
Bu haftanın normal insanlar konusu "Kendinizi güvensiz hissettiğiniz bir durumu, nedenleriyle anlatın." idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.
- Hadi Beraber Kitap Yazalım projesi hakkında daha geniş bilgi almak için tıklayabilirsiniz.
- Yazarlar için yazdığım bir mektubu okumak için tıklayabilirsiniz.
HAFTANIN YAZILARI
Büyük Çatışma – Edward Bloom
Tetikte – San
Neon Tabelalar – Rojda Aksoy
Güvensiz – Bir Başka Dünyadaki
Kalorifer – Matruşka
Şükür – Canderel
Yansıma – Münzevice
Uzaklaşmak – Saturnuslog
Silikon Sopa – Gül
Metafor – Nehir Niş
Akış Makış – Herzi
İyi misin – Msy
Mani, Depresyon, Güvensizlik – Sınırda
Özgüvensizlik – Coggywriter
Gelişine Gidişine – Gülçin Karabulut
Yalnız Kadın – Dalgın Canbaz
Ölür müyüz, Kalır mıyız – Mutlu
Çocukluğumuz – Ayşe Menekşe
BÜYÜK ÇATIŞMA
- edward bloom -
İnsanların haklarını aramak için mücadele etmesi gerektiğini düşünen, haksızlığa ses çıkarmanın en erdemli insan davranışı olduğunu savunan bir insan olarak kendimi en güvensiz hissettiğim durumlar genellikle sokakta, minibüste, bankada hakkımı aramak, bir yanlışı söylemek zorunda hissettiğim zamanlarda ortaya çıkıyor. Biri sıramı beklerken önüme geçtiğinde, kullandığım toplu taşıma aracının şoförü telefonla konuştuğunda ya da sigara içtiğinde, bir restoranda hesap beklediğimden yüksek geldiğinde her insan gibi öfkeleniyorum fakat asıl sorun bunu dile getirme fikri kafamda canlandığında başlıyor. Sarf etmeyi kurguladığım "Sigaranızı söndürür müsünüz?" cümlesi şoförün sigarayı kolumda söndürdüğü görüntüsüyle, "bu hesap fazla, tekrar kontrol eder misiniz?" talebim restoranın deposunda yediğim dayak videosuyla, "siz benden sonra geldiniz, arkaya geçer misiniz?" ricam kafama dayanan bir silah fotoğrafıyla dönmeye başlıyor. Haksızlığa uğramış olmamın yarattığı kızgınlık, bunu dile getirdiğim takdirde karşılaşmam muhtemel korkunç senaryolar ve susmak zorunda kalmamın sebep olduğu özsaygı yitimi içimde tarifi zor bir çatışma yaratıyor ve bu duygular birbirini besleyerek daha da büyüyor. Nabzım yükseliyor, saçlarımın arasında, sırtımda ve göğsümde kaşıntı başlıyor. Bir anda terlemeye başlıyorum.
Güvensizlik hissi de bu aşamada başlıyor. Ne kadar haklı olursam olayım, ne kadar haktan, adaletten, mücadeleden dem vurursam vurayım yeri ve zamanı geldiğinde sesimi yükseltemeyecek olmama neden olan öğrenilmiş çaresizliğim, kendime olan güvenimi ciddi anlamda sarsıyor.
Bu güven kaybı günlük hayatıma da yansıyor ve yalnızca olağan dışı durumlarda değil; kendi arkadaşlarıma, aileme herhangi bir problemi dile getirmem ya da onlardan bir talepte bulunmam gerektiğinde önce içsel çatışmaları sonra da fiziksel reaksiyonları yaşamaya başlıyorum. Çoğunlukla da konuşma/talep etme fikrini erteliyor, en azından çatışma yaratan etken sayısını azaltmış olarak bir sonraki kriz anına kadar kendimi daha güvende hissetmeyi seçiyorum. Yanında getirdiği mutsuzluk ve özgüven kaybı duygularıyla.
TETİKTE
-san-
Herhangi bir sebepten, herhangi bir saatte, herhangi bir yere gidiyorum. Sevdiğim insanlarla ya da kendimle zaman geçireceğim. Gündüz çıkıyorum, ya da gece. Sadece dışarı çıkıyorum ve bunu yaparken güvensiz hissediyorum. Elim hep tetikte.
Çünkü etraf üslupsuzca konuşmaya, takip etmeye, rahatsız etmeye ve hatta dokunmaya cüret eden yabancılarla dolu. Daha büyük bir hayali çember de bahane bulanlardan, 'saat kaçtı', 'ne giymiştin', 'kiminleydin', 'neredeydin' gibi üzerine vazife olmayan soruları çekinmeden soranlardan oluşuyor. Her kadın gibi biliyorum ki başıma bir şey geldiğinde, ölmüş olsam bile, soruların yöneltileceği kişi benim; suçlu değil. Koruyacak bir yasa yok, bir toplum yok, bir kültür yok. Yalnızca kendimi koruyabilirim.
