top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Değiştirmek İstediğiniz Bir Özellik



Bu haftanın normal insanlar konusu "değiştirmek istediğimiz bir özelliğimiz" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.




HAFTANIN YAZILARI

  • Beni Eleştirenler Ölsün – Huzursuz Beyin

  • İstemiyorum – Herzi

  • El Alem – Rojda Aksoy

  • 24 Saatin Var – Edward Bloom

  • Uçakta Uyuyabilen Cindir – Ayşe Çetinkaya

  • Dur – Tuğçe Eser

  • Hayır Hayır Hayır – Nehir Niş

  • Nabza Göre Şerbet – Saturnuslog

  • Kristal Miyim, Paşabahçe Mi – Mutlu

  • Giz – San

  • İçimdeki Süzgeç – Bir Başka Dünyadaki

  • Dilek – Canderel

  • Havuç – Clementine

  • Başlık Hak Etmeyen Yazı – Gorila Voladora

  • Çemberin Sınırında Kalmak – Hayat Yeniden

  • Maymun Olduğumu Yeni Öğrendim – Eta Carinae

  • Denge Sarkacı – Voila

  • Doğruyu Söyle- Melike Yılmaz

  • Denge ve Sınırlar – Dalgın Canbaz

  • Kendimi Yordum – Sehvenli

  • Değişim – Coggywriter

  • Boşluk – Madame Solo

  • İnsan İster – Mehmet Can Kaya

  • Sabrın Sonu Selamet –Mi Acaba? – Papatyalı Bir Deli

  • Denemiş Olmak – Topaz

  • Değişim Direnci – Seyyan Uslu

  • Değişmek – Ayşe Menekşe

  • Değişim Şart – Msy

  • Sınırsız - Matruşka



 

BENİ ELEŞTİRENLER ÖLSÜN

-huzursuz beyin-


İçimde birbiriyle çelişen iki itki barındırdığımda, kendimi ikisinin ortasında, cehenneme yakın bir noktada buluyorum. Örneğin bir yanım yakın temas arzularken, diğer yanım yalnız kalmayı dilediğinde, ya yakınlaştığım insanı saçma sapan nedenlerle itiyor, ya da yalnız kaldığımda kendimi utandıracak eylemlerde bulunuyorum. Ama bu yazı, yalnız kalan ben ve kardeşimin barbi bebeği hakkında değil.


Bir yanım, (buna Sistem 2 diyeceğim) mantığa, bilimsel yönteme, sürekli gelişime aşık ve gelişimin ancak eleştiriyle mümkün olduğuna inanıyor. Diğer yanım ise (Sistem 1) gelişmem için beni eleştiren insanları kusursuz bir bahar akşamında uzunca bir çınar ağacında sallandırmak istiyor.


Olay şu, olumsuz geri bildirim aldığımda paranoyak bir otomatik savunma sistemi olan Sistem 1 devreye giriyor. Eleştiri ne olursa olsun, “kafasına nükleer bomba at” butonuna basmak istiyorum. Okuduğum onca kitaptan sonra gelen makul, mantıklı ve faydalı eleştirilere yönelik ilk içsel tepkimin “annen de böyle derdi” olması beni üzüyor.


Elbette bunu içimde yumuşatıyorum, elbette susuyor ve entelektüel camianın bana saygı duyacağı şekilde (Sistem 2) eleştiriye uygun davranıyorum. Ama işte içimde olanları kendime yakıştıramıyorum; çünkü bir yandan da eleştiriye katlanamayan insanların zavallı olduklarına inanıyorum. Nasıl onlarla aynı kategoride olabilirim? Benim eleştiriye katlanamayan Selim’le, Ahmet’le ne işim var? Sanki beni yüzlerce sıkıntılı insanla aynı kafese koymuşlar, ben de başımızdaki nöbetçiyi ikna etmeye çalışıyorum: “hey dostum, hadi ama, ben onlar gibi değilim, kimseye saldırmıyorum.” Nöbetçi de bana “ama hayalini kuruyorsun?” diyor. “Geçen gün yazını beğenmeyen takipçinin gözlüklerine küfretmedin mi? Ne tür bir insan kendisine olumsuz geri bildirimde bulundu diye tanımadığı bir insanın gözlüklerine küfreder? İşte yanındaki Selim gibi insanlar!”


“Ama içimden ettim” diyorum. Şempanze Selim gülümsüyor bana. Annen de gülümserdi diyorum, yine içimden.


Değiştirebilseydim, Sistem 1’i günceller ve alarm seviyesini daha makul bir düzeye çekerdim. Utanıyorum çünkü bu durumdan.

 

İSTEMİYORUM

-herzi-


Kendime ihanet etme gibi bir alışkanlığım var.


Aslında kendime yaptığım şeyin bu olduğunu yeni fark ettim.


Başkalarının isteklerini önceliklendirince, kendimi geri plana atınca ve hatta kendi sesime hiç kulak vermeyince kendime ihanet etmiş oluyorum.


Peki bunu bilmeme rağmen hala ara sıra yapıyor olmama kaç puan verelim?


Kendimin yanında olmak gerçekten düzenli bir çaba gerektiriyor, özellikle bu başkalarını karşına almak demek olduğunda. Büyük cesaret istiyor. “Tamam bu seferlik benim istediğim olmayıversin” dedirtmeyecek bir dirayet istiyor.


Sevişmek istemiyorum. Evliyim ve sevişmek istemiyorum. İçimde cinsellik adına hiçbir istek yok.


Ama bazen sevişiyorum.


Çünkü artık neden istek duymadığımı anlatmaktan yoruldum. Suçluluk hissetmek istemiyorum artık.


Ne yapacağımı bilmiyorum. Bu sebeple çok umutsuz hissediyorum, çok korkuyorum ve bu korkulara teslim oluyorum. Teslim olmak istemiyorum.


Artık kendime ihanet etmek istemiyorum.



 

EL ALEM

-rojda aksoy-


Bu hafta Ankara’ya geldim ailemi görmeye ama sürpriz yapmak istediğim için kimseye haber vermedim. Annem oldukça muhafazakar bir ilçede yaşıyor. Binanın kapısına vardığımda içerdeki çardakta iki komşusuyla oturduğunu gördüm. Oraya doğru yürüdüm, annem beni görüp yanıma geldi ve sarıldı ama anlamadığım bi şeyler söylüyordu fısıldayarak ve panik bir şekilde. Birkaç saniye sonra anlayabildiğim kadarıyla bu mahalleye minicik eteğimle gelmem karşısında şok olmuş ve beni daha fazla kişi görmeden binanın girişine yönlendirmeye çalışıyordu bir yandan da sarılmaya devam ederek. Durumu anlayınca gülümsedim çünkü annemin bu tavırlarına alışkınım. Bu defa ben onu komşularıyla oturduğu çardağa doğru yönlendirdim ve yanlarına oturdum. Annem bu defa Kürtçe kamuflajını kullanıp yanımızdakilerin anlamadığını bildiği bu dilde beni eve gitmem ve üstümü değiştirmem konusunda ikna etmeye çalışırken ben Türkçe cevap verdim ve eğer tek kelime daha ederse herkesin içinde eteğimi de çıkaracağımı söyledim esprili bir tonda. Şaka yaptığımı bilecek ama eğer gerçekten sinirlenirsem dediğim şeyi yapabileceğimi de tahmin edecek kadar beni tanıdığı için konuyu değiştirdi ve ben o gün o etekle bütün mahalleyi gezdim.

Anneme, aileme ve yakın çevreme karşı bu rahat tavrım eskiden yoktu, zamanla oldu. Keşke diğer çekincelerim ve korkularım da zamanla geçse… “Kim ne der” gibi basit bir cümlenin hayatımı nasıl da sınırladığını görmek çok can sıkıcı. Evet belki ne diyeceği konusunda endişelendiğim kişi sayısı zamanla epey azaldı ama yine de varlar ve oradalar.

Milyonlarca insan TikTok videosu çekiyor mesela ve dünya yine her zamanki gibi dönüyor ama ben de bi tane çekecek olsam o dünya durur ve içine girecek bir delik falan ararım kesin. Çünkü o videoyu izleyeceğini bildiğim insanların kafasından birkaç saniyeliğine geçecek düşünceler benim için sonsuz bir işkenceye döner. Beni yargılayacaklarını bile bile bunu niye yapayım öyle değil mi? En iyisi makul, akıllı, ölçülü biri olarak hayatıma devam etmek. O zaman bana kesin bir ödül falan verirler ve mezar taşıma da “insanların ne düşündüğünü çok önemseyen bir melekti” yazarlar artık bi zahmet…



 

24 SAATİN VAR!

-edward bloom-



"Peki hayatında neleri değiştirmek isterdin?" diye sordu danışmanım o günkü terapide. İlk ve en kolay aklıma gelen cevap "15 yıl önceye dönmek"ti. "Böyle bir hizmetimiz yok maalesef" deyip güldü. Gerçekten böyle bir hizmetleri olsaydı ve bu hizmeti almaya karar verseydim, olmak istediğim zamana dönmek neyi değiştirirdi diye düşündüm gün boyu. İlk bakışta çok avantajlı bir durum olurdu gibi geldi bu. Zira 15 yıl geriye giderek sadece yaşımı değil, şu an istemediğim pek çok şeyi değiştirebilirdim. Sigarayı bırakırdım, spor yapardım, karar vermekte zorlandığım konularda fazla düşünmez, ilk aklıma gelen yolu seçerdim, "hayır" kelimesini daha sık kullanırdım, daha az porno izler daha çok sevişirdim vs. Bunları düşünerek uykuya daldım.


Gerinerek uyandığımda kendi evimde uyanmadığımı fark ettim. Herhalde akşam alkolü fazla kaçırıp bir arkadaşımda kalmıştım. Elimi telefonuma attım, arayan soran olmuş mu diye. O da ne?! 3310'umun ekranında mesaj uyarısı var. "Şimdi girebildim msn'e, bağlantı yoktu" yazıyordu. Gece yarısı atılmış. Gözlüğümü takıp bir hışımla kalktım. İnanılır gibi değildi! Bir zamanlar ailemle yaşadığım evdeydim. Banyoya koşup aynaya baktım. Bir gecede saçlarım uzamış ve kararmıştı. Yüzüme su çarptım. Ağzımda pis bir tat vardı; sigara tadı. Oysa birkaç sene önce bırakmıştım. Tekrar odama gittim. Masanın üzerinde bir zarf vardı. İçinden kısa bir mektup çıktı;


"Bugün 13 Temmuz 2006. Bu mektubu okuduktan sonra yeni hayatınla ilgili istediğin bir değişikliğe karar vermek için 24 saatin var!"


