top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Bir çocuğun verdiği ders





Bu haftanın normal insanlar konusu "bir çocuğun size verdiği unutamadığınız bir dersi anlatın." idi. Yazar arkadaşlarım yine birbirinden ilginç yazılar yazdı.



Haftanın yazıları:






 

ROBIN HOOD

-huzursuz beyin-


Çocukları severim, onlar da beni severler. İlk karşılaşmamızda bile sanki önceki hayatlarımızda bir tanışıklığımız varmış gibi aşina oluruz birbirimize. Onlarla konuşurken sesimi asla bebeksi yapmam, daha anlayışlı veya şefkatli bir tonda konuşmam. Otuz sekiz yaşındaki Ahmet’le nasıl konuşuyorsam öyle konuşurum; tabii epey otosansürlenmiş halimle. Onları masum veya melek olarak görmem. Çıkarcılıklarını, benmerkezciliklerini ve her şeye şaşırmalarını ilgiyle izlerim.


Bir de -meli, -malı’lı konuşmam. Eğer sınıflarındaki arkadaşlarını dövmekten bahsederlerse bunun iyi bir fikir olmadığını söylerim. Paramı çalarlarsa, bu durumdan hoşnut olmadığımı belirtirim. Ve anlarlar.


Çok sevdiğim dostlarımın oğulları Çınar’ın özel bir yeri var. Gezi’nin ilk gününde doğduğu için onu üstümde biber gazı sinmiş halimle okşamıştım. Bu yüzden bazı dengesizliklerinden dolayı suçluluk duyuyor olabilirim. Biraz büyüyüp çizgi film izlemeye başladığında, çocukluğumda en sevdiğim çizgi film olan Robin Hood’u koydum önüne. 73 yapımı olduğu için renkler soluk, hareketler yavaş geldi. Yine de izledi benimle. Çocukları bilirsiniz, flört günlerindeki sevgili gibidirler: sizinle oldukları sürece en sıkıcı şeylere bile katlanabilirler.


Çocukken yüzlerce kez izlemiştim Robin Hood’u, zenginden alıp fakire veren kahramanlık hikayesinden büyülenmiştim. Hayallerimde oklarımla annemi babamı kurtardığımı hatırlıyorum. Sonra yaş ilerleyince kasabın kızını da eklemiştim listeye. Merakla Çınar’a sordum, “ne düşünüyorsun?” diye. Kahramanlığa, iyiliğe, adalete dair bir şeyler söylemesini bekledim. Bana “Robin Hood’un arkadaşı olsaydım fakir taklidi yapardım.” dedi.


Beklemediğim ama hak ettiğim bir yanıttı.


Sansürlenmemiş bu saf insanlık hal hoşuma gitti. On yaşındayken de, kırk yaşındayken de kahramanlık hayalleri kurarken nihai amacım asla iyilik etmek değil, sevilmek, sayılmak oldu. Eş gördüğüm insanların üstünde bir statü istedim. Ama bu gerçeği kendimden bile saklayabilecek kadar frontal lob sahibiydim.


Bugün bana dünyayı kurtarma gücü verseler, elbette bu gücü kullanırım. Ama kurtardığım her bireyin bana borçlu olduğunu bilmesini ve bana sonsuz saygı göstermesini de isterim. Yoksa, ne halt ediyorlarsa etsinler.


 

