
Bu haftanın normal insanlar konusu " zor bir döneminiz ve baş etme mekanizmanız" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.
- Hadi Beraber Kitap Yazalım projesi hakkında daha geniş bilgi almak için tıklayabilirsiniz.
- Yazarlar için yazdığım bir mektubu okumak için tıklayabilirsiniz.
HAFTANIN YAZILARI
Ormanda On Kaplan Gücü – Canderel
Ben Böyle İyiyim – Herzi
Gelip Geçici – Ayşe Çetinkaya
Yokuş Aşağı – San
Her Gün Güneş Doğar... – Gorila Voladora
Tutunduğum Dal – İgiem
Dört Kova – Eta Carinae
Ölümle Oynaşmak – Mehmet Can Kaya
Dostumun Dostu Irvin – Edward Bloom
Cadılık ve Büyücülük Okulu – Tuğçe Eser
Şiirden Uçak – Dalgın Canbaz
Örek – Topaz
Bakmak ve Görmek – Msy
Zaman, Umarım Bu Sızıma da İyi Gelirsin – Mutlu
Vazgeçme – Bir Başka Dünyadaki
Aliye Hanım’ın Ödevi – Nehir Niş
Türk Filmi – Coggywriter
Her Şey Anlık – Saturnuslog
Her Şey Geçiyor, Geçecek - Voila
Geçiyor Geçmez Dediklerim – Sehvenli
İşte Ben – Hayat Yeniden
Hayat ve Bize Verdiği Dersler – Yorgun Kafa Olmayan Kalp
Umut Işığım – Gökçin
Ş-A-H-İ-N – Clementine
İlk Aşk – Matruşka
Kendimce – Ayşe Menekşe
ORMANDA ON KAPLAN GÜCÜ
- canderel -
Yeni sevgili olduğumuz zamanlarda eşim bir kâbusunu anlatmıştı. Bir duvarın önünde duruyormuşum, bir kaplan bana saldırıyormuş, eşim bana yardım etmek istiyor ama yanıma gelemiyormuş. Kaplan her pençe atışında yere düşüyormuşum, o da her seferinde öldüğümü düşünüp gözlerini kapatıyormuş, ancak ardından çizgi film karakterleri gibi tekrar ayağa kalkıyormuşum. Bana bunları dehşet içinde anlatmış olsa da ben - diğer muhtemel düş yorumlarını bir kenara bırakarak- kendime bir takım paylar çıkardım. Evet, zayıftım, yeterli savunma mekanizmaları geliştirememiştim, çok darbe alıyordum ama ardından ayağa da kalkıyordum. Gücümü aldığım şeyin ne olduğunu bulduğumu sanıyorum, karşılaştığım tüm zorlukları alt etmiş değilim elbette, ama geri dönüp baktığımda ancak ‘’kötü’’ olmayı göze alarak hareket ettiğimde zorlukların üstesinden gelebildiğimi anladım. Eve geç geldiğimde babam beni kapının önünde uzun süre bekletip içeri aldığında ‘’neredeydin’ ’diye sorduğunda ‘’ dışarlarda sürtüyordum’’ diye diye bağımsızlığımı kazandım, bir ‘’sürtük’’ olmayı göze alarak. Daha fazla nasıl katkı verebilirim diye kafa yorduğum partim aniden ikiye bölündüğünde, ikisinden de ayrılabilmek için ‘’rahatına düşkün küçük burjuva’’ etiketini üzerimde taşımam gerekti. Çok sevip saygı duyduğum, hayatımı şekillendiren hocama bağlılığım hayatımı olumsuz etkilemeye başlayınca ‘’nankör’’ demesini göze alarak ondan koptum, hala rüyalarıma giriyor olması bunu yapabildiğim için kendimle gurur duymama engel olmuyor. Henüz evli değilken gebe kaldığımı tesadüfen öğrenip sağlığımı sormak için hiç değil, iğnelemek için hatırımı soran aile dostumuzun kızına başım dik çok iyi olduğumu söylerken de ‘’ahlaksız’’ sıfatını göze almam gerekiyordu. Günlük hayatta utangaç ve içe dönük olan insanların olağanüstü durumlar için biriktirdiği bir güç vardır belki, belki psikolojide bunun bir adı da vardır, ben de el yordamıyla bunu keşfetmiş olabilirim, kim bilir…
BEN BÖYLE İYİYİM
- herzi -
İngiltere’nin nehirlerinde ve denizlerinde yapılan bir araştırmada, bir şekilde suya karışan psikiyatrik ilaçlara maruz kalan balıkların, yaşadıkları güvenli alandan çıkıp, daha büyük balıklara yem olabilecekleri tehlikeleri alanlara gidebildiklerini gözlemlemişler.