Elim tetikte. Çünkü günün sonunda aklımda kalanlar travmatik bir şekilde bu anlar oluyor, geçirdiğim güzel zamanlar değil. Çünkü yaşamaktan ziyade analiz ediyorum; "acaba nasıl biri, zarar verir mi, diğer yoldan mı yürüsem?" Çünkü yaşadığım şehrin bir zamanlar en güvende hissettiğim yerinde bile tacize uğrayabiliyoruz. Çünkü kendimle birlikte hayatta olan veya olmayan bütün kız kardeşlerimin sorumluluğunu üzerimde hissediyorum. Çünkü kafamın içinden çıkabilmek için verdiğim savaşları düşünüyor ve yeniden oraya kapanmak, kendimi dünyadan soyutlamak istemiyorum. Çünkü yaşadıklarımı yakınlarımla paylaşamam, çok tedirgin olurlar. Çünkü çoğu zaman güçlü ve unutkan olmak zorunda hissediyorum.
Tüm bunlara rağmen kendimi zehirli düşünceler ve içsel bitkinliğimden de dışarıdaki tehlikelerden olduğu kadar korumam gerektiğini bildiğim için güvendeyim, yaşamayı yeniden bırakmayacak kadar da aklıselim. Clarissa Estés, görmeye ve gördüklerine katlanabilme yeteneğine defalarca vurgu yaptığı başyapıtı Kurtlarla Koşan Kadınlar'da, bu durumu şöyle ifade ediyor; "Bizim için sorun basit. Biz olmadan Vahşi Kadın ölür. Vahşi Kadın olmadan da, biz ölürüz. Para Vida, gerçek hayat için her ikisi de yaşamalıdır."
NEON TABELALAR
- rojda aksoy -
Sevgilim olan bireyle ve onun arkadaşlarıyla bir mekanda oturuyoruz diyelim. Masada hararetli konuşmalar yapıyoruz. Sanat, politika, ilişkiler vs üzerine konuşuyoruz. Bazen de havadan sudan, eğlenceli meseleler hakkında sohbet ediyoruz. Genel olarak her şey yolunda görünüyor. Muhtemelen çok da iyi hissediyorumdur o masada çünkü o güne kadar geliştirdiğim yeteneklerimi anlaşabildiğim insanlara sergilemek, farklı alanlar arasında gezinecek bilgi birikimine sahip olmak, iletişim kurma konusundaki doğal yeteneğimi konuşturmak beni güvende hissettiriyordur ama ta ki o an gelene kadar…
Masadaki herkesin kafasının hemen üstünde beliren hayali yazıları görmeye başlamışımdır; Kim hangi okuldan mezun, ne iş yapıyor, ne kadar para kazanıyor, nasıl bir hayatı var gibi bilgiler arkadaşlarımın başlarının hemen üzerinde yanıp sönüyor. Bu düşünceler beni her yokladığında biliyorum ki o an en kırılgan anlarımdan birini yaşıyorum ve kendime güvenimin yerlerde süründüğü bir zaman dilimindeyim. Neyse ki nedenini biliyorum; toplumun en alt tabakasından gelmiş olmak. Bugün bulunduğum yer kısmen daha yukarıda olsa da, aşağıdan geliyor olmamın yarattığı değersizlik duygusu üzerime yapışmış durumda. Toplumun bu dikey yapısının farkına çok erken yaşta vardım. Bu merdivenin hangi basamağında olursam kimin bana nasıl davranacağını, kendime nerede yer bulup nerelerden dışlanabileceğimi pek çok defa tecrübe ettim; beş yaşındayken alınmadığım oyun çemberinden, ünlü bir sanatçının sergi açılışına kadar uzanan oldukça çeşitli insanlar ve mekanlar zinciri.
Hangisi daha zor bilemiyorum; ait olduğun yeri sorgulayacak farkındalığa sahip olmayıp payına düşeni kabul etmen ve orada kalman mı yoksa bu eşitsizliğin farkına varıp sana çizilen sınırları zorlaman mı? Ben zorluyorum sınırları. Ama onları bana hatırlatan herhangi bir sosyal ortamda kırılganlaşıyorum ve güvensizlik yaşıyorum. Twitter’da denk geldiğim ama şuan yazan kişiyi bulamadığım o tivitte de denildiği gibi;
“43 kiloyum ve bunun yarısı sınıf kini diğer yarısı da feminist öfke.”
Bu durumun düşüncelerimi, hislerimi çarpıtmaması ve sevdiklerime karşı tavırlarımı etkilememesi için çok ama çok fazla çaba harcamam gerekiyor. Öfkemi ve hayal kırıklıklarımı sevdiğim insanlara değil bu çarpık sistemi meydana getiren unsurlara yönlendirmeyi öğrenmeye çalışıyorum.