MURAT GİBİLER İÇİN TEVEKKÜL BİR TERCİH DEĞİLDİR

-edward bloom-


Murat’la ilkokul arkadaşıydık. Çok fakirlerdi. Hatta yoksul. Bayramlara birkaç gün kala öğretmen Murat’ı çağırır, bir poşet verirdi. İçinde bayramlık ayakkabı, kazak ya da pantolon olduğunu bilirdik. Bazen de eline üç beş kuruş sıkıştırırdı. Murat o paraya dokunmaz, eve götürürdü. Kooperatifin önünde simit, ayran, gazoz sırasına girmezdi hiç. Fakirliğinden başka hiçbir özelliği olmayan Murat’a gösterilen ilgiden çok rahatsız olurdum. Üstünün başının halinden, pantolonundaki yamadan, ayakkabısındaki delikten, yüzündeki kararmış ter izlerinden utandığım bir tiksinti duyardım. Okumak için gösterdiği çaba, öğretmenin ona harcadığı fazladan emek beyhudeymiş gibi gelirdi bana. Ben okula gitmekten, sınıfta olmaktan nefret ederken o hiç devamsızlık yapmaz, öğrenmek, başarmak için çabalar dururdu. Ondaki sakinlik, tevekkül beni sinir ederdi. Bu kadar fakir, gariban, çaresiz olmasına rağmen gözlerinde hep sakin bir ışıltı vardı.

İlkokul bittikten sonra, 96 yazında bir akşam Murat’ı televizyonda, yerel bir kanalın haber bülteninde gördüm. Evlerinin önünde birkaç arkadaşı ve akrabasıyla yerde oturuyorlardı. Daha doğrusu çökmüşlerdi. Başını kaldırıp kameraya baktı birkaç saniye. Gözlerinde şimdi öfke, isyan, nefret vardı. Amcası ölmüştü Murat’ın. Uzun zamandır cezaevindeymiş. Ölüm orucundaymış.


Murat’ın amcası gibiler için ölüm orucu bir seçenek değildi. Onlar zaten hep oruçluydular. Murat gibiler için de tevekkül bir tercih değildi. Tevekkül etmediklerinde ölüyorlardı. İşte o küçük çocuk, Murat, 96 yazının o akşamı kameraya baktığı o birkaç saniyede bana bunları öğretti.


 

BEN VARIM

- ayşe çetinkaya -


Dördüncü sınıftaydık. Bir çocuk vardı, adı Mevlüt. En arka sırada otururdu. Dersi dinlemez, tahtaya hiç bakmazdı. Teneffüslerde en koşturmalı oyunları oynardı, sınıfa ter içinde gelirdi. Önlüğünün kolları, yakalığı kirli olurdu. Ben hiç görmemiştim, ama çarşıda mendil sattığını söylüyorlardı. Ailesi çok fakirmiş, harçlığını kendi çıkarıyormuş. Sanırım ben Mevlüt’le hiç konuşmadım. Çok uzak gelirdi bana, konuşsak da birbirimizi anlayamazmışız gibi. Öğretmen de pek sevmezdi Mevlüt’ü, sorularına cevap veremeyince küçümserdi, kızardı.


Devlet okulunda zengin arkadaşlarımız da olurdu, fakir de, akıllı da, dört işlem öğrenemeyen de, temiz düzenli de, sümük yiyen de. Özel okullar aile çok zenginse ya da çocuk başarısızsa tercih edilirdi o zamanlar. Bizden birkaç dönem sonra ise özel okula gitmeyen çocuk yoktu etrafımda. Hepsi akıllı telefon yarıştırıyor, öğretmene küfredip akşam evde öğretmeni babasına şikayet ediyor diye düşünürdüm.


İki sene önce TEGV’de gönüllü oldum, İngilizce derslerine giriyordum. Oradaki öğrencilerimde de bizim zamanımızdaki sosyoekonomik çeşitliliği görünce şaşırmıştım. O sınıfta öğretmen değil de, arkadaşları olabilirdim.


