkan falcıya bak sen yaa! Annen düşük yapmış olabilir diyor. Hayır yapmadı diyorum. Sonra kardeşimin beni sevmediği aklıma geliyor. Vay canına. Yani ünlemsiz, sakince. Kabullenmiş biçimde. Gözler uzaklara dalarak, elde sigarayı tutarak, tek kaş kalkık, baş hafiften aşağı yukarı sallanıyor. O biçimde vay canına. “Evladım sonuçta.” demişti anneciğim onun hakkında. Oluşabilecek milyonlarca sperm-yumurta kombinasyonu içinden bana bu kardeş denk gelmiş. Ama o BAŞARILI! Halının üzerine oturmaz. Halı zemindir. Ona göre değil.


Karar verdim sanırım: değiştirmek istediğim huyum kendime acımam. Ya da bir saniye başarısızlığım elbette. Başarısızlık huydur bende?! Ya da sevilmeme/takdir görmeme korkusu? Bu da tam olmadı. Değiştirmek istediğim huyum hızlı yaşamam. Öyle bir huy da yok. Kararsızlığım desem?


ÇEMBERİN SINIRINDA KALMAK

-hayat yeniden-


Yıl 1983, doğunun zorlu bir ilçesinde taşınma telaşı içinde ailem. Henüz beş yaşında küçük bir kız çocuğuyum. Babam devlet memuru ve tayin istemiş Ege'nin bir iline ve dolayısıyla yolculuk Ege’nin ilginç bir kasabasına. Eşyalar yükleniyor bir kamyon kasasına ve biz de ailecek o kamyon kasasında yolculuğa çıkıyoruz. Tamı tamına bir gün süren yolculuk neticesinde varıyoruz yeni mekanımıza.


Kamyon kasasından iniyoruz, etrafımız meraklı bir kalabalıkla çevrili. Ege şivesi ile konuşuyorlar ve inanın bana konuşmalardan tek bir kelime bile anlayamıyorum. Yüzler yabancı, şive yabancı, evler, sokaklar, giyim kuşam her şey yabancı. İşte o an başlıyor bende kendimi öteki gibi hissetme, kendimi bulunduğum ortama ait hissetmeme duygusu.


Taşınmanın üzerinden iki hafta geçtikten sonra okullar açılıyor ve ben de birinci sınıfa başlıyorum. Kamburu olan, engelli bir öğretmenimiz var. Kamburu için, omuzunda karpuz var diyorlar, ben de çocuk aklıyla inanıyorum buna tabi. Ne öğretmenime alışabiliyorum ne arkadaşlarıma. Ne zihnen ne de kültür olarak benziyoruz birbirimize. İşte o zaman ayyuka çıkıyor ait olmama hissiyatım. Okuldan kaç kere kaçtığımı, doğduğum topraklara dönme isyanımı hatırlamıyorum bile. Maalesef ben de doğduğu topraklarda büyüyemeyenlerdenim. Derken ait hissetmeyerek, kendimi mahallenin zencisi olarak görerek gençliğe kadar geliyorum.


Hem doğduğun topraklar hem düşünce yapın bambaşka olunca, her konuda kendini mevcut çevreme kabullendirmek için azami dikkat ve özen göstermek zorunda kalıyorsun. Aksi durumda öteki olduğunu sana acımasızca hissettiren çok kişi çıkıyor karşına. Hep çalışkan, hep edepli, hep güçlü olmayı öğreniyorsun ama ait olmamak ve ötekilik hissi hep devam ediyor. İşin ilginç yanı bir müddet sonra artık o doğduğun toprakların insanı da olamıyorsun.


Artık olgunluk yaşlarındayım ve durumu kabullenip "ne yapayım ben böyleyim" anlayışı dışında pek bir köklü değişiklik yaşamadım. Maalesef mevcut yaşantımda da hep azınlığa atfedilen duygunun, düşüncenin ve tarafın üyesi olup, ötekiliği ve ait olmama hissini iliklerime kadar yaşadım ve yaşıyorum.


İçinde bulunduğum duygunun adının monachopsis olduğunu keşfettim. Psikolojideki tanımı buymuş.


Elimde olsa bu hissi yaşatan her türlü somut ve soyut değerden sıyrılıp mevcudun sıradan bir üyesi olmak isterdim desem buna ben bile inanmam. Sevmiyorum diye bas bas bağırsam da bana bu hisleri yaşatan beğenmediğim özelliğimi benden söküp atsam, benden geriye ne kalır ki? Hem aidiyeti reddetmek her ne kadar kalıcı bir yalnızlık hissi yaratsa da hiçbir kesime, inanca, topluluğa körü körüne saplanmamayı ve sürekli sorgulayarak doğruyu aramayı da beraberinde getiriyor bence.


Tezer Özlü'yü tanır mısınız bilmem ama halã karşılaşmadıysanız bir tanışın derim nevi şahsına münhasır yazarımızla, zira kendisi aidiyet duygusunu yaşamadığını ve öteki olduğunu vurgular her yapıtında.


Bu duygu durumunda, bir Murathan Mungan şiiri olan ve Yeni Türkünün seslendirdiği "Çember" şarkısı gelir aklıma;

Ya dışındasındır çemberin

Ya da içinde yer alacaksın...


MAYMUN OLDUĞUMU YENİ ÖĞRENDİM

-eta carinae-


90lı yıllarda doğan her çocuğun düşlediği bazı hayaller vardır. LGS’de (Liselere Giriş Sınavı) başarılı olmak, iyi bir Anadolu lisesine girmek, sonra iyi bir üniversite; tercihen tıp veya eczacılık. Hobiler bile belirlidir. Gitar çalarsın, hiç olmaz da ailen izin vermezse en kötü bağlama. Sporlardan voleybol ya da basketbol. Futbola çoğu aile göndermezdi çocuklarını, okumazlar diye.


Bu sınırlı dünyada sokaklarda koşarak, evimizin çok yakınındaki okula yürüyerek giderek büyüdük, en azından ben öyle büyüdüm. Tek meşguliyetim ders çalışmak olsun diye sporsal ve sanatsal hiçbir faaliyete katılmama izin vermedi ailem. Onların iznine gerek olmadan öğretmenlerimin insiyatifi ile okul korosuna girdim ama, sesim hiç de beklendiği gibi güzel olmadı büyüdükçe.


Ben de tek meşguliyetimle ilgilenirken beklenen şekilde üniversiteyi kazandım. O kadar alışmışım ki hiç bir şey yapmamaya, hiçbir kulübe üye olmadan, okul topluluğuna katılmadan okudum dört sene boyunca. İşten eve, evden işe gider gibi. Risk alıp öğrenci evine bile çıkmadım. Okulu bitirdim, büyüdüğüm şehre geri döndüm, çalışmaya başladım. Bulduğum tüm işlerde tek yetkiliydim. Takım çalışması demek bir tür işkenceydi benim için. Tanımadığım insanlarla nasıl birlikte hareket edilir bilmiyordum.

Yıllar yıllar geçti, hayatımda bir sürü şey, bir sürü insan değişti, şehirler değişti, ben değiştim... Denemeye karar verdim yapmaya cesaret edemediklerimi. Müzik aleti çalmayı denemek, dansa gitmek, spor yapmak, yemek kursu, ikinci üniversite ve terapi.

Çocukluğumda Türkçe öğretmenim Emel Hoca kompozisyon dersinde gelecekte okumak üzere bir mektup yazmamızı istemişti. İçeriğinden çok emin değilim ama şöyle başladığımı çok net hatırlıyorum “30 yaşına geldiğimde”. Nedense 30 yaş bir tür fanteziydi gözümde, çok yetkin ve başarılı olmakla, özgür olmakla bağdaştırmıştım. Belki de annemin beni 30 yaşında doğurması kalmıştı zihnimde insan 30 yaşında her istediğini yapabilir. Kısıtlamalarla (korumalarla) geçen 29 yıldan sonra nihayet özgürlüğüm 30 yaşımda geldi. Yukarıda saydığım her şeyi bir yıl içinde yapmayı deniyorum. Kendimi iyileştirmek için gittiğim psikyatri kliniğinde, her yere uysun diye alınan ve her ofiste görebileceğiniz o bej, soluk renkli koltuklara oturmuş, motivasyonumun başta çok iyiyken denedikçe hobilerimden bazılarından sıkıldığımı ve hemen diğer şeylere yöneldiğimi anlatıyordum. Konuyu ağlamak istememe problemimden buraya çektiğim için mutluyken, hiç beklemediğim bir anda “eta hanım biz buna maymun iştahlı olmak diyoruz” dedi.


Cenaze evinde şaka yapan densizler vardır bilir misiniz? Ben onlardan biriyim. Her sinirim bozulduğunda ya güldürürüm çevremdekileri ya da ben gülerim. Maymun olduğumu duyunca da güldüm. Niye söylemişti ki şimdi bunu, bir kaç saniye anlayamadım. Peki diyerek devam ettim, seansın da sonuydu, uzatmadık ikimizde.


Ama itirazım var, maymun iştahlı değilim! Denemeyi seviyorum güzel arkadaşım, şansımız olmadı ki çocukken. Maymunlar ellerindeki yiyeceği, başkasını bulunca bırakırlarmış. Diyelim ki ben de öyleyim, bunun neresi kötü ki? Bir şeyde sebat edip onun peşine gitmek bana göre değilse, suç benim mi? Suç maymunun mu? Peki tabiatın? Kendisiyle barışmaya çalışan 30 yaşında bir kadın olarak, değiştirmek istediğim hiç bir şey yok kendimle ilgili. Yeni bir klasör daha açıldı üstelik hayatımda: maymun olmak, iştahlısından.




DENGE SARKACI

-voila-


Ayarsızlığım… Denge içerisinde bu hayat yolunu adımlamak ne de güzel olurdu. Kendimi yürürken bile desteğe ihtiyaç duyacak kadar bağımlı bir halde ya da tüm hayatı tek başıma omuzlayacağım diye egosantrik, hastalıklı, aşırı bir bağımsızlık hali arasında savrulup giderken bulmazdım belki de.


Bir sarkaç var sanki hayatımızdaki dengeyi tahayyül eden. Eğer tek yöne doğru düzensiz bir kayma varsa hemen aksi yönde keskin bir dönüş içerisinde buldum hep kendimi. Sevgide, işte-güçte, insan ilişkilerimde, günlük hayatımın dahi her noktasında hep bu ayarsızlığımın getirileri ve götürüleriyle yüzleştim. Bir insana karşı içimden coşup ona doğru akmak için sabırsızlanan kocaman bir okyanus çokluğunda sevgi beslerken, bir anda tek hatada sanki hayatımda hiç var olmamışçasına orada o anda bırakıp dönüp gidebilecek derecede uçlarda bir tavır. Zaten hiç beceremedim ki herhangi bir şeyi az sevmeyi. Keşke bu kadar kolay vazgeçmeyi de beceremeseydim.

Bir yandan da açgözlülüğün bir getirisi bu dengesizlik sanırım. Her şeyi öğrenme açlığı ve yeni deneyimlere karşı bir doyumsuzluk varken hiçbir konuda derinleşmeye sabır gösterememe dengesizliğim var bir de mesela. Aklınıza gelebilecek neredeyse her şeyin denemesi içerisinde bulmuşumdur kendimi, öğrenmişimdir de heves ettiğim her olayı. Ama sonrası… Sonrası işte hep kayıp. Hayatıma şöyle bir baktığınızda 1’er metre kazılmış yüzlerce çukur görebilirsiniz. Ancak suya ulaşacak kuyuyu kazmak için tek çukurda derinlere inmek gerekir. İnanıyorum bir gün o suya ulaşacağım ve denge sarkacım nihayet sabit bir noktada kalmayı başaracak.




DOĞRUYU SÖYLE

-melike yılmaz-


Bu yazıya başlarken arkadaşımın bana dediği şu sözü hatırlıyorum: ‘lütfen kendine karşı bu kadar acımasız olma.’. Hayatta hiçbir zaman her şeyimi beğenen, her halimle güzelim diyebilen birisi olmadım. İçten içe hep kendimi kemirdim, açığımı buldum ve bu açığımı bana söyleyenin dürüst ve bana karşı iyi olduğunu zannettim. İnsanlara şöyle derdim hala daha diyorum; “lütfen bana bununla ilgili fikrini açıkça söyle ben böyle şeylere kırılmam.” Ama kırılıyorum. Alıngan bir insan olduğumu düşünmeyin n’olur. Ben açık sözlü bir insanım ve fikrim sorulursa karşımdakini kırmadan o konuyla ilgili iyi kötü fikrimi söylerim. Ama bana insanlar yalan söylüyormuş gibi geldiği için bana beğendiklerini söylediklerinde ya da güzel olmuş dediklerinde asla ama asla inanmıyorum. Sürekli acımasızca eleştirilmek istiyorum. Ve insanları bu acımasızlık raddesinde getirip söylettirdikten sonra da kırılıyorum. Yani insanlar işin ayrı bir boyutu. Onlar pasta dilimin küçük bir kısmını oluşturuyor aslında. Benim asıl derdim kendimle. Arkadaşımla birlikte yaptığımız bir podcast yayınımız var. Mesela ben artık ilk yayınladığımız kayıtları dinleyemiyorum. Oradaki kendime asla tahammülüm yok. Buraya yazıları nasıl gönderiyorum onu da bilmiyorum. Bu proje için en son yazdığımız anılardan belki bir kitabımız olabileceği yazıyordu. Bunu asla yapamam sanırım çünkü ilk yazılarımı okurken kusmak isteyebilirim. Sürekli düzenlemek isteyeceğim ve son düzenlediğime gelince sıra yeniden ilk düzenlediğime gelecek. Kendimi eleştirdiğim şekilde başkalarını eleştirseydim kimse yüzüme bakmazdı. Ben hala aynaya utanmadan bakabiliyorum. Kendi kalbimi en çok kendim kırıyorum aslında. Farkındayım da bu huyumun ama değiştiremiyorum. İşte değiştirebilseydim bu özelliğimi değiştirmek isterdim. Çünkü çok yorucu bir şey içindeki memnuniyetsiz insanı tatmin edebilmek.




DENGE VE SINIRLAR

-dalgın canbaz-


Kendimi bütün dünyayı dengelemesi gereken, hassas bir kantar gibi hissediyorum çoğu zaman. Her insan ilişkisi, her iletişim teraziye yeni bir ağırlık yüklüyor ve ben bu ağırlığı dengelemeye çalışıyorum sürekli ince ayarlar yaparak. İnsanları seviyorum, anlamaya çalışıyorum. Her insanın bir cevher olduğunu ve anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. İletişimde onları dinlemeye kendimi fazlasıyla verip, çoğu detayı hatırlıyorum daha sonra anlatılanlardan. İnsanları anlamak; benim için kendimi anlamak, dünyayı anlamak sanki. Ama konuşulanlar karşısında kendimi ifade etmek, düşüncelerimi rahatlıkla ortaya koymak, o kadar kolay eylemler değil benim için. İletişimde doğru davranmak, iyi bir insan olmak takıntısından, bazen kendimi çok baskıladığımı düşünüyorum. Eğer kendimce negatif bir eleştiri ya da eksik hissettiren bir cevap almışsam karşı taraftan, aşırı üzülüp, yoruluyorum ve uzun bir süre bunu beynimde evirip çeviriyorum. Etrafımdaki herkesin birbiriyle iyi geçinmesini istiyorum. Ortamın enerjisini ve ya kişilerin olaylar karşısındaki enerjisini fazlasıyla hissettiğimi düşünüyorum. Ortam gerginse, insanlar birbiriyle iyi geçinemiyorsa, durgun göle atılan bir taş gibi bütün bünyem dalgalanıyor. Özellikle annemdeki değişimleri çok fazla hissediyorum. Ondan kendime ve ya yaşanılan ortama gelen bir eleştiriyi çok fazla büyütüyor, önemsiyor ve toparlamaya çalışıyorum. Sürekli bir beğendirme çabası kendimi, önce anneme, sonra diğer insanlara, özellikle kadınlara. Bu insanları tanımaya çalışan hümanist tarafımın önüne çıkıyor, terkedilme şemam. Sanki iyi, örnek bir insan, arkadaş olmazsam yanımda olmayacakları hissi. Bu hissi ne kadar tanımlasam, hesaplaşsam, kendimi tanımladım artık böyle değilim desem de, hala yeterince net cevaplar veremiyorum. Ve net cevaplar veren insanları hem hayranlıkla izliyorum, hem de çok kaba ve aşırı olduklarını düşünüyorum. Ama kendi halimden de mutlu olamıyorum. İnsanları incelediğin kadar kendini incelesen, önüne baksan, kimseden etkilenmeden üretsen diyorum. Ha bir de şüpheciyim, sorgulayan bir beynim var. O yüzden emin olmadığım konularda yorumlar vermek kolay gelmiyor. Politika, sağlık gibi konularda pat diye konuşamıyorum, ama konuşulan konulara da anlayışlı cevaplar vermem, inanmadığım şeyleri bazen savunuyor gibi görünmemi sağlayabilir diye düşünüyorum. Bunun için daha çok okumalı, daha çok araştırmalıyım bilmediğim konuları sanırım. Sorgulamaya devam etmek güzel ama emin olduğum konularda, şu böyle, bu şöyle demeyi çok istiyorum. Ha bir de şu zihniyeti hiç bir zaman anlayamadım. Ben akıllıyım, diğer aptal çoğunluk diyen zihniyeti, ya da gereksiz olduğunu düşündükleri insanların, bu dünyada ortadan kalkması gerektiğini düşünenleri. İnandığım bir şey varsa bu dünyada herkesin yaşama hakkı olduğu ve bunun aptal, akıllı bölünmeleriyle bir yere varamayacağı, dünyayı değiştirmek için hepimizin eş sorumluluk alması gerekliliği.


Hayatın özü, denge ve sınırlar diyorum son dönemde. İnsan ilişkilerinin de, dünyanın da. Denge için baya çabalıyorum ama sınırlar konusunda öğrenmem gereken çok şey var gibi geliyor.