GÜVENSİZ
- bir başka dünyadaki -
Her zaman kendime şunu söylerim; olumsuz şeyler sadece onu düşleyenlerin başına gelir. Yapma bunu derim kendime ama yine de sık sık felaket senaryolarının provasını yaparım. Bunlar çoğunlukla gerçek olur. Hayal ettiğimin tam tersi olduğu durumlar nadiren gerçekleşir. Bunlardan en basit olanı, saç kestirmeye gitmeden önce istediğim gibi olmayacağı konusundaki varsayımlarımdır. Bu nedenle çocukluğumdan beri kendimi güvensiz hissettiğim anlar berber koltuklarında gerçekleşir. Sanki berber koltuğuna oturduğum an makasla birlikte hayatımın kontrolünde berbere veriyormuşum gibi hissederim. Koltuğa oturduğum an, berber ne derse o olur, makas onun elindedir çünkü. Ben sadece kırıklarını aldırmaya geldim derim, o da zaten çok az keseceğiz, bak gösteriyorum diyerek eliyle gösterir ve her zaman gösterdiğinden daha fazla keser. Saçlarımın benim istediğimden kısa kesilme olasılığı da beni her zaman endişelendirir. Çocukken okul açılmadan önce ebeveynler tarafından berbere götürülme ritüelimiz vardı. Annem saç kuvvetinizi alır, siz büyüme çağındasınız der, kısa keselim diye berbere işareti verirdi. Kuvvetimi saçlarımla özdeşleştirmem bu yüzden galiba. Kuvvetimi berberin ellerine bırakmak, şimdi düşünüyorum da huzursuz hissettiren bir şey. Çocukken, gözümde her an düşmeye hazır gözyaşımla ağır ağır koltuğa doğru ilerlerdim. İçimden siz anneme bakmayın diye söylesem de kimse benimle göz göze bile gelmezdi. Koltuğa oturur, kesildikçe kesilen, önüme düşen saçlarımı izlerdim; bununla birlikte berberlerin fazla saç kesmekten zevk aldığını düşünürdüm. Ki hala öyle düşünüyorum. Geçen yaz kuaföre son gidişimde de aynı durumu yaşadım. Koltuğun ucuna oturmuş, her an kalkmaya hazır misafir gibi çekingen bakışlarla etrafımdaki hareketleri izliyorum. Tetikteyim. Bana doğru yaklaşan ve asla beni dinlemeyecek olan kişi geliyor. Benim haftaya oyunum var çok kısa olmasın vs cümlelerim hiç duyulmuyor. İçimde değişen duyguların hızına yetişemiyorum. Pişmanlık, endişe, öfke, rahatlama... Sanki ameliyat ediliyorum. Radyoda çalan müzik narkoz etkisi yaratıyor. Neden hep berberler aynı anda üç dört iş yapıyor diye içimden söyleniyorum. Bir yandan, yandaki kadının saç boyasının dakikasını kontrol etmeye gidiyor. Bir kahve içiyor, yeni gelen müşterileriyle onun yaptıracağı işlem hakkında konuşuyor. Ben ıslak, yarım yamalak kesilen ve içinde bulunulan an itibariyle bir şeye benzemeyen saçlarla oturuyorum. O bekleme anında, değersizlik duygusu sarıyor benliğimi. Abi zor uzuyor zaten, çok şey yapmasak mı? diyorum. Sen merak etme, o iş bende kalıp cümlelerini işitiyorum. Kalbim güm güm güm atıyor, çocukluğumda erkek tıraşı gibi kesilen saçlarımı hatırlıyorum. Müzik git gide hızlanıyor. Ben aynadaki önlüklü halime bakıyorum. Of, bitsin artık kaç dakika oldu? Yavaş yavaş sona yaklaşıyor olmalıyız ki, makas vuruşları hızlanıyor. Sonunda boynumdaki önlük çözülüyor. Kurutma makinesi, o ilk fön çekilme seansı başlıyor. Sonuç, hayal ettiğim ve tam istemediğim gibi oluyor. Neyse ki elimde kökü bende ve uzama potansiyeli olan saçlarımla eve dönüyorum. Ben bu koltuğu bir türlü sevemiyorum.
KALORİFER
- matruşka -
Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Ama öğretmen olabilmek için önümde aşmam gereken daha pek çok engel vardı. Pedagojik formasyon için tezsiz yüksek lisans yapmam gerekiyordu. Bir taraftan para da kazanmam lazımdı. Güç bela, burslarla bitirmiştim okulu.
Hafta içi akşamları yüksek lisans derslerine gidiyor, hafta sonları bir dershanede stajyerlik yapıyordum. Ama kazandığım para kuş kadardı, masraflarımı bile karşılamıyordu. Hafta içi gündüzlerim boştu. Ücretli öğretmenlik yapmaya karar verdim. Yaşadığım yerin ilçe milli eğitim bürosuna gittim. Başvurumu yaptım. Okuldan çağırdılar. Belgelerimi alıp söylenen okula gittim. Memura sordum. Müdürü beklemem gerektiğini söyledi. Hani okullarda kalorifer petekleri olur ya uzun, kirli, kötü boyalı. İşte o kalorifer peteğine dayanıp beklemeye, beklerken de etrafı izlemeye koyuldum. Etrafta her şeyden habersiz çocuklar, bir yukarı bir aşağı koşturuyordu. Öğretmenleri gördüm sonra. Kendinden emin, herkes ya sınıfına giriyor ya dışarı çıkıyordu. Ne telaşsızlardı veya ben öyle görmek istiyordum. Peki ben öyle telaşsız olabilecek miydim? 22 yaşındaydım, öğretmenliğe dair tecrübem çok azdı. Ya öğrencilerin sorularını yanıtlayamazsam, dedim. Ya anlatacağımı unutursam ya beceremezsem… Orada o kalorifer peteğinin önünde birdenbire kendimi küçülmüş hissettim. Kafka’nın “Dönüşüm”ündeki hamam böceği kadar küçük, dışlanmış... Ani bir hareketle müdürün gelmesini beklemeden paraya çok ihtiyacım olmasına rağmen daralmış bir şekilde okuldan çıktım. Bir daha da oraya dönmedim.