Dikkatimi ilk günden çeken ve ismini ilk öğrendiklerimden biri olmuştu, Rıza. Benimle göz teması kurmuyordu. Dersi dinlemiyordu, şarkıları söylemiyordu. Havaların ısındığı ve birilerinin dışarı silgi fırlatıp peşinden pencereden atlamaya kalkıştıkları bir günde, Rıza da arka tarafta koşmaca ve önüne çıkana çarpmaca oynuyordu. O haftaki alıştırmaları eksik fotokopi etmiştim ve kağıt yetişmeyen bir kızım duruma çok gücendi. Ağlamasını durdurmak için fotokopi odasına gitmem gerekiyordu, çünkü arkadaşıyla ortak çalışmak gibi seçeneklere ikna olmamıştı. Rıza’nın birilerinin kafasını kırmasını engellemek için, “Rıza benimle gelir misin, fotokopi çekerken yardımına ihtiyacım var” dedim. Koşa koşa geldi. Birlikte çıktık, fotokopi çekerken boş kağıtları o tuttu, çıkanları da sınıfa o taşıdı. Teşekkür ettim, ilk defa gözlerimin içine baktı, gülümsedi. O günden sonra dersi hala dinlemese de dediklerimi dinlemeye ve sanırım benimle empati kurmaya başladı. “Sen öyle yapınca üzülüyorum” deyince, yaptığı şeyi bırakıyordu artık. Birbirimizin varlığının farkına varmıştık.


Aslında hepimizin “ben varım” deme şeklimiz çok farklı. Fakat hepimizin vakti kısıtlı ve birbirimizi standartlara tabi tutuyoruz. Rıza ile bunu fark ettikten sonra Mevlüt’ü de çok düşündüm ve merak ettim, acaba denesem benimle konuşur muydu, kendince “ben varım” derken çok yoruluyor muydu, diye.


 

VAZGEÇMEME HAKKI

-canderel-


Yıllardır yazmak istediğim, yazmayı denediğim, ama yazarken duygusal bir bataklığın içinde debelendiğimi fark ederek yarım bıraktığım, küçük bir çocuğun çok kısa süren hayat hikâyesini bu sefer yazabilmeyi umuyorum. Yirmi küsur yıl oldu, ismini unutmadım, anne babası yanlarında çalıştıkları çiftlik ağasının adını vermişler dördüncü bebeklerine. Casim ağayı hiç görmedim, bir kere çocukların aşısı için çiftliğine gittim, büyük, yeni ama yine de bakımsız bir ev, çok kadın, çok daha fazla çocuk. Casim’in ailesinin kaldığı yer, ev denemez, tek penceresinde kalın bir naylon olan tek bir oda. Casim’in annesi tuhaf bakıyor, ‘yarı deli’ diyorlar etraftan, arada bir kaçıp gidiyormuş. Babanın bakışları da farklı değil, ikisi de başka dünyadalar, çok uzaktalar. Annenin sütü yok, ağır sigara içiyor, Casim o yöredeki diğer pek çok bebek gibi suyla ıslatılmış bebe bisküvisiyle besleniyor. Beklendiği üzere gelişme geriliği var, kışın bir kez zatürre teşhisi koyup tedavisine başlıyoruz, kurtuluyor. Ardından yaz geliyor, arka arkaya ishal vakaları başlıyor ve Casim’i de getiriyorlar, kim bilir kaç gündür ishali var, çok sıvı kaybetmiş. Hastaneye göndermeden önce biraz toparlamak için ağızdan sıvı tedavisini hazırlayıp başlıyoruz. Bu çok kısa süren anı anlatabilecek miyim emin değilim ama iyi de hatırlıyorum bir taraftan. Anne gelmemiş, babanın bakışları yine bizden çok uzaklarda, telaşlı değil, hiçbir duygusunu anlamam da zaten mümkün değil. Bizler çaresiz ve bezgin hissediyoruz, daha önce de olmayacak sebeplerden bir sürü çocuk kaybetmişiz, çok hasta var, sıcak var, perişanlık var… Kendisini çevreleyen bu ruh halindeki insanların arasında ne yapması gerektiğini bilen bir tek Casim’in olması beni çok şaşırtıyor, biz yavaş yavaş sıvısını içirirkenki ciddiliği, çabası. Sanki herkesin kendinden umudu kestiği bir ortamda onun da vazgeçmiş olması gerekiyor ama işte öyle değil. Küçük bir çocuğun yüzünde yetişkin insan kararlılığını görmenin çok dokunaklı bir şey olduğunu anlıyorum. Ne var ki benim bunu anlamamın bir faydası olmuyor. Babaya sevk evraklarını veriyoruz, ne olur ne olmaz diye ilaçlarını veriyoruz, bir şeyler anlatıp gönderiyoruz, bitiyor o iş günü. Birkaç gün sonra çiftliği aradığımda Casim’in hastaneye hiç götürülmediğini, öldüğünü öğreniyorum, bende de içime dert olan hikâyesi kalıyor yalnızca…