KENDİMİ YORDUM

-sehvenli-


Bir şeye yönelmeden önce zihnim anında devreye girer ve beni bir sürü kurgunun içine hapseder. Öyle ki o şeyi yapmaktan vazgeçerim. Kendi kendime engel olurum. Yaşamam gereken şeyi zihnimde yaşamış ve çoktan yorulmuşumdur. Çok basit bir şey de olabilir bu bazen ama fark etmez. Mesele zihnimin anında devreye girmesi ve beni yöneldiğim şeyden vazgeçirmesi. Neden böyle oluyor bilmiyorum. Acaba en başında niyetlendiğim şeye karşı aslında isteksiz ve samimi değil miyim? Bu yüzden de zihnime beni oyalaması için kendim mi müsaade ediyorum? Çünkü biliyorum ki bir şeyi gerçekten çok istersem bahaneler olumsuzdan olumluya doğru evrilir. Bu sefer aklımı bulandıran her şeyden anında yüz çevirir kurguyu tersine yorumlarım. Her eylem için güçlü istek ve arzular olması gerekmez. Kimi zaman sorumluluk devreye girer kimi zaman insanın ihtiyaçları. Hastalandığımda şifa niyetiyle acı ilacı yutmak zorundayım. Bu ilacı içmek için sevmeye ve ona karşı istek duymama gerek yoktur. İyileşmek için mecburum. Ruhumu beslemek için kitap okumak zorundayım. Bir şeyler öğrenmek için emek vermek zorundayım. ‘’Sıkıldım’’ diye bırakamam okumaları ve yeni şeyler araştırmayı. Böyle uyumsuz anlar yaşarım bazen. Bir hevesle başlar sonra tamamlayamam. Çok sinir bozucu oluyor. Sonra da kendimi sakinleştirmek için ne kadar gereksiz şey varsa onlarla vaktimi heba ederim.


Bir gün arkadaşım, halasının yaşadığı köye gitmek için benden ona eşlik etmemi istedi. Köy şehir merkezine çok fazla uzak sayılmaz ama -güvenlik açısından- geri dönüş için çok da geç kalmamak gerekiyor. Niyetimiz oturup sohbet etmek ve sonrasında geri dönmekti. Aile çok samimi, tatlı sohbetleri olan kişiler olunca biz de saati geciktirmişiz. Kalmamız konusunda çok ısrar ettiler. Ben ise eve gitmek istiyordum. Kendimi huzursuz hissettim ve arkadaşa ne olursa olsun gidelim dedim. Saatin çok geç olmasının bir önemi yok. Orada kalmak istemiyorum. Geçmiş zaman nasıl bahaneler uydurdum bilemiyorum ama sonunda oradan ayrılmıştık. Yollar çok karanlıktı. Arkadaşımın yanında çocukları da vardı üstelik. Sabah yola çıksak daha iyi olurdu. Neyse ki kazasız belasız eve vardık. İçimdeki sesin dediğini yapmıştım ama yine de huzursuzdum. Zihnim her türlü beni huzursuz etmeye meyilli olduğu için, tekrar kurguyu devreye soktu. ‘’Ya gece o yolda kaza yapsaydık! Ya çocuklara ya da arkadaşıma bir şey olsaydı…’’Bu olaydan sorumlu bendim, orada kalmamak için direttiğim için de suçluydum. Şükür ki sağ salim dönmüştük. Bazen böyle bencilce davranışlarım oluyor. Kendi isteğimden çok doğru davranış ne ise onu yapmalıydım. Hayat öyle her zaman bizim planladığımız gibi işlemiyor. Planlar bozulur, aksilikler olur. Hesaplamalar tutmaz. Bir şekilde mantıklı ve doğru düşünceyle buluşmalı ve ona göre davranmalı. Keşke diyorum; aklımı, zihnimi, duygularımı, düşüncelerimi iyi yönetebilseydim...


DEĞİŞİM

-coggywriter-


Ünlü filozof Herakletios demiş ki: "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”


Çoğu insan yapısal olarak doğaları gereği değişime kapalı olarak ilerlese de, yıllar geçtikçe isteyerek ya da istemeyerek değişime uğrarlar. Değişime açık olmak bireyi ileriye taşıyacak yegâne unsurlardan biridir.

İyi ya da kötü birçok kişisel özelliğimiz olduğunu biliyoruz. İyi özelliklerimiz sorulduğunda her zaman hepsini anlatırız; ama söz konusu kötü özelliklerimiz olduğunda; en az kötü olduğunu düşündüğümüz özelliğimizi en kötüsü buymuş gibi anlatırız. Sonra da, bu özelliğimi hiç beğenmiyorum deyip basite indirgeriz.


Genelde insanlar üzerinde kabul görülmüş kötü özellikler şunlardır:


* Bencillik

* Manipülasyon

* Etik ve ahlâk eksikliği

* Narsistlik

* Psikopatik Sapma

* Sadizm

* Sosyal ve maddi çıkarcılık

* Zalimlik


Genelde değiştirilmek istenilen özellikler hep kötü huylardır.


Aslında her birimiz bu sayılan kötü huylardan en az birine sahibiz. Bizler kendimizi farklı anlatmaya çalışsak da, illâki bir ucu bu özelliklere dokunmaktadır.


Örneğin: Çevremizde ya da dünyada yaşanan kötü olaylar karşısında empati kuramamak veya duyarsız kalmak çoğumuzun başına gelmiş bir olaydır. İşte bu empati yoksunluğu ve duyarsızlık aslında psikopatinin alt metnidir. Fakat birçoğumuz kendini bu şekilde adlandırmak istemez.


Gerçekten değişimi isteyen insan öncelikle değişimi kabul edip kendiyle yüzleşmelidir. Ne kadar uzun sürerse sürsün, bu yüzleşme içerisinde çaba sarf etmesi gerekir.


İçtenlikle söylemek isterim ki, benim narsist bir kişiliğim var. Bazen bunun farkına varıp kendimi geri çekiyorum. Hayatıma ve kendime verdiğim zararla yüzleşip destek almak istiyorum ve bu özelliğimi değiştirmek istiyorum.



BOŞLUK

-madame solo-


İçimin sıkıntısı. Durma isteğim. Öylece hiçbir şey yapmadan. O kadar zaman geçti ki.

Zaman. Nelerle doldurabilirdim oysa ki içimin zamanlarını. Ne çok okyanus görür, ne çok ormandan geçer, nice çiçeği koklardım.

İçim. Çok dolu. Çok boş.


İçimi doldursam ne varsa. Gözümün görebildiği, elimin uzanabildiği her şeye dokunsam. İstediğim her yerde dursam, istediğim her yerde koşsam. Dolu dolu, doya doya. Kimseye hesap vermeden, kendime bile. Soran olursa dursam kendimin arkasında dimdik. Durup kalmasam soruda, yanıt vermesem istemeden. Gerisinde durmasam kendimin. Bir kere de böyle olsa. Tek ve sadece kendim olsam. Bir an.


Güç. Bir şey hayal ettiğimde içimden dolup taşan, ama yeltendiğimde ayağımı tökezleten. Az önce buradaydı. Nereye kaybolur ki böyle? Bir türlü bulamıyorum ama henüz vücudum sıcak. Çok uzağa gitmiş olamaz.


Ve ben. Olmayanı arayan. Çok uzakta bir şey var sanıyorum. Elimi uzatıyorum ama çok bulanık, göremiyorum. Belki yakınıma baksam daha netleşecek görüntü. En iyisi ben bildiğim her şeye baştan başlayayım. Bir de böyle. Ne kadar zamanım var?


İNSAN İSTER

-mehmet can kaya-


Mutluluk arayışı, mutsuzluktan uzaklaşma çabası, bütün dini kitaplarda geçen “cennet”e ulaşma arzusu, acı çekmekten korkmak, ağlamaktan çekinmek, kahkahalar attığı zamanlara özlem duymak, geçmiş dediği hafızasında kazılı anı olarak adlandırdığı “şey”lere takılıp kalmak ve yine beş dakika sonrayı, 5 yıll sonrasını tahmin edebileceğine inanmak.


İşte insan budur.


Değişim ister, değiştirmek ister; bazen kendini, bazen dünyasını, bazen de bütün dünyayı. Çirkinden kaçar, güzele koşar; kötüden korkar, iyiye sarılır. Bilmez ki çirkin olmadan güzel, kötü olmadan iyi var olamaz. Mutlak huzuru arar, güvende olmak ister. İnsanlara bakar, kendinde yanlışı arar. Evliliğe sarılır, sonra da çocukta arar mutluluğu. Artık her şey rayına oturacak der. Artık gençliğimden beri yaşadığım bütün ızdıraplarım bitecek der. Halbuki kendini kandırır ve kandırdığını sonradan anlar. Boşanır, büyük sevinçler yaşar, kurtuldum der. Çocuğu büyür, aynı döngü devam eder.


Tatile çıkmak için can atar ama çalışmak denen kavramın içinde kaybolduğunun farkında bile olmaz.


İnsandır bu; ister. Hep bir fazlasını ister. Bahanesi de hazırdır; ya çocukları için yaşadığını savunur ya da dünya için çok anlamlı şeyler yaptığı için huzurludur.


İyi-kötü, güzel-çirkin, anlamlı-saçma...


Halbuki dünyanın, doğanın, hayvanların, gezegenlerin, galaksilerin umurunda değildir bu kavramlar.


İnsan kendi illüzyonunda yaşar, kendi dünyası vardır. Okuyarak, dinleyerek, izleyerek başka dünyaları da idrak eder. Kendini diğeriyle kıyaslayabilmektedir artık. Başkalarını görerek ya sevinir ya üzülür. Bilmez ki öteki olmadan kendi var olamaz, katliamlar olmadan dünya barışını savunamaz, hatalar olmadan ders çıkaramaz, acı olmadan huzuru arayamaz, ağlamadan gülemez. Bilmez ki her şey iç içedir, hayat denilen şey budur.


Kör olmadan anlayamaz bir akşamüstü boş boş bulutlara bakmanın güzelliğini, sağır olmadan fark edemez bir ağacın yapraklarının rüzgarda çıkardığı hışırtısının huzurunu, kaybetmeden anlayamaz güzel bir yemeğin kokusunu. İnsan budur. Kaybetmelidir, acı çekmelidir, ağlamalıdır ama sorgulamalıdır da, düşünmelidir hiç düşünmediği kadar, “amaan boşver, canımızı sıkmayalım” dememeli, tersine canını sıkmalıdır ki o can bir çıksın. Çıksın ki yaşadığını anlasın, hissettiğinin farkına varsın. İşte o zaman kucaklar bütün bu tanımladığı hisleri ; iyi-kötü, güzel-çirkin vb diye ayırt etmeden. Biri olmadan diğerinin var olmayacağını anlar.

SABRIN SONU SELAMET -Mİ ACABA?

-papatyalı bir deli-


Beklemeyi kimse sevmez. Özellikle de yürümeyi bile vakit kaybı gibi görüp metroların giriş çıkışlarına giden yolda bile yürüyen bantlarda yığılan insanlarla dolu olan günümüz toplumunda. “Hayat çok kısa.” lafını hepimiz duymuşuzdur. Aslında hayat kısa falan değil; aslında bu söz, sabretmeyi sevmeyenler ve istedikleri şeylerin gerçekleşmesi için bekleyemeyip hedefine kısa yoldan ulaştıktan sonra pişman olanların “amaaan üzülme, yaptın işte, oldu bitti; hayat çok kısa, üzülmene değmez” şeklinde kullandıkları bir söz öbeği. Nereden mi biliyorum? Sır tutabilir misiniz? Kafa salladığınızı görür gibiyim. O zaman söyleyeyim, KENDİMDEN!


Sabır kelimesinin sözlük anlamını açıklamakla başlayabiliriz. Türk Dil Kurumu’na göre “sabır” kavramı, “Olacak veya gelecek bir şeyi telaş göstermeden bekleme” ya da “Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç” olarak tanımlanıyor. Ancak bana sorarsanız sabır kavramı Türk Dil Kurumu’nun ikinci tanımından çok, ilk tanımıyla daha çok uyuşuyor ve esasen, asıl eksikliğini çektiğim şey de tam olarak bu. Evet toplumda aslında birçok insanın da muzdarip olduğu ve dert yandığı bir şeyden bahsediyorum: sabırsızlık.


Annem bana hamileyken, yıllardan 1999, sıcak bir yaz günü; sabah bir ağrıyla ve bir sıvıyla uyanmış. Daha sonra doktoruyla görüştüğünde hemen oraya -hastaneye- gelmesini söyleyince, apar topar hastaneye gitmişler babamla beraber. Sonradan anlaşılmış durum. Öyle sabırsız biriyim ki, doğmam gereken vakitten önce doğmuşum. Hatta, annemin karnında bulunduğum keseyi patlatmışım, annemi hastaneye zor yetiştirmişler. Anlayacağınız bendeki sabırsızlık sonradan kazandığım bir şey değil, doğuştan geliyor.


Çocukken suçiçeği oldum. Her zaman gittiğimiz top havuzuna gitmiştik, oyun oynayayım diye. Hıtır hıtır kaşındığımı anımsıyorum. Meğer suçiçeği olmuşum. Kaşıntıya karşı sabredebilmişim. Ama bilirsiniz suçiçeği geçeyazarken kabuk bağlar. Hah işte, ben de o kabuklara sabredememişim ve hepsini itinayla kaldırmışım. Şu anda dudağımın üstünde bir adet suçiçeği izinden daha estetik bir görüntüye dönüşmüş bir adet ben, alnımda ve burnumun üstünde de yara kabuklarını kopardığım için iz var. Aslına bakarsanız yüzümde iz var diye pek üzülmüyorum. Çünkü niye üzüleyim ki? Hayat bir şeylere üzülmek için çok kısa. Bakın gördünüz mü? Yeterli sabrı gösteremeyenler böyle sıyrılıveriyor işin içinden.


Hayat, bizim farklı zaman dilimlerinde farklı zorluklarla karşılaşmamızı sağlayarak bize çeşitli şeyler öğretir ve hatta bazen hatalarımızdan ders çıkartma imkânı bile sunar. Bazen hayatın bize vermek istediği mesajı tam olarak algılayıp harekete geçebilmemiz için sabretmemiz gerekir. Ne kadar bekleyeceğimiz -sabredeceğimiz- ise duruma ve olaya göre çeşitlilik gösterir: bazen çook uzun süre beklememiz gerekirken bazense eser miktarda beklememiz kâfi gelebilir. İşte bu durumlar için atalarımızın söylediği ve hepinizin duyduğunu ve hatta kullandığını varsaydığım bir söz vardır: “sabrın sonu selamettir”.


Geçirdiğimiz pandemi süreci belirsizliklerle dolu bir süreç ve hepimizin bazı şeyleri gerçekleştirebilmesi için sabretmesi gerekti ya da hiç olmazsa pandeminin bitmesi için sabrettik ve halen de sabrediyoruz. Sabretmeyi zaten sevmeyen ben, bu dönemde iyice sabırsız biri oldum çıktım. Eskiden yapabildiklerimizi yapamadığımız için, arkadaşlarıma, sevdiklerime sarılamadığım için, yaşlandıklarından dolayı kaybetmekten korktuğum aile büyüklerimizi gönül rahatlığıyla ve diken üstünde olmadan “aman virüs var bende varsa bulaşmasın” diye düşünmeden ziyaret edemediğim için… Sabrettik ve etmeye devam ediyoruz. Kimimiz bu sürecin fazlaca belirsizlik ihtiva etmesinden dolayı yıldık, depresyona girdik; kimimiz ise -bilmiyorum bunu ne kadar tam olarak yapabilen var- bu süreci bir fırsat bilip kendini çok iyi geliştirdi.


Bizi hep düşündüren ve tarihteki örneklerini okuyunca içimizi rahatlatan şey, tarih boyunca insanoğlu çeşitli salgınlara maruz kalmış ve her salgın eninde sonunda son bulmuş. İşte bu 1,5 hatta belki de 2 senedir süregelen belirsizlik dolu süreçte sabretmeyi öğrenebilenlerin dayanak noktası da bu olmuştu. Kendime gelecek olursam, ne yazık ki ben bu süreçte sabretmeyi pek öğrenemedim ve bir noktadan sonra evde kendimi yiyip durdum.


Peki ya siz? Sabretmeyi öğrenebildiniz mi? Sabrın sonu gerçekten selamet mi?




DENEMİŞ OLMAK

-topaz-


“Hayatınızda riskler alın. Eğer kazanırsanız, liderlik edersiniz. Eğer kaybederseniz, rehberlik edersiniz.” demiş Vivekananda.


Ben önemli dönemeçlerde risk alamayan cesaretsizliğimi açık denizlere bırakmak isterdim. Çünkü “başıma aman ha bir şey gelmesin” diye olası tüm kötü ihtimallerden kaçmışken, bir gün bir bakıyorsun hiç kötü bir şey olmamış ama başka da hiçbir şey olmamış.


Lider olmak gibi heveslerim olmadı hiç ama yalan yok, korkaklığımdan hiç benim olamayan tecrübelerle ve hatalarla rehberliğe soyunduğum olmuştur.


Bir süredir kendimi bu konuda çokça eleştirip duruyorum ama fark ettim ki bu eleştirileri bile yine kendi korunaklı mağaramda yapıyorum.


Az şey mi şu üç günlük dünyada, bu manasız uzay boşluğunda “denemiş olmak”.

Şöyle bir cesaretsizlikten bahsediyorum; yaptığım mesleği, çalıştığım şehirleri, oturduğum evleri bile seçmedim, çünkü rastgele olursa suç bende olmayacaktı. Kime ya da hangi etkiye karşı idi bu tepkim bilemiyorum, suçlayan ya da yargılayan insanlar da olmadı etrafımda. Bir korku, bir bulut hep gezdi benimle, her gün, her dakika, her şehre, her odaya…


Şimdi canım dediğim dostlarım gelip benimle arkadaş oldu mesela, hayatıma giren insanlar beni seçti, platonik aşık bile olmadım kimseye, kendi kendime, kimsenin bilemeyeceği yerlerde ta kalbimin aklımın içinde bile risk almadım. Benim kendimi yargılayan ve sonra hep kıyamayıp, üzülüp hak veren heyecanlı, hevesli iç sesim hep onayladı beni sonunda. “Aman boş ver, böyle de iyi işte.” dedi.