(Şimdi 18 yıllık öğretmenim.)
ŞÜKÜR
- canderel -
Bir aynanın önünde oturuyorum. Aynanın önündeki kirli tezgâhta makaslar, bigudiler, saç maşaları, ojeler ve ara ara saçlarımızı ıslatmak için kullandıkları mavi plastik blendax kutularından var. Üzerime beyaz sentetik bir önlük takmışlar, o da ıslanmış. İlkokula başladıktan sonra arka arkaya iki kardeşim doğup da annem saçlarımı kısacık kestirerek bir yükten kurtulmak istediğinden burada olmam bir zorunluluk. Yaşım yeterince büyüdüğünde mahallenin tek kuaförüne kendim gidiyorum.
Kaçınılmaz bir şekilde aynaya bakıp kendimle göz göze geliyorum, uzun uzun bakmaya cesaretim yok. İlk bakışta göze çarpacak bariz bir kusur yok belki, doğum lekesi, derin sivilceler ya da yara izi gibi ama güzel de denemez bu yüze. Tatsız, ahenksiz. Ergenliğin bazı alametleri belirmiş, burun, çene biraz büyümüş, yüzüm zaten bana göre upuzun, gözlerim çipil, kirpiklerim kısa. Bu son kusurumu iki arkadaşım kendi kirpiklerini kıyaslarken öğreniyorum, birisi benimkiler çok kısa diye şikâyet ederken, diğeri hayır seninkiler gayet uzun, Canderel’inkine bak, kısa kirpik böyle olur diyor ve ben durup dururken yeni bir dert sahibi oluyorum. İleride çok zengin olup eve kuaför çağırmak o zamanki hayallerimden bir tanesi, kaçamadığım koltuklarda aynaların önünde uzun uzun oturmak istemiyorum. Kuaförün öylesine sorduğu soruları cevaplarken kendi sesimi ben de duyamıyorum, zaten talep ettiğim hiçbir şey yok, bitsin ve gideyim istiyorum ama aynadaki yüz benimle birlikte geleceğinden bu düşünce de beni rahatlatmıyor.
Kesim bitiyor, saçlarım yine kısacık, yüzüm kocaman, üzerimdeki önlüğü aldıklarında terli ellerimdeki peçeteyi un ufak parçalara ayırdığımı gören kuaför gülüyor, ben de gülmeye çabalıyorum ama işte o da yakışmıyor, kaçar gibi çıkıyorum dükkândan.
İnsan ilerleyen yaşına şükreder mi; işte şimdi her kuaföre gittiğimde, yine kuaförle çok konuşmuyorum, yine talepkar değilim, yine çok sevmiyorum ama, oh diyorum, iyi ki yaşlanmışım…
YANSIMA
- münzevice -
Kendimi en çok, güvenilmez biri olduğumda güvensiz hissettim.
En dışarıya dönük olduğunu düşündüğüm şeyin, benim içimden geldiğini, kendimde gördüklerimle dışarıya bakabildiğimi fark ettim. Bende nereleri yapma potansiyeli varsa, diğer insanlar o potansiyellere sahipti. Ben kandırıyorsam, diğer insanlar beni her an kandırabilecek olan canlılar; ben sevebiliyorsam, diğer insanlar tarafından da sevilebilirim.
Bakış açım, benim dünyam. Bu nedenle; en hassas olduğumu düşündüğüm zamanlar, diğer insanları kırmaktan korktum, çünkü onların hassas olduğunu düşündüm, tıpkı en güvensiz hissettiğim zaman, aslında en güvenilmez olduğum zamanlar olduğu gibi.
İnsanlardan korkuyorum. Her gün haberlerde izlediğim ve bizzat şahit olduğum iğrenç şeyleri yapabildikleri için, onlardan korkuyorum. Güvensizlik her zaman içimde olan en baskın duygulardan biri. Sanırım artık sorumluluğu üstüme alma zamanı. Ben de güvensiz olabilecek biriyim. Başkasına yalan söylediğim an, herkes potansiyel yalancıya dönüştü. Bencil davrandığım o andan itibaren, herkes bencil olabilecek olan kişiler oldu. İçimde daha neleri yapabilme potansiyeli görebiliyorsam, diğer insanlar bana onu yapabilir. Kendime güvenebildiğim kadar, diğer insanlara güvenebilirim. Kendimi sevdiğim kadar, sevilebilirim. İçimde ne kadar iyilik ve kötülük varsa; bakış açımdaki dünyada o kadar iyilik ve kötülük potansiyeli var.