İlk birkaç saati vücudumu, çevreyi, hayatımı 15 sene sonrasının bilinciyle irdeleyerek ve durumumu anlamaya çalışarak geçirdim. Yaşadığım şey inanılmaz gelmekle birlikte buna şaşırarak kaybedecek zamanım da yoktu ama karar vermeden önce de 15 yaş genç halimin ve hayatımın tadını çıkarmalıydım. En yakın arkadaşımı arayıp her her zaman gittiğimiz bara çağırdım. "Bira ne kadar ucuz!" diye mırıldandığımı duyunca "iki gün öncekiyle aynı fiyat" dedi yüzüme bakıp. Durumu anlattığımda gülerek karşıladı ve güzel bir hikâye olduğunu, mutlaka yazmam gerektiğini söyledi. Bu beni biraz sinirlendirmişti ama aynı hikâyeyi o bana anlatsa aynı tepkiyi verirdim diye düşündüm. Kız arkadaşımı arayıp çağırdım. Birkaç saat sonra geldi. "Bugün erken başlamışsın!" dedi. 15 yıllık hasretle sarılıp kokusunu içime çektim. "Alkol kokuyorsun" deyip hafifçe itti. Oturtup hemen anlattım durumu. O gülmedi, biraz üzülerek dinliyor gibiydi. Bitirdiğimde ellerimi tutup şefkatle baktı. "Kendine bunu daha ne kadar yapacaksın?" dedi. Anlamamıştım. "Gittikçe artırıyorsun ve artık başlamak için havanın kararmasını bile beklemiyorsun. Şimdi de sanrılar görmeye başladın." dedi. Adisyona baktım, Efes fıçının karşısında 11 tane tik vardı. 9'unu ben içmiştim. Kafam güzeldi, kız arkadaşımın nasihatleri dışında keyifliydi akşamım ve önümde karar vermem için 12 saatim vardı. Onu durağa bırakıp ben de taksiye atladım. Marketin önünde durdurdum. Saat gece 1'di ve kimse bira alırken torbacıyla muhatap oluyormuş gibi gizemli davranmıyordu. Bu beni daha da keyiflendirdi. Kaç tane alacağımı düşündüm bir süre. Peki ya eve mi gitmeliydim yoksa bir arkadaşıma falan mı? Annem çok içtiğim için üzülecekti ama 15 sene önceye gelip de onu görmeden geri dönmek olmazdı. Hem ona da anlatabilirdim durumumu. Geldiğimde o açtı kapıyı. Yüzü asıktı, bir şey söylemeden odaya gitti. Hemen bir bira açıp oturdum yanına, anlatmaya başladım. Sakince dinledi. Gözlerinden yaşlar süzüldü iplik gibi. "Artık sadece alkol almıyorsun, değil mi?" dedi. Madde kullandığımı ve delirmeye başladığımı düşünüyordu. İnandıramazdım, üstelik bu haldeyken. Sarılıp özür diledim. Şaka yapmak istemiştim. İyiydim ve madde kullanmıyordum. "Sadece dört tane bira içtim, iki tane daha içip yatacağım." dedim ve odama çekildim. Kaybedecek zamanım yoktu. Bir bira daha açıp pop-rock karışımı winamp playlistim eşliğinde düşünmeye başladım. Dinledikçe ve yudumladıkça yaşadığım deneyim hem şaşırtıyor hem de keyiflendiriyordu. Bilgisayarı açıp sevgilimle, dostlarımla, ailemle olan fotoğraflarıma baktım. Birkaç sene sonra hard diskim çöktüğünde hepsi yok olacaktı.


Derken sızıp kalmışım. Uyandığımda zamanımın dolmasına 1 saat kadar kalmıştı. Panikle fırladım yerimden. Başım çatlıyordu. Hemen duş alıp ağrı kesici içtim biraz kendime gelir, neyi değiştirmek istediğime karar veririm düşüncesiyle. Zaman dolmak üzereydi ve karar veremiyordum. Odanın içinde dönüp durmaya başladım. Bir karar vermeliydim ve bu hayatımı tamamen değiştirecek kadar önemli bir karar olmalıydı. Dakikalar kalmıştı. Yok! Aklıma gelen değişiklikler lambadan çıkan cinden dilenebilecek kadar hayati şeyler değillerdi. Son birkaç saniye kala artık zamanımın dolduğunu ve ilk aklıma geleni dilemem gerektiğini fark ettim ve 15 sene öncesine ışınlanarak zar zor karar verebildiğim değişiklik dileğim şu oldu; "Karar verebilmek!"


Uyanır uyanmaz telefonumun ekranına baktım; 13 Temmuz 2021. Duşumu alıp balkonda kahve içen eşimin yanına gittim. "Beyaz olacak!" dedim. Anlamayıp yüzüme baktı. "Çalışma odama alacağım yeni kitaplığın rengi. Beyaz istiyorum!" "Emin misin? Bir haftadır altıncı karar değişikliğin." dedi. Evet! Bu kez emindim. Kararım kesindi ve hemen siparişi verdim. Birkaç gün sonra kitaplığı kurdum. Kitaplarımı yerleştirdim. Şöyle bir baktım ve içimden şöyle geçirdim; "Keşke bu kadar çabuk karar vermeseydim. Beyaz hiç yakışmadı odaya."



 

UÇAKTA UYUYABİLEN CİNDİR

-ayşe çetinkaya-


Liseden sınıf arkadaşım Orçun’la Finlandiya’ya, yine liseden sınıf arkadaşımız, Tampere’de Erasmus yapmakta olan Emre’yi ziyarete gidiyoruz. Orçun biraz pimpirikli bir tip, uçağa bineceğimiz için gergin. Bense çok heyecanlıyım. Amcam askeri pilottu, küçükken bütün uçakları amcam kullanıyor sanıp el sallardım. Hava üssüne gidip uçakların arasında gezmeye bayılırdım, bir keresinde kokpite de girmiştim. Uçaklarla ilgili güzel anılarım vardı hep. Şimdi de ilk defa uçacaktım.


Bizi uçağa aldılar, normalde Orçun’un yeriydi, ama "ben dışarıyı izleyeceğim, hem fotoğraf da çekerim" diye cam kenarına oturdum, Orçun da benim yerime geçti. Ortam biraz klostrofobikti, ama çok da sorun değildi. Uyarıları okuduk, hostes hanımı dikkatle izledik, sonunda uçak hareket etti. Tıngır mıngır gidiyoruz, Allah Allah diyorum, bu kocaman alet nasıl havalanacak. Çok geçmeden kaptan turboyu ateşledi, nasıl keyifliyim, tahmin ettiğimden de eğlenceli. Sonra havalandık. Havalanmaz olaydık. Ne olduğumu şaşırdım, beynim kafamın içinde dönüyor gibi, bir yandan göğsüme bir ağırlık çöktü, geçsin diye bekliyorum, yükseldikçe daha da kötü oluyor. Nabzım kaç atıyor belli değil. Oturduğum yer daraldı, daraldı, uçak üstüme kapanacak gibi hissediyorum. Orçun’un koluna yapıştım, “bu ne ya, ne zaman bitecek” diye sızlanıyorum, yiğitliğime zeval gelmesin diye çok da sesimi çıkarmıyorum. Orçun’un keyfi yerinde, üstümden eğilip camdan aşağı bakıyor, “oha manzara çok iyi” falan diyor. İyi gelir mi ki diye ben de camdan bakmayı deniyorum, aklımı hepten yitiriyorum. Baya havadayız, altımız bomboş, sonsuzluk. Koca alet havada uçuyor, ip mip de yok, kendiliğinden havada. Bu arada mühendislik öğrencisiyim, olan biteni bir mantığa oturtmak için şimdiye kadar fizik, aerodinamik, akışkanlar mekaniği, ne gördüysem, bildiğim ne varsa kafamda toparlamaya çalışıyorum. O an sadece “akışkanlar da mekaniği de yerin dibine batsın” sonucuna varıyorum. Orçun Paşa mis gibi kahvaltısını etti, ben su bile içemediğim için benimkini de yedi, üç kere tuvalete gitti, hatta birisinde kakasını bile yapmış; bu ne rahatlık, hala şaşırıyorum. Beni de “madem camdan bakamıyorsun, kalk da ben oturayım” diye azarladı, ama ben bırakın kemerimi çözüp ayağa kalmayı, nasıl nefes alındığını unutmuşum, “hıps ımph yapamicam hıps” benzeri bir şeyler geveledim. Dört saatlik taşikardi keyfinin sonunda alçalmaya başladık. O andan itibaren aklım ve mantığım bana geri bahşedildi. Finlandiya toprağını öpecektim.


Üzerinden on sene geçmiş. Sonrasında onlarca kez uçağa binmişimdir, hiçbirinde bu ilki kadar kötü olmadım. Ama kötü hissetmediğim tek bir uçak yolculuğum da olmadı. Bununla ilgili amcamla, arkadaşlarımla, terapistimle de konuştum. Hiçbir şey, bilim bile, beni içi insan dolu, kocaman metal bir aletin havada uçmasının güvenilirliğine ikna edemiyor. Uçağa biner binmez uyumaya başlayanlar var ya, aklım almıyor. Ben sudoku çözmeden sakin kalamıyorum. Bir de sadece uçaktayken boyadığım minik bir boyama kitabım var, o da işe yarıyor.


Aslında uçak hiç de sık kullandığım bir araç ya da uçak fobim durmadan üzerinde çalıştığım bir sorunum değil. Buna gelene kadar kendimde değiştirmek istediğim başka bir sürü şey var. Ama algımı değiştirebileceğime dair inancımın en az olduğu konu bu. Sanırım bu yüzden aklıma ilk gelen de bu oldu. Aranızda uçakta uyuyabilenler varsa, beni bir okuyup üflesin. Bilimin bir faydasını göremedim.



 

DUR

-tuğçe eser-


Hani, biz insan evlatları geliriz, güzel bir toprağa yerleşiriz. O toprağın sunduğu besini alır, suyunu içeriz ya. Fakat sonra, haddimizden de fazlasını yer, suyunu kirletir, buzağının bile hakkı olanı ondan çalarız. Biliyorsunuz hikayeyi işte. Ta ki o toprak artık “ üzgünüm ne sana ne de kendime verebilecek hiçbir şeyim kalmadı” diyene kadar. Heh ! Sonra ne yaparız ? “ aman bu toprak artık işe yaramaz “ der , kendimize başka bir verimli toprak bulur ve eski kurumuş toprağı terk ederiz. Biliyorsunuz hikayeyi…


İşte o terk edilen toprak gibi hissediyorum.


Beni bir süre yalnız bırakın. Yağmur mevsimleri gelip geçmeli derinlerimdeki suyu temizleyebilmem için. Güneşte dinlenmeliyim. Atıkların boşaldığı kirli nehirden biraz uzakta, arınmalıyım. Çocuklar oyunlar oynamalı üstümde, harmanlanmalıyım. Eski kalıplarmış fikirlerimi ayıklamalı, yabani otlardan kurtulmalıyım. Müziğimle sanatımla ilk filizlerimi vereceğim. Yanımdaki dostlarla yeşilleneceğim. Benim bedenim, rahmim; benim toprağım. Göz alabildiğine uzanan karanlık ve sık çam ormanları onun çocukları. Dağ çilekleri, böğürtlenler onun eseri.


Değiştirebilecek olsam, bu toprağa öğretirdim; “dur!“ demeyi. “Burası sınır insan, orada dur.”



 

HAYIR HAYIR HAYIR

-nehir niş-


İş çıkışı bir an önce eve varmak istiyorum. Metro serindir diye metroyu tercih ediyorum. Bugün hem yoğun hem de aşırı sıcak bir gün. Bacaklarımda derimi zorlayıp dışarı fırlamak isteyen, varislerimin ağrısı. Metrodan inip sarı dolmuşla hızlı bir şekilde eve varıyorum. Soğuk bir duş beni rahatlatıyor. Sabahın beşinde uyanmış gibi dinç hissediyorum. Filtre kahve demleyip, kitap okumayı planlıyorum. Cemil Kavukçu’nun “Aynadaki Zaman” adlı öykü kitabında martıların deniz ajanı ifadesine takılıp kalıyorum. Bahçeme gelen martılara ikircikli ve korkarak yiyecek bir şeyler veriyorum. Okuduğum öykü etkisini sürdürüyor. Mutfaktan yiyecek bir şeyler alıp bahçeye geçiyorum. Telefonum çalıyor. Arayan pek sık görüşmediğim, hatta görüşmek istemediğim bir arkadaşım. Evleneli beri pek görüşmedik. Mutlaka görüşelim çok önemli diye ısrar ediyor. Peki bakalım diyorum kapatırken. Whatsapp ve Telegram’dan da yazıyor. Kahve ısmarlayayım lütfen gel, konuşmaya ihtiyacım var. Hayır diyemeyen tarafımı kopartıp atmak istiyorum. Ya çok kötü durumdaysa evden çıkasım yok ama ne yapsam. Cevap yazıyorum. Tamam sekizde merkezde buluşuruz.


