top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Yaptığınız hatalı bir seçimi anlatın



Bu haftaki bültende Hadi Beraber Kitap Yazalım projesine gelen ilk yazıları paylaşmaktan dolayı çok heyecanlıyım. Yazar arkadaşlarımı cesaretlerinden dolayı kutluyor, emeklerinden ötürü teşekkür ediyorum.


Geçen hafta belirttiğim gibi, artık ben de haftanın sorusuna yanıt veriyorum. Bu hafta hatalı berber seçimimin neye yol açtığını anlattım.


Haftanın yazıları:


1. Kapalı Kapılar - Huzursuz Beyin

2. Geçmeyen Geçmiş Zaman - Ayşe Çetinkaya

3. Yeşil Mavi Tabaklar - Karahindiba

4. Aptallık İradesi - Edward Bloom

5. Danone Önemli - Çevrimpiçi

6. Bir Küçük Şüphe - Voila

7. İçimdeki Ses - Bir Başka Dünyadaki

8. Hata Hatadır - San

9. Meslek Seçimi, Hayat Seçimi - Dalgın Cambaz

10. Çikolata - Altum

11. Piramit - İki

12. Tereddüt ve Ümit - Bala-dest

13. Bir Adım Ötesi... - Sehvenli

14. Seçemiyorum - Eta Carinae

15. Kaçış - Canderel

16. Hataların Ortasında... - Mutlu

17. Devşirme - Nehir Niş

18. Aklın Yolu Bir Tane Değildir - Melike Yılmaz

19. İlk Yol Ayrımı - Herzi

20. Kendimi Affetmek İstiyorum - Küçük Kalem

21. Hata Değil - Defne Yaprak

22. Hata Dolu Seçimler - Meryem Sena

23. Bikarar - Seyyan Uslu

24. Özgür İrade Sanrısı - Milenay Karga



Hadi Beraber Kitap Yazalım projesi hakkında daha geniş bilgi almak için tıklayabilirsiniz.


Haftanın sorusuna gelen Instagram yorumları için tıklayabilirsiniz


 

KAPALI KAPILAR

-huzursuz beyin-



Berbere girmekte zorlanıyorum. Eskiden gücümü toplayıp evden çıkar, berber dükkanına yaklaşır, kapısının önünden teğet geçip eve dönerdim. İnmek için alçalan ama bir türlü inemeyen bir martı gibi. Artık aklıma bile gelmiyor, saçlarımı kendim kesiyorum.


Birkaç istisnası oldu bunun.


Liseden sonra saçlarımı uzattığım için pek ihtiyaç duymadım. Sadece bir kere, o da yeni edindiğim dostlarımın iteklemesiyle Kadıköy’deki bir berbere gidip “kırıklarını al” dedim. Bana göre “kırık,” saçların ucu demekti. Berber daha holistik bir bakış açısıyla ilk darbede kolum kadar saç kesince bana inme indi. Yeniden hareket etmeye başladığımda sağ el serçe parmağım seğiriyordu.


O günden sonra saçlarımı kendim kesmeye başladım. Artık başarılı sayılırım ama bazı badireler atlatmadım değil. Bir keresinde küvete doğru eğilerek uzun saçlarımı önüme atmış ve çenemin altına gelen tutamı dümdüz kesmiştim. Mantığıma göre saçlarımı geriye attığımda uzun ve düz bir saça sahip olmam gerekiyordu, iskandinavlar gibi. Oysa Tansu Çiller’e döndüm.


Ama bunların hiçbirinde etraf kana bulanmamıştı.


...


Askerden döndüğümde saçlarım bir tuhaf uzadı. Ordudaki zoraki sosyalleşmeden kazandığım özgüvenle bu sefer berbere gidebileceğime inandım. Kulaklıklarım, gaz verici şarkılarım ve yırtık ayakkabılarımla beş kilometre uzaklıktaki ilçe merkezine yürüdüm.

Merkeze vardığımda berber dükkanını bulmam zor olmadı. Kapısı kapalıydı ve içeride gençler muhabbete dalmışlardı. Atıldım ama kapıdan geri döndüm. Yine o manyetik güç beni itiyordu.


Kapalı kapıları ve kapalı insanları açamıyorum.


Biraz dolanmayı düşündüm; belki döndüğümde kapısını açık, içerideki insan sayısını azalmış bulurdum. İleride başka bir berber dükkanına denk geldim. Daha doğrusu penceresinin yarısı eski gazetelerle örtülmüş, böbrek kaçakçılığı operasyon merkezine benzeyen kapısı sonuna kadar açık yapıyla. İçeride sadece iki kişi vardı ve ikisi de ne müşteriye, ne berbere, ne de insana benziyordu.