Başkalarının tecrübelerini koydum heybeme, deneyenlerin mutluluklarını, tabii üzüntülerini de, kazandıklarını ve tabii kaybettiklerini de. Heybem doldu taştı belki ama başkalarının yaşanmışlıkları idi.


“En çok pişman olduğum şey; pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır.”


William Shakespeare


İsterdim üniversitede okurken daha çok istediğimi düşündüğüm bir bölüme geçiş yapmayı, şöyle alıcı gözüyle bakıp beni istesin ya da istemesin birine deli gibi aşık olmayı, bir tiyatro oyunun seçmelerine girebilmeyi, bir kompozisyon yarışmasına katılmayı, denemeyi isterdim, hayatı denemeyi…


Günün sonunda “istesen yapabilirsin, biliyorum ama böyle de iyi.” diyebilmenin getirdiği güvenli limana sığındım hep. Belki yapamayacağımı biliyordum, belki de yapsam da mutlu etmeyeceğini.


Geçmişte giremediğim kapıların arkasını göremedim belki ama hayat dediğin yeni yeni kapılar değil mi? Bir sürü evet, hayır, bir sürü mavi, pembe belki sarı, hepsi kapı, hepsi kapı…


Bir Amok koşucusu gibi bağıra bağıra koşmak istiyorum şimdilerde , “Ben artık şarkı söylemek istiyorum“ diye diye…

DEĞİŞİM DİRENCİ

seyyan uslu


Değişim zordur. Değişime tabi olan her bir şey direnç gösterir. En başta zaman en büyük direnci gösterir. Zor olsa da imkânsız değildir. Başkasını değiştirmektense insanın kendini değiştirmesi daha kolaydır. Değişim için güç gereklidir. Dışarıdan gözlemlediğimizde yanlışları doğruları görürüz. Eleştirir değiştirmek isteriz. Dışarıyı görmek kolaydır ama değiştirmek zor. Tam aksine bakışımızı kendi içimize yöneltince de görmek zor, değiştirmekse dışarıya göre bir nebze daha kolaydır.


Değişim bilinçli bir eylemdir. Hele ahlak ve huy konusunda değişim tam bir bilinçlilik halini gerektirir.


Bazen insanlar sadece değişim için yaşarlar. Evlerini, arabalarını, mobilyalarını değiştirmek için aylarca yıllarca çalışırlar. Bazen de üzüntülerini mutluluğa değiştirmek için çabalarlar.


Ben de bu değişim çabası içindeyim. Ama değişim zor olduğu gibi çok yavaş oluyor. Birden değişim mümkün olsaydı değiştirmek istediğim çok şey olurdu. Çoğu zaman yapacağım işleri ertelerim, zamanı iyi kullanamam. İlk olarak bu özelliğimi değiştirmek isterdim. İzlemek istediğim filmleri izlemeyi, yarım bırakıp tamamlamak istediğim kitapları ertelemeyip okumayı ve yazmak istediğim öykümü ertelemeyip yazmayı isterdim. Şimdi yapamadığım yüksek lisansımı ertelememek isterdim. Aslına bakarsak pişman olmamayı ve keşke dememeyi istiyorum galiba.


Daha da sonra yerli yersiz öfkemi yenmek isterdim. Aynı şekilde üzüntülerimi gidermeyi, sevgimi çoğaltmayı isterdim. Belki de bunların kaynağına gider çocukluğumda yaşadığım kötü şeyleri değiştirirdim. Belki doğduğum yeri, bulunduğum zamanı ve kültürü değiştirirdim. Hâsılı kendimle ilgili sevmediğim her şeyi değiştirirdim.




DEĞİŞMEK

-ayşe menekşe-


Bu haftaki konumuzun ‘’değiştirmek istediğiniz bir özelliğiniz’’ olduğunu okuduğumda acaba ‘’hangisinden başlasam’’dan ‘’ o kadar mı çokmuş ya!’’ şaşkınlığıma geçişimi yazmak istedim. Hem ülkece hem dünyaca hem de kendimizce son bir buçuk yıldır inanılmaz bir değişim içindeyiz. Ülke ve dünya gündemi virüs kaynaklı ekonomik ve sosyal değişimdeyken bireysel olarak bizim de gündemimiz oldu. Kendimize kaldık. Bazen de içimize sıkıştık. Evde olma zorunluluğumuz, çıksak virüsle karşılaşma riskimiz, çıkmasak 7/24 evde vakit geçirmeyi bilmeyişimiz. Nereden baksak bizi zorlayan bir buçuk yıl.


Kendime dönüp ben de kimmişim dediğim zamanların çokluğu - tabi eğer sağlığımızla sınanmadığımız zamanlardan bahsediyorum ki iki kere sınandım; ilkinde virüsle tanıştım, ikincisinde ise sonucunu kestiremediğim birinci doz aşıydı – beni epey zorladı.

İnsanlara ve olaylara bakış açım kaynaklı, eylemlerimin çoğunlukla onların mutluluğu üzerine olduğunu fark ettim. İlk olarak bunu değiştirmek isterim. Çünkü böylesi cidden ruhsal yaraların açılışında bir numara. Düşünsenize herhangi bir şey yapacaksınız ve yanınızdakiler hoşlanmayacak diye yapmıyorsunuz. Yani dışa bağımlısınız, nedeni her ne olursa olsun.


Bir örnek vermek isterim. Virüsle karşılaştığımda prosedür gereği karantinaya alındım. Evde yalnızdım. Kendime yemek yapmalı, iyi bakmalıydım. Gelin görün ki çarşıdan malzeme gelmesi gerekti ve ne getirelim dediklerindeki cevapsız kalma halimi hala hüzünle anarım. Yirmi yıldır anneyim ve tüm öğünleri hatta tüm yaşantımı ev halkının istek ve ihtiyaçlarına göre yapıyormuşum. Çarşıdan gelecek malzemeler için bir liste yapmak biraz zamanımı alsa da farkındalığımı arttırdı. Ama sonra öğrendim.

Kendimle bir aradayken sevdiğim müzikleri, yemekleri, içecekleri yeniden keşfettim. İlk ve öncelikli değişmesi gereken bu işte. Kendime, önem sırasında birinciliği vermek. Zamanla yerleşti hayatıma, daha da uzun yolum var, biliyorum. Ve bu yolda yürümenin keyfini çıkarmaya çalışıyorum.


Bu yolda yürümek öyle kolay değil benim için. Dile kolay bir kırk üç yılım var geride bıraktığım. Ama olacak mı? Evet. Olmalı mı? Kesinlikle. İnsanın kendiyle bir arada olmayı öğrenmesi ve bunu uygulamayı başarması ilk yapılacak işlem. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Kendimizle bir olduğumuz zamanlara...


DEĞİŞİM ŞART

-msy-


Hayatın acımasız bir yer olduğunu küçükken anlamıştım. Annem derdi ki “sen doğduğundan beri hep içli bir insan oldun, hep duygularıyla hareket eden sonrasında mantığına izin vermediğin için üzülen taraf oldun.” Bu doğruydu, doğduğumdan beri duygularımla hareket ederdim. Sonra insanlar çıktı karşıma. İyi niyetimi saflık, desteğimi fesatlık olarak gördüler. Yine de vazgeçmedim, yine karşıma çıkan her insanda kaybettiğim güveni aradım. Tam bu sefer oldu derken daha hızlı çakıldım yere. Tam sıkı sıkı bağlanacakken kocaman bir duvara tosladım. Değiştim mi? Hayır. Hala güveniyorum, hala iyi niyet arıyorum ve hala bir insanın bir insanı koşulsuz sevebileceğine inanıyorum. Evet evet, değiştirmek istediğim özelliğim şu; “insanlar için fazla beklentiye girmek.” Ben sanıyorum ki, biri için fedakarlıkta bulunuyorsam, o da benim için fedakarlıkta bulunur. Bu böyle değil midir? Mesela, bir çiçek alırsınız, onun açmasını, bakınca gözünüze hoş gelmesini istersiniz. Bir beklentiye girersiniz. Çiçek ise bunu sizden su, sevgi, yeterli ışık almadan yapmaz. Çünkü çiçek açması için bakıma ihtiyacı vardır. Siz ona güzel bakarsanız o da size güzel çiçek verir. Bu her canlı için böyledir. Fakat insanlar için bu durum genelde böyle değildir. Evet karşılıksız hiçbir şey olmuyor bu doğru ama karşılık beklerken iyi niyetle beklemek kısmı görmezden geliniyor. Bunu bir türlü kabullenemiyorum. Halbuki kimse için beklentiye girmeyip, çok fedakarlıkta bulunmasam çok daha mutlu olabilirim. En azından hayal kırıklığına uğramam. Bunu zamanla aşacağıma dair inancım tam. Aşana kadar ne kadar eksilirim bilmiyorum, bildiğim tek şey her hayal kırıklığımdan sonra kendime geldiğimde eski benden daha yorgun olmam. İnsanlardan beklentiyi azaltmak dertleri azaltmak olduğunu bildiğim halde, hala birileri için bir şeyler beklemek kulağa ne kadar saçma gelse dahi bu durumdan kurtulamıyorum. Sanırım şuan için bulduğum çözümlerden en doğrusu; hayatıma insan almamak. Bu sayede kimse için beklentiye girmemiş olurum. Bu fikri sevdim. Umarım değiştirmek istediğim diğer özelliğim “hayatıma hiç insan almamak” olmaz, bunu da zamanla göreceğiz. Herkesi hayatımın merkezine koyarsam kalbimin kırılması için de o kadar sebebim olur. Bu felsefeyle hareket edersem, daha genç kalacağım kesin…




SINIRSIZ

-matruşka-


İnsanlara sınır koyamıyorum. Hayatıma karışıp, ne yapacağıma karar verip çekip gidiyorlar. Nihayetinde o kararların sonuçlarıyla baş başa kalan ben oluyorum. Sonrası kendime öfke, özgüvenim yerlerde… Bu özellikle anneliğimde oluyor. (İş hayatımda tavsiyeleri alır, uymayanı yapmam.) Bunun sebebini çok aradım. Aceleciliğim, düşünmeden hareket edişim, annemden bir karakter mirası olarak kararsızlığım… Bu sonuçlara ulaştım ama ne kadar düzeltmeye çalışırsam o derece elime yüzüme bulaştırıyorum. Bir başka sebep de toksik insanlardan oluşan bir yakın çevrenin içinde yaşıyor olmam. Sürekli eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen esasında hayatlarında fazla da bir şey yapmamış bir yakın çevre… Onlarla başa çıkmak için sınır koymam gerektiğini biliyorum ama aynı zamanda onlar olduğu için özgüvenimi toparlayamıyorum. Bir çeşit kısır döngünün içinde debeleniyorum. Nerden başlayacağımı bilmiyorum.




ree

Beraber Kitap Yazalım projesi sürecinin bu altıncı bölümünde epey gururlu hissettim kendimi. Yazarlardan San, "Kaç kişinin yaşadığı somut ve özel bir kayıptan bahsedebilecek cesareti göstereceğini merak ediyorum. Ben maalesef onlardan biri olmayacağım." diye başlamış yazısına. Oysa birçok yazar, yazıya dökmesi hiç de kolay olmayan kayıplarından açıklıkla ve dürüstlükle bahsettiler. Toprağa gömdükleri babalarından bahsettiler; çok sevdikleri halde ölümünü tuhaf bir kayıtsızlıkla karşıladıkları anneannelerinden; kanser yüzünden kaybettikleri memelerinin izini bir savaş yarası gibi taşımaktan bahsettiler, giden kuzenlerinin ardında kalan çocuklarından bahsettiler, kaybedilen “kızlıklarından” sonra oluşan kadınlıklarından bahsettiler, Kaybettikleri benliklerinden, hırslarından, yaşam sevinçlerinden bahsettiler, maddi dünyanın ötesinde, sonsuz ölümden yani manevi yok oluşlardan bahsettiler.


Benim için okuması, yorumlaması ve düzenlemesi zor, hüzünlü, ama bir o kadar da coşkulu bir süreç oldu. Üstelik ne yalan söyleyeyim, birçoğuna dokunmak, değiştirmek içimden gelmedi.


Aferin çocuklar, böyle devam.




HAFTANIN YAZILARI

  • Dayım ve Ben – Huzursuz Beyin

  • Tüm Kalbimle - Nehir Niş

  • Kayıp Mı? - Tuğçe

  • Elif - Yorgun Kafa Olmayan Kalp

  • Gidenlerin Getirdikleri – Rojda Aksoy

  • Kaybedince Anlarsın - Başka Bir Dünyadaki

  • Bir Zeytin Attım Ağzıma – Edward Bloom

  • Biz Bir Rüyayız – Ayşe Çetinkaya

  • Bir Anıdır Geride Kalan - Hayat Yeniden

  • Bulmadan Kaybettiğimizi Anlayamayız - Mehmet Can Kaya

  • Hayattayken Kaybetmek - Mutlu

  • Mermer Fil - Topaz

  • Bir Şarkı, Bir Soru ve O Yaz - Gorila Voladora

  • İlk Vahiy - Karahindiba

  • Yıldız Tozları - Papatyalı Bir Deli

  • Disiplin - Herzi

  • Rapunzel'in Kaçışı - Dalgın Canbaz

  • Kalanlar - Canderel

  • Bir Kaybın Varlık Sancısı – Saturnuslog

  • Tek Gerçek – Ayşe Menekşe

  • Pek Sevgili Umudum - Gökçin

  • Kayıp - Msy

  • Kaybolanı Bulursun, Özlediğine Kavuşursun - Sehvenli

  • Motivasyon Kaynağım Ne – San

  • Kendini Doğuran İnsan - Clementine





DAYIM VE BEN

-huzursuz beyin-


Çocukken hayranı olduğunuz kişinin büyüdüğünüzde hayallerinizi yıkmaması ne büyük bir lütuf.


Ona bakmak için başımı kaldırdığımda gittikçe uzardı dayımın boyu. Beni kollarına aldığında hemen büyümek, dayım gibi komik ve bilgili olmak, dünyaya tepeden bakmak isterdim. Uzadım da.


Ama gördüklerimden hoşlanmadım.


Tam bir Fenerbahçe misyoneriydi. Sülalenin bütün çocuklarını Fenerli yapmak için uğraşırdı. İlk Fenerbahçe maçına onunla gittim. Hayatımın çoğu gününde bana acı çektirse de Fenerli olmak hiç zor olmadı. Hayatımdaki tek mutluluk gözyaşlarını da Fenerbahçe sayesinde döktüm.


Dinibütün anneannemin evin tek odasındaki duvara asılı seccadenin ardındaki posterden haberi var mıydı bilmiyorum ama demir kitaplığın içinde gizlenen erotik dergilerden haberdardı. Çünkü iki boyutlu bir solucana benzeyen sıska ben, sadece dayımın dergilerine bakarken hayretten ağzımı o kadar çok açıyor ve o büyük lokmaları kabul ediyordum. Sanırım değil bamya, canlı fare bile yiyebilirdim o sıralar.


Yaklaşık otuz beş sene önce ayrıldı anneanne evinden. Otuz beş senedir özleriz onu. “Dayınlar da gelecek” bir mutluluk cümlesiydi her zaman.


Dayımın ağzından nahoş kelimeler nadir çıkardı ama geniş bir edepsiz fıkralar repertuarı vardı. Baş konuk olarak katıldığı aile buluşmalarında her an masadan kovulacağım endişesiyle ama büyük bir hazla dinlerdim bu fıkraları. Hemen ertesi gün arkadaşlarıma anlatır, bu sayede ben de bir süreliğine dayım gibi komik olurdum.


Bu duyguyu hep sevdim.


Yaşadığı gibi hızlı hızlı kullandığı şeker kokulu Toyota’sında dinledim ilk yabancı şarkılarımı. Bir keresinde “Bak” dedi gülümseyerek, “Bu şarkıyı ezberleyecek kadar İngilizce var sende.” Şaşırdım çünkü İngilizcem yoktu. Oysa The Champs’ın şarkısının tek sözü “tekila”ydı.


Dün film izlerken karşıma çıktı bu şarkı. Sözlerini hatırladım, gülümsedim.


Sevgili dayım,


Çocukken hayran olduğun kişiye büyüdüğünde hala hayran kalabilmek ne büyük bir lütufmuş, sayende öğrendim.


Bazen duyuyorum, dizim boyunda çocuklar gelip ne kadar komik ve bilgili olduğumu söylüyorlar bana. Hayran hayran izliyorlar beni.


Bazen kendimi onların yerine koyuyor ve karşımda seni görüyorum.


Ama dayı, zaman ilerliyor, hayat bitiyor ve ben hala insanları senin yaptığın gibi kırmadan sevemiyorum.


Dünyaya ve hayatıma kattığın bütün güzellikler için teşekkür ederim.



TÜM KALBİMLE

-nehir niş-


Üniversiteyi kazandığım şehirdeyim. Valizimi otogara bırakıp kalacak yer için özel yurt ayarlamaya gidiyorum. Bir yandan tanıdıklar da arıyor. Çeşitli telefon numaraları veriyorlar. Günün sonunda hepsini arıyorum. Sadece birisi açıyor telefonunu. Sonra gelip beni olduğum yerden siz alıyorsunuz. Ben düzgün bir yurt bulana kadar, sizde kalabileceğim üzerine anlaşıyoruz. Bir hafta geçmeden bizimle kalmak ister misin? Biz seni çok sevdik diyorsunuz. Zaten bir odanız boş. Böyle başlıyor arkadaşlığımız. Toplam üç kız kalıyoruz evde. Hepimiz yarım günlük işlerde çalışıyoruz. Okul, iş ve dersler arasında örülen güzel bir dostluğumuzda ilerliyor. Seninle daha sıkı fıkıyız. Belki ikimiz aynı bölümü okuduğumuzdan. Gelişen siyasi gündemi, kültürel meseleleri, edebiyatı, aydın olmanın ne demek olduğunu tartışıyoruz durmadan. Çeşitli dergiler alıp okuyoruz. Bazen diğer ev arkadaşımız kendini dışlanmış hissetmesin diye makyaj ve saç ürünleri üzerine de sohbet ediyoruz. Uzun süre bulutların üzerinde yürüyoruz böyle. Sonra erkek arkadaşım geliyor yanıma. Bir süre bizde kalacak. Sen de çok iyi anlaşıyorsun onunla. İkiniz aynı dilin çocuklarısınız. Kendi dilinizde sohbet ediyorsunuz çoğu zaman.