 

ANNEMİ BİR DE BEN YORMAK İSTEMEDİM, ÖĞRETMENİM

-mutlu-


Bundan yaklaşık beş yıl önce bir ilkokulda çocuklara eğitim veriyordum. Anneler günü haftasında çocukların anneleri ile birlikte yapabileceği bir projeyi ödevi olarak vermiştim.

Sınıfın neredeyse tamamı ödevlerini tamamlamış ve büyük bir heyecanla teslim etmişlerdi. Bir öğrencim ödevini teslim ederken annesi ile birlikte değil tek başına yaptığını söylemişti. O kadar ilgili ve çocuklarının eğitimini önemseyen bir annesi vardı ki bunu söylediğinde çok şaşırmıştım.


Bir sorun mu var acaba diye merak edip nedenini sorduğumda aldığım cevap yedi yaşındaki bir çocuktan hiç beklemeyeceğim olgunluktaydı.


“Öğretmenim benim abim Mıstık hasta ve annem onunla ilgilenirken o kadar çok yoruluyor ki bir de ben yormak istemedim o yüzden de tek başıma yaptım” demişti.


Meğer Mustafa adında otizmli bir abisi varmış. Annesinin yorgunluğunun o kadar farkındaydı ki tek başına yapabileceği işlerde annesini yormak istemiyordu. Belki erken olgunlaşan ya da kendini ikinci planda gören bir çocuktu. Ama bir o kadar da ince düşünceli, sevgi dolu bir evlat ve kardeşti.


O gün biz yetişkinlerin birbirimizin hayatını sürekli zorlaştırmak yerine bu çocuk kadar hassas olabilsek keşke diye düşündüm. Sevdiğimiz insanların karşılaştığı zorlukları gördüğümüzde, onlara yardımcı olmayı denesek hem hayatımız hem de ilişkilerimiz nasıl da güzel olurdu değil mi?


 

ALBERO NOCE

-karahindiba-


Bir zaman önce yeni bir dil öğrenmeye karar verdim. Süper aristokrat bir karakter olduğum için kendime bir operayı altyazı olmadan izleyebilme hedefini koymuştum. İtalyanca'nın ekseriyetle operaların orijinal dili olduğunu çoğu insan bilmez. Çoğu kişi ömründe operaya bile gitmemiştir. İşte ben bu küçük göletteki büyük balık olmak üzere İtalyanca öğrenmeye başladım. Hedefe odaklanmıştım. Ekmek, su, kedi eti yedi derken kelimelerin kökenlerini fark etmeye başladım. Türkçe ve İtalyanca'da hatırı sayılır derecede ortak kelime olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Böbürlenmek için aradığım konuyu bulmuştum. "Biliyor musun? Palyaço aslında İtalyanca'dan geliyor ama pagliaccio diye yazılıyor. Tabii sen nereden bileceksin. Operaya da gitmiyorsundur." İnsanlara sosyal statülerini kendimce hatırlatıyordum. Gururluydum. Tanrıları yeterince kızdırdığımı, bu züppe tavrımı yaşça benden çok küçük ama az sonra anlayacağım üzere zihnen beni fersah fersah geçmiş o naif kız çocuğu üstünde sürdürdüğümde anlayacaktım.


- Bil bakalım hangi hayvan hem Türkçe'de hem de Italyanca'da ayni kelimedir?


...


- Bilemedin salak tabii ki balina. Tamam hadi şimdi sen sor bakalım.


- ...


- Ne nasi yani? Böyle soru mu olur canım? Ne demek neden kelimeleri sırayla seçmedik? Yani diyorsun ki ilk kelime "a" olmalıydi. İkinci "ab", üçüncü "aba"...