İlk bulduğum berbere döndüm. İçerideki muhabbet devam ediyordu ve kapı hala kapalıydı.


O hatalı seçimi yaptım.


Açık kapıdan yoğun kolonya kokulu mekana girince içlerinden daha sabıkalı görüneni bana "yigenim" dedi. Bir anda kendimi berber koltuğunda buldum ve büyük bir hata yaptığımı anladım. Kurbanlık koyun gibi eğdim boynumu. Travma yaşadığım için sonrasını pek hatırlamıyorum.


Hatırladıklarım şunlar; berber kafamı ite ite saçımı keserken, yanındaki adam ara ara sırtına vuruyor ve “ne adamsın be!” diyor. Gözlerim kapalı bu ritme alışmışken bir anda “kırt” diye bir ses duyuyorum. Keskin, kısa bir acı ve sonrasında kalp çarpıntısı gibi inişli çıkışlı bir sızı. Gözlerimi açıyorum, berberin ağzındaki sigara düşmüş, oysa ses tonu gayet sakin; ceketinin düğmesinden bahseder gibi “vuuu, gitti ya kulak.” diyor. Sağ kulağımın tepesinden yukarıya doğru kan fışkırıyor pıslayarak.


Yandaki adam, sanki varoluş nedeni buymuş gibi sakince sargılıyor beni. Bir yandan da “minik bir parçaymış, olur öyle” diyor. Ruhum bedenimi terk etmiş vaziyette izliyorum olan biteni. Saç kesimi bitince kalkıyorum, ücretimi ödüyorum, kulağım sızlaya sızlaya müziksiz bir şekilde eve dönüyorum.


Eve vardığımda yaraya pansuman yapmam, bezi değiştirmem gerekiyordu ama elim gitmedi bir türlü. Üç gün boyunca açıp bakamadım kulağıma. Karşılaşmak istemiyordum kendimle. Olduğum insandan ötürü bir şeyler kaçırdığımın hep farkındaydım ya, işin bedenimden parça kaybetmeye kadar gideceğini düşünmemiştim. Üçüncü gün sonunda kulağım çürüyüp kopar diye korktuğum için açtım bezi. Hiç de düşündüğüm kadar kötü olmadığını fark ettim. Yancı haklıymış, minik, hatta belirsiz bir parça gitmiş, o kadar.


Bir daha sadece düğün günü gittim berbere. Aileyle tanışmadır, kız istemedir derken bir sosyal fobiğe göre Vietnam’ı görmüştüm artık, berberden endişelenecek değildim. Yine de kapısı açık bir tane buldum, oturdum. Adam insana benziyordu, “Nasıl keseyim” diye sordu. Düğüne gideceğimi, şöyle biraz düzeltse yeteceğini söyledim ona. Damadın ben olduğumu söylemedim ama. Odak noktası olmaktan hoşlanmıyorum çünkü.



 


GEÇMEYEN GEÇMİŞ ZAMAN

-ayşe çetinkaya-



Aklıma getirmekten kaçındığım anılarımdan biri. Aslında en ufak ayrıntısına kadar hatırladığımı biliyorum. Ama ne kadar çok ayrıntıyı çağırırsam o kadar yorucu oluyor. Hatırlamıyormuş gibi yaparak zamanın geçmesini bekliyorum, belki yeterince zaman geçince gerçekten de hatırlamam.



Olay bundan üç buçuk yıl önce ve Berlin’de geçiyor. Şimdilerde fark ettiğim üzere çok revaçta olan, o zaman ise benim için hapishaneden farksız Kreuzberg, Neukölln civarı bir yerlerde, ev sahibimizle paylaştığımız evde. Sabahtan Almanca kursuna gidip dönmüşüz. Ev sahibimiz evde değil; bu iyi, çünkü artık aralarındaki sürekli gerginlikten bıkmışım, kısa süreli de olsa molaya ihtiyaç duyuyorum.