Hazırlanıp çıkıyorum. Buluşup bir yere oturuyoruz. Kararsız kalıp hemen cevap vermediğim için sitem ediyor. Görüşmeyeli tam üç yıl olmuş. Kendine bira söylüyor bana da kahve. Hızlıca başlıyor. Eşiyle boşanıyorlarmış. Kendini çok kötü hissediyormuş. Hatta intiharı düşünmüş falan. Hiç susmuyor. Benim ne hayırsızlığım kalıyor ne hayrım. Kaçarak evleneli beri benimle ve ortak arkadaşlarla neden görüşmediği sorusu havada cevapsız asılı kalıyor. Hızlıca peş peşe boşalan şişeler gibi boşaltıyor içini. Saatlerce anlatıyor.


Sokağa çıkma yasağı başlamak üzere. Masadan çakmağımı telefonumu alıp çantama atıyorum. Bana hesabı ödetmek için her zamanki kırk takla atma harekatı başlıyor. Midem bulanıyor. Hiç değişmeden tekrar eden bir döngü. Aylardır çalışmıyor olmama rağmen ben ödüyorum hesabı. Zamanla yarışıyormuş gibi anlatıyor da anlatıyor. Ertesi güne randevulaşmak için ısrarlar falan. Tamam yarın olsun bakarız deyip beni lüks aracıyla eve bırakmasının önüne geçiyorum. Üzerimde bir ton ağırlıkla eve yürüyerek geliyorum. Hiç konuşmadan kendimi saatlerce konuşmuş gibi yorgun hissediyorum. Ertesi ve sonraki günler ısrarla yazıp çizmelerine müsait değilim deyip özürler diliyorum. Zaman ayırmadığım için sitemler isyan ve hakarete dönüşen mesajlar. Kendimi kötü hissedip hayır diyemeyen yanıma kendim isyan ediyorum.


 

NABZA GÖRE ŞERBET

-saturnuslog-


Dürüstlük bir ceza olabilir mi? Hani erdemdi? Hani yalan söylemek kötüydü? Öyle ki yalanla ilk tanıştığımda okkalı bir dayak yemiştim amcamdan. Nasıl caydırıcı olmuşsa, o günden sonra yalan söylemeye çalışırken bile ellerim titrer. Ancak yalan söylediğimi düşündükleri için beni döven büyük ailemde, yalan söylemeyen, iftira atmayan, kendini ya da birbirini çıkar uğruna satmayan neredeyse bir kişi bile yok. Bu nedenle dürüstlüğümü nabza göre şerbet verme özelliğiyle değiştirmek isterdim. En azından benim için hayatta kalmak daha kolay olurdu.


Yıllar önce iftiralar, baskılar, mutsuzluklar denizinden kurtulmak için kaçtığım aile ortamıma çok ani dönüş yapmak zorunda kaldım. Bakın, iyilik ve kötülük kavramlarını çok iyi bilmeyen biriyim. Ancak size saf kötülük olarak hissettiğim şeylerin birinden bahsedebilirim.


Birbirine zamk gibi yapışmış sevgisizlik timsali sözde sevgiden oluşan bir aileden geliyorum. Küçükken yalancı bir kuzenim vardı. Ailesi yüzünden patolojik bir yalancıydı. Yaşlarımız yakın olduğu için hiç ayrılmazdık, oyun arkadaşıydık. Bir gün, bütün ailenin toplandığı dedemlerde verilen aile yemeklerinden birindeydik. Kuzenimle içerideki bir odada tartışmaya başladık. Kuzenim sinir krizi geçirip odada duran bir tabağı yere atarak kırdı. O kırılma sesine gelen ebeveynler, ne olduğunu sorduklarında benim kırdığımı ve beni durdurmaya çalışsa da beceremediğini anlattı ağlayarak.


Ailenin yaramaz, hiperaktif çocuğuydum ama hep dürüsttüm. Doğal olarak karşı çıktım bu duruma ve olayı anlatmak istedim. Ancak kuzenim ağlıyordu ve daha inandırıcı geldi onlara. Kendimi savunmaya çalışırken, küçük yüzümde bir ağırlık hissettim. Nasıl olduysa yerde buldum kendimi. Ailem toplanmış, beni dinlemeden suçlu olduğuma karar vermiş üzerine bir de güzel dayak yemiştim. Çok iyi insanlarız diye etrafta dolanan aile, yedi yaşındaki küçük kızın dayak yemesini izlemişti keyifle.


Sonrasında, şişmiş yüzüm ve morarmış kollarıma bakarak acımış olacak ki kuzenim, itiraf etti yalanını. İtirafını cesur bulup hediye verdiler ona. Ama biri de gelip benden özür dilemedi. Üstelik ben kenarda kuzenime hediye verilmesini izleyip acı çekerken buz veren bile olmadı.


Her şey gibi bu da unutulup gitti. Ancak iftiralar asla bitmedi. Hala bitmiyor. Söylemediğim şeyler sürekli etrafta dolanıyor, insanlar ben farkında olmadan bana düşman oluyor ve bunların hepsini hala, amca, aile dediğim insanlar yapıyor. Yüzleşmek için karşılarına çıktığımdaysa yalan makinesi devreye giriyor ve bizim öyle bir şeyden haberimiz yok şizofreni misin? diyerek bana teşhis koyuyorlar. Bu iftiralardan birini de bugün yaşadım üstelik. Ayrıca hayır, şizofreni değilim. Bunu o kadar çok duydum ki psikoloğa ilk gittiğimde seans sonunda sorduğum ilk soru bu oldu.


 

KRİSTAL MİYİM, PAŞABAHÇE Mİ

-mutlu-


İş yerinde arkadaşlarının işini kolaylaştır, eğitim mi düzenlenecek? Hemen organizasyon konusunda sorumluluk al, evini taşıyan arkadaşına yardıma koş, çaylar bitmiş hemen sen tazele...


Çevremdeki insanları mutlu edebilmek, hayatlarını kolaylaştırmaya çalışmak gibi bitmek bilmeyen bir heyecanım vardı. Çoğu zaman yorucu olsa da yine de kendimi iyi hissederdim.


Ta ki bir gün çalıştığım kurumun psikoloğu bana bu davranışımın bir artı değil eksi olduğunu söyleyene kadar.


“Tüm bu çaban, her işe el atman ve hizmet etme isteğinin nedeni takdir edilmeye aç oluşundan” demişti.


Kendimce gurur duyduğum bu özelliğimin nedeni meğer yine yaşatılmamış bir duygunun açlığıymış.


“Paşabahçe misin yoksa kristal bardak mı? Önce buna karar vermelisin. Herkesin elinin altında duran biri kıymetli olmaz. Sen kristalsin lütfen kendini fark et!” demişti sözlerinin devamında.


İyi bir şey diyordu ama ben dumura uğramış gibiydim.


Bu kadar mı eksik, bu kadar mı takdir edilmeye açtım ben?


Günlerce her aklıma geldiğinde bu zayıflığıma ağlamıştım. İnsanların beni önemsemesi için hep bir şeyler yapmalıydım, onlara faydam olmalıydı. Hem görmelilerdi ne kadar çok düşünüyorum ben herkesi. Yoksa neden kıymetli olacaktım ki?


Kıymetliymişim! Peh... Zayıfım ben!


Her şeyi sorumluluk olarak görmek, her işe ben yaparım demek, herkese destek olmaya çalışmak. Farkında olduğum ve en nefret ettiğim özelliğim bu. Her deneme girişimim kısa sürede son buldu. Bir değiştirebilsem çok büyük bir yük kalkmış olacak omuzlarımdan biliyorum.


Ama işte gelin görün ki hayaller kristal, hayatlar Paşabahçe...


Mutlu

 

GİZ

-san-


Üzerinde yaşadığımız gezegen en az 4.54 milyar, türümüz de yaklaşık 200 bin yaşında. Bizler gelişen bilim ve teknolojiye rağmen hâlâ "nereden geldik", "nereye gidiyoruz", en önemlisi de "neden hayattayız" gibi sorularımızı net ve herkesçe doğru kabul edilecek biçimde yanıtlayamıyoruz. Bu bilinmezliklerle birlikte, sosyal varlıklarız ve -kullanmakta oldukça güçlük çektiğim- gelişmiş beyinlerimiz var. İnsan ilişkilerindeki belirsizlikler de evrendeki bütün belirsizliklerle birleşip zihnimde koca bir boşluk oluşturuyor.


Değiştirmek istediğim özelliğimin de tam olarak bu boşluktan doğduğunu düşünüyorum; açık ve net olamamak, kendime bile. Hayata bir sis perdesinin arkasından baktığımı hissediyorum. Bu perdeyi dağıtmak istedim, daha açık olmaya da çalıştım ama giz olduğu yerde kaldı. İşin kötüsü, hayatımdaki insanlara da yansıdı. Uzunca bir süre ne onlar benimle gerçekten konuşabildi ne ben onlarla. "Seninle konuşmak istiyorum ama konuşamıyorum, neden bilmiyorum," dedi biri. "Şimdi senden öğrendiğim ve artık çok iyi yaptığım bir şey yapacağım; açık konuşmamak," dedi bir başkası. "Sorunu bilsek çözmene yardımcı oluruz aslında, hiç konuşmuyorsun," dediler genel olarak. Sorunu ben de bilmiyorum gibi, bilsem yardımcı olurdum kendime.


Şimdi değiştirmek için yapabildiğim, gerçekten küçük detaylardan başlamak. Ne istediğimi seçerek ve karar verip arkasında durarak ilerliyorum. Sonsuz olasılıkları ve geçmişte alamadığım kararları umursamamaya çalışıyorum. Doğaçlama olarak ilerlediğim her yolun bana benzediğini görüyor ve böyle daha mutlu oluyorum. Zaten doğrunun ne demek olduğunu bile açıklayamadığımız bu yerde, bir şeyin doğru olması için herkesçe doğru kabul edilmesi gerekmez ki.



 

İÇİMDEKİ SÜZGEÇ

-bir başka dünyadaki-


Her insan doğumundan itibaren kendisini ait hissedeceği güvenli bir alan bulmaya ya da yaratmaya çalışıyor. Çoğu zaman aradığını bulamıyor. Böyle bir alanı yarattığında da kimi zaman yalnız oynamak zorunda kalıyor. Güvenli, kendine ait bir alan bulup çoğunluğun içinde kendisi olamadığı için, kendisinden vazgeçip, çoğunluk olmayı tercih ediyor.


Çocukken bu davranışı ilk annemde fark etmiştim. Sırf dışarda kalmamak için kendisine ait olan her güzelliğinden vazgeçti. İçinden söyledikleri ve dışarı yansıttığı çok başkaydı. Bozuk para gibi biriktirdiği cümleleri akşam eve döndüğünde mırıldanarak harcardı. Çok mutsuz olduğunu hisseder, ona baktıkça içinde cümle biriktirmenin iyi bir şey olmadığını anlardım. Bununla birlikte büyüdükçe ben de bunu yapmaya başladım. Önce sevmediğim yemek ağzıma tıkıldığında ses etmemeyi belledim. Sonra okulda düzeni bozmamak için hizaya geçer gibi kendimi başkaları ile hizalamaya çalıştım. Bunun bir seferlik ya da geçici bir şey olduğunu söylerdim kendime. Şu iş, şu tören, şu oyun bir bitsin işte o zaman kendim gibi olacağım. Ama uzun süre bir davranışı sürdürdüğümde kendimden uzaklaşacağımı hayal etmezdim.