O gidince bana tavırların değişiyor. Aramızda sebebini bilmediğim bir uçurum açılıyor.


Sömestr tatilinde her gün erkek arkadaşımı aradığını ve buluştuğunuzu öğreniyorum. Seni arıyorum. Konuşuyoruz. Dilim söylemeye varmadığı gibi böylesi bir şeyi konduramıyorum bile. İmkanı yok öyle bir şey olamaz! Sana bunu yakıştıranlara da tepki gösteriyorum.


Erkek arkadaşımı arıyorum yüz yüze konuşalım diye. Geliyor konuşuyoruz. Senin onu rahatsız ettiğini falan söylüyor. Eve dönüyorum seninle konuşmak için. Öfkeliyim çok öfkeli, evde yoksun. Eşyalarını alıp evi terk etmişsin. Sana upuzun bir mektup yazıp, arkadaşlarla ulaştırıyorum. Şoktayım, üzgünüm ve şaşkınım. Erkek arkadaşımla ilişkimiz sürüyor. Seninle bağımız dostluğumuz bitiyor. Onu çeşitli numaralardan aramaya devam ediyorsun bir süre. Aradan yıllar geçiyor. Bir kadın konferansında karşılaşıyoruz. Benimle konuşmak ve özür dilemek isteğini bildiriyorsun, ortak bir tanıdığımızla. O zaman ne çok üzüldüğümü ve üzüntümden ne kadar çok kilo verdiğimi bilmiyorsun. Nasıl olur, biz birbirimize her şeyimizi anlatıyorduk diyorum kendi kendime.


İkinci karşılaşmamızda bu sefer kendin geldin. Ben bir cahillik ettim. Seni kırdım. Beni affetmeni istiyorum dedin. Ben öyle inatçıydım ki küstüğüm insanla kolay barışmıyordum. Hayır seni affedemem. Beni ne kadar çok kırdığını bilmiyorsun dedim. O zaman bile konuşup çözebilirdik. Çünkü o kadar çok paylaşmışlığımız vardı ki...


Sırtımı dönüp gittim.


Bir kaç ay sonra ölüm haberinle donup kaldım. Ailene bıraktığın mektup onlara varmamış bile. Mektubunda; “Ben istiyorum ki bütün insanlar özgür ve eşit bir şekilde yaşasın. Hiç kimse bir lokma ekmek, başını sokacak bir ev için ömrü boyunca sömürülmesin. Bunların olabilmesi içinde savaşmak ve mücadele etmek gerekiyor. Savaş bitince geri geleceğim.” diye yazıyorsun. İki ülkenin sınırında aslında ne taraftan geldiği belli olan bir mermiyle başından vuruluyorsun.


Cenazene katılıyorum. Seni affetmediğim için öyle kızgınım ki kendime. Dilim varmıyor.


Bütün kalbimle affediyorum seni. Genç, toy ve cahildik. Elbette hatalar yapıyoruz ve yapacağız da. Senden sonra bir daha kimseyle küs kalmıyorum. Konuşulacak ne varsa konuşup hallediyorum artık.


KAYIP MI?

-tuğçe-


Kayıp dediler ismine, son nefesini verdiğinde babam. Ben de inandım

aslında ilk başta. Kayboldu sandım. Bir daha sesini duymak mümkün

olmayacaktı mesela. Bir daha beni koruduğunu hissedemeyecektim. Bir

daha o gülümsediğinde aldığım sıcaklık benimle olmayacaktı. Siz

insanlar böyle söylediniz. Böyle anlattınız bana ölümü.


Hepiniz son derece yanılıyorsunuz. Ben o öldüğünde buldum babamı.

Bir insanın, ne diğer insanlardan ne de doğadan ayrı olmadığını

öğrendim. Doğada hiçbir şeyin asla kaybolmadığını anladım. Mümkün

değil kaybetmek. O yüzden, bugün, bir kaybımı değil, kaybettiğimi

sandığım şeyi anlatacağım.


Her şey bir rüzgarla başladı. Düşmek üzere olduğum bir uçurumdan beni

resmen çekip kurtaran bir rüzgar. Babamın yanındaki küçük kız

olsaydım, babamın elleri olacaktı aynı görevi yapan.


Sonra denizin sesini duymaya başladım. Dalgaların, köpüklerin sesini,

kuşların sesini. Babamın mezarının yanı başında büyüyen ağaç babam

değilse neydi ? Doğa kaç tane babaya sahipti ? Kuşaklarca dedelerim

ninelerim değilse neydi her gün beni besleyen besinin toprağı?

Sonra onun sesini duymaya başladım ağaçların hışırtısında. Aynı

zamanda dünyaya gelen bir kedinin ziyaretiyle; göz göze geldik.


Fırtınanın içinde, onun gücüyle karşılaştım. Ne kadar şahaneydi şimdi

babam. Oysa hayatta iken sadece hasta ve çelimsizdi. Şimdi yuvasına

dönmüş ve şanını tekrar kazanmıştı o asker. Huzurlu, bir o kadar kuvvetli

ve merhametli. Baktıkça, duydukça hayran kaldım her gün.


Kayıp mı ? Hiçbir şey kaybolmaz doğada. Sadece görünenin

ötesindekini görebilmeni, dinlerken başka bir kulakla daha duyabilmeni, farklı bir gözle

okuyabilmeni ister senden. Babanın gözeten bir gözü gider, yerine başka

bir göz gelir. Hiçbir şey kaybolmaz doğada.



ELİF

-yorgunkafaolmayankalp-


On dört yaşındayım; ailemin sevgisizliği ve benim de ergenliğimle evden kaçıp , tecavüze uğrayıp son durak olarak getirildiğim yetiştirme yurdundayım. Üç odalı bir grupta kalıyorum. Toplam sekiz kişiyiz. Ailen oluyor bir süre sonra o sekiz kişi.


O sekiz kişiden biri de Elif'ti. On dört yaşındaydı Elif; idrar kaçırma, ilaç içmeme gibi sıkıntıları vardı, bir yandan da zihinsel engelliydi. Yardımcı olmak için bazen kızarak bazen tatlı dille ikna ederdik onu. İki üç gündür yemesi içmesi azalmıştı Elif'in. Onun yemedikleri bize pay edilirdi. Biz de bu işe sevinmiştik, daha fazla yiyebiliyoruz diye kimsenin dikkatini çekmemişti bu durum.


Bir gece gene altına işemişti Elif, üstünü giydirmek için beni görevlendirdiler. Başkasının dolabındaki kıyafetleri giymek isteyince kızdım tabi; küfür etti, ben de ona ettim. Kendimi savunmak zorundaydım.

Işığı kapatıp odadan çıkarken, Elif hiç kavga etmemişiz gibi; "dedem gelecek benim görürsünüz," dedi. "Gelir gelir daha çok beklersin" deyip çıktım.


O gece yarısı sarsılarak uyandım "kalk, Elif öldü" seslenmesiyle. O sıra inanmadım. Hatta dalga geçtim. On dört yaşındaydı nasıl ölebilirdi ki. Hem benim tanıdığım kimse daha ölmemişti. İmkansız deyip bütün gece dalgaya vurdum. Ertesi sabah hiçbir şey açıklanmadı; "kimseye bahsetmek yok" dendi. Kahvaltıda helvanın da olduğunun farkında değildim tabii, yıllar sonra aklıma geldi. Çok üzücüydü aynı evde yaşadığın insanın ertesi gün olmaması. Daha on dört yaşında... Günlerce odasına girilmedi. Geceleri o odadan ses geldiği anlatılıp durdu. Beni en çok üzen ailesini göremeden ölmesi oldu galiba. Bakamayacağınız çocukları yapıp onları bırakmak anne babalık mı?


Her zaman kalbimdesin Elif , her duamdasın, seni hala unutmadım.


GİDENLERİN GETİRDİKLERİ

-rojda aksoy-


Her şeyin başı gerçekten de sağlık. Bunu krem rengi, eskimiş, yer yer dökülmüş deri tekli koltuklarda dört beş saat otururken tekrar tekrar zihnimden geçiriyordum. Şimdi bunları yazarken bile yan yana yirmi koltuğun sıralandığı kemoterapi odasındaki serinliği tenimde hissediyorum ve ilaçların iç içe geçmiş kokularını duyuyorum tekrar. Henüz yirmili yaşlarımın sonunda olmam ve ailemde de meme kanseri öyküsü bulunmaması nedeniyle olsa gerek, sağ mememdeki kitle ile üç yıl yaşadım ve ağrılar başlayana kadar da doktora gitmedim. Muayene için gittiğim doktor ultrason çekip ‘’zararsız bir kitle’’ dediğinde rahatlamıştım ama dokuz ay sonra tekrar kontrole gittiğimde üçüncü evrenin sonuna doğru gelmiş kanser teşhisini duyunca gözlerimden yaşlar pıt pıt ip gibi akmaya başladı.


Her duruma uyum sağlayan bünyemden olsa gerek süreci olduğu gibi kabullenmem zor olmadı. Uzun ve yorucu bir tedaviden sonra sıra ameliyata geldi. O noktada bir tercih yapmam gerekiyordu; acısıyla, tatlısıyla o güne kadar bazen utarak bazen de gururla taşıdığım memelerimden birine elveda diyecek ya da meme protezi ile hayatıma devam edecektim.


Savaştan kalan bir yara ile yaşamayı tercih ettim çünkü aradan zaman geçse de verdiğim mücadeleyi bana hatırlatacak somut bir şeye ihtiyacım vardı. Bedenimin yeni haliyle yaşamak elbette başlarda zordu ama şimdi biraz daha alıştım. Daha zor olan ‘’ya tekrarlarsa’’ düşünceleri ve ilaçların sinir bozucu yan etkilerine de hala alışmaya çalışıyorum.


Kaybedene kadar değerini pek bilemediğim sağlığıma ara ara ağıtlar yakıyorum ama bir yandan da bu mücadelenin bana kattıklarını kucaklayarak teselli buluyorum. Bazen sessiz bir zaman dilimi yaratıp her hafta yan koltuklarda benle beraber kemoterapi alan insanların hikayelerini ve yüzlerindeki ifadeleri hatırlatıyorum kendime. Herkesin kayıplarla baş etme yönteminin ne kadar farklı olduğunu, zamanın ve koşulların bizi nasıl da farklı yerlere savurabileceğini anımsamak hayatla baş etmemi kolaylaştırıyor bazen. Vaktimin, enerjimin, yaşamımın sınırlarını görüp usul usul yürüyorum. Bir şeylerle kavga edip boş yere vakit harcamaktansa anlamaya ve mümkünse değiştirmeye çabalayarak gelecekteki kayıpların yas sürecine hazırlıyorum kendimi.




KAYBEDİNCE ANLARSIN

-bir başka dünyadaki-


Kayıp denilince hep somut bir şey olması gerekiyor gibi geliyordu bana. Çocukluğumdan beri tembih edilen şeyler hep kayıpla ilgiliydi. Paranı kaybetme kızım, iyi mukayyet ol. Silgini kalemini okulda kaybedip gelme sakın. Spor ayakkabına iyi bak, unutup gelme eve. Okuldan çıkınca oyalanma zaman kaybetme. Çorabın teki, eşofmanın üstü… Kendi harçlığım bile kaybederim diye başkasına emanet edilirdi kimi zaman. Bunlarla birlikte ailemin ve mahallenin, kız çocukları üzerindeki en büyük kayıp baskısı kızlıkla ilgiliydi. Kızlığını kaybetme, kaybedersen eğer seni kimse almaz. “Kızlık.” Bunu ilk ne zaman duydum hatırlamıyorum ama uzun bir süre bu tembih görünümlü baskıyla bir bağ kuramadım. Nedir kızlık ve o neden kaybedilme tehlikesi taşıyordu diye düşünürdüm. Hiç görmediğim, anlamadığım bir şeyi nasıl kaybedebilirdim? Ayrıca beni kim alacak, ben bir eşya değilim ki. Hem onu koruma iradesi sadece bana ait olduğuna göre o benimdi. Buna rağmen benim dışımdaki herkes onun üzerinde göz ve söz sahibiydi. Bu çok saçmaydı, saçma ama burnumun dibinde duran bir gerçek. Bu gerçek yasaklanmış hisler listesini de beraberinde getiriyordu. Kimseyi sevemezdim. Sevsem bile suçluluk hissi ile birlikte sevebilirdim. Sevgi ve kaybetme korkusu el ele tutuşmuştu. Kızlığı kaybetme korkusunun açtığı derin bir kaybetme korkusu yerleşmişti artık ruhumda. Sevdiğimi sevildiğimi hissettiğim an kaybetme korkum nüksediyordu. Kendi bedenime git gide yabancılaşmaya başlamıştım. Bu korku yüzünden önce duygularımı sonra bedenimi kısıtlamaya başladım. Ama her kısıtlama kendini aşmaya çabalıyor sonra bunu anladım. Kendimi ne kadar çok kısıtlarsam, özgürleşme arzum o oranda çoğalıyordu. Olduğum kişiyle olmak zorunda olduğum kişi arasındaki mesafe arttı ve artık sıfır noktasına geldim. Kaybetmekten korktuğum her şeyi kendi irademle kaybedince, içinde sıkıştığım korkular anlamını yitirdi. Kaybedince anlarsın tehditleri doldurulmuştu kulağıma yıllarca, gerçekten kaybedince anladım. Kızlık kaybedilince kadınlık kazanılıyormuş onu anladım. Kendimi kendi kadınlığımı kaybettiğim yerlerde kazandım. Bu nedenle yaşadığım en önemli ve en anlamlı kayıp bana ait olmayan kaybetme korkusu oldu.



BİR ZEYTİN ATTIM AĞZIMA

-edward bloom-


Yirmilerimin başındaydım. Ailemden ilk kez ayrı kalmaya, özlemin ne demek olduğunu öğrenmeye başladığım zamanlardı. Mutluydum da; maruz kaldığım için değil özlediğim için yanlarında oluyordum. Bir ara bu ayrılığı biraz uzun tuttum. Sanırım artık kendimi biraz izole etmek istedim bu kan bağlı kalabalıktan. Yanlarına gitmeme yakın kuzenimle epeydir konuşmadığımı fark ettim ama kendisini aramak yerine nasıl olduğunu sordum anneme; "İyi, boğazında enfeksiyon varmış, antibiyotik tedavisi görüyor. İlaçlar yüzünden konuşmaması gerekiyormuş, birkaç gün hastanede kalacak" dedi. Bir enfeksiyon ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm, gitmeme birkaç gün kalmıştı zaten.


Kapıyı çaldım, içerisi kalabalıktı. Hem ayakkabılardan hem de seslerden anlaşılıyordu. Ben geleceğim diye kuzenler falan toplanmıştı belli ki. Sarılma, selamlaşma faslından sonra atıştırmak için mutfağa gittim. Bir tane zeytin attım ağzıma, gayet rahat bir tavırla "ablam nerede?" diye sordum, "hastanede, daha çıkmadı" dedi annem. Şaşırdım, bir enfeksiyon yüzünden hala hastanede olmasına. "Alalım başka bir yere götürelim, böyle iş mi olur?!" dedim. Annem elini omzuma koydu, az önceki gülümsemesi yavaş yavaş dağıldı, şimdi karşımda "metanetli ol" der gibi duran bir doktor edasıyla duruyordu ama pek beceremiyordu. Gözleri gözlerimin arkasındaki uçuruma bakıyordu. Sesi titreyerek "ablan kansermiş" dedi. Zeytin ağzımda kocaman oldu, öylece donup kaldım. Filmlerdeki o fonda dönen ama yankısı yüzünden hiçbir şey anlaşılmayan sesler kafamda dönmeye başladı. İçeri doğru yürümek istedim. Ben yürümüyordum, zemin altımdan kayıyordu sanki. Kızının yanına gitmek, ona sarılmaktan başka bir şey geçmiyordu aklımdan. O yolda ben umudumu,  heveslerimi, bir gün tekrar mutlu olabileceğime dair inancımı kaybettim. Eski beni kaybettim. Bir daha da hiçbir zaman o zeytin tanesini ağzıma atmadan önceki ben olmadım. Ve hiçbir zeytin tanesini o cümleyi kafamın içinde duymadan yiyemedim; "ablan kansermiş."


Yanına gidip sarıldım. Annesi gibi gülüyordu. "Biliyor musun?" dedi, "annemin boğazı ağrıyormuş, hastanede şimdi.", "evet" dedim "galiba bu aralar çok dondurma yemiş."

BİZ BİR RÜYAYIZ

- ayşe çetinkaya -


Hiç ölü birini gördünüz mü? Ben anneannemi gördüm. Öldüğü haberini alınca ağlamadım. Acaba öldüğünü algılayamadım mı diye morgda görmek istedim. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum, umurumda da değildi. Hiçbir şey umurumda değildi artık zaten, hayatta en çok korktuğum şey gerçekleşmişti. Buz gibi bir oda, ortasında bir masa, üstünde anneannem. Yaklaştım, yüzüne dokundum. Yüzü de buz gibiydi. Üşümüş diye düşündüm, ellerimi koyup ısıtmak istedim; bir süre yüzünde tuttum, hiçbir işe yaramadı. Artık orada olmadığı da o kadar belliydi ki, vazgeçtim. Nazım Hikmet’in Dünya’nın sonu için yaptığı benzetme geldi aklıma, “boş bir ceviz gibi”.


Ölmeden önceki bir buçuk sene boyunca hastaydı. “Çok şükür kızım, ailemizde hiç yok o pis hastalık” dediği kansere yakalanmıştı. Bu süreçte çoğu gece uyuyamadım; anneannemin ölümünü ve genel olarak ölüm konseptini düşündüm. O öldüğünde nerede olurum, kimin yanında olurum, ne tepki veririm. Bir sürü senaryo kurdum, herhalde yüzlerce. Hiçbiri tutmadı. Bir akşam ben uyuyordum, ölmüş. Hayatımın bir daha asla o varkenki gibi olmayacağını bildiğim anneannem ölüyor, ben uyuyorum. Bunun saçmalığına, garipliğine seneler sonra hala şaşırıyorum.