Muhtemelen benim var olmamla ilgili bir sebepten, yani herhangi bir çabamı gerektirmeyen bir sebepten, bir şeye sinirleniyor yine. O sabah ayakkabılarımı onun hayalindeki hızla bağlamamış olabilirim, hazırladığım sandviçler kuru olmuş olabilir, kurstan dönüşte bisikletle çok geride kalmış olabilirim, ya da o an yorgunumdur ve yorgun olmamı istemiyordur. İtiş kakış başlıyor yine ve tabii hakaretler. Hakaretler öyle sıradan değil, hassasiyetlerimi çözümleyip bana özel hazırladığı, uygun zamanını bekleyip sarf ettiği, duyar duymaz göğüs kafesimin içinde biri bir ateşi harlıyor hissi yaratan hakaretler. Ben de hakaret ediyorum, ama kendimce. Benimkilerden bir tanesi de onun içindeki ateşi harlamış olacak ki yüzümün o tarafını uyuşturan ve kulağımı çınlatan bir tokat indirdi. Çizgi filmlerde olurdu ya, gözlerimin önünde uçuşan yıldızlar gördüm ben de. Yıldızları izledim bir süre. Çığlık çığlığa ağlamaya başladım sonra. Ne kadar çığlık atsam da öfkemi, yıkılan gururumu, kaybettiğim insanlığımı ifade edemiyordum. Daha yüksek sesle çığlık atıyordum. Bu sefer de buna sinirleniyordu ve üstüme yürüyordu. Bu terane bir şekilde bitsin diye kendimi önce banyoya kapattım, kapının önünden ayrıldığından emin olunca da evden çıktım.


Apartmanın çıkışına vardığım anda birileri dışarıdan kapıyı hızla açtı ve içeri sırasıyla altı tane polis girdi. Hepsi aynı upuzun boydaydı ve koşarak yukarı çıkıyorlardı. Nereye gittiklerini biliyordum. Çok korkmuştum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir anlığına kendimi dışarı atmayı düşünsem de peşlerinden yukarı koştum, ne olduğunu sordum. Şu daire için ihbar var, uzun süre çığlıklar duyulmuş dedi biri. O dairede ben oturuyorum, ama böyle bir şey olmadı dedim. Şaşırdılar, yine de kontrol etmemiz gerekir dediler, birlikte çıktık ve kapıyı çaldılar. Kapıyı açtığındaki iğrenç yüz ifadesini hatırlıyorum. Saf korku. Benden başka birileri biliyordu ve herhangi biri değil, cezasını kesebilecek birileri. O anda her şeyi benim insafıma kalmıştı. Geleceği, hayalleri, itibarı. Benimse aklımdan tek bir şey geçiyordu, “inkar et, inkar et, inkar et”. Onu da ihbarla ilgili bilgilendirdiler ve çığlıkları duyup duymadığını sordular. Çığlık mı, çığlık falan duymamıştı, biz müzik dinliyorduk çünkü, belki o yüzden duymamıştık. Polisler ikna olmamış gibiydi, ihbarı yapan üst kat komşumuza çıktılar. Bir süre sonra tekrar kapı çaldı, evi aramak istediklerini söylediler. Ev aranırken çok usluyduk, asla çığlık atmamış ve asla çığlık duymamıştık. Polisler, “siz hayırdır” bakışlarıyla bize tekrar veda ettiler ve bu sefer gittiler.


Bunun dört ay sonrasına kadar daha da şiddetlenerek devam eden benzeri olaylarda, Almanya’da darp raporu nasıl ve nereden alınır bilemezken, kendimde darp raporu alacak gücü zaten bulamazken, kendime bundan başka bir hayatım hiç olmamışçasına yabancılaşırken, hiç kimseye bir şey anlatamazken, artık bir şekilde ölmeyi dilerken, hep keşke dedim. Keşke o polisleri kandırmasaydım. Keşke şiddet görüyorum, yardıma ihtiyacım var diyebilseydim. O zaman Alman polisine söyleyemediğim şeyi, Türkiye’ye döndükten sonra psikiyatra anlatabilmem için de birkaç seans geçmesi gerekti.



 

YEŞİL MAVİ TABAKLAR

-karahindiba-



Çekicilik/zaman eğrisinin tepe noktalarında olduğum yıllardı. Kendimi hiçbir zaman yakışıklı olarak nitelendirmedim ancak gördüğüm ilgi dış güzelliğe önem verecek kadar hayal gücümü zayıflatmıştı. Güzel ülkemin erkek profili sağ olsun, bu küstah halimle bile kendimi besin piramidinin en üstünde görüyordum. Karakterim henüz yeterince zayıflamamış olmalı ki, çok iyi kalpli, arkadaş çevresi de bir o kadar iyi olan biri ile birlikteydim. Halen arkadaşlarımla o g