Şimdi bile şunu fark ediyorum ki, ortamın ritmine ayak uyduramadığımda dans dışı kalıyorum. Hiç düşünmeden kendim olabildiğimde, kendi cümlelerimle sansürsüz konuşabildiğimde yalnız bırakılıyorum. İşin kötü tarafı uyumsuz olma düşüncesiyle suçluluk hissi yerleşiyor benliğime. Eksik, yetersiz ve değersiz olup olmadığımı sorguluyorum. Böyle olmadığımı biliyorum fakat bu duyguları baskın bir şekilde hissetmek istemiyorum. Günün sonunda en az zararla çıkabilmenin yolunu susmakta buluyorum. Sustukça da içimde önce kelime süzgeci oluşmaya başlıyor. “Dur onun yerine şunu diyeyim de yanlış anlaşılmasın.” Ardından cümleler bu süzgece takılıyor. “Bunu hiç söylemesem daha iyi olur, en iyisi sus” diyorum kendi kendime. Ardından duygular. “Böyle hissetmemeliyim, bunu nasıl hissedebilirim” diyerek içimdeki diktatöre veriyorum kontrolü. Süzüle süzüle, geriye benden bir şey kalmıyor. Uyum bir huy olmaya başlıyor. Uyumsuzluk korkusu yüzünden içim başka dışım başka konuşuyor. Bu öyle bir ayrışmaya sebep oluyor ki, sürekli her şeyi, herkesi ve yaşadığım her anı sorguluyorum. Uyumsuz olma riskini alamadığım her an kendime haksızlık ettiğimin farkına olarak yapıyorum bunu. Sonunda düzeni bozmamak için düzenimi bozuyorum. Ben, söyleyemediklerim oluyorum.


Mesela en basiti çayı şekersiz içtiğimi ezberletene kadar çok defa şekerli çay içtim. Hayır bile diyemediğim için kendi kendimi kemirdim. “Hadi bu seferlik böyle olsun” “Benim için bir yudum al” “Kendi ellerimle senin için hazırladım” cümleleri çoğalmaya başladıkça nezaketin açtığı sınırlar genişledi. Kendi güvenli topraklarımda başkaları gezgin, bense bir misafir oldum. Ama bu durumu değiştirmek için istikrarlı bir çaba göstermeliydim artık. Küçük ama etkili adımlar atmaya başladım. Bu genele yayılmış uyumlu kabul halimi son bir yılda iyileştirme müdahalelerim güzel gidiyor. Süzgecin deliklerini genişlettikçe insanlar azalıyor. Başkaları azaldıkça ben çoğalıyorum. Kendi cümlelerimle konuştuğum her an, genişliyorum.


Sevgiyle.


 

DİLEK

-canderel-


Bir tamirci olsa diyelim, biz onu çağırmamışken kapıya gelse durup dururken, "Abla varsa kendinde düzelttirmek istediğin bir şey, elimde malzeme var çabucak halledeyim, yalnız çabuk ol, diğer müşteriler bekliyor" dese, ben de "İzin ver bir düşüneyim, habersiz geldin, hazırlıksız yakalandım" desem. İçeri buyur etsem adamı, yeni usul ayağına galoş geçirip salona doğru geçse, ayağına sürtünen kediyi biraz tereddütlü okşasa, ben de uyarsam "Aman elleme, sağı solu belli olmaz" diyerek. Sonra zaman kazanmak için mutfağa kahve yapmaya gittiğimde, acaba bunca yıllık iyi kötü huyuna suyuna, boyuna posuna alıştığım kendimi düzelttirmek yerine kedinin yabani huylarını mı değiştirtsem diye düşünsem. Bir taraftan da ‘’Böyle fırsat ele geçmez kızım iyi düşün’’ diye kendimi zorlasam, yapamadığım milyon tane şeyi düşünsem, üstelik düzeltmesi de kolay şeyler, hem bu usta becerikli de görünüyor, sürümüne bazı psikomotor beceriler eklese fena mı olur, o bile gerekmez, bir işi yapamayınca hemen pes etmeme özelliği yeter de artar sana, bu yaştan sonra Formula yarışçısı ya da adını bile tam bilemediğin dansların kraliçesi olacak değilsin ya desem kendime. Bunu istersem içeride kahve pişirmemi bekleyen adam güler mi diye düşünsem, belki de bunu önemseme huyum değişse desem şimdi de. Yok, olmayacak bu iş. Kahvesini götürsem, sonra desem ki,’’ Valla usta, sizi de oyaladım, kusura bakmayın. Bir şekilde yaşayıp gidiyorum, yok öyle kendimden de çok hoşnut sayılmam ama yine de yıllar içinde, ince bir ayar da yaptım sayılır. Böyle kalsın, kendimi bir taahhüt imzalamış gibi hissediyorum çevreme karşı, bunca yıl sonra yeni alıştılar, ben değişirsem onlar da bocalar, toparlayamayız, çok sağ olun ilginiz için’’ falan desem mahcup bir şekilde ardından. Adam ne diyor bu der gibi yüzüme baksa ki dert değil, bu bakışa şerbetliyim, kahveyi de zaten acı bulmuştur, ‘’İyi ben gideyim abla, sen bilirsin’’ deyip kapıya yönelse. Kedi de peşi sıra kapıdan çıksa, ardından her zamanki gibi uzaklaşmaya cesaret edemeyip geri dönse. Ben de kalan kahveyi kendime koyup balkona geçerken derin bir nefes alıp, şu emeklilik günlerim gelse de tekrar sigaraya başlasam diye içimden geçirsem.


 

HAVUÇ

-clementine-


Üniversitedeyken mülakatlarda nasıl cevap vermemiz gerektiğine dair bir seminere katılmıştım. Konuşmacı size değiştirmek istediğiniz, olumsuz bir özelliğiniz sorarlarsa sanki olumsuz bir özelliği olumlu gibi göstererek cevap verin demişti. Örnek olarak da "Mesela çok mükemmelliyetçiyim. İşleri tam olarak yapmadan asla rahat edemiyorum diyebilirsiniz." demişti. Şimdi ben size kendi mükemmeliyetçiliğimden ve bu durumun bana dayattığı bütün o yıpratıcı duygulardan bahsedeceğim. Bu öyle plaza ortamlarında parlak ışıklar altında statünün yıkılmaz bir kalesi gibi gösterilen bir mükemmeliyetçilik değil. Tam tersi, insanı içten içe çürüten, yürüdüğü yollarda ayağına batan, bir adımını bin adım yapan bir mükemmeliyetçilik.


Birinci sınıfta okuma yazmaya geçtiğimde elması kızaran ikinci öğrenciydim. Bütün arkadaşlarım bana imrenirdi, oysa benim gözüm kızaran o birinci elmadaydı.


Hani sınıfta doksan aldığı için ağlayan inek bir çocuk vardır ya işte o bendim.


Liseyi okul dokuzuncusu olarak bitirdim. Kocaman afişin üstünde başarılı olanlar listesinde adım yazarken ben neden birinci olamadım diye kendime eziyet edip durdum.

Kız arkadaşlarımla gezmeye gitmek istediğimde kıyafetimin çorabımla uyumlu olmadığını fark edip gitmekten vazgeçtiğim olurdu.


Arkadaşlarıma bir etkinlik tavsiye ettiğimde eğer etkinlikte ufak bir pürüz çıkarsa neden onları güzel bir yere getirmedim deyip kendimi suçlamaktan eğlenceyi kaçırırdım.

Yemek yaptığımda birisi yemeğime dair onlarca övgünün yanında biraz daha tuz koysaydın keşke dediğinde beceriksizliğimi ilan ettim.


İlişkilerimde en fedakar, en iyi partner olduğumu kanıtlamak için sürekli çıkmaz sokağa girdiğimi kabullenmeden sokağın sonuna kadar koştum.


Bir süre sonra en iyi olamadığım için koşularımı ertelemeyi seçtim. Erteledikçe yapılacaklar listeme yenileri eklendi. En iyisi olmam gerektiğine inandığım için yeterince iyi olabilmeyi ıskaladım.


Kendimi bildim bileli, sanki burnumun ucunda bir değnek varmış ve o değneğin de ucunda bir havuç asılıymış gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Ve ben ne yaparsam yapayım o havuca bir türlü ulaşamadım.. Neden ömrüm boyunca o havucun peşine düştüm. Mükemmel olmazsam yeterince sevgiyi, değeri hak etmediğime ve var olmak için kendim olmam değil mükemmel olmam gerektiğine inandım. Mutluluğun başarıya, başarının ise mükemmelliğe bağlı olduğunu sandım. Bu yüzden de hep kendim olmayı erteledim. Şimdi ertelediklerimi bir bir tozlu raflarından çıkarıp hayatımın tadını çıkarmayı öğrenmeye çalışıyorum. Umarım bir gün mükemmel olmamanın normal bir şey olduğunu içselleştirmiş olarak devam edebilirim hayatıma.


 

BAŞLIK HAK ETMEYEN YAZI

-gorila voladora-



Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır falan. Evet belki… Büyüyoruz her zorlukta; ama farkındaysan ne yaşadığının. Şöyle bir yukarıdan bakman gerekir kendine. Ben çok yapıyorum bunu. Kendime yukarıdan bakıyorum yani. Sanırım doğru yapmıyorum bunu biraz anlam çarpıtması yaratmış olabilirim. Zira bugün şu saatte, evde tek başıma halının üzerine oturmuş bu yazıyı yazarken kendime yukarıdan bakıp aşağılamakla meşgulüm. Öyle güzel acıyorum ki bana! Durdurmak istemiyorum, gazı köklüyorum. Sonra ağlatıyorum beni. Rahatlatmıyor da. Ağlamak rahatlatmıyor, bu da yalan. Ne çok yalan söylenmiş!


Başarısızım. Off, hem de ne! Bütün okul hayatını takdir ve onur belgeleriyle döşemiş bir başarısız. Kişisel gelişimine önem vermiş; yazmakla çizmekle kafayı bozmuş, yabancı dil KASMIŞ bir başarısız. Politikayı anlamaya çalışmış, sanata merak sarmış, spor dallarıyla ilgilenmiş…bir…başarısız… Hayatta ne deneyimleyebiliyorsa onu deneyimlemek isteyen, sabahlara kadar deniz dalgaları eşliğinde derin sohbetler etmeyi cüzdanının ağırlığından fazla önemsemiş bir başarısız. Enayi ve başarısız. Enayi. Dürüst davranmış, gerçekten sevmiş insanları, doğaya hayranlık duymuş, böceklere bile kıyamamış bir BA ŞA RI SIZ!

Çünkü şu an bu yazıyı yazarken halının üzerine oturmuş… Şey işte… Sahi kardeşim sevmiyor beni. Oysa ne kadar da düşkündüm ben ona çocukken! Nerede hata yaptığını anlamaya çalışan bir başarısızım.

Halının üzerinde oturmuş yazıyorum. Ağlıyorum da bir yandan. Çok ağlıyorum. Bunu yalnızken yaparım. Kimse bana acımamalı. En çok ben acıyabilirim bana. Bugün nasıl da neşe saçtım etrafıma, güldüler esprilerime. İlahi ben yaa! Ama şimdi tek başımayım. TEK! YALNIZIM! Annemleri arasam… AH, HAYIR! Kendime acımakla doldurmalıyım zamanımı, kalbime başkasının erişimini kapatıyorum.


Kaldığım yerden devam! Fazla mı ünlem kullandım; ya da üç nokta… yersiz mi oldu? Beğenilmeyecek mi yazım? Değiştirmek istediğim huyum ne acaba? Tamamen kendimi değiştirsem? Kendimle barışamıyorum. Korkularım var. Uyusam biraz güzel görünür gibi dünya. Uyku nerede var? Uykuyu ne yapacaksın, stres var sana! Stresle seviş her gece yatağına sadece o geliyor. En sadık yârin! Marilyn de demiş ki soğuk gecelerde kariyerinize sarılıp uyuyamazsınız. Ha siktir! KARİYER. Meali, BAŞARISIZSIN!

“Ya insanlar senden neler neler bekliyordu! Instagram’ı açmaya korkar oldun değil mi, yaşıtların aile kurma faslına çoktan geçti. Gelin damat çocukları tatiller deniz güneş OOO ESKİ SEVGİLİN Mİ O? İSPANYA’YA YERLEŞMİŞ! Sende ne var ne cınım? Halının üzerinde oturuyorsun. Tabii ki.”