Geçen yıl, pandeminin başı, henüz Covid Türkiye’de yeni görülmeye başlamış. İnternette bir sürü teori var, biri diyor ki, bildiğimiz düzen değişecek ve yeni bir düzen ortaya çıkacak.
Bu cümleyi okuduğumda, yataktayım ve uyumak üzereyim. İlk kez o zaman hissediyorum göğsümdeki sıkışmayı: Düzen mi değişecek? Benim bir sürü fedakarlıkla kurduğum kavgasız, gürültüsüz hayatım da mı değişecek? Ne kadar donuk olursa olsun bir düzen kurmuşum. Bozulmak zorunda mı?
Karanlık üstüme üstüme geliyor, daha önce tanımadığım bir his bu. Çok korkuyorum. Bana bir şey oluyor diyorum, göğsüm.. Bir garip. Eşim bana bakıyor, su iç diyor, dönüyor ve uykusuna devam ediyor.
Evden çalışmaya başlamışız. Sürekli evde olmaya çok hızlı alışıyorum. Sonsuza kadar evde kalabilirim diye düşünüyorum. Evden çıkmazsam düzenimin bozulmasını engelleyebilirmişim gibi. Çarpıntılarım tabii ki devam ediyor. O günlerde terapistime söylediğim bir cümle var hiç unutmuyorum: Ben böyle iyiyim.
İşlerimi evden halledebiliyor, yemeğimi, yogamı, bakınca istediğim her şeyi yapıyorum. Çarpıntım kalkar kalkmaz başlıyor ve yatasıya kadar devam ediyor ama bir şekilde idare ediyorum. Eşim sabah akşam içerde bilgisayar oyunu oynuyor, çok fazla iletişimimiz yok ama kavga da etmiyoruz. Ben hakikaten böyle iyiyim.
Üniversite yıllarımda delicesine aşık olduğum ama bir türlü kavuşamadığım bir adam var. O sıralar, ortada görünür hiçbir sebep yokken onunla mesajlaşmaya başlıyoruz. Muhabbet ediyoruz, şakalaşıyoruz, ben sıkıntılarımı paylaşıyorum. Ortada tehlikeli bir durum yok.
İşler ne ara o noktaya geliyor, bilmiyorum. Sanırım çarpıntılarım için içtiğim ilaçlarla alkolün çok iyi gittiğini keşfetmemden sonrasına denk geliyor.
Artık her gün, her saat mesajlaşıyoruz, hatta arada telefonda da konuşmaya başlamışız ve ben de kendimi, onun da içinde olduğu hayaller kurarken buluyorum. Ama bu durumda hiçbir tehlike hissetmiyorum. Sanki olması gereken bu.
Her akşam düzenli bir şekilde aldığım ilaçların üstüne bir bardak bira içtiğimi, hatta zamanla bu biraların sayısının arttığını gören eşim de hiçbir şeyin farkında değil. Sadece bir akşam “İçme istersen” diyor ve sonra içeri oyununa geri dönüyor.
Yem olacağım tehlikeli sulara doğru yüzüyorum ama hiç korkmuyorum.
Ayık olduğum nadir zamanlarda bu durumda bir terslik olduğunu seziyorum, hatta bu zamanlarda mesajlaşmayı bitirmeyi denediğim oluyor ama neyse ki ilaç ve alkol kokteylim beni bu denemelerimden hızla uzaklaştırabiliyor.
Bir gece kanepede uyuyakalmışım. Elimde telefon ve mesaj ekranı açık. Eşim beni uyandırmak için geliyor ve mesajları görüyor.
Sonrasını pek hatırlamıyorum. En son eşimin kapıyı yumrukladığını ve benim de üstümü başımı parçaladığımı hatırlıyorum, bir de düğünümüzde çekilmiş bir fotoğrafımızı camdan dışarı fırlattığımı.