- Pft heh... himm... yanii ben... Allah Allah?


Kendi dünyasında kelimeleri öğrenirken zorlanıp bunu düşünmüştü. Aklım almadı bir süre. Sahi biz neden su için a, ekmek için ab, yaprak için aba kullanmıyorduk? Diller konuşulduğu toplumla birlikte gelişirdi biliyordum. Afrika'da bir kabile domatesin olgunlaşma evreleri için sekiz farklı kelime kullanıyordu. Aynı kabile birden ona kadar sayı kullanıyor, on birden sonrasına ise hep "çok" diyordu. Neden domatesin gelişme evreleri a,b,c,d,e,f,g,h değildi? Veya neden sayıları 1,2,3,4,5 diye sıralı kullandık da kelimeleri karman çorman kullandık? Hatta neden harflerle konuşuyoruz da sayılarla konuşmuyoruz? Neden su için 1, ekmek için 2, yaprak için 3'ü kullanmıyoruz? Insanoğlu bu kaosu, aritmetiğin düzenine tercih etmişti. Uzun uzun düşündüm. Sesleri kelimelere dönüştürmek akıllıcaydı. Çocukken köpeği havhav, kuşu cikcik, kediyi mırnav diye öğrenmek anlamlıydı. Peki dönüp havhav yerine 'köpek'i dayatmanın bir açıklaması olabilir miydi? Sonraları atalarımızın önce konuşmayı sonra matematiği öğrenmesinin buna yol açtığına kanaat getirdim. Kız çocuğuna bunu hiç söyleyemedim. İhtiyacı olduğunu da sanmıyorum. O kız Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı gibi basit ama heybetliydi, ben ise sen gibi bunun farkında olmayan polistim. Aklım küçük yaşların berraklığına geri dönemiyordu.


Zaman içinde operayı altyazısız izlemeyi başardım. Ancak, hiçbir insan evladının üstünde o kızın bende bıraktığı etkiyi bırakamadım. Kendi küçük göletinde iyice küçülen beynim bunu asla düşünemedi. Basitti ama kolay değildi.


 

ANLATILACAK BİR HİKAYE

-iki-


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Bu ortada olma durumunun farkında olamayacak kadar da küçük biri dünyevi dertlerin peşinde niye olsun ki? Çocukken öğrendiğimiz, gözlemlediğimiz, farkına vardığımız her şey ufkumuzu genişletir derler. Bir yetişkinin gözünden bakıldığında, kendi eliyle sağlanmış bir fayda gibi görülür çoğu kez ama bir çocuğun ufku, yeri gelir bir yetişkinin gerçekliğini büker.


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Demiştim. Bu ona içgüdüsel bir kabulleniş vermiş olmalı. Öyle her şeye gözü kaymaz, sessiz, vakur, babasının bir parça tahtayla yaptığı oyuncakla, cebindeki bi avuç eriğin sevinciyle koştururdu etrafta. Ailesi kalabalık, ailesi gürültülü, duyulacak ve öğrenecek çok şey olurdu. Etrafında yapılan konuşmalardan anladığı yoktu ama sesin hissini anlardı.


Annesi zaten geç gelirdi işten. Eve geç gelir, harcamalar için bir de evde saatlerce önündeki kağıtları çevirir dururdu. Halbuki kağıtlar eğlencelidir. Katlaması, boyaması keyifli şeyler ama annesinin kaşları çatılıyordu onları görünce. Çok çalışıp karşılığını alamamak, bir türlü istediğin yerde kendini görememek veya sevdiklerinin ayağına en güzel şeyleri serememenin yükünü nasıl anlatabilirsin ki bir çocuğa. Kaşlarını çatardı o da bu yüzden. Kelimeye dökülmese de his koklanıyor ama işte. Konuşulmasa da bir şeyleri anlıyorsun. Hissi koklamak ne değişik, çare bulamamışlığın bir kokusu var deseler, buna kim inanır? Var ama.