Dün karşına çıkan falcıya bak sen yaa! Annen düşük yapmış olabilir diyor. Hayır yapmadı diyorum. Sonra kardeşimin beni sevmediği aklıma geliyor. Vay canına. Yani ünlemsiz, sakince. Kabullenmiş biçimde. Gözler uzaklara dalarak, elde sigarayı tutarak, tek kaş kalkık, baş hafiften aşağı yukarı sallanıyor. O biçimde vay canına. “Evladım sonuçta.” demişti anneciğim onun hakkında. Oluşabilecek milyonlarca sperm-yumurta kombinasyonu içinden bana bu kardeş denk gelmiş. Ama o BAŞARILI! Halının üzerine oturmaz. Halı zemindir. Ona göre değil.


Karar verdim sanırım: değiştirmek istediğim huyum kendime acımam. Ya da bir saniye başarısızlığım elbette. Başarısızlık huydur bende?! Ya da sevilmeme/takdir görmeme korkusu? Bu da tam olmadı. Değiştirmek istediğim huyum hızlı yaşamam. Öyle bir huy da yok. Kararsızlığım desem?


 

ÇEMBERİN SINIRINDA KALMAK

-hayat yeniden-


Yıl 1983, doğunun zorlu bir ilçesinde taşınma telaşı içinde ailem. Henüz beş yaşında küçük bir kız çocuğuyum. Babam devlet memuru ve tayin istemiş Ege'nin bir iline ve dolayısıyla yolculuk Ege’nin ilginç bir kasabasına. Eşyalar yükleniyor bir kamyon kasasına ve biz de ailecek o kamyon kasasında yolculuğa çıkıyoruz. Tamı tamına bir gün süren yolculuk neticesinde varıyoruz yeni mekanımıza.


Kamyon kasasından iniyoruz, etrafımız meraklı bir kalabalıkla çevrili. Ege şivesi ile konuşuyorlar ve inanın bana konuşmalardan tek bir kelime bile anlayamıyorum. Yüzler yabancı, şive yabancı, evler, sokaklar, giyim kuşam her şey yabancı. İşte o an başlıyor bende kendimi öteki gibi hissetme, kendimi bulunduğum ortama ait hissetmeme duygusu.


Taşınmanın üzerinden iki hafta geçtikten sonra okullar açılıyor ve ben de birinci sınıfa başlıyorum. Kamburu olan, engelli bir öğretmenimiz var. Kamburu için, omuzunda karpuz var diyorlar, ben de çocuk aklıyla inanıyorum buna tabi. Ne öğretmenime alışabiliyorum ne arkadaşlarıma. Ne zihnen ne de kültür olarak benziyoruz birbirimize. İşte o zaman ayyuka çıkıyor ait olmama hissiyatım. Okuldan kaç kere kaçtığımı, doğduğum topraklara dönme isyanımı hatırlamıyorum bile. Maalesef ben de doğduğu topraklarda büyüyemeyenlerdenim. Derken ait hissetmeyerek, kendimi mahallenin zencisi olarak görerek gençliğe kadar geliyorum.


Hem doğduğun topraklar hem düşünce yapın bambaşka olunca, her konuda kendini mevcut çevreme kabullendirmek için azami dikkat ve özen göstermek zorunda kalıyorsun. Aksi durumda öteki olduğunu sana acımasızca hissettiren çok kişi çıkıyor karşına. Hep çalışkan, hep edepli, hep güçlü olmayı öğreniyorsun ama ait olmamak ve ötekilik hissi hep devam ediyor. İşin ilginç yanı bir müddet sonra artık o doğduğun toprakların insanı da olamıyorsun.


Artık olgunluk yaşlarındayım ve durumu kabullenip "ne yapayım ben böyleyim" anlayışı dışında pek bir köklü değişiklik yaşamadım. Maalesef mevcut yaşantımda da hep azınlığa atfedilen duygunun, düşüncenin ve tarafın üyesi olup, ötekiliği ve ait olmama hissini iliklerime kadar yaşadım ve yaşıyorum.


İçinde bulunduğum duygunun adının monachopsis olduğunu keşfettim. Psikolojideki tanımı buymuş.


Elimde olsa bu hissi yaşatan her türlü somut ve soyut değerden sıyrılıp mevcudun sıradan bir üyesi olmak isterdim desem buna ben bile inanmam. Sevmiyorum diye bas bas bağırsam da bana bu hisleri yaşatan beğenmediğim özelliğimi benden söküp atsam, benden geriye ne kalır ki? Hem aidiyeti reddetmek her ne kadar kalıcı bir yalnızlık hissi yaratsa da hiçbir kesime, inanca, topluluğa körü körüne saplanmamayı ve sürekli sorgulayarak doğruyu aramayı da beraberinde getiriyor bence.


Tezer Özlü'yü tanır mısınız bilmem ama halã karşılaşmadıysanız bir tanışın derim nevi şahsına münhasır yazarımızla, zira kendisi aidiyet duygusunu yaşamadığını ve öteki olduğunu vurgular her yapıtında.


Bu duygu durumunda, bir Murathan Mungan şiiri olan ve Yeni Türkünün seslendirdiği "Çember" şarkısı gelir aklıma;

Ya dışındasındır çemberin

Ya da içinde yer alacaksın...


 

MAYMUN OLDUĞUMU YENİ ÖĞRENDİM

-eta carinae-


90lı yıllarda doğan her çocuğun düşlediği bazı hayaller vardır. LGS’de (Liselere Giriş Sınavı) başarılı olmak, iyi bir Anadolu lisesine girmek, sonra iyi bir üniversite; tercihen tıp veya eczacılık. Hobiler bile belirlidir. Gitar çalarsın, hiç olmaz da ailen izin vermezse en kötü bağlama. Sporlardan voleybol ya da basketbol. Futbola çoğu aile göndermezdi çocuklarını, okumazlar diye.


Bu sınırlı dünyada sokaklarda koşarak, evimizin çok yakınındaki okula yürüyerek giderek büyüdük, en azından ben öyle büyüdüm. Tek meşguliyetim ders çalışmak olsun diye sporsal ve sanatsal hiçbir faaliyete katılmama izin vermedi ailem. Onların iznine gerek olmadan öğretmenlerimin insiyatifi ile okul korosuna girdim ama, sesim hiç de beklendiği gibi güzel olmadı büyüdükçe.


Ben de tek meşguliyetimle ilgilenirken beklenen şekilde üniversiteyi kazandım. O kadar alışmışım ki hiç bir şey yapmamaya, hiçbir kulübe üye olmadan, okul topluluğuna katılmadan okudum dört sene boyunca. İşten eve, evden işe gider gibi. Risk alıp öğrenci evine bile çıkmadım. Okulu bitirdim, büyüdüğüm şehre geri döndüm, çalışmaya başladım. Bulduğum tüm işlerde tek yetkiliydim. Takım çalışması demek bir tür işkenceydi benim için. Tanımadığım insanlarla nasıl birlikte hareket edilir bilmiyordum.

Yıllar yıllar geçti, hayatımda bir sürü şey, bir sürü insan değişti, şehirler değişti, ben değiştim... Denemeye karar verdim yapmaya cesaret edemediklerimi. Müzik aleti çalmayı denemek, dansa gitmek, spor yapmak, yemek kursu, ikinci üniversite ve terapi.

Çocukluğumda Türkçe öğretmenim Emel Hoca kompozisyon dersinde gelecekte okumak üzere bir mektup yazmamızı istemişti. İçeriğinden çok emin değilim ama şöyle başladığımı çok net hatırlıyorum “30 yaşına geldiğimde”. Nedense 30 yaş bir tür fanteziydi gözümde, çok yetkin ve başarılı olmakla, özgür olmakla bağdaştırmıştım. Belki de annemin beni 30 yaşında doğurması kalmıştı zihnimde insan 30 yaşında her istediğini yapabilir. Kısıtlamalarla (korumalarla) geçen 29 yıldan sonra nihayet özgürlüğüm 30 yaşımda geldi. Yukarıda saydığım her şeyi bir yıl içinde yapmayı deniyorum. Kendimi iyileştirmek için gittiğim psikyatri kliniğinde, her yere uysun diye alınan ve her ofiste görebileceğiniz o bej, soluk renkli koltuklara oturmuş, motivasyonumun başta çok iyiyken denedikçe hobilerimden bazılarından sıkıldığımı ve hemen diğer şeylere yöneldiğimi anlatıyordum. Konuyu ağlamak istememe problemimden buraya çektiğim için mutluyken, hiç beklemediğim bir anda “eta hanım biz buna maymun iştahlı olmak diyoruz” dedi.


Cenaze evinde şaka yapan densizler vardır bilir misiniz? Ben onlardan biriyim. Her sinirim bozulduğunda ya güldürürüm çevremdekileri ya da ben gülerim. Maymun olduğumu duyunca da güldüm. Niye söylemişti ki şimdi bunu, bir kaç saniye anlayamadım. Peki diyerek devam ettim, seansın da sonuydu, uzatmadık ikimizde.


Ama itirazım var, maymun iştahlı değilim! Denemeyi seviyorum güzel arkadaşım, şansımız olmadı ki çocukken. Maymunlar ellerindeki yiyeceği, başkasını bulunca bırakırlarmış. Diyelim ki ben de öyleyim, bunun neresi kötü ki? Bir şeyde sebat edip onun peşine gitmek bana göre değilse, suç benim mi? Suç maymunun mu? Peki tabiatın? Kendisiyle barışmaya çalışan 30 yaşında bir kadın olarak, değiştirmek istediğim hiç bir şey yok kendimle ilgili. Yeni bir klasör daha açıldı üstelik hayatımda: maymun olmak, iştahlısından.


 


DENGE SARKACI

-voila-


Ayarsızlığım… Denge içerisinde bu hayat yolunu adımlamak ne de güzel olurdu. Kendimi yürürken bile desteğe ihtiyaç duyacak kadar bağımlı bir halde ya da tüm hayatı tek başıma omuzlayacağım diye egosantrik, hastalıklı, aşırı bir bağımsızlık hali arasında savrulup giderken bulmazdım belki de.


Bir sarkaç var sanki hayatımızdaki dengeyi tahayyül eden. Eğer tek yöne doğru düzensiz bir kayma varsa hemen aksi yönde keskin bir dönüş içerisinde buldum hep kendimi. Sevgide, işte-güçte, insan ilişkilerimde, günlük hayatımın dahi her noktasında hep bu ayarsızlığımın getirileri ve götürüleriyle yüzleştim. Bir insana karşı içimden coşup ona doğru akmak için sabırsızlanan kocaman bir okyanus çokluğunda sevgi beslerken, bir anda tek hatada sanki hayatımda hiç var olmamışçasına orada o anda bırakıp dönüp gidebilecek derecede uçlarda bir tavır. Zaten hiç beceremedim ki herhangi bir şeyi az sevmeyi. Keşke bu kadar kolay vazgeçmeyi de beceremeseydim.

Bir yandan da açgözlülüğün bir getirisi bu dengesizlik sanırım. Her şeyi öğrenme açlığı ve yeni deneyimlere karşı bir doyumsuzluk varken hiçbir konuda derinleşmeye sabır gösterememe dengesizliğim var bir de mesela. Aklınıza gelebilecek neredeyse her şeyin denemesi içerisinde bulmuşumdur kendimi, öğrenmişimdir de heves ettiğim her olayı. Ama sonrası… Sonrası işte hep kayıp. Hayatıma şöyle bir baktığınızda 1’er metre kazılmış yüzlerce çukur görebilirsiniz. Ancak suya ulaşacak kuyuyu kazmak için tek çukurda derinlere inmek gerekir. İnanıyorum bir gün o suya ulaşacağım ve denge sarkacım nihayet sabit bir noktada kalmayı başaracak.