İnsanlığa karşı en umut dolu olduğum zamanlar, dışarıdaki dünyada güzel şeylerin olduğu zamanlar değil, kendi içimdekine güvendiğim zamanlardı. Kendime karşı derin bir inanç taşıdığımda, insanlığa karşı da derin bir inanç taşıdım. Bu sıralar o inancın yok olmaya başladığını hissediyorum.
O yüzden artık, etrafımda olup biten kötü şeyleri suçlamayı bırakıyorum, kendi gücüme inanmadığım sürece, orada her zaman kötülüğü görmeye devam edeceğim. Kendi içimdekinin başarabileceklerine inanmadığım sürece, baktığım yerde, açmış olan çiçeği görmek ve kokusunu almak yerine, üstündeki tankları göreceğim. Halbuki ikisi de orada ve ikisi de tam burada.
UZAKLAŞMAK
- saturnuslog -
Hayatımda attığım her adım benim için güvensiz olmuştur. Hani verdiğimiz kararlarda arkamızda birilerinin desteğini hissetmek bile iyi gelir ve kendimize güvenimizi attırır ya, o bende hiç olmadı mesela. Özellikle son dönemde yurtdışına yerleşmek istiyorum. İnsan gibi muamele görüp yaşamak dışında bir idealim de yok üstelik. Ancak gerçekleşebilmesi dahilinde yalnızca gemileri değil limanı dahi yakmam gereken bir karar benim için. Gidebildiğim yerde bir şeyler umduğum gibi gitmez de dönmek zorunda kalırsam dönebileceğim bir yer olmayacak.
Evet, her kararım gibi bu kararıma da ailem şiddetle karşı. Üstelik aileden aforoz edilmekle tehdit ediliyorum aylardır. Bu durum gözümü korkutmasa da geri dönecek bir yerimin olmayacağı ya da sırtımı yaslayacağım birilerinin yokluğu beni oldukça güvensiz hissettiriyor. Kendimden şüphe etmemi sağlayan güven kırıcı konuşmalar da dahil buna tabii ki.
Sen kadınsın tek başına oralarda yapamazsın. Hem ne iş yapacaksın? Dilin yok ki senin (dört dil bilmem dışında sorun yok?). Aileden uzaklaşmak demek bize sırtını dönmek demek, biz böyle insanları ailede istemeyiz. Nasılsa beceremeyeceksin, hiç bulaşma. Hayallerle yaşayanlar kendilerini çöplükte bulurlar… gibi bir sürü söylem ve sonu gelmeyen tartışmalar.
Aslında hayatımın hiçbir alanında bir işe yaramayıp aksine hayatıma hep köstek oldukları için bu konuda güvensizlik duymam da saçma geliyor. Ancak bir cümle var herkesin dilinde olan. “Gidersen bize ihtiyacın olduğunda bir daha bizi bulamayacaksın.” Bu cümle, kendilerine şu ana kadar hiçbir zaman ihtiyaç duymadığım halde aksi düşünceyi yerleştiriyor zihnime. Böylece kendimden bu denli şüphe etmem bile güvensiz hissettiriyor. Üstelik bunun yalnızca bir manipülasyon cümlesi olduğunu, aslında içinin boş olduğunu bildiğim halde.
Sonuçta atlayıp gidecek olan benim. Kimsenin tek kelimesi bile engel olamaz. Ancak kafamın içinde bir şeyler sürekli endişeli ve güvensiz. Hep bir acaba…
SİLİKON SOPA
- gül -
İlk defa telefonum olmuştu. O kadar heyecanlıydım ki. Tüm arkadaşlarım telefon numaramı aldı. E bilen bilir 1000 SMS zamanı; devamlı mesajlaşıyoruz.
Derken en yakın arkadaşım bana telefonda aşkını itiraf etti. Ah nasıl karmaşığım. Onu gerçekten arkadaş olarak görüyordum. Zaten ikimiz de daha çocuktuk, ne aşkı? Sonra ben okuldan ayrılmak zorunda kalınca, arkadaşım daha fazla mesaj atar olmuştu bana.
Günlerden bir gün uyuyakalmışım. Babam telefonumu alıp kurcalamış. Sabah kalktığımda telefonum yoktu. Annem geldi, babamın akşam gelip telefonun hesabını soracağını söyledi. O an midemde bir kramp hissettim. Neyin hesabını soracaktı? Ne yapmıştım ki ben? Sözde namusumuza mı laf getirmiştim? Bilmeden edepsizlik, saygısızlık mı yapmıştım? Aklıma çok sonra o arkadaşımın attığı mesajlar gelmişti. Ah yakmıştı beni. Ne diyecektim babama? Aramızda bir şey olamaz babacım sadece numaram onda olduğu için mi o mesajlara maruz kalıyorum diyecektim? Ya da evet yahu hoşuma gidiyordu onları okumak falan mı?