İnsanın maddiyatı ve maneviyatı ilk ne zaman ayırt edebildiğini düşünüyorum. İlk kez bakkaldan şeker almak yerine o gözleri çapaklı yavru kediye süt aldığımız ya da ailemizin parası olmadığı için o balondan vazgeçtiğimiz… bunun için ağlamak bir yana mutlu hissettiğimiz o an. Eski karnelerde yazıldığı şekliyle ‘orta’dan ‘iyi’ye nasıl geçtik?


Elini annesinin yanağına koyup sordu ‘neden kızgınsın onlara anne?’. Annesi kaşlarını yumuşattı, ‘İstediğimiz her şeyi öyle çok alamayacağız artık. Her istediğimizi yapamayacağız demek oluyor bu. Tüm paramızı harcadık, geriye bir şeyimiz kalmadı.’

Yere baktı. Düşündü. Bu para denilen şey elde ettiklerimizin tamamı mıydı? İçinde ilk kez kokusunu aldığı çaresizliğin karşısına dikilecek güçlü bir şey buldu. Ufacık bir gülümseme ve tertemiz gözlerle kafasını kaldırdı. ‘Olsuun.’ dedi, ‘Bizim de anlatacak hikayemiz var.’


 

BABA SANCISI

-seyyan uslu-


Şair kıvrandıkça bir şeyden şiir yazar. Ben şiir yazamıyorum ama dertten kıvrandığım belli. Bu durumlarda insan şiire koşmalı. Ben de böyle zamanlarda kendimi kıyıda bulurum. Sahile vuran ne varsa seçip okurum. Bu defa bulduğum şiirde şairin -Erdem Bayazıt- sancısını çekip yazdığı şey tam da şimdi muzdarip olduğum bir dertten.


“Baharın rayihasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı.

Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!

Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor, en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz!”


Sizce babayı bir sancı olarak teşhir eden şair haklı mı? Size bir çocukla yaşadığım anımı anlatayım:


Kısa süreli ödevlerinde yardımcı olmam için minik tatlı bir kız çocuğuna - yaşı sekizdi- ders vermeye başladım. Çok akıllı ve derslerinde başarılıydı. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar onunla görüşme ve ödevlerini inceleme fırsatı buldum. Not defteri günlük defterleri gibi süslüydü. Açıp yaptığımız çalışmalara baktım. Ve işte orada görmemem ya da görmem gereken bir satır yazı gördüm. O fark edince elimden aldı ama okumuştum. Okuduğumu anlayınca gözlerinde inciler, mercanlar… Ah!


Şimdi ne yazdığını buraya yazacağım ama yazım yanlışları var demeyin. Zihnime kazınmıştı daha kalemin harflere alışmadığı titrek inci yazısı.


“ Sevgili Günlüğüm, Bugün babamdan ilk tokadımı yedim.”


Çok etkilendim bundan. Kendimi zor tuttum ağlamamak için. Olur, öyle şeyler kuzum, diyebildim ve sarıldım sadece.


Kız çocukları babalarını çok sever o kadar sever ki ilk tokatlarını unutamazlar. O unutmamıştı. Ben de onunla birlikte unutmadım. Yavrucağın yüreğine saplanmıştı bu memleketin sancısı. Bence sadece bu memleket için tek değil tüm insanlar için aynı şeydir, baba.


 

MAVİ TOP

-nehir niş-


Oldum olası çocuklara düşkünlüğüm vardır. Her ne kadar kendim çocuk doğurmayı tercih etmemiş olsam da bu öyle. Metropolde yaşamanın yoğunluğunu ve koşuşturmacasını bilen bilir. Büyük şehirde insan ilk önce kendisine, sonra çevresine yabancılaşır. Çünkü yapılacak işler hep vardır. Hayat ileri marş düsturuyla bir yerlere yetişme telaşesi. Ya yetişmek vardır ya da geç kalmak. Birisiyle buluşmak, sosyal bir faaliyet gerçekleştirmek, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar listesini almak, ertesi güne hazırlanmak. Hepimizi bilmem ama epey hareketli bir hayatım var benim. O yüzden yeğenlerimin en az gördüğü hala ve teyzeleri oldum. Onlarla en çok oyun oynayan ama bunu çok sık yapmayan kişiyim.