 

DOĞRUYU SÖYLE

-melike yılmaz-


Bu yazıya başlarken arkadaşımın bana dediği şu sözü hatırlıyorum: ‘lütfen kendine karşı bu kadar acımasız olma.’. Hayatta hiçbir zaman her şeyimi beğenen, her halimle güzelim diyebilen birisi olmadım. İçten içe hep kendimi kemirdim, açığımı buldum ve bu açığımı bana söyleyenin dürüst ve bana karşı iyi olduğunu zannettim. İnsanlara şöyle derdim hala daha diyorum; “lütfen bana bununla ilgili fikrini açıkça söyle ben böyle şeylere kırılmam.” Ama kırılıyorum. Alıngan bir insan olduğumu düşünmeyin n’olur. Ben açık sözlü bir insanım ve fikrim sorulursa karşımdakini kırmadan o konuyla ilgili iyi kötü fikrimi söylerim. Ama bana insanlar yalan söylüyormuş gibi geldiği için bana beğendiklerini söylediklerinde ya da güzel olmuş dediklerinde asla ama asla inanmıyorum. Sürekli acımasızca eleştirilmek istiyorum. Ve insanları bu acımasızlık raddesinde getirip söylettirdikten sonra da kırılıyorum. Yani insanlar işin ayrı bir boyutu. Onlar pasta dilimin küçük bir kısmını oluşturuyor aslında. Benim asıl derdim kendimle. Arkadaşımla birlikte yaptığımız bir podcast yayınımız var. Mesela ben artık ilk yayınladığımız kayıtları dinleyemiyorum. Oradaki kendime asla tahammülüm yok. Buraya yazıları nasıl gönderiyorum onu da bilmiyorum. Bu proje için en son yazdığımız anılardan belki bir kitabımız olabileceği yazıyordu. Bunu asla yapamam sanırım çünkü ilk yazılarımı okurken kusmak isteyebilirim. Sürekli düzenlemek isteyeceğim ve son düzenlediğime gelince sıra yeniden ilk düzenlediğime gelecek. Kendimi eleştirdiğim şekilde başkalarını eleştirseydim kimse yüzüme bakmazdı. Ben hala aynaya utanmadan bakabiliyorum. Kendi kalbimi en çok kendim kırıyorum aslında. Farkındayım da bu huyumun ama değiştiremiyorum. İşte değiştirebilseydim bu özelliğimi değiştirmek isterdim. Çünkü çok yorucu bir şey içindeki memnuniyetsiz insanı tatmin edebilmek.



 

DENGE VE SINIRLAR

-dalgın canbaz-


Kendimi bütün dünyayı dengelemesi gereken, hassas bir kantar gibi hissediyorum çoğu zaman. Her insan ilişkisi, her iletişim teraziye yeni bir ağırlık yüklüyor ve ben bu ağırlığı dengelemeye çalışıyorum sürekli ince ayarlar yaparak. İnsanları seviyorum, anlamaya çalışıyorum. Her insanın bir cevher olduğunu ve anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. İletişimde onları dinlemeye kendimi fazlasıyla verip, çoğu detayı hatırlıyorum daha sonra anlatılanlardan. İnsanları anlamak; benim için kendimi anlamak, dünyayı anlamak sanki. Ama konuşulanlar karşısında kendimi ifade etmek, düşüncelerimi rahatlıkla ortaya koymak, o kadar kolay eylemler değil benim için. İletişimde doğru davranmak, iyi bir insan olmak takıntısından, bazen kendimi çok baskıladığımı düşünüyorum. Eğer kendimce negatif bir eleştiri ya da eksik hissettiren bir cevap almışsam karşı taraftan, aşırı üzülüp, yoruluyorum ve uzun bir süre bunu beynimde evirip çeviriyorum. Etrafımdaki herkesin birbiriyle iyi geçinmesini istiyorum. Ortamın enerjisini ve ya kişilerin olaylar karşısındaki enerjisini fazlasıyla hissettiğimi düşünüyorum. Ortam gerginse, insanlar birbiriyle iyi geçinemiyorsa, durgun göle atılan bir taş gibi bütün bünyem dalgalanıyor. Özellikle annemdeki değişimleri çok fazla hissediyorum. Ondan kendime ve ya yaşanılan ortama gelen bir eleştiriyi çok fazla büyütüyor, önemsiyor ve toparlamaya çalışıyorum. Sürekli bir beğendirme çabası kendimi, önce anneme, sonra diğer insanlara, özellikle kadınlara. Bu insanları tanımaya çalışan hümanist tarafımın önüne çıkıyor, terkedilme şemam. Sanki iyi, örnek bir insan, arkadaş olmazsam yanımda olmayacakları hissi. Bu hissi ne kadar tanımlasam, hesaplaşsam, kendimi tanımladım artık böyle değilim desem de, hala yeterince net cevaplar veremiyorum. Ve net cevaplar veren insanları hem hayranlıkla izliyorum, hem de çok kaba ve aşırı olduklarını düşünüyorum. Ama kendi halimden de mutlu olamıyorum. İnsanları incelediğin kadar kendini incelesen, önüne baksan, kimseden etkilenmeden üretsen diyorum. Ha bir de şüpheciyim, sorgulayan bir beynim var. O yüzden emin olmadığım konularda yorumlar vermek kolay gelmiyor. Politika, sağlık gibi konularda pat diye konuşamıyorum, ama konuşulan konulara da anlayışlı cevaplar vermem, inanmadığım şeyleri bazen savunuyor gibi görünmemi sağlayabilir diye düşünüyorum. Bunun için daha çok okumalı, daha çok araştırmalıyım bilmediğim konuları sanırım. Sorgulamaya devam etmek güzel ama emin olduğum konularda, şu böyle, bu şöyle demeyi çok istiyorum. Ha bir de şu zihniyeti hiç bir zaman anlayamadım. Ben akıllıyım, diğer aptal çoğunluk diyen zihniyeti, ya da gereksiz olduğunu düşündükleri insanların, bu dünyada ortadan kalkması gerektiğini düşünenleri. İnandığım bir şey varsa bu dünyada herkesin yaşama hakkı olduğu ve bunun aptal, akıllı bölünmeleriyle bir yere varamayacağı, dünyayı değiştirmek için hepimizin eş sorumluluk alması gerekliliği.


Hayatın özü, denge ve sınırlar diyorum son dönemde. İnsan ilişkilerinin de, dünyanın da. Denge için baya çabalıyorum ama sınırlar konusunda öğrenmem gereken çok şey var gibi geliyor.


 

KENDİMİ YORDUM

-sehvenli-


Bir şeye yönelmeden önce zihnim anında devreye girer ve beni bir sürü kurgunun içine hapseder. Öyle ki o şeyi yapmaktan vazgeçerim. Kendi kendime engel olurum. Yaşamam gereken şeyi zihnimde yaşamış ve çoktan yorulmuşumdur. Çok basit bir şey de olabilir bu bazen ama fark etmez. Mesele zihnimin anında devreye girmesi ve beni yöneldiğim şeyden vazgeçirmesi. Neden böyle oluyor bilmiyorum. Acaba en başında niyetlendiğim şeye karşı aslında isteksiz ve samimi değil miyim? Bu yüzden de zihnime beni oyalaması için kendim mi müsaade ediyorum? Çünkü biliyorum ki bir şeyi gerçekten çok istersem bahaneler olumsuzdan olumluya doğru evrilir. Bu sefer aklımı bulandıran her şeyden anında yüz çevirir kurguyu tersine yorumlarım. Her eylem için güçlü istek ve arzular olması gerekmez. Kimi zaman sorumluluk devreye girer kimi zaman insanın ihtiyaçları. Hastalandığımda şifa niyetiyle acı ilacı yutmak zorundayım. Bu ilacı içmek için sevmeye ve ona karşı istek duymama gerek yoktur. İyileşmek için mecburum. Ruhumu beslemek için kitap okumak zorundayım. Bir şeyler öğrenmek için emek vermek zorundayım. ‘’Sıkıldım’’ diye bırakamam okumaları ve yeni şeyler araştırmayı. Böyle uyumsuz anlar yaşarım bazen. Bir hevesle başlar sonra tamamlayamam. Çok sinir bozucu oluyor. Sonra da kendimi sakinleştirmek için ne kadar gereksiz şey varsa onlarla vaktimi heba ederim.


Bir gün arkadaşım, halasının yaşadığı köye gitmek için benden ona eşlik etmemi istedi. Köy şehir merkezine çok fazla uzak sayılmaz ama -güvenlik açısından- geri dönüş için çok da geç kalmamak gerekiyor. Niyetimiz oturup sohbet etmek ve sonrasında geri dönmekti. Aile çok samimi, tatlı sohbetleri olan kişiler olunca biz de saati geciktirmişiz. Kalmamız konusunda çok ısrar ettiler. Ben ise eve gitmek istiyordum. Kendimi huzursuz hissettim ve arkadaşa ne olursa olsun gidelim dedim. Saatin çok geç olmasının bir önemi yok. Orada kalmak istemiyorum. Geçmiş zaman nasıl bahaneler uydurdum bilemiyorum ama sonunda oradan ayrılmıştık. Yollar çok karanlıktı. Arkadaşımın yanında çocukları da vardı üstelik. Sabah yola çıksak daha iyi olurdu. Neyse ki kazasız belasız eve vardık. İçimdeki sesin dediğini yapmıştım ama yine de huzursuzdum. Zihnim her türlü beni huzursuz etmeye meyilli olduğu için, tekrar kurguyu devreye soktu. ‘’Ya gece o yolda kaza yapsaydık! Ya çocuklara ya da arkadaşıma bir şey olsaydı…’’Bu olaydan sorumlu bendim, orada kalmamak için direttiğim için de suçluydum. Şükür ki sağ salim dönmüştük. Bazen böyle bencilce davranışlarım oluyor. Kendi isteğimden çok doğru davranış ne ise onu yapmalıydım. Hayat öyle her zaman bizim planladığımız gibi işlemiyor. Planlar bozulur, aksilikler olur. Hesaplamalar tutmaz. Bir şekilde mantıklı ve doğru düşünceyle buluşmalı ve ona göre davranmalı. Keşke diyorum; aklımı, zihnimi, duygularımı, düşüncelerimi iyi yönetebilseydim...


 

DEĞİŞİM

-coggywriter-


Ünlü filozof Herakletios demiş ki: "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”


Çoğu insan yapısal olarak doğaları gereği değişime kapalı olarak ilerlese de, yıllar geçtikçe isteyerek ya da istemeyerek değişime uğrarlar. Değişime açık olmak bireyi ileriye taşıyacak yegâne unsurlardan biridir.

İyi ya da kötü birçok kişisel özelliğimiz olduğunu biliyoruz. İyi özelliklerimiz sorulduğunda her zaman hepsini anlatırız; ama söz konusu kötü özelliklerimiz olduğunda; en az kötü olduğunu düşündüğümüz özelliğimizi en kötüsü buymuş gibi anlatırız. Sonra da, bu özelliğimi hiç beğenmiyorum deyip basite indirgeriz.


Genelde insanlar üzerinde kabul görülmüş kötü özellikler şunlardır:


* Bencillik

* Manipülasyon

* Etik ve ahlâk eksikliği

* Narsistlik

* Psikopatik Sapma

* Sadizm

* Sosyal ve maddi çıkarcılık

* Zalimlik


Genelde değiştirilmek istenilen özellikler hep kötü huylardır.


Aslında her birimiz bu sayılan kötü huylardan en az birine sahibiz. Bizler kendimizi farklı anlatmaya çalışsak da, illâki bir ucu bu özelliklere dokunmaktadır.


Örneğin: Çevremizde ya da dünyada yaşanan kötü olaylar karşısında empati kuramamak veya duyarsız kalmak çoğumuzun başına gelmiş bir olaydır. İşte bu empati yoksunluğu ve duyarsızlık aslında psikopatinin alt metnidir. Fakat birçoğumuz kendini bu şekilde adlandırmak istemez.