Gece on sularında gelirdi eve. Saat tam on. Babam geldi. Elinde silikon sopa. Hey, kiminle kavga etmeye gelmişti babam? Ona dil uzatan düşmanlarıyla mı? Yoksa trafikte çatıştığı o adama mı? Ben bunları düşünürken yanımda beliriverdi. Annemi kardeşlerimi koltuğa oturtup onlara karışmamaları konusunda uyardı. Ve o asla kendi bedenime yakıştıramadığım silikon sopayla gece on ikiye kadar beni bacaklarının arasına kıstırıp dövdü. Hastaneye götüremezdi! Lisansı elinden alınırdı. Peki ya o küçük beden ne yapacaktı orda? Hayatta çaresizce kaldığı ilk andı. Bacağıma sopayla vurduğunda bir kere daha aynı yere vursun da uyuşmuşken orayı atlatırım diye düşünüyordum. Yüzüme yumruk atmıştı. Şaka mı bu ben neredeyim diye düşünüyordum. Kaçışım yoktu. Çaresizce diğer yumruğu, tokadı ya da sopayı bekliyordum. Henüz on dört yaşındaki bir beden nasıl kaldırabilirdi ki bunu ?
Ah çocuk, keşke bana aşık olmasaydın…
METAFOR
- nehir niş -
Üniversite’de ilk yılım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Her gün yeni arkadaşlarım oluyor. Yeni şeyler öğreniyorum ve durmadan okuyorum.
Derken o dönem ve her sene düzenlenen 1 Mayıs İşçi Bayramına gitmeye karar verdik. Bütün arkadaşlar hep birlikte başka şehre gidecektik. Büyük gün gelip çattı. Yolculuğumuz şarkılar türkülerle geçiyor. Öğlen olduğunda meydana çıkıyoruz. Yaklaşık beş yüz altı yüz kişiyiz sadece. Ve hayatımda hiç görmediğim kadar polis. Etkinlik başlar başlamaz müdahale ediyorlar. İlk defa gözaltına alınıyoruz. Tabi yine şarkılar bağırış çığırışlar. Emniyete götürülüyoruz. Orada bizi ayırıyorlar. Benim yaşım henüz on sekizden küçük. Beş altı kişi daha var öyle. Bizi çocuk şubeye götürüyorlar. Akşama doğru ailesi gelen bırakılıyor. Zaten bizi tutmaları için yasal bir sebepleri yok ve yediğimiz kaba dayak cabası. İki kişi kalıyoruz. Bizim ailelerimiz başka şehirde. En yakın karakola gidip vekaletname vermeleri gerektiğini öğreniyoruz. Herhalde bu akşam haberleri olur ya da sabahtan bırakılırız. Akşam ses seda yok. O gece nezarette kalıyoruz. Yeni tanıştığımız Zeliş’le sanki eski arkadaşmışız gibi konuşacak çok şey buluyoruz.
Sabah görevli memurdan ailelerden henüz bir bildirim gelmediğini öğreniyoruz. Öğlen oluyor gene ses seda yok. Akşama doğru üniversiteden arkadaşlarım geliyor karakola. Birlikte dönmemiz gerek. Karakoldakiler ailemden kağıt beklediklerini o vekalet olmadan beni bırakamayacaklarını söylüyorlar. Avukat geliyor. Onun telefonundan bizimkileri aramama izin veriliyor. Ablamı arıyorum. Annemin çok kızdığını vekalet vermeyeceğini söylüyor. Telefonu anneme veriyor. Konuşuyoruz. Daha doğrusu o konuşuyor. Bana kızmış, izin vermeyeceğini bildiğim için ondan gizli gelmiştim sonuçta buraya. Vekalet falan vermeyeceğini hatta beni akıllanmam için altı ay içeri tıkmaları gerektiğini bunun için karakola yazı yazacağını küfürleri eşliğinde ekleyip kapatıyor. Annemin kesin olarak vekalet vermeyeceğini avukata anlatıyorum. Hatta okuma, yazması yok ve kendisine yazılan başka bir dilekçeye imza atmamasını umuyorum içimden. Avukat biraz daha burada kalacağımı başka hukuki yollar deneyeceğini falan söyleyip gidiyor. Zeliş de gitmemiş bir gece daha birlikteyiz demek. Onunda anne babası ayrı. İkisine de ulaşılamıyor. Ama en büyük ablasına ulaşmışlar o da sabahtan karakola gidip bu işi halledecekmiş.