Hangisi hangisinin başa çıkma mekanizmasıydı kestiremiyorum. Bir şeylerden kaçarken çok feci hatalar yaptım. Bu sefer de bu hatalarla yazarak başa çıkmaya çalışıyorum belki, kim bilir…
GELİP GEÇİCİ
-ayşe çetinkaya-
Aynaya bakıyorum, aynadaki ben miyim? Burnum, benim mi? Peki gözlerim? En yabancı gelen de onlar. Gözlerinin içine bakma. Aynaya bakma, çabuk başka bir şeye bak. Ellerime bakıyorum, ellerim benim mi? Nefes alıyorum, nefes benim ciğerlerime mi doluyor? Bu tepedeki ampul, ne garip görünüyor. Anneme sarılsam geçer mi bu his? Ya geçmezse, ya annem de hayal gibi görünürse? Keşke ölsem. En son kiminle konuştum? Garip şeyler söyledim mi acaba? Hiç hatırlamadığım garip şeyler söylüyor muyumdur insanlara? Ya delirdiysem, herkes bunun farkındaysa ve ben değilsem? En iyisi evden hiç çıkmayayım. Hiç kimseyle konuşmayayım. Hatta odamdan hiç çıkmayayım. Uyusam geçer mi? Ya sabah uyanınca da geçmemiş olursa? Keşke hiç doğmamış olsaydım. Asla çocuk yapmayacağım. Çocuk yaparsam ve benim gibi olursa? Asla bir aile kurmayacağım. Belki de intihar etmeliyim. Bunu bir düşüneyim.
Gecelerce düşündüm, ama sadece düşündüm, bir seçenek olarak yani. Ölüm fikri bile beni dünyaya geri döndürmüyordu, ölüm bile flu görünüyordu gözüme. Hali hazırda zor bir sene geçiriyordum. Liseden mezun olmuştum. ÖSS’de ilk panik atağımı geçirmiştim; sene boyu öyle olacağını herkese söylediğim üzere sınav çok kötü geçmişti, tekrar hazırlanacaktım. Babaannem çok hastalandı ve bir ay içinde öldü. Panik atakların devamı geldi ve bunlara günlerce geçmeyen ağlama krizleri eklendi. Kendimden nefret ediyordum. Gerçeklik algım da bozulunca delirdiğime emin gibiydim. Artık mezun, ÖSS’yi atlatmış ve goygoyunun peşinde olan arkadaşlarımı “bende bir değişiklik görüyor musunuz, eskisi gibi miyim?” gibi sorularla darlıyordum. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kullandığım antidepresanlar etki etti, belki de terapi iyi geldi; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi. Ama o boşluk hissinin huzursuzluğu hep aklımın bir köşesinde kaldı, bir daha geri gelmemesini umarak.
Derealizasyon. Bir gece Ekşi Sözlük okurken tesadüfen denk geldim bu başlığa. Okudukça hem çok şaşırdım hem de çok rahatladım. Meğer yıllar önce bana aklımı yitirdiğimi düşündüren şey bir sürü kişiye olan bir şeymiş ve bir adı varmış. Hisleri adlandırmak, onları sağaltmak için en hızlı çözüm olabilir. Terapistler de bunun farkında olsa keşke.
Üç sene önceydi. Anne babamın evine geri dönmüştüm. Tam anlamıyla bitik haldeydim. O zamanki erkek arkadaşımdan yaklaşık iki sene boyunca ağır psikolojik ve fiziksel şiddet görmüştüm. Bu sürecin büyük kısmı başka bir ülkede, yardım isteyebileceğim herkesten uzakta geçmişti. Öyle olmasa bile birinden yardım istemezdim herhalde. Çünkü zayıf karakterli ve başkalarına bağımlı olduğuma inandırılmıştım. Bunun aksini kanıtlamak için beni öldürmeye bile kalksa yardım istemeyecek kadar şuurumu yitirmiştim. Çünkü insanlığımı yitirmiştim ve bir yerinden tutup geri getirmeye çalışıyordum. Fakat onun değerli bulacağı şekilde. Beni yiyip bitiren bir kısır döngünün içindeydim. Bir gün yine itilip kakıldığım için sinir krizi geçirirken babamı aramıştım ve o anki halime uyduruk sebepler sunarken babam, “uçak biletini alıyorum Ayşe, geri dönüyorsun” diyerek bu döngüye son vermişti.