Gerçekten değişimi isteyen insan öncelikle değişimi kabul edip kendiyle yüzleşmelidir. Ne kadar uzun sürerse sürsün, bu yüzleşme içerisinde çaba sarf etmesi gerekir.


İçtenlikle söylemek isterim ki, benim narsist bir kişiliğim var. Bazen bunun farkına varıp kendimi geri çekiyorum. Hayatıma ve kendime verdiğim zararla yüzleşip destek almak istiyorum ve bu özelliğimi değiştirmek istiyorum.


 

BOŞLUK

-madame solo-


İçimin sıkıntısı. Durma isteğim. Öylece hiçbir şey yapmadan. O kadar zaman geçti ki.

Zaman. Nelerle doldurabilirdim oysa ki içimin zamanlarını. Ne çok okyanus görür, ne çok ormandan geçer, nice çiçeği koklardım.

İçim. Çok dolu. Çok boş.


İçimi doldursam ne varsa. Gözümün görebildiği, elimin uzanabildiği her şeye dokunsam. İstediğim her yerde dursam, istediğim her yerde koşsam. Dolu dolu, doya doya. Kimseye hesap vermeden, kendime bile. Soran olursa dursam kendimin arkasında dimdik. Durup kalmasam soruda, yanıt vermesem istemeden. Gerisinde durmasam kendimin. Bir kere de böyle olsa. Tek ve sadece kendim olsam. Bir an.


Güç. Bir şey hayal ettiğimde içimden dolup taşan, ama yeltendiğimde ayağımı tökezleten. Az önce buradaydı. Nereye kaybolur ki böyle? Bir türlü bulamıyorum ama henüz vücudum sıcak. Çok uzağa gitmiş olamaz.


Ve ben. Olmayanı arayan. Çok uzakta bir şey var sanıyorum. Elimi uzatıyorum ama çok bulanık, göremiyorum. Belki yakınıma baksam daha netleşecek görüntü. En iyisi ben bildiğim her şeye baştan başlayayım. Bir de böyle. Ne kadar zamanım var?


 

İNSAN İSTER

-mehmet can kaya-


Mutluluk arayışı, mutsuzluktan uzaklaşma çabası, bütün dini kitaplarda geçen “cennet”e ulaşma arzusu, acı çekmekten korkmak, ağlamaktan çekinmek, kahkahalar attığı zamanlara özlem duymak, geçmiş dediği hafızasında kazılı anı olarak adlandırdığı “şey”lere takılıp kalmak ve yine beş dakika sonrayı, 5 yıll sonrasını tahmin edebileceğine inanmak.


İşte insan budur.


Değişim ister, değiştirmek ister; bazen kendini, bazen dünyasını, bazen de bütün dünyayı. Çirkinden kaçar, güzele koşar; kötüden korkar, iyiye sarılır. Bilmez ki çirkin olmadan güzel, kötü olmadan iyi var olamaz. Mutlak huzuru arar, güvende olmak ister. İnsanlara bakar, kendinde yanlışı arar. Evliliğe sarılır, sonra da çocukta arar mutluluğu. Artık her şey rayına oturacak der. Artık gençliğimden beri yaşadığım bütün ızdıraplarım bitecek der. Halbuki kendini kandırır ve kandırdığını sonradan anlar. Boşanır, büyük sevinçler yaşar, kurtuldum der. Çocuğu büyür, aynı döngü devam eder.


Tatile çıkmak için can atar ama çalışmak denen kavramın içinde kaybolduğunun farkında bile olmaz.


İnsandır bu; ister. Hep bir fazlasını ister. Bahanesi de hazırdır; ya çocukları için yaşadığını savunur ya da dünya için çok anlamlı şeyler yaptığı için huzurludur.


İyi-kötü, güzel-çirkin, anlamlı-saçma...


Halbuki dünyanın, doğanın, hayvanların, gezegenlerin, galaksilerin umurunda değildir bu kavramlar.


İnsan kendi illüzyonunda yaşar, kendi dünyası vardır. Okuyarak, dinleyerek, izleyerek başka dünyaları da idrak eder. Kendini diğeriyle kıyaslayabilmektedir artık. Başkalarını görerek ya sevinir ya üzülür. Bilmez ki öteki olmadan kendi var olamaz, katliamlar olmadan dünya barışını savunamaz, hatalar olmadan ders çıkaramaz, acı olmadan huzuru arayamaz, ağlamadan gülemez. Bilmez ki her şey iç içedir, hayat denilen şey budur.


Kör olmadan anlayamaz bir akşamüstü boş boş bulutlara bakmanın güzelliğini, sağır olmadan fark edemez bir ağacın yapraklarının rüzgarda çıkardığı hışırtısının huzurunu, kaybetmeden anlayamaz güzel bir yemeğin kokusunu. İnsan budur. Kaybetmelidir, acı çekmelidir, ağlamalıdır ama sorgulamalıdır da, düşünmelidir hiç düşünmediği kadar, “amaan boşver, canımızı sıkmayalım” dememeli, tersine canını sıkmalıdır ki o can bir çıksın. Çıksın ki yaşadığını anlasın, hissettiğinin farkına varsın. İşte o zaman kucaklar bütün bu tanımladığı hisleri ; iyi-kötü, güzel-çirkin vb diye ayırt etmeden. Biri olmadan diğerinin var olmayacağını anlar.

 

SABRIN SONU SELAMET -Mİ ACABA?

-papatyalı bir deli-


Beklemeyi kimse sevmez. Özellikle de yürümeyi bile vakit kaybı gibi görüp metroların giriş çıkışlarına giden yolda bile yürüyen bantlarda yığılan insanlarla dolu olan günümüz toplumunda. “Hayat çok kısa.” lafını hepimiz duymuşuzdur. Aslında hayat kısa falan değil; aslında bu söz, sabretmeyi sevmeyenler ve istedikleri şeylerin gerçekleşmesi için bekleyemeyip hedefine kısa yoldan ulaştıktan sonra pişman olanların “amaaan üzülme, yaptın işte, oldu bitti; hayat çok kısa, üzülmene değmez” şeklinde kullandıkları bir söz öbeği. Nereden mi biliyorum? Sır tutabilir misiniz? Kafa salladığınızı görür gibiyim. O zaman söyleyeyim, KENDİMDEN!


Sabır kelimesinin sözlük anlamını açıklamakla başlayabiliriz. Türk Dil Kurumu’na göre “sabır” kavramı, “Olacak veya gelecek bir şeyi telaş göstermeden bekleme” ya da “Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç” olarak tanımlanıyor. Ancak bana sorarsanız sabır kavramı Türk Dil Kurumu’nun ikinci tanımından çok, ilk tanımıyla daha çok uyuşuyor ve esasen, asıl eksikliğini çektiğim şey de tam olarak bu. Evet toplumda aslında birçok insanın da muzdarip olduğu ve dert yandığı bir şeyden bahsediyorum: sabırsızlık.


Annem bana hamileyken, yıllardan 1999, sıcak bir yaz günü; sabah bir ağrıyla ve bir sıvıyla uyanmış. Daha sonra doktoruyla görüştüğünde hemen oraya -hastaneye- gelmesini söyleyince, apar topar hastaneye gitmişler babamla beraber. Sonradan anlaşılmış durum. Öyle sabırsız biriyim ki, doğmam gereken vakitten önce doğmuşum. Hatta, annemin karnında bulunduğum keseyi patlatmışım, annemi hastaneye zor yetiştirmişler. Anlayacağınız bendeki sabırsızlık sonradan kazandığım bir şey değil, doğuştan geliyor.


Çocukken suçiçeği oldum. Her zaman gittiğimiz top havuzuna gitmiştik, oyun oynayayım diye. Hıtır hıtır kaşındığımı anımsıyorum. Meğer suçiçeği olmuşum. Kaşıntıya karşı sabredebilmişim. Ama bilirsiniz suçiçeği geçeyazarken kabuk bağlar. Hah işte, ben de o kabuklara sabredememişim ve hepsini itinayla kaldırmışım. Şu anda dudağımın üstünde bir adet suçiçeği izinden daha estetik bir görüntüye dönüşmüş bir adet ben, alnımda ve burnumun üstünde de yara kabuklarını kopardığım için iz var. Aslına bakarsanız yüzümde iz var diye pek üzülmüyorum. Çünkü niye üzüleyim ki? Hayat bir şeylere üzülmek için çok kısa. Bakın gördünüz mü? Yeterli sabrı gösteremeyenler böyle sıyrılıveriyor işin içinden.


Hayat, bizim farklı zaman dilimlerinde farklı zorluklarla karşılaşmamızı sağlayarak bize çeşitli şeyler öğretir ve hatta bazen hatalarımızdan ders çıkartma imkânı bile sunar. Bazen hayatın bize vermek istediği mesajı tam olarak algılayıp harekete geçebilmemiz için sabretmemiz gerekir. Ne kadar bekleyeceğimiz -sabredeceğimiz- ise duruma ve olaya göre çeşitlilik gösterir: bazen çook uzun süre beklememiz gerekirken bazense eser miktarda beklememiz kâfi gelebilir. İşte bu durumlar için atalarımızın söylediği ve hepinizin duyduğunu ve hatta kullandığını varsaydığım bir söz vardır: “sabrın sonu selamettir”.


Geçirdiğimiz pandemi süreci belirsizliklerle dolu bir süreç ve hepimizin bazı şeyleri gerçekleştirebilmesi için sabretmesi gerekti ya da hiç olmazsa pandeminin bitmesi için sabrettik ve halen de sabrediyoruz. Sabretmeyi zaten sevmeyen ben, bu dönemde iyice sabırsız biri oldum çıktım. Eskiden yapabildiklerimizi yapamadığımız için, arkadaşlarıma, sevdiklerime sarılamadığım için, yaşlandıklarından dolayı kaybetmekten korktuğum aile büyüklerimizi gönül rahatlığıyla ve diken üstünde olmadan “aman virüs var bende varsa bulaşmasın” diye düşünmeden ziyaret edemediğim için… Sabrettik ve etmeye devam ediyoruz. Kimimiz bu sürecin fazlaca belirsizlik ihtiva etmesinden dolayı yıldık, depresyona girdik; kimimiz ise -bilmiyorum bunu ne kadar tam olarak yapabilen var- bu süreci bir fırsat bilip kendini çok iyi geliştirdi.


Bizi hep düşündüren ve tarihteki örneklerini okuyunca içimizi rahatlatan şey, tarih boyunca insanoğlu çeşitli salgınlara maruz kalmış ve her salgın eninde sonunda son bulmuş. İşte bu 1,5 hatta belki de 2 senedir süregelen belirsizlik dolu süreçte sabretmeyi öğrenebilenlerin dayanak noktası da bu olmuştu. Kendime gelecek olursam, ne yazık ki ben bu süreçte sabretmeyi pek öğrenemedim ve bir noktadan sonra evde kendimi yiyip durdum.


Peki ya siz? Sabretmeyi öğrenebildiniz mi? Sabrın sonu gerçekten selamet mi?


 


DENEMİŞ OLMAK

-topaz-


“Hayatınızda riskler alın. Eğer kazanırsanız, liderlik edersiniz. Eğer kaybederseniz, rehberlik edersiniz.” demiş Vivekananda.


Ben önemli dönemeçlerde risk alamayan cesaretsizliğimi açık denizlere bırakmak isterdim. Çünkü “başıma aman ha bir şey gelmesin” diye olası tüm kötü ihtimallerden kaçmışken, bir gün bir bakıyorsun hiç kötü bir şey olmamış ama başka da hiçbir şey olmamış.


Lider olmak gibi heveslerim olmadı hiç ama yalan yok, korkaklığımdan hiç benim olamayan tecrübelerle ve hatalarla rehberliğe soyunduğum olmuştur.


Bir süredir kendimi bu konuda çokça eleştirip duruyorum ama fark ettim ki bu eleştirileri bile yine kendi korunaklı mağaramda yapıyorum.


Az şey mi şu üç günlük dünyada, bu manasız uzay boşluğunda “denemiş olmak”.