Ertesi sabah Zeliş serbest bırakılıyor. Benim durumum belli değil. İki gün daha bekleteceklerini, eğer bizimkilerden herhangi bir beyan gelmezse beni çocuk yetiştirme yurduna sevk edeceklerini falan sırıtarak söylüyor diş macunu ve fırçadan bihaber yaşayan sapsarı dişli görevli. Böyle bir durumla karşılaşmayı beklemiyordum. Kaldığım altı günün sonunda önce yetiştirme yurduna hazırlanan evraklarım sonra da avukatın vekalet verme çabaları derken sonunda serbest bırakılmıştım. Okula dönmeyip beni bekleyen arkadaşlarım beni çıkışta karşıladılar. Ailemin bu tepkisine onlar da üzülmüşlerdi. Güven artık benim için sadece bir metafordu. Onlara güvenip gelmemiştim ama böyle bir sonucu da pek hak etmemiştim. On sekizimi doldurana kadar hiç bir şey yapmamış sadece okuluma gidip gelmiştim. Reşit olduktan sonrada hayatıma dair bütün kararları kendim verdim. Kararlarımın sonuçları her ne olursa olsun sorumluluk daima bana aitti. Ailem sözüm ona aklım başıma gelsin diye aramıza ya nasıl bir duvar ördüğünü bilmiyor ya da ben aşırı tepki veriyorum. Çünkü bir daha asla onlara güvenemedim. Hala da bütün ilişkilerimde en zor kurduğum şey güvendir.
AKIŞ MAKIŞ
- herzi -
Herkes travmalarından nasıl güzel iyileştiğinden bahsediyor. Travmadan iyileşmiş olmak artık bir moda. Bunu herkese anlatmak da paha biçilemez.
Ben iyileşmedim arkadaş. Bazılarından iyileştiysem de başka travmalar ortaya çıktı o zaman. İyileşeyim diye denediğim yöntemler de buradan köye yol olur. Hatta şu an, reiki inisiasyonu almak için geldiğim şifacının bahçesinde kaldığım çadırdan yazıyorum. Tepemde tüm galaksi olanca ihtişamıyla yanıp sönüyor, ben hala kendi küçük kara deliğimdeyim.
Ben de çok konuştum zamanında, iyileşmiş gibi. İnsan karanlıkta kalmaya alışınca, bir mum bile yansa her yer aydınlandı sanıyor.
Tavsiyeler de verildi tabii, verilmez olur mu? Şunu dene, bunu yap, olmadı şunu yap, yok sen en iyisi akışa bırak.
Hay ben o akışın..
Diyorum ama içimden biliyorum hepsinin işe yarar yöntemler olduğunu. Her insan kendine uygun yöntemi seçip oradan yürüyor. Ama bende işe yaramamış olması beni köksüz, güçsüz ve güvensiz hissettiriyor.
Her şeyin kendi zamanında olduğunu da biliyorum. İyileşme diye bir şeyin olmadığını, aslında olduğumuz halimizle iyi olduğumuzu anlamayı falan geçip, artık “iyi, kötü hep bizim koyduğumuz tanımlar, ‘iyi’ dediğin nedir ki?” Noktasına bile geldim.
Ama olmuyor, olamıyor. Bir ferahlık hissetmek istiyorum artık. Bir mola alayım en azından.
İşin kötü tarafı o yola çıkılınca geri de dönülmüyor.
İYİ MİSİN
- msy -
İnsan ilk güven duygusunu annesinde yaşarmış sonra bu ailesine kadar dayanırmış tabii birde ailesi yerine koyduklarına. En çok onların yanında güvende hissedermiş kendini. Güven ki güvende olmuş bilinçaltımızda yatan. Bunu, yanımda güvendiğim kimseyi bulamayınca anladım. Hem de en savunmasız anımda.
Üç sene önceydi… kışın en sert geçen aylarıydı, yanlış hatırlamıyorsam şubat ayıydı. Üniversitedeyim, yurt değiştirdim ama o kadar yalnızım ki yurtta, yalnızlığı iliklerime kadar hissediyorum. Çok fena kapmışım şifayı, yatak döşek yatıyorum, bir de vize sınavlarıma denk gelmesin mi hem bedenim hem psikolojim hiç sağlam değildi. Ders çalışmayı bırakın ayağa bile kalkamıyordum. Ne beni ayağa kaldırmaya çalışan vardı ne de bir kaşık yemek yemem için ısrarda bulunan. Anlayacağınız “çok hastayım” diye dert yakınacağım biri bile yok yanımda. Tek başıma sürünerek hastaneye gittiğimi ben unutsam, kafamı yasladığım hastane duvarları unutmaz. Abarttığımı düşünmeyin ha! Gerçekten çok kötüydüm. Yediğim iğnelerin kullandığım ilaçların haddi hesabı yoktu ama ben gün geçtikçe daha kötü olduğumu hissediyordum. Girdiğim her sınavdan kalmam beni daha da yıpratıyordu.
Bir gece dedim “kalk, zorla kendini çalış biraz, bari bu sınavdan FF alma vs vs…” kendimi motive etmeye çalıştım ve masaya oturdum. Oturmamla birlikte notlarımın üstüne istifra etmem bir oldu. Sonra ağlayarak temizledim masayı aylarca çıkardığım ders notlarımı çöpe attım. Tam yatağıma gidecekken bayılmışım. Sadece içimden “Annem olsaydı iyileştirirdi beni, bu halde görse beni ne üzülürdü anneciğim.” Dediğimi hatırlıyorum.