İlk haftalar berbattı. Kendimden tiksinerek de olsa onu özlüyordum. Dayanılmaz derecede acı çekiyordum. Ve acılarımı sonlandırabilecek tek kişi oydu. Hiçbir şey yiyemiyordum, uyuyamıyordum. Ben böyle biri değildim. Zayıf karakterli değildim, beceriksiz değildim, başkalarına bağımlı, aptal, takıntılı, çirkin, depresif, uğursuz değildim. Ben dayak yemeyi hak etmemiştim. Bu olanların bir sebebi vardı. Bu sebepler, tüm bunların mantıklı açıklaması ondaydı. Ona dönersem acılarım son bulacaktı. Bir oturup konuşabilsek hepsi bitecekti belki. Başka türlü kendimi nasıl tekrar inşa edebilirdim, bilmiyordum. Geceleri ağlama krizine giriyordum. Aileme hala hiçbir şey anlatmıyordum. Bilmem kaçıncı gece, annem “artık seni dinlemeyeceğim, yarın doktora gidiyoruz” dedi. Doktora gitmek istemiyordum; yine antidepresanlar, yine işe yaramayacak terapiler... Doktora gittim. Tahmin ettiğim gibi olmadı, ilaç vermedi, sadece terapilerle ilerledik. Yaşadıklarımı anlatmaya cesaret etmem için birkaç seans geçmesi gerekti.
Terapiye başlamamın altıncı ayında, iyileşmekle ilgili hayli yol katetmiştim. Yaşadıklarımın sorumluluğunu üstlenmiştim, bir daha aynılarını yaşamamak için kendimde değiştirmem gereken şeylerin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kendime merhametli olmayı öğrenmiştim. Doğduğum şehirdeydim. Eski arkadaşlarımlaydım. Eskisi gibi haftada iki-üç kez görüşüyorduk. Ben gerçekten sevilmenin ne olduğunu tekrar öğreniyordum. Yurt dışında okumak istediğim yüksek lisans programına burada başvurmaya karar vermiştim ve bölüme özel öğrenci olarak başlamıştım. Bir şeyler yoluna giriyor gibiydi, sanırım mutluydum.
Ve yine o geldi, o his. Bir gün sinemadaydım, eski arkadaşlarımdan biriyle, eskisi gibi. Perdede oynayan, o ana kadar zevkle izlediğim filmdeki karakterler birden küçüldü ve sesleri kısıldı sanki. Kocaman bir “hassiktir ya” duygusu. Hemen aklımdan, göğsümden kovalamaya çalıştım o hissi, tekrar gelmiş olamazdı; filme odaklanmalıydım. Fakat adıyla sanıyla, olağan şüphesiyle birlikte gelmişti artık; travma sonrası stres bozukluğu, derealizasyon, panik ataklar; diğer eski dostlarım, eskisi gibi.
Sonraki terapimde durumumdan bahsettim ve başta ilaç yazacak diye korktuğum doktora zorla ilaç yazdırdım. Terapi ile düzelecek sabrım yoktu. Hayatıma devam edemiyordum. Daha doğrusu, ediyordum da ağzıma sıçılıyordu. Hiçbir şeyi ertelememek için kendimi zorluyordum, her gece yatağa zombi olarak giriyordum. Bundan on sene önceki gibi evden çıkmayarak, okula gitmeyerek, arkadaşlarımla görüşmeyerek kaybedecek zamanım yoktu. Belki de vardı, ama istemiyordum. Doktor ilacımı bana seçtirdi, “daha önce kullanıp memnun kaldığın bir ilaç var mı, onu yazalım?."
Sonra nasıl oldu bilmiyorum, belki kendi seçtiğim antidepresan etki etti, belki de devam eden terapiler iyi geldi, belki de geçti gitti işte; bir sabah kalktım ve o his bir daha gelmedi.
YOKUŞ AŞAĞI
-san-
"Gelince hepsi üst üste geliyor," klişesinin özetleyebileceği bir dönem yaşadım. Kendimi şanssızlığıyla tanınan bir kurgusal karakter gibi hissetmeme sebebim, kimsenin düşünüp kurgulayamayacağı kadar komplike şanssızlıklar yaşamamdı. Yaşadığım sorunlarla baş ederken seçtiğim yol da kaçmaktı. Hepsinden itinayla uzaklaşıyordum. Genellikle derin düşüncelere-bu beni daha fazla yorsa da-, uykuya ve rüyalara kaçıyordum. Bu da çözüm olmadığı için bir tür kısır döngüye yol açtı ve yokuş aşağı koşmaya devam ettim. Benim için bardağı taşıran, annemin uzun süre teşhis konulamayan hastalığı oldu. Bedeninde bir kitle vardı. İki yıl ne olduğu anlaşılamadı. İki yıl boyunca hayatımdaki her şeyi altüst ettim. Bu toparlamak için ideal ama altüst etmek için epey uzun bir süre olduğundan, iyiden iyiye dağıldı her şey. Burayı hızlı geçelim.