Bir hafta sonu ablamlarda kaldım. Üç yaşındaki yeğenim Mahir’in sevincine diyecek yok. Odasını keşfediyoruz. Araba şeklinde yatağı mı dersiniz, örümcek adam kostümü mü, duvarlara çizdiği karışık çizgilerin tatlı hikayeleri mi ? En önemlisi bir sürü topları, renk renk. Ben kaleci oluyorum o da en popüler futbolcu. Tek bir topu yakalayamıyorum. Her gol bir sevinç çığlığı. Ve yine goooll goooool. . .


Ama Mahir’in büyük sorunu var. Mavi topu neden yok ? Yaklaşık on topu var ve hiçbiri mavi değil.


-Mavi top alıl mısın teyze? “diye soruyor. Henüz R’ler L modunda.


-Elbette alırım istediğin top olsun. ” diyorum. Sonra sorular başlıyor.


-Yarın işe gidecek misin teyze?”


-Gitmek zorundayım bitanem.


-Peki yarın iş çıkısı topu alıl mısın?


-Tabi ki alacağım. Ama şimdi bir sürü topumuz var. Oyuna devam edelim mi ?


Derken toplar yeniden havada uçuşuyor. Uyku vaktini atlatmak daha fazla oyun oynamak istiyor. Annesi ve benim ikna çabalarımızla uyutmayı başarıyoruz Mahir’i.

Sabah erkenden uyanıp işe gidiyorum. Yoğun bir gün, haftanın ilk günü ve peş peşe kahveler, çaylar. Sosyal medya sohbetleri, iş yeri dedikoduları derken gün bitiyor. İş çıkışı yoğun trafik var. Bir kaç durak önce inip yürüyorum. Market alışverişini de yapıp eve varıyorum. Sıcak bir duştan sonra akşam yemeğini hazırlıyorum. Tv’de ruhumu uyuşturan saçma sapan programlar. Yemeğimi yedikten sonra elbiselerimi ütüleyip uyuyacağım. Hafta sonu yorgunluğu hep pazartesiyi vurur çünkü.


Çantamda telefonum ısrarla çalıyor. Arayan ablam telaşlanıyorum. Genelde bu saatte aramaz.


-Efendim ablacım?


-Mahir seni bekliyor gelmeyecek misin?


-Ne oldu ki abla? daha dün oradaydım.


-Mahir’e mavi top alacağım. ”diye söz vermişsin.


-Ya evet ben onu unuttum. Alırım bir daha geldiğimde.


-Sen gelmeden uyumayacağını ve iş çıkışı mavi topla buraya geleceğini söylüyor. Böyle bir söz verdin mi ?


-Evet ama öylesine söylemiştim bunu ikna olsun diye.


-Sanırım sözünü tutman gerek kardeşim. Çünkü bütün akşam seni bekledi.

Kem küm ediyorum.


-Bana Mahir’i verir misin telefona?


Mahir;- Teyze kapıda mısın? Sevinç kahkahaları. Mavi topum geldi, mavi topum geldi. Bir şey diyemiyorum.


-Kapıya varmama az kaldı. ”deyip kapatıyorum telefonu. Ben rastgele söylediğim o sözün bu kadar önemseneceğini bilmiyordum. Üstümü hızlıca giyindim. İçimden mavi top bulabilmek için dua edip Tanrı’ya yalvardım. Birkaç market gezdim. Geç olmuştu çoğu kapatıyordu. Kepenkleri indirmeye çalışan son marketçiye vardım.