Gözümü açtığımda ambulansın içindeydim. “anne çok hastayım, yardım et bana” diye sayıklamışım ayılırken, hemşire öyle dedi. O ambulansta gözümü açtığımda, yanımda sadece tanıdık bir yüz aradım. Sadece samimi ve endişe dolu bir gülümseme. Ama göremedim. Yine yalnızdım, yalnız ve hasta. İkisi yan yana olunca çok daha ağır oluyormuş. Ambulansın içinde uyandığımda şunu fark ettim ki, kendimi hiç bu kadar güvensiz hissetmemiştim, evet yanımda hemşire vardı beni iyileştirecek insanlar vardı belki de kendimi güvende hissedebileceğim tek yerdi orası. Fakat ben kendimi en çok orda güvensiz hissettim. Hemşire yerine güvendiğim ve yanında kendimi güvende hissedebileceğim biri olsaydı belki o zaman daha çabuk iyileşebilirdim. Belki de hastalığımın sebebi yalnızlıktı. Ambulansın içinde yaşadığım o güvensizlik duygusu hala peşimi bırakmaz. Korkarım hastalanır da “iyi misin” diyenim olmaz diye. Ne zaman da bir hasta görsem yakın olmasam bile onun yanında olduğumu hissettiririm. Hastalık kötü evet ama hastalığı yalnız atlatmaya çalışmak çok daha kötü. Evet yaşadığım sürece hastalıkta olacak yalnızlıkta fakat tek temennim ikisinin aynı anda olmaması çünkü, öylesi çok daha güç.
MANİ, DEPRESYON, GÜVENSİZLİK
- sınırda -
Beni korkutan, hayatımın kontrolünü çoğu zaman eline alan, kendime duyamadığım güven. Duygularını yoğun yaşayan birisi için, yani benim için, kendi duygu ve düşüncelerinin değişim hızına yetişememek çok yorucu oluyor. Yaşım daha küçükken, hiçbir şeyin muhakemesini yapmadan, yaşadığım bu duygu ve düşünce değişimine ben de çok hızlı adapte olabiliyordum. Fakat yaşadığım kötü tecrübeler bana bazen biraz durmam gerektiğini öğretti.
Durup düşünmeye başlayınca fark ettim ki, ben bir karara sahip olup onun peşinden giderken bir anda tam tersi istikamete devam edip, bu sırada da en doğrusunun bu olduğunu düşünüyormuşum. Terapi süreçlerinde de şunu öğrendim, bu davranışlarımın sebebi ve bana herkesin maymun iştahlı yakıştırması yapmasının nedeni benim iştahlı oluşumdan değil, sahip olduğum psikolojik rahatsızlıklardan kaynaklanıyormuş. Bu rahatsızlıkların temel ikisi Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite ve Sınırda Kişilik Bozukluğu.
Sınırda Kişilik Bozukluğuna sahip olduğumu öğrenmem ve bunu kabul etmeye başlamam arasında sanırım beş yıl var. Başlamam diyorum çünkü henüz kabul etmiş olmadığımı yaşadıklarım bana hatırlatıyor. Hem de kafama sert bir cisimle vurarak. Bak diyor yine maniksin. İşte tam orada, o arada başlıyor kendime olan güvensizliğim. Bu sırada bunun da geçici olduğunu biliyorum. Ya düşüşe geçecek ya da yeniden yükseleceğim. Ama iki taraf da kötü. Yükselişte olduğum manik dönemler en iyi hissettiğim, özgüvenimin en yüksek olduğu, aynı zamanda da kendime en çok zarar verdiğim dönemler. Depresif olduğum dönemler, duygusal olarak çok yıkıcı ama tek tehlikesi intihar. Mani öyle değil, başıma her şeyi getirebilirim. İşte bu güvensizliğin olduğu yer, umutsuzluğa dönüşüyor. O zaman da depresyon.
Sadece kendini izleyip, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar veremeden sadece vakit doldurmaya çalışmak kalan tek seçenek mi? Yaşam sürmenin ne olduğunu bilemeden…
Doğru ya da yanlışın tek olmadığını biliyorum, ama en asgari seviyesinin şöyle olduğunu düşünüyorum; kendine ya da başkasına zarar vermeye başladıysan doğrudan uzaklaşıyorsun. Evet, herkesin yanlış yapma hakkı da var, bunun cezası, yaptırımı yani bir bedeli de var. Ben kendime yaşattığım yanlışlardan ve ödediğim bedellerden çok yoruldum.
Sınırda Kişilik Bozukluğu? Sınır neresi? Ben ne zaman sınırdayım, ne zaman sınıra yaklaşıyorum? En önemlisi de o sınırı geçtiğim de oluyor mu? Kim karar verebilecek bunlara, kararları sürekli değişen ben mi?
Bu sosyal ilişkilerimde de, ikili ilişkilerimde de kabusa dönüşüyor. Kimseyle yakınlaşmak istemiyorum. Ne kadar tutarsız olduğumu kimse görsün istemiyorum. İnsanlarla bununla ilgili sorun yaşamak, kendimi açıklamak, anlatmak