Bir diğer saçmalık ise ölümünden sonra anneannemi neredeyse hiç düşünmemem. Bunu özleminin içimi yaktığı o kısa “an”lardan birinde fark ettim. O kadar ki, sanki hiç var olmamış gibi. Bir rüyaymış, uyanmışım, hafızamdan silinmiş ya da silinmek üzere gibi. Halbuki insan hiç var olmamış birini özleyemez, eğer kötü bir şiir falan yazmıyorsa. Ve hayatta emin olabildiğim belki de tek şey, en çok anneannemi sevdiğim.


Bir insan ölünce tam olarak neye üzülüyorum, bunu pek bilmiyorum. Ailesi yaşlılarına hep evinde bakmış biri olarak, küçüklüğümden beri etrafımda birileri öldü durdu. O haberi alınca göğsümün içine dolan ve aynı anda içimi yırtarak çıkmaya çalışan soğuk bir şey var, sonra gözlerim doluyor. “Ben neye ağlıyorum ya şu anda” diye düşünüyorum. Aklıma o kişiyle ilgili tatlı anılar üşüşüyor ve bunların ihtimalinin artık sıfır olduğunu fark ediyorum.


Mesela anneannemin evi artık anneannem yaşarkenki gibi kokmuyor. Öldükten sonra birlikte uyumak için aldığım tülbentindeki kokusu uçalı zaten yıllar oluyor. Sesini hatırlayamıyorum. Bir video kaydını açıyorum, çok garip geliyor, “sesi gerçekten böyle miydi” diye düşünüyorum. Gözlerimiz aynı renkti mesela, neyse ki gözlerinin rengini unutma olasılığım yok. İnsanın somut özellikleri zamana karışıp kayboluyor gibi, ama hissettirdikleri kalıyor. Sanırım bana hissettirdiklerini hatırlarsam bunlarsız yaşamak çok zor geleceği için düşünmüyorum anneannemi. Evinin kokusu gibi, hiçbir şey anneannem yaşarkenki gibi değil ve ben buna seviniyorum.


Not: Bunları okuyan herkese Gaye Su Akyol’un Boşluk ve Sonsuzluk parçasını armağan ediyorum.

BİR ANIDIR GERİDE KALAN

-hayat yeniden-


Çingene pembe kocaman bir lahana bebek ile çıkageldi ablam. Mis gibi çilek kokuyordu bebeğin yüzü. Fosforlu yeşil ve pembe çizgili bir tulumu vardı. Sağ kulağının arkasında da bir tarih. 14.06.1993. Ablam bebeği aldığı tarihi not etmiş, gideceğini bilerek.

Ablam o vakitler Edirne'de çalışıyor. Hemşire kendisi. Sarı saçlı, uzun boylu, zarif incecik bir kız. Bana göre dünyanın en güzel, en nazik, en sevgi dolu insanı. Resim yapmak büyük tutkusu. Bir de giyim kuşama pek meraklı. Dişil enerji timsali.


Aramızda tam yedi yaş fark var. Çocukluğumda, annemden daha çok o vardı yanımda. Geceleri onun masallarını dinler, onunla uyurdum. Saçımı o tarar, banyomu o yaptırır, okula giderken ayakkabılarımın bağcıklarını o bağlar, elimden sıkı sıkı tutar birlikte okula giderdik.


Okuduğu kitapları okur, dinlediği müzikleri dinlerdim. Onun sayesinde tanıştım Uğur Mumcu ile. 24 Ocak 1993'te suikaste kurban gitmişti Uğur Mumcu. Ablam çok üzülmüş tüm kitaplarını almıştı. Ben de bu vesile ile okumuştum kitaplarını. Sosyalist takılırdı, okuduğu kitaplar ve dergiler, dinlediği müzikler bu minvaldeydi. Ben de onu kendime rol model almışım tabi, bu düşünce ile çocuk yaşımda tanışmış olmuştum.


Mektuplaşırdık ablamla, hala mektupları, çizimleri saklıdır bende. Hani öyle basit alelade mektuplar değildi bunlar. Edebiyatın dibine vururduk tabiri caizse. Şimdi elime alıp okuduğumda ruhum acıyor sadece. Çok erken ayrılışımız, yaşayamadıkları, doyamayışları, hayalleri canımı çok acıtıyor.


Bir parça alkol alıp sarhoş olsam, aklıma gelen tek konu ablam oluyor. Başlıyorum hıçkıra hıçkıra ağlamaya. O yüzden içkiyle de aram iyi değil.


Daha dün gibi o kadar canlı bir anı ki...


Sağlık Meslek Lisesinde yatılı okuyorum. Son sınıftayım. Okulun son haftası, mezuniyet hazırlıkları dolu dizgin devam ediyor. 6 Haziran Salı günü ve ders bitmiş yatakhanedeyiz arkadaşlarla. Sohbet ediyor, şakalaşıp gülüşüyoruz. Beni çağırtıyor nöbetçi öğretmen, yanına gidiyorum. Odasında aile dostumuz iki ağabey var. Şaşırıyorum...Öğretmenimiz eşyalarımı toplamamı, annemin rahatsızlandığını, onun yanında olmam gerektiğini söylüyor. Durmadan soru soruyorum ama asla tatmin eden bir cevap alamıyorum. El mahkûm gidip valizimi toplayıp arkadaşlarımla vedalaşıyorum. İzmir'den Salihli'ye gidiyoruz. Yol boyunca kimse konuşmuyor. Ben annem öldü diye düşünüyorum. Aklıma tek ihtimal o geliyor. Bir buçuk saat sonra eve ulaşıyoruz. Evin kapısında bir yığın ayakkabı var. İçeri giriyorum tıklım tıklım ve herkes ağlıyor, annemi görüyorum kendinde değil, zorla sarsıp ne oldu diyorum, "Ablan yok artık." diyor. İşte o anın kelimeler ile tarifi imkânsız. Tek isteğim yalnız başına kalıp avazım çıktığı kadar bağırmak oluyor. O şokla herkese öfke duyup "defolun gidin evimizden" diyorum. Kimseyi ne görmek ne de duymak istiyorum. Çok sevdiğim dayım yatıştırabiliyor ancak beni. Gece zehir zemberek geçiyor. Sabah olunca İzmir'den arkadaşımın akrabası olan kardeş bildiğim Atilla'yı arıyorum. "Lütfen buraya gelip beni İzmir'e götür." diyorum. O da "Tamam." diyor bana ve yanıma geliyor. Apar topar evden kaçıyorum, otogara gidiyorum. Atilla dönüş bileti almış ikimize ve otobüste beni bekliyor. Hemen yanına gidiyorum ama ne göreyim, dayım karşımda. Ağlayarak sarılıp beni kucaklıyor ve otobüsten inmeye ikna ediyor. Sonra biraz dışarıda dolaştırıp bir şeyler yediriyor bana ve eve dönüyoruz.


O gün başlayan ablamın ölümünü inkâr bugüne dek devam ediyor ve inanın ilk kez bu acımı bu teferruatta paylaşıyorum. Bunca yıl geçmesine rağmen hiçbir mecrada bu acı kaybımı paylaşmadım. Bu inkar biliyorum ama o güzel insan o gencecik yaşında nasıl ölebilir? Bunu kabullenmek benim için çok ama çok zor. Hala bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi. Rüyalarımda bile ısrarla "Ben Ölmedim." diyor.


Vefatının nasıl gerçekleştiğini merak etmişsinizdir. Ablam hemşire olarak hastanede çalışıyor ve işten çıkışı saat 16:00. Eve yürüyerek geliyor. Yol güzergahında bir hemzemin geçit var. Oradan geçmek üzereyken ayağı molozlara takılıyor ve düşüyor, kalkmaya çalışırken, gözlüğü düşüyor, onu alayım derken bir trenin acı sesi ve sağdan aldığı darbe ile beyin kanamasından oracıkta vefat ediyor. İşte bu satırlarda anlatılan şeye hayat diyoruz. Bir ömrü yazmak ne kadar kolay değil mi? Oysa onu canlı kanlı yaşamak ise ne kadar zor.


Ablamdan sonra her şey değişti. Aile olarak ağır depresyon yaşadık. Müthiş bir acı gerçekle baş etmeyi öğrendik. Bu acı ile cebelleşirken hatalar yaptık. Büyük isyanlar ettik. Neticede, “Ne olursa olsun, yaşamaya mecburduk.”


Ablamın mezar taşı kitap okumayı çok sevmesinden mütevellit açık bir kitap şeklinde ve üzerinde Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri,


Açtınız kollarınızı,

Kucakladınız beni,

Çiçeklerle donattınız garipliğimi…


BULMADAN KAYBETTİĞİMİZİ ANLAYAMAYIZ

-mehmet can kaya-


Sıradan bir akşam, sıradan bir iş dönüşüydü. Salona geçip bir yorgunluk sigarası yaktım. Bir iki duman alıp arkama yaslandım. Ani bir uyku bastırdı. Uzanmıştım ama gözlerim açıktı. Önce ayaklarım sonra da vücudum istemsizce titremeye başladı. Ağlıyordum. Düşünemiyordum. Neler olduğunu bilmiyordum. Alkol veya herhangi bir uyuşturucu madde kullanmamıştım. Ne kimseyi arayacak halim vardı ne de kimsenin beni böyle görmesini istiyordum. Zaten ne anlatabilirdim ki. Nedenini sorgulamadım, kendimi bıraktım, panik yapmadım. Öleceğimi düşündüm ama korkmadım. Çok garip gelebilir ama bir parça mutluydum bile denilebilir. Ama ölmedim. En azından o gün.


Bütün bunlar üç yıl önceydi. O zamanlar toplumun üst kesimlerinden biri olarak görürdüm kendimi. İyi bir iş, gösterişli araba ve kıyafetler, kendine özen gösteren ve kadınların ilgi odağı olmayı seven bir adam. Halbuki şimdi bakınca, tek istediğim sevilmekmiş. Babamın beni sevemediği, annemin ne kadar uğraşmış olsa da tam olarak gösteremediği sevgi açığını kapatma çabası. Bana ait olmayan hatalar yüzünden, birçok insanın ömründe belki bir iki defa karşılaşacağı sayısız sıkıntılarla uğraşmak, çözüm yolları bulmak; mahkeme, karakol gibi devlete ait her kurumla içli dışlı olmak ve bütün bunların getirdiği stresle hep başkalarını suçlamak.


Kalplerini kırdığım suçsuz insanlar, yaşam ışıltılarını çaldığım kadınlar ve belki de artık kontrol edilemez öfkemi kusmaya çalıştığım ama deli olduğumu düşünerek kavga etmeden uzaklaşan insanlar. Kendi zihnimde ördüğüm duvarlarda benliğim karanlıkta kalmış, duvarlara çarpa çarpa bir çıkış yolu arıyordu. Bu geçirdiğim bir krizdi. Sonradan anladım. Artık kimseye öfkelenemiyordum ve kimseyi istemiyordum. Ama ne olduğu önemli değil, artık ölüm bile uzak değildi, o çok yakın bir arkadaşımdı. Onunla birlikte bütün herkese bana neler yaptıklarını gösterecektim. Herkes benim için üzülecek, kendimi değerli hissedecektim. Ben var olmasam da insanlar cezalarını çekecekti. Hiçbir suçu olmayan, olsa bile bunun farkında olmayan insanlar.


Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde kendimi hipnoz terapisinde iyi olan bir psikiyatristin yanında buldum. İlk söylediğim şey sanatçı kişiliğimi ön plana çıkarıp artık kendi istediklerimi yapmak olduğuydu. Ona çocukluk travmalarımı anlattım, acılarımı, öfkemi, ölümle olan yakın dostluğumu ve ilaç kullanmak istemediğimi söyledim. Çünkü zihnimi bayıltıcı, ayıltıcı her çeşit maddeyle yeterince bulandırmıştım zamanında. Artık başka bir bağımlılık istemiyordum. Her şeyden çok kendimden ve bu hayattan kurtulmak istiyordum. Birkaç seans sonra bilinçli hipnoz denilebilecek bir uygulama yaptık. Kendimi güvenli ve huzurlu bir evde küçük bir çocuk olarak hayal ettim. Özgürdüm, mutluydum. Seans sonunda sanki yeniden doğmuştum. Gözümdeki sis perdesi kalkmış, düşman gördüğüm insanlar normalleşmiş ve nerden geldiğini bilmediğim bir hayat ışığı içime girmişti. Bir başkası anlatsa ona sağlam küfür eder, bu tip dalaverelere inandığı için onu aptal olmakla suçlardım. Tabi bana bunu her gün bir ay boyunca, elimden geldiğince tekrarlamamı istedi doktor.


Bütün bunlar üç yıl önceydi. Işık giremeyecek kadar karanlık olan, kendi ördüğüm duvarların arasından, küçük bir delikten girmişti bu ışık. Ve geri kalan günlerde bu duvarları okuyarak, dinleyerek, izleyerek, sorgulayarak, irdeleyerek, severek; anlayış, merhamet ve sevgiyle yaklaşarak tek tek yıktım. Artık önceden saf olarak gördüğüm ve gerçek, acımasız hayatı görmediklerini düşündüğüm, sinir olduğum, o yüzü hep gülen, her olaya güzel bir bakış açısı getirebilen, o gıcık görünen mutlu insanlardandım. Tek farkım, hayatlarından vazgeçmek isteyenleri de anlayabiliyor olmamdı. Hatta katil, tecavüzcü, hırsız ve madde bağımlılarını da. Herkes nefret etse de en çok üzüldüğüm insanlar onlardı. Çünkü kimse öyle olmayı seçmez, bu seçilen bir şey değildir. Geçmişlerinde kalan yıkımları, sıkıntıları, yaşam koşullarını çok net görebiliyor, onları hissedebiliyordum. Onları onlardan daha iyi tanıyordum.


Ben birkaç ay önce kendimi buldum ve şimdi fark ediyorum ki üç yıl önce hayattaki en değerli şeyi kaybetmişim. Kendimi... benliğimi, özümü ve içimdeki o derin sevgiyi kaybetmişim. Ve o kadar çok bu kaybını arayan ama neyi aradığını ve nerede aradığını bilmeyen insan var ki, hepsine nasıl yardım edebilirim hiçbir fikrim yok. Ama bir şekilde edebileceğimi biliyorum. Çünkü ölmeden önce bile olsa her insanın hayatında bir kere bu ışığı görebilmesini umut ediyorum. "Yaşamın ışığını, gerçek sevgiyi ve aşkı. Hayata karşı aşkı. Dünya güzel bir yer, sadece bakış açımızı biraz değiştirebilmemiz gerekli. Bütün hepsi bu ve bunu gerçekten yaşaması gereken insanlara gösterebilmek için kendimden verebileceğim ne varsa, bir gün onu tereddütsüz bir şekilde vermeye hazır olacağımı biliyorum.



HAYATTAYKEN KAYBETMEK

-mutlu-


Yedi kardeşten tek üniversite mezunu olan çocuktur babam.


İlkokulu zar zor bitiren diğer kardeşlerinin aksine okumak için tüm zorluklara göğüs geren ve öğrenme isteği hiç bitmeyen bir adamdır. Günlük aldığı gazetesinde tek satırı bile okumadan geçmez. Kitap okuma saati ve devasa bir kitaplığı vardır.


Ben ‘insan’ olmanın ne olduğunu anlamaya başladığım yıllarda zihnimde kaybettim babamı. Hayran olduğum bilgisi, donanımı, öğütleri ve duruşu ile hiç bağdaşmayan bir adamdı gördüğüm. Dışarıda başka biriydi, evin içinde ise bambaşka biri.


Dışarıdan bakıldığında kurduğu cümleler ve nezaketi ile insanları kendine hayran bırakır. Ne kadar bilgili, ne kadar çağdaş ve modern biri diye düşünürsünüz. Oysa tüm bu modernliğinin altında bambaşka bir karakteri vardır.


Bencildir. Yıllarca eşine şiddet uygulamıştır. Çocukları ve eşi yer sofrasında her gün makarna yerken, kendisi her akşam rakı masasında etinin hazır olmasını istemiştir. Ne yediğinden çok onun masada bizim ise yerde yemek yiyor olmamız ağır gelmiştir bana. Tepeden bize bakışları, kendini önemli biri gibi görmesi ve bizi insan yerine koymayışı... Sanki onun evinde yerde dolaşan böceklerdik biz. Canı sıkılınca üzerimize basıp bizi ezmeye çalışması da bundandı sanırım.


Çevremde hiç onun kadar kitap okuyan biri yoktu. Onun kadar araştıran, sorgulayan ve bir kitaptan kesitmiş gibi cümleler kurabilen... Çocukken bir masal kahramanına hayran olmak gibi bir şeydi bu. Ben ne zaman ki kahramanım dediğim babamın bencil ve saygısız biri olduğunu anladım, işte o zaman kaybettim onu.


Onunla birlikte güven duygumu da kaybettim. İnsanların dürüstlüğüne olan inancımı geri kazanmam çok uzun yıllarımı aldı. Kendimi çoğu zaman değersiz hissettim. Yüksek sesten ve sarhoş adamlardan hep korktum.


Onun kaybı ile kazandığım şeyler de oldu. Şiddetin her türlüsüne ses çıkarmayı öğrendim. Çocuk nasıl sevilir, insan neden kıymetlidir, sende olanı olmayanla paylaşmanın mutluluğunu da öğrendim. Eğitimin davranışa dönüşmediğinde hiçbir işe yaramadığını da...


Babası hayatını kaybeden çocuklardan değilim ama babası hayattayken babasını kaybedenlerdenim. Babam şu anda yetmiş yaşında sağlığı yerinde ve yirmi yıldır çöpsüz üzüm olarak hayatına mutlu mesut devam ediyor. Babam emekli bir öğretmen ve ben onun meslektaşıyım. Belki bana ve kardeşlerime baba olamadı ama hayatımıza kattığı acı deneyimlerle ve bizi terk edişiyle hiç unutamayacağımız bir öğretmenimiz oldu..