Şöyle bir cesaretsizlikten bahsediyorum; yaptığım mesleği, çalıştığım şehirleri, oturduğum evleri bile seçmedim, çünkü rastgele olursa suç bende olmayacaktı. Kime ya da hangi etkiye karşı idi bu tepkim bilemiyorum, suçlayan ya da yargılayan insanlar da olmadı etrafımda. Bir korku, bir bulut hep gezdi benimle, her gün, her dakika, her şehre, her odaya…


Şimdi canım dediğim dostlarım gelip benimle arkadaş oldu mesela, hayatıma giren insanlar beni seçti, platonik aşık bile olmadım kimseye, kendi kendime, kimsenin bilemeyeceği yerlerde ta kalbimin aklımın içinde bile risk almadım. Benim kendimi yargılayan ve sonra hep kıyamayıp, üzülüp hak veren heyecanlı, hevesli iç sesim hep onayladı beni sonunda. “Aman boş ver, böyle de iyi işte.” dedi.


Başkalarının tecrübelerini koydum heybeme, deneyenlerin mutluluklarını, tabii üzüntülerini de, kazandıklarını ve tabii kaybettiklerini de. Heybem doldu taştı belki ama başkalarının yaşanmışlıkları idi.


“En çok pişman olduğum şey; pişman olacağım diye yapamadıklarım ve dokunamadıklarımdır.”


William Shakespeare


İsterdim üniversitede okurken daha çok istediğimi düşündüğüm bir bölüme geçiş yapmayı, şöyle alıcı gözüyle bakıp beni istesin ya da istemesin birine deli gibi aşık olmayı, bir tiyatro oyunun seçmelerine girebilmeyi, bir kompozisyon yarışmasına katılmayı, denemeyi isterdim, hayatı denemeyi…


Günün sonunda “istesen yapabilirsin, biliyorum ama böyle de iyi.” diyebilmenin getirdiği güvenli limana sığındım hep. Belki yapamayacağımı biliyordum, belki de yapsam da mutlu etmeyeceğini.


Geçmişte giremediğim kapıların arkasını göremedim belki ama hayat dediğin yeni yeni kapılar değil mi? Bir sürü evet, hayır, bir sürü mavi, pembe belki sarı, hepsi kapı, hepsi kapı…


Bir Amok koşucusu gibi bağıra bağıra koşmak istiyorum şimdilerde , “Ben artık şarkı söylemek istiyorum“ diye diye…

 

DEĞİŞİM DİRENCİ

seyyan uslu


Değişim zordur. Değişime tabi olan her bir şey direnç gösterir. En başta zaman en büyük direnci gösterir. Zor olsa da imkânsız değildir. Başkasını değiştirmektense insanın kendini değiştirmesi daha kolaydır. Değişim için güç gereklidir. Dışarıdan gözlemlediğimizde yanlışları doğruları görürüz. Eleştirir değiştirmek isteriz. Dışarıyı görmek kolaydır ama değiştirmek zor. Tam aksine bakışımızı kendi içimize yöneltince de görmek zor, değiştirmekse dışarıya göre bir nebze daha kolaydır.


Değişim bilinçli bir eylemdir. Hele ahlak ve huy konusunda değişim tam bir bilinçlilik halini gerektirir.


Bazen insanlar sadece değişim için yaşarlar. Evlerini, arabalarını, mobilyalarını değiştirmek için aylarca yıllarca çalışırlar. Bazen de üzüntülerini mutluluğa değiştirmek için çabalarlar.


Ben de bu değişim çabası içindeyim. Ama değişim zor olduğu gibi çok yavaş oluyor. Birden değişim mümkün olsaydı değiştirmek istediğim çok şey olurdu. Çoğu zaman yapacağım işleri ertelerim, zamanı iyi kullanamam. İlk olarak bu özelliğimi değiştirmek isterdim. İzlemek istediğim filmleri izlemeyi, yarım bırakıp tamamlamak istediğim kitapları ertelemeyip okumayı ve yazmak istediğim öykümü ertelemeyip yazmayı isterdim. Şimdi yapamadığım yüksek lisansımı ertelememek isterdim. Aslına bakarsak pişman olmamayı ve keşke dememeyi istiyorum galiba.


Daha da sonra yerli yersiz öfkemi yenmek isterdim. Aynı şekilde üzüntülerimi gidermeyi, sevgimi çoğaltmayı isterdim. Belki de bunların kaynağına gider çocukluğumda yaşadığım kötü şeyleri değiştirirdim. Belki doğduğum yeri, bulunduğum zamanı ve kültürü değiştirirdim. Hâsılı kendimle ilgili sevmediğim her şeyi değiştirirdim.



 

DEĞİŞMEK

-ayşe menekşe-


Bu haftaki konumuzun ‘’değiştirmek istediğiniz bir özelliğiniz’’ olduğunu okuduğumda acaba ‘’hangisinden başlasam’’dan ‘’ o kadar mı çokmuş ya!’’ şaşkınlığıma geçişimi yazmak istedim. Hem ülkece hem dünyaca hem de kendimizce son bir buçuk yıldır inanılmaz bir değişim içindeyiz. Ülke ve dünya gündemi virüs kaynaklı ekonomik ve sosyal değişimdeyken bireysel olarak bizim de gündemimiz oldu. Kendimize kaldık. Bazen de içimize sıkıştık. Evde olma zorunluluğumuz, çıksak virüsle karşılaşma riskimiz, çıkmasak 7/24 evde vakit geçirmeyi bilmeyişimiz. Nereden baksak bizi zorlayan bir buçuk yıl.


Kendime dönüp ben de kimmişim dediğim zamanların çokluğu - tabi eğer sağlığımızla sınanmadığımız zamanlardan bahsediyorum ki iki kere sınandım; ilkinde virüsle tanıştım, ikincisinde ise sonucunu kestiremediğim birinci doz aşıydı – beni epey zorladı.

İnsanlara ve olaylara bakış açım kaynaklı, eylemlerimin çoğunlukla onların mutluluğu üzerine olduğunu fark ettim. İlk olarak bunu değiştirmek isterim. Çünkü böylesi cidden ruhsal yaraların açılışında bir numara. Düşünsenize herhangi bir şey yapacaksınız ve yanınızdakiler hoşlanmayacak diye yapmıyorsunuz. Yani dışa bağımlısınız, nedeni her ne olursa olsun.


Bir örnek vermek isterim. Virüsle karşılaştığımda prosedür gereği karantinaya alındım. Evde yalnızdım. Kendime yemek yapmalı, iyi bakmalıydım. Gelin görün ki çarşıdan malzeme gelmesi gerekti ve ne getirelim dediklerindeki cevapsız kalma halimi hala hüzünle anarım. Yirmi yıldır anneyim ve tüm öğünleri hatta tüm yaşantımı ev halkının istek ve ihtiyaçlarına göre yapıyormuşum. Çarşıdan gelecek malzemeler için bir liste yapmak biraz zamanımı alsa da farkındalığımı arttırdı. Ama sonra öğrendim.

Kendimle bir aradayken sevdiğim müzikleri, yemekleri, içecekleri yeniden keşfettim. İlk ve öncelikli değişmesi gereken bu işte. Kendime, önem sırasında birinciliği vermek. Zamanla yerleşti hayatıma, daha da uzun yolum var, biliyorum. Ve bu yolda yürümenin keyfini çıkarmaya çalışıyorum.


Bu yolda yürümek öyle kolay değil benim için. Dile kolay bir kırk üç yılım var geride bıraktığım. Ama olacak mı? Evet. Olmalı mı? Kesinlikle. İnsanın kendiyle bir arada olmayı öğrenmesi ve bunu uygulamayı başarması ilk yapılacak işlem. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Kendimizle bir olduğumuz zamanlara...


 

DEĞİŞİM ŞART

-msy-


Hayatın acımasız bir yer olduğunu küçükken anlamıştım. Annem derdi ki “sen doğduğundan beri hep içli bir insan oldun, hep duygularıyla hareket eden sonrasında mantığına izin vermediğin için üzülen taraf oldun.” Bu doğruydu, doğduğumdan beri duygularımla hareket ederdim. Sonra insanlar çıktı karşıma. İyi niyetimi saflık, desteğimi fesatlık olarak gördüler. Yine de vazgeçmedim, yine karşıma çıkan her insanda kaybettiğim güveni aradım. Tam bu sefer oldu derken daha hızlı çakıldım yere. Tam sıkı sıkı bağlanacakken kocaman bir duvara tosladım. Değiştim mi? Hayır. Hala güveniyorum, hala iyi niyet arıyorum ve hala bir insanın bir insanı koşulsuz sevebileceğine inanıyorum. Evet evet, değiştirmek istediğim özelliğim şu; “insanlar için fazla beklentiye girmek.” Ben sanıyorum ki, biri için fedakarlıkta bulunuyorsam, o da benim için fedakarlıkta bulunur. Bu böyle değil midir? Mesela, bir çiçek alırsınız, onun açmasını, bakınca gözünüze hoş gelmesini istersiniz. Bir beklentiye girersiniz. Çiçek ise bunu sizden su, sevgi, yeterli ışık almadan yapmaz. Çünkü çiçek açması için bakıma ihtiyacı vardır. Siz ona güzel bakarsanız o da size güzel çiçek verir. Bu her canlı için böyledir. Fakat insanlar için bu durum genelde böyle değildir. Evet karşılıksız hiçbir şey olmuyor bu doğru ama karşılık beklerken iyi niyetle beklemek kısmı görmezden geliniyor. Bunu bir türlü kabullenemiyorum. Halbuki kimse için beklentiye girmeyip, çok fedakarlıkta bulunmasam çok daha mutlu olabilirim. En azından hayal kırıklığına uğramam. Bunu zamanla aşacağıma dair inancım tam. Aşana kadar ne kadar eksilirim bilmiyorum, bildiğim tek şey her hayal kırıklığımdan sonra kendime geldiğimde eski benden daha yorgun olmam. İnsanlardan beklentiyi azaltmak dertleri azaltmak olduğunu bildiğim halde, hala birileri için bir şeyler beklemek kulağa ne kadar saçma gelse dahi bu durumdan kurtulamıyorum. Sanırım şuan için bulduğum çözümlerden en doğrusu; hayatıma insan almamak. Bu sayede kimse için beklentiye girmemiş olurum. Bu fikri sevdim. Umarım değiştirmek istediğim diğer özelliğim “hayatıma hiç insan almamak” olmaz, bunu da zamanla göreceğiz. Herkesi hayatımın merkezine koyarsam kalbimin kırılması için de o kadar sebebim olur. Bu felsefeyle hareket edersem, daha genç kalacağım kesin…



 

SINIRSIZ

-matruşka-


İnsanlara sınır koyamıyorum. Hayatıma karışıp, ne yapacağıma karar verip çekip gidiyorlar. Nihayetinde o kararların sonuçlarıyla baş başa kalan ben oluyorum. Sonrası kendime öfke, özgüvenim yerlerde… Bu özellikle anneliğimde oluyor. (İş hayatımda tavsiyeleri alır, uymayanı yapmam.) Bunun sebebini çok aradım. Aceleciliğim, düşünmeden hareket edişim, annemden bir karakter mirası olarak kararsızlığım… Bu sonuçlara ulaştım ama ne kadar düzeltmeye çalışırsam o derece elime yüzüme bulaştırıyorum. Bir başka sebep de toksik insanlardan oluşan bir yakın çevrenin içinde yaşıyor olmam. Sürekli eleştiren, hiçbir şeyi beğenmeyen esasında hayatlarında fazla da bir şey yapmamış bir yakın çevre… Onlarla başa çıkmak için sınır koymam gerektiğini biliyorum ama aynı zamanda onlar olduğu için özgüvenimi toparlayamıyorum. Bir çeşit kısır döngünün içinde debeleniyorum. Nerden başlayacağımı bilmiyorum.


 

bottom of page