MERMER FİL

-topaz-


Babamı on yedi yaşında iken kaybettim. Bugün hala şahsen tanıdığım insanların en komik, en eğlenceli ve en zeki olanından bahsediyorum.


Bazı kendini aklı başında sanan kişiler, bazı “aile yakınları” yüzünden, o dönem şehir dışında okuyor olduğumdan mütevellit tam on dört gün sonrasında öğrendim ben babamın kaybını. Analiz II dersinde profesör çağırdı yanına “Senin canın çok sıkkın gibi hayırdır?” dedi, meğer zaten biliyormuş, arayıp baş sağlığı bile vermiş ailemin geri kalanına. O da numara yapıyormuş. Çıktım eve geldim hastanede yatıyor sanıyordum, kaybettik dediler, gözümü acil serviste açtım. Onun sonsuza tek yatacağı yeri bile görmeden geriye, üniversite okuduğum şehre döndüm ertesi sabah, tutamadılar evde.


Döndüm geri ama dönerken yalnız değildim. Babamın çok sevdiği, mermerden oyulmuş bir fil heykeli idi yol arkadaşım.


Eskiden Rus Pazarları kurulurdu haftanın belli günlerinde hemen her şehirde, gerçekten Rusya’dan gelmiş üzeri mühürlü semaverler, altın kaplama çatal bıçak takımları, pirinçten sandalyeler, gözlükler, vazolar ve çeşit çeşit antin kuntin malzeme olurdu. Çoğu çeşidinden vardı bizim evde, çünkü babam çok meraklı, çok hevesli bir deli adamdı.


Giderken o mermer fili seçmiştim, o fili İzmir’den Trabzon’a kadar kucağımda taşıdım, hafif de sanmayın ama daha önce Kütahya’dan oymalı bir fincan takımı taşıma tecrübem vardı, eh serde de deli genetik deformasyonumuz var.


O fili şehir şehir gezdirdim yirmi yıl boyunca, çalıştığım şehirlere, taşındığım evlere, o benim hem en umutlu hem en umutsuz günlerimin yoldaşı, biri canımı yakmaya kalkarsa kızını yani beni, yanımda olup koruması, sakınması gereken adamın canlı kanlı hevesiydi gözümde. Doldurması gereken koca bir boşluk vardı filimin, dolduramadı belki evet ama bir kara taş gibi oturdu aklımın üstünde yıllarca.


Çünkü bir babam olmuştu benim de, fuarda ilk kez gördüğümüz, yeni çıkan ve şov için kapağı camdan yapılan bulaşık makinesinden -insanlardan sıyrılıp koşarak -ilk siparişi veren, sonra teslimat gününde bizimkinin kapağı cam değil diye sinirlenip günlerce surat asan, motosikletinin anahtarını gizlice kaçırmamı istediğinden hep gözümün önünde bırakan, sen yirmi erkek çocuğuna bedelsin diyen , giderken elini bile tutamadığım bir baba.


Herkesin yaşayabileceği bir felaketti, kimsenin suçu yoktu, kalbi beyni belki çok çalışmaktan dayanamamıştı fazlasına, bu olana hiç isyan etmedim. Daha kötü çok şey vardı, küçüktüm ama görüyordum, duyuyordum, buna isyan edebilecek hakkı bulamadım kendimde. Kısa sürdü ama yemyeşil bir orman, şırıl şırıl akan bir dere, ışıl ışıl bir güneş gibiydi, çok güzeldi.


Tüm isyanımı fil heykelimin de yine tam on dört gün önce kırılmış olmasına ve bunun bana söylenmemiş olmasına idi, tatildeyim diye. Babam gidebilirdi, hiç olmamış da olabilirdi veya hala yanımda olan kötü kalpli bir baba olabilirdi ama filim gitmemeliydi, çünkü o yeterince istese sonuna dek yanımda kalabilirdi. İşte bu kadarı bir insan için çok fazla idi, bu kadarına da can dayanmazdı. Tamam o gitti ama geride, her aynaya baktığımda gördüğüm dişi versiyonundan başka bir şeyler de kalmış olmalıydı. Bu kadarı çok fazlaydı.


BİR ŞARKI, BİR SORU VE O YAZ

Gorila Voladora


“Hayatımın tek sahibi vardır; o da benim.” Ağzımdan çıkan cümlelerin suyunu sıksanız posası bu sözcükler kalırdı o yıllarda. Üstenci bir tavır eşliğinde, dalgacı, isyankâr bir ruhla ergenliğimin ilk basamaklarını hakkını vererek çıkıyordum, hızla. Başımda babamdan aldığımı düşündüğüm görünmez bir taç, annem de üzerime “gurur tablomuz” pelerinini geçirmiş. İyi bir Anadolu Lisesi kazanmışım o yaz. Üzerime doğrultulduğunu zannettiğim ışıkların altında, kendi yarattığım sahnemde, dışarıdan habersiz, keyifle dans etmekle meşguldüm.


Arkadaşlarımın içinde en popüler, en başarılı olan bendim. En yetenekli ve en zeki de bendim. Diğer kızlardan da güzeldim çünkü benim sevgilim vardı. Onlar yağmur yağınca eve kaçardı, bense bisikletime atlardım ve özgürlüğü içime çekerdim; böyle yazmışım günlüğüme. Çok iyi şarkı söyleyebiliyormuşum, onlardan daha havalı kıyafetlerim varmış. Bizim evde bilgisayar varmış onların değil; bizim evde konuşulurmuş İngilizce eğitimini Londra’da almak, ONLARIN DEĞİL. Benim scooter’ım varmış, hatırlıyorum bunu, paylaşmazdım hiçbiriyle. Günlüğümden akan bu çocukça kibir, bugün, geçen senelerde yaşadığım bir tesadüfle karışıp ebruli bir melankoliye dönüştü.


O yaz efsaneviydi pek tabii. Sade ve sadece kendimle dolup taşıyordum.


Ebeveynlerimden aldığım süslü iltifatlar, süslü hediyeler, süslü davranışlar, süslü her şey, tek başına benim şımarmama neden olmuyor, aynı zamanda onlar okula geldiklerinde diğer çocukların bana ne kadar da özendiklerini ortaya çıkarıyordu. “Keşke senin gibi olsam <3”; çok duyardım bu cümleyi ve her defasında burnum daha da büyürdü. Ama nihayetinde hem hayat böyle tipleri sevmezdi, hem de büyük bir burun kafamı ağırlaştırdığından önümü göremeyip tökezlemem-düşmem-düşüp de kalkamamam-kalkıp da doğrulamamam sürpriz sayılmazdı.


O yazın sonuna doğru, odamda posteri olan en sevdiğim sanatçının yeni albümü çıktı. Albüm kısa sürede elime geçtiğinden hemen Yerli Plaka’yı ezberledim; böylelikle yeni okulumdaki çocukları da kolayca etkilemeye başlayacaktım. Yalnız, albümde adını koyamadığım ve içime tuhaf hisler veren bir şarkı vardı. Pek açıp dinleyemiyordum o şarkıyı, her defasında o garip hissiyat boğazıma çöküyordu. Başta ebeveynlerim olmak üzere, hocalarımın, arkadaşlarımın, akrabaların el birliğiyle üzerime attığı sancılı bir karın ağrısı mevcuttu bedenimde. Bu kadar çok büyütülmenin, büyüklenmenin bedeli olacaktı. Bunu seziyordum çünkü artık tek başıma da büyük olmamın vakti gelmişti, onlar da sıkılmışlardı. Ama ben bilmiyordum: NASIL BÜYÜK OLUNUR? Cevabı bulamadıkça gerilim artıyordu içimde. Yıllar geçiyordu ve doğru cevabı bulamıyordum. Bulduğum cevaplar “yeterli” değildi ya da “ben” yeterli değildim. O yaz, o şarkıdan önce her şey ne kadar kolaydı!


Bu sabah, erkenden kalktım yine ve her zaman koştuğum parka gelip aplikasyonun önerdiği karışık playliste tıklayıp koşmaya başladım. Gece, çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin doğum günüydü; yirmili yaşlarımızın artık sonuna geldiğimizden bahsettik ve son zamanlarda bir türlü değinmeden yapamadığımız “yaşamadan yaşlanıyoruz” temalı konuşmamızın etkisinden halen çıkamamıştım. Kendime neyi ispatlamaya çalıştığımı anlamadan her zamankinden daha hızlı koşmaya başladım. Ve o esnada, yıllar sonra, o şarkı yine karşıma çıktı.


Durdum ve çimlere attım kendimi. Bu defa öyle boğazımı sıkmadı şarkı veya karnıma da bıçaklar saplamadı. Aksine, o küçük, ürkek halimi hatırladım. Gülümsedim, çünkü yıllarca o cevabını bulamadığım soru uçup gitmiş beynimden. Farkında bile olamamışım. Büyük olmak da neyin nesiydi, kahkaha patlatacaktım neredeyse! Tüm ergenlik yıllarımı hatta 20’li yaşlarımın başını yiyip bitiren BEN NASIL BÜYÜK OLACAĞIM? sorusunu ne ara kaybettiğimi hatırlamaya çalıştım ve bu kez cevapları daha kolay bulabiliyordum.

Zamanımın biraz gerisinde, birkaç yıl önce, o efsanevi(!) yıllarıma eşlik eden, hani o benim gibi olmak isteyen arkadaşlarımdan biriyle buluşma fırsatım oldu. Yollarımız daha çocuklukta ayrılmıştı ancak o gün alışveriş merkezinde karşıma çıkınca vakti varsa bir kahve içmek istediğimi söyledim. O da seve seve kabul etti. Uzun zaman olmuştu ve açıkçası hayatında neler olduğunu delicesine merak ediyordum.


Hiç değişmemişti ama ışıl ışıldı. Ya da o hep öyleydi de ben fark edememiştim. O kadar neşeliydi ki azıcık nemalanmak istiyordum bu neşeden. Havadan sudan konuştuktan sonra önce ben dinlemek istedim hikayesini; zira benim anlatacaklarım…nasıl desem karanlıktı, kapkaranlık. Gayet sade bir yaşantısı vardı; çok sevdiği eşinden ve çocuğundan, ailesinden, evinden, işinden-iş arkadaşlarından, ne kadar şanslı olduğundan konuştukça coşkusu dışarı taşıyordu. Basit ama huzurlu bir hayat! Büyük değil; basit. Ve huzur; benim için hayatımın o dönemindeki en büyük lüks.


Ne yazık ki sıram geldi; ne yazık ki işsizlik, borçlar, başarısız evlilik girişimi, hastalıklar, çaresizlik, yalnızlık, depresyon konularından oluşan konuşmamı gerçekleştirdim. Zaten terapist kapısını aşındırıyordum her hafta, daha iyi olduğumu kanıtlamaya çabaladım kendisine ama insan yine de yıllar sonra karşılaştığı arkadaşıyla daha iç açıcı sohbetler etmek isterdi. Gündemime bak! Ben anlattıkça kızın gözleri yaşarıyordu; “Anne olunca çok hassaslaştın herhalde ehehe.” deyip iyice saçmaladım. Kendime o kadar acıyordum ki; midem bulanıyordu.


O gece, diğer gecelerimden farklı olmayarak uyuyamadım. Onun anlattıklarını döndürüp duruyordum kafamda. Bitince başa alıyordum, tekrar dinliyordum anlattıklarını. Ve beni dinlerken gözlerinin yaşarmasını, yüzündeki acıma ifadesini hayal ederken daha da çok gözüme sokuyordum. Benim gibi olmadığı için şükretmiştir; başkalarının acılarına bakıp kendi halini bundan sakınan insanlardan olduğuna eminim. İçimdeki esas duyguyu adlandırmaya çalıştım ve karar veremedim: özendim mi, kıskandım mı? Kendimden tiksindim orası kesin. Sonra bir ara içim geçer gibi oldu, en son o anahtar cümleyi kurduğumu hatırlıyorum: KEŞKE ONUN GİBİ OLSAM! Büyük değil, basit. Ve yine ben, benim; hayatım benim. Yine bana ait, her şeyiyle. Hatta bu kez içine doğduğum evin, çevresinin, toplumun bana öğrettiklerinden, etiketlerinden, baskılarından, taleplerinden azade biçimde. Yani, ne kadar azat olabileceksem o kadar.


“Şimdi boşuna bakma saate zaman geç oldu

Dün annem elimi tutarken bugün 29 da doldu.”


Şarkıyı tekrara aldığımdan Ceza üçüncü kez kuruyordu bu cümleyi. O arkadaşım gibi olmadım; aslında o küçük tarafımla ortaklığımı da feshetmiş değilim, şimdi yine kendimle doluyum en çok. Ondan farklı olarak heveslerimden arındırdım kendimi. Ah, ne çok içselleştirmişim, ne çok benim zannetmişim onları! Üstelik nasıl da korkuyordum onları gerçekleştiremezsem diye? Gerçekleşmezlerse insanlar benden uzaklaşırlardı. Önemli biri olmaya devam etmeliydim!


İçim huzurla kaplandı fakat aynı zamanda üzüldüm de. O küçük halime üzüldüm. Kırılganlığının farkında olmayışına, bunu kapatma mücadelesine, kendi kendine sırtına yük ettiklerine ve en çok da ona kimsenin yardım etmemesine, yanında olmak istememesine, sadece taleplerinin yerine getirilmesini istemelerine. Sezen Aksu’dan “gelsin hayat bildiği gibi” dizelerini duyduğunda ürperti duymasına, çünkü besbelli, içten içe destek gördüğünü hissedememesine üzüldüm. Kendisine sunulan o “süslü” hayatın veya “süslü” geleceğin, her ne kadar albenisine kapılsa da, bunların gerçekte var olmadığını anlamış; anlamazdan gelmişti.


O küçük kızın hayallerindeki 29 yaşı yaşamıyorum, alakası yok. Büyük bir insan olmadım. Zaten hala çözebilmiş de değilim nedir onun zannettiği büyük insan? Başarı mı, şöhret mi, varlıklı olma hali mi, iyi bir kalp mi? Gerçek şu ki o çocuk, hayallerini kaybetti. Yetişkin ben de onun sorularını kaybettim. Kaybettikçe hafifledim. Şu an olduğum kişi olmak için nelerimi vermedim ki! Kendi sesimi duymak için, bildiklerimi unutmak için, yeniden inşa etmek için benliğimi. Yaşamadığımı da düşünmüyorum. Her şey daha farklı olabilirdi belki ancak yalnızca benim olan vardır, o da budur.


“Vakit hiç geçmemişti

Ben hep aynı yerde saydım”


Şarkıyı değiştirip ayağa kalktım. Sanki onu da kaybetmiş gibiydim; şarkıyla da barışınca benlik bir şey kalmamıştı. Gökyüzüne doğru salıverdiğim uçan balonlar gibi geri dönememesini diledim. Ve koşmaya devam ettim.

İLK VAHİY

-karahindiba-


Herkes gibi ben de büyük kayıplar yaşadım. Akrabalarım hatta arkadaşlarım aniden aramızdan ayrıldı. Henüz 19 yaşımda çok sevdiğim eniştelerden birini aniden kaybettiğimde cenazede herkesin ölümü normal karşıladığını gördüğümde ölümün doğmak kadar doğal bir şey olduğunu anladım. Ölen kişi çok sebze yediği için kaplumbağa gibi doksan yaşına kadar yaşayacağını iddia edecek kadar hayat dolu biriydi. Yine de öldü. Çünkü ölmek işin sadece maddi kısmı. Manevi boyutlarda ölmek sanırım esas büyük kaybı yaşatan şey. Şöyle düşünebiliriz; insan saçını kaybedebilir bu önemli değildir ancak çok beğendiği kadın ona keltoş dediği anda kadını manen kaybettiğinden bir anda kellik önemli bir husus olmaya başlar. Yoksa kıla tüye takmanın anlamı yok. Aynı kadın ‘ben kelleri çok severim’ deyip kele bir öpücük kondursa o andan itibaren saç dökülmesi o adamın başına gelen en güzel şey olacaktır.


Maddiyat kıl tüy kadar basitken, manevi olguları bulmak ve kaybetmek bir kadar zor. İnsan manyak da olsa hatırlanıyor bu dünyada. Yine de bir seveni oluyor. Ölüm – yaşam, kayıp – kazanç gibi şeylere biraz soyut açılardan yaklaşınca anlamlı oluyor. Şahsen bir şeyi ancak manevi olarak kaybedebiliriz diye düşünüyorum. Kalanı eşyadır. Kötü insana bir değer vermediğimden fiziken ölümüne tanık olduğumda ‘oh, iyi gebersin’ der işime dönerim. İyi olanı ise fiziksel olarak kaybetsem de manevi ölüm benim zihnimde oluştuğundan uzun yıllar yaşatma şansım her zaman var. Tabii ancak akıllı denebilecek bir insan zihninde bu tip suretler oluşturabilir. Bir olguyu ötekine bağlayabilir. Daha az akıllı adam da akıllının paylaşma gafletinde bulunduğu bu olguları yozlaştırmakla ömrünü geçirir. Sonunda bir eşyanın başında üzülürken buluruz bu eksik akıllıyı. Geriye sadece kendi gibi eksik anılar kalıncaya kadar bu olguların içini boşaltır. Şahsım adına yaşadığım en büyük kayıp, bir fikri tartışamadan, bir gelecek hayal edemeden bu az akıllıların arasında yok olup gitmek olacak gibime geliyor. Tabii benden akıllısı da aynı şeyleri benim için düşünüyor olabilir. Eh, gerçekten daha akıllı olsaydın olgularını içinde yaşatıp bana engel olurdun. Anlamayacak insana bir değeri anlatmaya çalışmak belki de o değerin mezarına atılan ilk topraktır. İletişim öyle herkesle giderilecek bir ihtiyaç değil. Fikirlerimle üstünlük taslayacağım derken düşüncelerim dandik pilav günlerinde evrimin olmadığına dair destekleyici bir bulgu olarak önüme gelebilir. İnsan dengiyle aşık atmalı. Kafamın içinde bunları yaşarken, büyük kaybı anlatırsam da değerini azaltabilirmişim gibime geliyor. Siz pek sevgili okuyucuya da salak demiş oldum böylece ama en azından sizinle paylaşmayarak akıllı pozisyonumu da sağlamlaştırmış oldum. Benden akıllısı varsa da o da benimle paylaşmaz işte tepeden bakmanın inceliği burada. Tüm bunları anlatma sebebim ise aslında bir şey anlatmayacağımı söylemek içindi sevgili Huzursuz Beyin 😊 Aslında büyük kaybım yok. Varsa ve yeterince büyükse de bunu paylaşamam. Schrödinger’in kedisi gibi var gibi de yok gibi de. Tanrı gibi bir şey. Onu da keşke hiç anlatmasalardı değil mi sevgili okur?



YILDIZ TOZLARI

-papatyalı bir deli-


“Yaşadığınız önemli kayıplardan birini anlatın” sorusunu görünce muhtemelen çoğumuzun aklına çok sevdiğimiz birini ya da çok sevdiğimiz, manevi değeri olan bir objeyi kaybedişimizi anlatmamız gerektiğini gelmiştir. Fakat ben bugün size zihnimizdeki anıların kaybolmasından ve büyüdükçe elimden kayıp gidenlerden bahsetmek istiyorum. Çünkü bana kalırsa insan, yaşadıklarıyla ve yaşamadıklarıyla, pişmanlıklarıyla ve hayıflanmalarıyla bir bütündür. Yani yaşadığımız, deneyimlediğimiz her şey aslında bir bütündür ve bizi biz yapan en önemli şeylerden biridir.


Henüz okuma yazmayı yeni öğrenmiştim, okulda sabahçıydım ve yedi yaş civarındaydım. Annemle babam sabahtan akşama kadar çalışırlardı ve benden dört yaş küçük bir kardeşim vardı evde. Dolayısıyla bize birinin bakması gerekiyordu ve başımızda bakıcı teyzemiz olurdu. Havalar kötüyken pek çıkmazdık da havalar ısındı mı, biraz güneş çıktı mı hemen kendimizi sokağa atardık. Her gün öğleden sonra güneşin en tepede olduğu saatlerin geçmesini bekler, güneşin kavurucu sıcağı geçince sokağa fırlardık.


Apartmanımızın önünde bir çocuk parkı vardı, akşamları annemle babam gelene kadar orada kumdan kaleler yapar, salıncakta sallanır; kaydıraktan kayar, arkadaşlarımla evcilik oynardım. Zaman geçti, kardeşim benimle sokağa çıkabilecek yaşa geldi, onunla birlikte yaptık tüm bu faaliyetleri. Hele babam bize bisiklet aldığında keyfimize diyecek yoktu! Sabahtan akşama kadar sıra sıra bisiklete biner, öğrenmeye çalışırdık.


Yaşım henüz on bile değilken, arkadaşlarımla 23 Nisan çalışmalarına tek başımıza yürüyerek gider, oradan da beraberce bir bakkala uğrayıp gazoz içe içe çalışmalardan dönerdik. Üstelik bunları yaparken ailemizin bize bir şey olacak korkusu yok gibi bir şeydi. Ayrıca, okuldan dönüşte de çantalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra oyun oynamaya çıkar, arkadaşlarımızın birbirlerinin evlerine giderdik. Arkadaşlarımızın annesi ve babasıyla samimiyet kurardık, İlknur teyze, Cevdet amca bizi görünce en azından halimizi hatırımızı sorar, ailemize selam söylerlerdi.


Yaşım on beş olduğunda ise lisedeki karne günlerimizin bir klasiği olarak, arkadaşlarımla birlikte okulumuza yürüyerek yarım saat mesafede olan alışveriş merkezine gider, birlikte o anda vizyondaki en güzel film hangisiyse o filmi izler akşamları da evlerimize dağılırdık.


Zaman geçtikçe dışarıda yalnız başıma ya da arkadaşlarımla gezerken yaşadığım korku arttı. Yaşım on dokuz olduğunda, üniversite çağımdayken bindiğim otobüste bile yanıma oturan amcalara kuşku dolu gözlerle bakıp, telefonumda annemin ya da babamın numarasını tuşlayarak yanlarında oturur oldum. Yaz mevsiminde giymeyi çok sevdiğim elbiselerimi belli yerlere giderken “hayır bunu giyersem beni rahatsız edebilirler” diye düşünerek vazgeçer oldum.


Özgürlüğümün bu denli kısıtlanmış olması da eskiye olan özlemimi arttırıyor, eski güzel anılar da birer yıldız tozuna dönüşüyor, kaybolup gitmiyorlar ama hep orada duruyorlar. Bir üflesek sanki tozlar havalanacak ve etrafa yayılacak gibi.


Fakat ne yazık ki özgürlüğümün bu denli -giymek istediğim elbisemi bile giyemeyecek kadar- kaybolması ne benimle ne de benim yaş almamla ilgili. Artık çocuklar, kadınlar, genç kızlar gece geç saatlere kadar kalamaz, istediklerini giyemez ve hatta gidecekleri bazı yerlerden vazgeçecek hale geldiler. İşte bu, benim ve hatta bizim en önemli kaybımız bence. Özgürlüğümüzü kaybettik. İstediğimizi giyme, istediğimiz saatte istediğimiz yerde olma ve hatta istediğimiz kişiyle görüşme özgürlüğümüzü bile. Daha da acısı, kısa sürede geri alabilecek gibi de değiliz sevgili kadınlar… Umarım bir gün yıldız tozlarımıza üfleyip etrafa yayılmasına ve özgürlüğümüzü geri getirmesine müsaade edeceğimiz günlere kavuşabiliriz.


Sevgili kadınlar, gelin birbirimize sarılalım, çünkü birbirimizi ancak biz anlarız ve birbirimize ancak biz yardım edebiliriz…


Öperim çokça!


DİSİPLİN

-herzi-


O zamanlar Eskişehir’deydim. Yüksek lisans derslerim bitmek üzereydi ve artık daha fazla boş zamanım vardı. Üniversitedeyken gidemediğim Erasmus’a da gitmiştim. Gezmiş, eğlenmiş, canım ne isterse yapmıştım.


Artık sıra sorumluluk almaya gelmişti. Şanslıydım ki, ilk iş başvurum olumlu sonuçlandı ve işe başladım.


Ne kadar heyecanlaydım başlarda.. Artık yeteneklerimi ve öğrendiklerimi bir işe yaramak için kullanabilecektim. İşe şevkle gidiyordum. Her gün bir önceki günden zor geçiyordu ama her gün yeni bir şey öğrenmekten de mutlu oluyordum. Zamanla işimi kendi başıma yapabilir hale geldim ve artık sorumluluk sahibi genç bir kadındım.


İlk darbe işe başladıktan dört ay sonra geldi. Bir gün insan kaynaklarından çağrıldım ve öğrendiğime göre müdürüm benden istediği verimi alamıyordu. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Dört ay henüz başlangıç sayılmaz mıydı? Müdürümü memnun etmeyecek ne yapmıştım? Bilmiyordum, onlar da söylemedi.


Bir süre ağladım, kendimi sorguladım ve sonra geri dönüp kendimi çalışmaya verdim.


Normalde çevrem tarafından dışa dönük, dobra, akıllı ve eğlenceli biri olarak bilinirdim. Bunu iş yerinde de devam ettirmek istediğim için doğru bildiğimi savunmaya ve fikrimi açıkça söylemeye devam ettim. İnsanlarla sohbet edip onlarla şakalaşmak hoşuma gidiyordu.


Zamanla bu davranışlarımın beni insanlara yakınlaştırmak yerine, bana karşı cephe almalarına sebep olduğunu fark ettim.


İçimden geçeni söylediğimde bana uzaylı gibi bakmaya başlamışlardı. Şaka yaptığımda alındıklarını hissediyordum artık. Doğruluğuna inandığım bir şey söylediğimde de beni uyumsuzlukla suçluyorlardı. İletişimimi iyileştirmem gerektiğini söylüyordu herkes.


En çok da ekip liderimle ilişkim değişti. Kendisi otoritenin ilk basamağı olduğu için ilk ve en güçlü çarpışmalarımı onunla yaşıyordum. Bu sebeple günden güne daha çok hırçınlaşmaya başlamıştım. Kendimi ifade edebilmek için her şeyi deniyor, anlaşılmak için elimden geleni yapmaya çalışıyordum.


Bu şekilde epey zaman geçti. Hatta bana artık hak edilmiş fakat geç kalınmış terfimi de vermek zorunda kalmıştı. Ben de birbirimizi anlamaya başladığımızı düşünüp, sevinmiştim.


Birkaç ay sonra insan kaynaklarından tekrar çağrıldım. Görüşme bu kez genel merkezde olacaktı ve daha yüksek rütbeli bir müdür ile görüşecektim. Şaşırmıştım ama neden çağrıldığım ile ilgili aklıma hiçbir olumsuz düşünce gelmemişti.


Görüşmeden çıktığımda neye uğradığımı şaşırdım. Hiç beklemediğim bir zamanda, yine hiç beklemediğim şekilde, bu kez daha büyük bir darbe almıştım. Kulaklarım yanıyordu, başım dönüyordu ama donup kalmıştım ve tek bir ses bile çıkaramıyordum.


Sonra oradaki arkadaşlarımdan biri yanıma geldi ve suratımın neden o halde olduğunu sorunca birden ağlamaya başladım.


Dört yıllık ekip liderim, ne istediyse yapmaya çalıştığım, daha birkaç ay önce bana terfi veren adam beni disipline vermişti. Disipline verilmiştim! Hem de yalan yanlış bir sürü iftirayla. Üşenmemiş, gerçekleri kendine göre eğip büktüğü, iftiralarla dolu bir dilekçe yazmıştı. Yazdıklarına göre, işlerimi aksatıyor, müdürlerimle konuşmalarıma dikkat etmiyor ve iş arkadaşlarıma da kötü örnek oluyordum.


İnanılmaz büyük bir hayal kırıklığı ve ihanet hissettiğimi hatırlıyorum. Büyük bir heves ve çabayla uğraşıp didinip kurduğum iş hayatımı gelip buldozerle yıkmışlardı. O kapıdan çıktığımda ben hem kendime hem de insanlara karşı olan güvenimi kaybetmiştim artık. Ne yapsam insanları memnun edemiyor, üstelik onları o kadar kızdırıyordum ki..


Kendine bu kadar mı yedirememişti bana terfi vermeyi? Bu kadar mı kötü bir çalışandım ve hatta kötü biriydim ki, bunları yüzüme söylemeden beni direkt insan kaynaklarının önüne atmıştı? Soramadım bunları. Kaybolan özgüvenimle birlikte sorgulama ve hakkımı arama yetim de elimden alınmıştı. Sorgularsam ve hakkımı ararsam başıma daha kötüsü de gelebilirdi.


O günün üzerinden beş yıl geçti. Hala ara sıra rüyalarıma giriyor eski ekip liderim. Hala o hayal kırıklığını hissediyorum fakat günden güne azalıyor. Onu affetmeye çalışıyorum. Affetmeye çalıştıkça da kaybettiğim özgüvenim yavaş yavaş geri geliyor.


RAPUNZEL'İN KAÇIŞI

-dalgın canbaz-


Onu en çok nasıl hatırlamak isterim dedim kendime. Her gün tüttürdüğü bir adet sigarası, kahvesi ve gazetesiyle mi? İpek gibi beyazlamış, hep topuz haline getirilmiş saçlarıyla mı? Gençken yan yatırılmış şapkasıyla, karşıdan karşıya heyecanlı bir şekilde geçerken ki haliyle mi? Yaşlılık döneminde önden saçları hafif gözükür şekilde eski tip bağlanmış başörtülü haliyle mi?


Babaannem, pamuk pamuk bir kadındı. Sakinliğin, iradenin, sabrın, sevdiklerini sonuna kadar korumanın sembolüydü benim için.


Bütün torunlarına emeği çoktu, ama dokuz yaşından sonra ben ve babamla hep bir aradaydık.


Yazları onunla beraber mobil olarak her yere taşınırdım. Amcamlara, halamlara, kuzenlerimin yazlıklarına. Her yere uyum sağlamamı ve fazla uyumlu bir karakter geliştirmemi bunlara bağlıyorum.


Babaannem ve dedemin kendi inşa ettiği Küçükçekmece’de ki evin yeri ben de ayrıydı. Bahçeyi, toprağı, ağaçlarından doyasıya meyve yemeyi ve çocuklarla incir savaşı yapmayı yaşadığım mutlu çocukluk anılarımdı. Babaannemle hiç boş durulmazdı. Evin ışığını, renklerini tek tek hatırlıyorum. Bahçeden naneler toplanır, reçeller yapılır, toprak kazılırken solucan çıktığında ya da pirinç ayıklarken kurtlar çıktığında babaanne diye bağırılır, holün klasik Osmanlı çinileri tek tek ovulurdu. Kalan zamanımda da, resimler, yünden tırtıllar yapar, bunları da limonata eşliğinde mahalle çocuklarına ikram eder, sergi açardım.


Her maaş çektiğin günde alınan dondurmaların da bozaların da yeri ayrıydı babaanne. Hep beraber bir masanın etrafında toplandığımız bayram sofralarının da. Sanki sen gidince, o birlik beraberlik duygusu da senle beraber kayboldu. Sadece o masayı birada da tutan birlik beraberlik duygusunun, ne kadar empati yapmaya çalışsam da, çocuklarını bir arada tutmayı nasıl başaramadığını anlayamıyorum. Anlıyorum, savaş sonrası arka arkaya çocukların olmuş, ve ikizlerin amcam ve halam doğduğunda sağlam bir zatürre geçirmişsin ve bu yüzden babam ve amcamı akrabalarına bakım desteği için yollamışsın. Ama beş sene çocuklarını yanına alamadın mı babaanne? Bu dönem bakış açım acaba çocukları, komün halde, bir köyde büyütebilsek daha mı sağlıklı olurdu dedirtiyor bana? Böylece şu anda benim yaptığım gibi annelere bu kadar yüklenilmez, çocuklar da daha dengeli büyüyebilirdi belki.


Son yıllarında boyu kadar iradeye ve gurura sahip bu kadın, kalça kemiğinin ilkini kırdıktan ve iyileştikten sonra inatla kalkıp bana kahvaltı hazırlamaya çalışıyordu. Ömrünün sonuna kadar özveri ve gurur vardı hayatında. O kahvaltılardan birinde tekrar kalçasını kırdı ve bu sefer kalkamadı babaannem, Tekrar bebeğe dönmüştü ve bunu kabullenemiyordu bünyesi. Ve son günlerinde, duvardaki antika saat ve çizgili tabaklar senin dedi. Bunu her görüşmemizde tekrarlıyordu. Annemde olduğum bir gün komşulardan bir telefon geldi. Babaannen seni görmek istiyor, seni görmeden ruhu çıkmıyor, lütfen çabuk gel dediler. Hala aklım almıyor, bu nasıl bir çağrıydı. Apar topar bir taksiye atladım, her şey yavaş çekimdi sanki, beynim uyuşmuş gibiydi ve o eve gidemedim, arkadaşlarımın evine gittim o gece. Ertesi gün gidebildiğimde, beni aradıklarında babaannemin zaten o anda vefat ettiğini öğrendim.


Ve bu sene kendi saçını kesip, yatağına bağlayıp, kuleden kaçan bir Rapunzel heykeli hayal ettim. Nasıl uygulayacağımı düşünürken, bir de baktım ki babaannemin emaneti duvar saati karşımda duruyordu. Rapunzel’imi, bu saatle ve saat kulesiyle birleştirmeye karar verdim. Babaannemin ve bütün kadınların kendilerini gerçekleştirebilme ve kendi yollarını bulabilmeleri hayaliyle.


KALANLAR

-canderel-



Hatırladığım ilk kaybım plastik bir top. Üstelik bana ait de değil, arkadaşımın. Bir özelliği olduğunu sanmıyorum. Dere kenarında arkadaşımla oynarken dereye düşürdük, birlikte eve gelip uzun uzun ağladık, dünya başımıza yıkılmış gibiydi. Tamamen imkânsızlıklar içinde miydik, yeni top alamaz mıydık diye düşünüyorum, İç Anadolu’nun küçük, sapa bir kasabasındaydık. Aslında ilçe idi, eminim, çünkü kaymakamın kızıyla kötü anılarım var. Nüfusunun çok az olmasına rağmen nasılsa ilçe olmuş. Bir ayrıcalık yapıldığına da kanaat getiremiyor insan, çünkü son gittiğimde bile çok sahipsiz görünüyordu. Ama en az bir bakkalı olduğunu ve sık sık gittiğimizi hatırlıyorum, yolda önünde jandarmaların nöbet tuttuğu, o zamanlar cezaevi olduğunu sandığım ama galiba nezaret olan bir bina var, aslında dam sözcüğü daha uygun olabilir. Bazen jandarma ya da mahkûmlardan biri bizden sigara almamızı isterlerdi ya da sadece laf atarlardı ama onlarla konuşmamız yasaktı. Toptan bahsediyordum, şimdi düşününce bakkal olduğuna göre top da alınabilirdi, biz niye o kadar ağladık hala bilmiyorum. Annem bizi yana yakıla ağlar görürken korktu ilk başta, anlam veremedi doğal olarak. Üstelik top da ertesi gün oynadığımız yerin biraz ilerisinde bulundu.


Asıl kayıplar sonradan geldi. Önce komşumuzun civcivlerini yediği için kedimi komşular Ankara’ya giden kamyonun arkasına atıp götürdüler, bana söyledikleri bu, yıllarca her Ankara’ya gittiğimizde gözlerim onu aradı. Şimdi bunları yazarken kedilerin ömrünün kısalığını ve çoktan öldüğünü bu yaşıma kadar hiç düşünmediğimi fark ediyorum, hep bir yerlerde yaşıyor benden uzakta diye düşünmüşüm demek ki. Ardından sınıfımızın hem yaşça hem cüssece en büyük çocuğu ki bana dev gibi gelirdi, Alaattin’in, baharda derenin coşup çağladığı bir zamanda boğulduğu haberi geldi. Ailesinin Almanya’ya giderken dedesine bıraktığı bir çocuktu Alaattin, yaşı da ondan büyüktü herhalde. Ölüm haberini aldıktan sonra dere kenarına gidip uzun uzun bakmıştık, dağlara, dağlardan eriyen karların, yazın içinden çıkmadığımız dereyi nasıl bir canavara dönüştürdüğüne. O yıl biz de ayrıldık o kasabadan, ama bu anılar nasılsa kaybolmamış, hissettirdikleri de…


BİR KAYBIN VARLIK SANCISI

-saturnuslog-


Kendimi kaybettim. Kim olduğumla kim olmam gerektiği arasında sıkışmış bir şekilde yaşarken, köpeğimi kaybetmemle kendime de yolculuğum başladı. Gerçek, yeri doldurulamayandır derler. Lucy de gerçekti benim için.


Hayatı yalnızca dürtülerine ve sevgiye göre yaşayan bir varlığın bu kadar kısa bir yaşam sürmesi ne acı. Bana asla zarar vermeyeceğine güvendiğim tek varlıktı.


Aslına baktığım zaman hayatım boyunca kaybettiğim hiçbir şey olmadı. Çünkü sahip olduğum hiçbir şey olmadı. Bana hiçbir şey verilmedi. Her şeyi kendim elde etmek zorunda kaldım. Bu şekilde aslında hiçbir şeyin hiçbir zaman bana ait olamayacağının farkına vardım. Bir kayıp ya da başarısızlık anında zaten bana ait olmayan ya da olmaması gereken bir şeyin kayıp gittiğini hep biliyordum. Üzücü mü? Evet.


Fakat Lucy konusunda keskin çizgilerim vardı. Gerçekten değer verdiğim bir şeyi ya da varlığı ilk defa kaybediyordum. Bana ait değildi ancak arkadaşımdı. Bütün ailenin göz bebeği olmasına ve hepsini sevmesine rağmen beni aileme karşı dahi koruyan tek canlıydı. Bir anda koskoca dünyada yapayalnız kalmıştım. Etrafım hep kalabalıktı ama hep de yalnız.


Öylece onu kaybetmem bana kendimi kazandırdı. Duygusuzluk gibi gelebilir, farkındayım ama rasyonel düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü bu kayıp bana benliğimi sorgulama, hislerimi sonuna kadar yaşayıp kabul etme ve her şeyin geçiciliğinin farkındalığını kazandırdı. Sonu gelmeyen depresyonlar, sorgulanan ilişkiler, ben neredeyim, nereye gidiyorumlar…


Bunların hepsini sorgulayıp kendimi iyileştirmem ve yenilenmem, kabuğumu sıyırmam yaklaşık iki senemi aldı. Öyle ki en yakın arkadaşımın dahi en yakın arkadaşım olmadığını fark edip hayatımdan bir çırpıda uzaklaştırdım. Dışarıyı daha çok gözlemlemeye başladım. Aslında olmaması gereken ve olan birçok şeyi fark etmek, yıllardır körlükle mücadele eden birinin görmeye başlaması gibiydi.


TEK GERÇEK

-ayşe menekşe-


Altı yaşındaydım. Karşı komşuya gönderilmiştim. Evdeki kalabalıktan uzağa. Arkadaşımla oyun oynadık. Bir sebepten eve döndüğümde çokça ayakkabı gördüm kapının önünde. İçeride tanıdık simalar vardı. Bir o kadar da tanımadık. Biri açtı kapıyı. Kimdi hatırlamıyorum. Hepsinin yüzünde acı vardı. Ağlamış gözlerle aldılar beni içeriye.

Kardeşim ölmüştü. İki buçuk yıldır bizimle yaşayan, doğum hatası nedeniyle engelli kalan kardeşim. Sarışın bir oğlandı. Annemle babamın ikinci evlat kaybıydı. Benimse ilk defa kardeşim ölüyordu.


Sık sık havale geçirirdi. Beraber geçirdiğimiz yıllar boyunca genelde tedavi için onlar hastanede kalırdı bense akrabalarda kalırdım. Bazen evdeyken annemin dışarıda işi olduğunda – babam çalışırdı - ikimiz kalırdık evde. Ablaydım. Televizyon seyrederdim, onunla konuşamaz ya da oyun oynayamazdık. Engelinden dolayı sadece uyur uyanır, kafasını oynatırdı. Tek iletişimimiz bakışlarımızdı sanırım. Onu sever miydim bilmiyorum. Sevmek ya da sevmemek için nedenlerimiz olmalı belki de. Benim yoktu. Tek bildiğim onun rahatsızlığı nedeniyle kendimi hep yalnız hissettiğim.


Uzun süre farklı nedenlerden dolayı travmasını atlatamadım. Birkaç yıldır daha iyiyim, ölümünü kendime bağlamamın çok da doğru olmadığını anlamam yıllarımı ve daha bir sürü şeyimi aldı. Tek tek anlatmayacağım.


Zaman içinde adını duyduğumda bile cızlayan içim, kendimi suçsuz bulduktan sonra biraz rahatladı. Ama hayatım boyunca yanımda kim olursa olsun kendimi hala yalnız hissediyorum. Geçmeyen durum bu. Ve hep böyle kalacak gibi görünüyor.




PEK SEVGİLİ UMUDUM

-gökçin-


Oysa her şey yeni başlıyordu. İşleri yoluna koymaya henüz başlamıştım. Oluyordu işte! İstediğim her şeyi yapabilecek, hayallerimi gerçekleştirebilecektim.


Kedi yavrularının öldürüldüğü haberini gördüm. Bir kaç damla gözyaşımı çok görmedim.


Yurtlarda çocuklara tecavüz edildiği haberlerini gördüm. Bir haykırışı çok görmedim.


Ormanlarımız yanıyor dediler, yerine oteller dikildiğini gördüm. Bu doğa, bu güzellikler gelecek nesle kalmaz dedim. Fidan dikmeyi gelecek nesle çok görmedim.


Fikir ayrılığı yüzünden birbirini yaralayan gördüm, durun yapmayın demeden geçemedim.


Ne olacak ne bitecek telaşına kapıldım, telaştan delirenleri gördüm. Umut etmeyi, bir şeyleri değiştirebilme çabamı hor görmedim.


Suç işleyenlerin cezasız kaldığını gördüm. ’Adalet!’ diye haykırmayı çok görmedim.


Yirmi üç yıllık ömrümde çok şey gördüm de, böyle kötü zamanlar görmedim.


Neresinden tutsam elimde kaldı. Sadece kendimi düşüneyim dedim, haberler yakamı bırakmadı. Hayallerimi gerçekleştireyim dedim, o dipsiz çukur beni de çekti içine. Direndim, çok denedim.


En sonunda umudumu kaybettim…

KAYIP

-msy-


Sürekli bir şeyleri kazanıp kaybettiğimiz hayatımızda, kaybedilen her şeyin değerini kaybettikten sonra anlıyoruz. Hayatın mizah anlayışı böyle. Bazı kayıplar Yaratıcı tarafından olsa da bazılarını biz ellerimizle yok ediyoruz. Benimki bunlardan hiçbiri değildi. Benimki, tamamen, istem dışıydı ve ben bu kaybımı büyüyünce anladım. Çocukluğumu kaybetmiştim ben. Herkes çocukluğundan biraz yaralıdır fakat hiç çocuk olduğunu anlayamamak ayrı bir kayıptır. Gerçi sorarlar insana; “hiç kazanamadığın bir şeyi nasıl kaybedersin” diye bilmem ki, o zamanlar çevremdekiler çocuk derlerdi bana. Bedenim, yaşım, arkadaşlarım çocuktu. Bende çocuktum işte. Peki ya ruhum, düşüncelerim, hissettiklerim? İnanır mısınız bilmem ama benim düşüncelerimle bedenim orantısızdı. Bana “şuna bak, kim öğretiyor bunları sana git sütünü iç” derlerdi. Birde gülerlerdi, manasız ve gereksizce. Halbuki bilmiyorlardı İnsanı hayat değil yaşadıkları olgunlaştırıyordu. Ben biraz erken olgunlaştım hepsi bu. Dönüp baktığımda keşkelerim olmuyor değil. Keşke diyorum, evde oturup annem için ağlamak yerine çıkıp top oynasaydım. Keşke harçlıklarımı biriktirip babama verme hayalini kurmak yerine, o uzun şekerlerden alsaydım. Keşke yeni bir şeye sahip olduğumda o şeyi çıkarıp “bak bu benim oldu” demek yerine kimse beni kıskanmasın diye saklamasaydım. Şimdi hepsi içimde birer ukte. Gidip o uzun şekerlerden alıyorum yine ama o hissi vermiyor. Her park gördüğümde binemediğim o salınacağa biniyorum şimdilerde ama o mutluluğu hissedemiyorum. Yarım kalıyorum hep, tamamlanamıyorum.


Tolstoy’un dediği gibi “hayat, ne gideni geri getirir; ne de kaybedilen zamanı geri çevirir. Bu nedenle yaşanması gerekenleri zamanında yaşamak; yaşanmayan şeyler için de ağlamamak gerekir.” Bu yüzden bir şeyleri kabullenip devam etmek gerekiyor. Kimin hangi duygudan eksikliği varsa, karşıdakinde onu tamamlamaya çalışıyor. Bu yüzdendir çocuklara olan ilgim. Ne zaman yaşından büyük davranan bir çocuk görsem üzülürüm. Çünkü bilirim, ileride bunun için çok yakınacak. Çocukluğun, ergenliğin, gençliğin, yaşlılığın… kısacası hayatın her evresinin dolu dolu yaşanması, yaşanırken de ‘keşke’ kelimesinden uzak durulması temennimdir. Çocukluğumu kaybetmiş olabilirim ama gençliğimi kaybetmeye hiç niyetim yok. Çocukluğumun yükünü gençliğimin heyecanı törpülüyor. Bu hissi seviyorum. Beni var olmaya itiyor.


KAYBOLANI BULURSUN, ÖZLEDİĞİNE KAVUŞURSUN

-sehvenli-



Sosyal medyada ismen tanıdığım ve paylaşımlarını takip ettiğim genç kız; bir gün kardeşinin ölümü üzere bir paylaşım yaptı. Tam olarak kız kardeşinin hastalığı neydi bilemiyorum. Çok mücadele etmişler ama sonunda iki kişilik dünyalarında kardeşi bu hayata veda etmek zorunda kalmış. Kız kardeşine hem anne hem de abla olmuş.’’ Ve çok değerliydi bu benim için’’ diyor. Anne babaya sitem ediyor. Sadece kendi hayatlarını düşünerek, bencilce davrandıklarını söylüyor. İki kız kardeşi kendi kaderlerine bırakmışlar. Abla şimdi kardeşinin yokluğunun acısını yaşıyor. Üzüntüsüne öfke eşlik ediyor; anne ve babaya kızıyor. Kardeşini ne kadar çok özlediğini, onsuz bu hayatla nasıl baş edebileceğini sorguluyor. Kendi tabiriyle cehennem gibi bir ortamda masal karakteriyle dolu bir dünyada çocuksu duygularla bir hayatı paylaştıklarını anlatıyor. ’’ Sen benim diğer yarımdın hep, ilham kaynağımdın, varoluşumun en güzel armağanıydın’’. İki kardeş sevgisizliği ve zorluğu yaşadıkları bir ortamda, sevginin en güzel halini yaşamışlar birbirleriyle. Okuduğum yazı beni çok etkiledi. Sosyal medyada haberlerde sayısız acı haberlere şahit oluyoruz. Ancak o gün okuduğum bu paylaşımın yeri farklıydı. Benim de birlikte yaşadığım bir ablam var. Seneleri devirdik aynı evde. Abla kardeş bağı dışında aramızda özel bir bağ geliştiremedik. Ortak ilgi alanlarımız olmadı hiç. İki ayrı uçlar gibiyiz. Erken yaşlarda çok fazla kavgalarımız olurdu. Artık biz de olgunlaştık. Üstelik yaşlı bir anne babaya karşı sorumluluklarımız var artık. Haliyle kavgalara ayıracak kaprislerimiz, zıtlıklarımız törpülenmiş durumda. Acı bizi de bulacak. Pişmanlıklar ve sorgulamalar yerini alacak o zaman. Yokluk varlığın değerini daha da ortaya çıkarıyor. Kimileri hayatta iken bunu daha iyi anlıyor. İnsanın sevmeyi bilememesi ne kadar acınası bir hal. Sevgi su gibi sabırla taşları deliyor, yollar açıyor, temizliyor, direnç gösteriyor, pes etmiyor ve en önemlisi kaynağı da kendisinde. Ölüm bu yüzden çok acı veriyor olsa gerek. Sevdiklerimizden ayrılmak zorunda kalışımızın dayanılmazlığı. Onlardan ayrı bir hayatı yaşamak zorunda kalışın yarattığı suçluluk duygusu. Ölüm bize de kendimizi yok saymaya yönlendiriyor bu haliyle. Sonra şunu düşünüyorsun; kendi burada değil ama ona ait her şey benimle kalmaya devam ediyor. Kendimi bırakırsam ona ait şeyleri de terk etmiş olacağım. Ölüm gerçek anlamda onu unutursam gerçekleşir. Devam etmek zorundasın.


Şimdi böyle diyorum ama insanın tecrübe etmediği bir durum karşısında böyle konuşması da anlamsız gelebilir. Nasıl karşılarım böyle bir hali, sonrasında neler hissederim bilemiyorum. Şunu söyleyebilirim, insan hayatının bu dünya hayatından ibaret olmadığını birbirlerini seven insanların sonsuz bir hayatta tekrar kavuşacaklarına inanıyorum. Çünkü ölüm kelimeleri yok edemiyor. Hasret ve kavuşmak arzusu insanın içinde hiçbir zaman bitmiyor. Kelimeler vücut bulmaya insan var olmaya devam eder.


MOTİVASYON KAYNAĞIM NE?

-san-


Kaç kişinin yaşadığı somut ve özel bir kayıptan bahsedebilecek cesareti göstereceğini merak ediyorum. Ben maalesef onlardan biri olmayacağım. Bunun yerine, herkesin sürekli kaybedip nadiren farkına vardığı "zaman" hakkında yazacağım. Ben öyle çok zaman kaybediyorum ki, önemli bir kayıp düşündüğümde aklıma zaman gelebiliyor.


Sorguluyorum; zaman kaybetmek nedir, zaman kazanmak nedir? Bu sorular birbiriyle zıt mıdır? Kazandığım zamanı aslında başka bir yerde kaybetmek için kazanmıyor muyum? "Neye zaman ayırırsam kaybettiğimi hissetmem?"


Sorguladıkça anlıyorum; zaman, son sorunun cevabını bulamadığım için büyük kayıplarımdan birine dönüşüyor.


Önemli tercihler yapmak zorunda olmadığım günlerde kaybettiğimin çok da farkında değildim aslında. Ama kaybettiğimi anlamamın ani bir aydınlanma olmadığını da söyleyebilirim. Elimde küçüklü büyüklü bir sürü zaman kaybı var. Buna birçok insanın yaptığı gibi yanlış insanlarla vakit geçirmek de dahil, yanlış bir şehirde yaşamak da. Hiç olmamam gereken bir yerde iki bardak çay içmem de dahil, uyanmak için bir sebep bulamadığım için bütün bir günü yatakta geçirmem de. Bazen "neyse artık, dört yıl sabreder sonra yoluma bakarım," diye düşünerek istemediği bir üniversiteyi bitirecek tahammül seviyesine sahip bir insan olduğuma inanamıyorum. Günde 14 saat hiç durmadan çalışacağımı ve daha iyisini bulacağımı bildiğim bir işe neden devam etmek istiyorum? Motivasyon kaynağım ne? Bütün bunların sabır mı yoksa aptallık mı olduğuna karar veremiyorum.


Karar verdiğim tek şey, zamanın yaşamla fazlasıyla ilintili olduğu. Bu kadar çok zaman kaybetmek bana yaşamda da kaybettiğimi hissettiriyor. Hayat zaten almaya bu kadar meyilliyken benim de sürekli kendimden almam akıl kârı değil. Her şeyi ve herkesi kaybetsem bile yanımda olacak olana, kendime öfkeliyim.


KENDİNİ DOĞURAN İNSAN

-clementine-


İki gündür dilime Sezen Aksu'nun Bu Kızı Yeniden Büyütmeliyim şarkısı dolandı. Şarkının bir bölümünde Sezen, "Ne gemiler yaktım, o kadar yandı ki canım sonunda karşıdan baktım. Ne göreyim kendime yıldızlardan daha uzaktım." diyor.


Sanırım her insanın farklı yaşlarda olsa da böyle hissettiği bir zaman dilimi oluyor. Gemileri yaktığı, kendisini dünyanın uzak bir köşesinden izleyip bu benim hayatım mı diye sorduğu, dört duvarı kapalı odalarda kendini ayazda gibi hissettiği.. Bunu bir nevi doğum sancısı gibi görüyorum ben.


İnsan kendini doğuruyor mu?


Hem de nasıl!


Sonra çıkıyor yola... Sil baştan başlatıyor hayatını. Ezberlediği her şeyin doğrusunu bir bir öğrenerek, yapamam dediklerini yaparak, yıkamam dediklerini yıkarak büyütüyor kendini. İşte yaşamak dediğin o zaman başlıyor. İnsan kendini büyütmeyi öğrendiği zaman... Sonrasında birilerinin onu beğenmiyor oluşu kızgınlıktan çıkıp ufak bir tebessüm oluyor, bir yerlere yetişme kaygısı bitiyor, daha çoğuna sahip olmayı değil elindekileri görmeyi öğreniyor, bir şeylere öyle dört elle değil usulünce tutunuyor. Her an kalkıp gidebilecek kadar cesur ama orada olmayı hak ettiğini bilecek kadar özgüvenli yerleşiyor hayatın oturttuğu o koltuğa.


Doğumlar sancılıdır, kendini doğurmak da öyle. Ama insan kendini doğurup bir de üstüne büyütmeyi başardığında öyle bir kişi çıkıyor ki karşısına geçmişte yaşadığı en acı olaya bile iyi ki beni büyüttü diye gülümsüyor muzip muzip. Kendini bilmeyenin kusuruna bakmamayı öğreniyor. Tuhaf karşıladığı bir olay olduğunda asla yapmam demiyor. Daha bir insan oluyor, daha uzun yol alacak güce sahip oluyor.




30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page