-“Affedersiniz mavi topunuz var mıydı acaba? Ne olur olsun! Çünkü yeğenime söz verdim ve ben gitmeden uyumayacak. ” adamın cevap vermesine fırsat vermeden umudumu kaybetmiş bir şekilde durmadan konuşuyorum. Kepenkleri tek tuşla yarıya kaldırıyor.


Tatlı bir tebessümle şöyle diyor.


-Böyle bir gerekçen olmasaydı açmazdım yeniden marketi ya ama ben de çocuk büyütüyorum. O yüzden küçük hanım çocuklara tutamayacağın sözler verme. Çünkü onlar yetişkinlerin tüm sözlerine inanırlar. Buyurun mavi topunuz. ”


Utanarak ve sevinerek topu alıp ücretini ödüyorum. Belki yüz defa teşekkür ediyorum adama. Ve hızla bir taksi çevirip biniyorum. Soluğu kapıda alıyorum.


Mahir’in yanaklarında gözyaşları kapıyı açtığı gibi sevinç çığlığı atıyor. Birden yüzünde güller açıyor. Hopluyor zıplıyor deliriyor. Yaşadığı mutluluk gösterisi bana ders oldu. Bundan sonra çocuklara verdiğim sözü her zaman tutacağım. Çünkü bizim öylesine söylediğimiz sözler onlar için birer gerçek. Ya da tutamayacağım sözler vermemeliyim.


 

O SEN OLSAN BARİ*

-rojda aksoy-


Üniversite ikinci sınıftan itibaren çocuk doğum günü organizasyonlarında çalışmaya başlamıştım. Bu etkinliklerde çocuklarla çeşitli oyunlar oynayıp, dans edip, sesim kısılana kadar bağırıyor ve türlü şımarıklıklarına katlanıyordum. Genelde gittiğimiz partilerin ev sahipleri oldukça zengin, sosyeteden tipler oluyordu. Müşteriye sunulan konseptler epey çeşitliydi ve herkes zevkine göre birini tercih ediyordu. Etrafa hava atmayı seven gösteriş düşkünü aileler ‘’fashion show’’ konseptine bayılırdı mesela. Şöyle kısaca açıklayacak olursam; mekana kurulan renkli podyum üzerinde, 6-9 yaş arası kız çocuklarının rengarenk aksesuarlarla ve aşırı yüksek parti müzikleri ile manken edasıyla yürümesi, annelerinin ise sonsuz sayıda fotoğraf çekmesi ile geçirilen iki saatten ibaret cehennemi bir deneyimdi (tüm bunlar olurken arka plandaki yoğun sis efektini de unutmayalım). Bir defasında -bu kadar çok gösteriş yetmemiş olacak ki- doğum günü kızının zengin babası partiye Aleyna Tilki’yi çağırmıştı ve eğlencenin dozu iyice yükselmişti! İşte Aleyna Hanım’ın katıldığı bu partinin sahibi küçük ve sevimli kızımız arkadaşlarından gelen hediyeleri büyük bir iştahla açıyordu ki bir arkadaşı panikli bir halde koşa koşa yanıma geldi ve hediye almayı unuttuğunu söyledi. Neyse ki bakıcısı olaya müdahale etti, hemen hediye almaya gidildi ve bu defa da elinde hediyesi ile heyecanla koşa koşa gelip doğum günü kızına hediyesini uzattı. Kızımızın hediyeyi açması ve yere atması bir oldu çünkü o kadar merakla beklenen paketin içinden bir kitap çıkmıştı; doğum gününde hediye olarak kitap mı alınırdı ve zaten hiçbir zaman kitap bir ‘’hediye’’ olmamalıydı! Yanlış seçim yapan küçük kızdan koşarak uzaklaşan doğum günü kızımız partinin sonuna kadar Aleyna Tilki ile dans edip şarkılar söyledi, gönlünce eğlendi. Yanlış hediye seçiminin bedeli olarak sürekli sahnenin kenarına itilen küçük kızımızın tüm bu çirkefliklere rağmen eğlenceye dahil olmak yönündeki samimi çabası ve kendinden memnun halleri o günkü işkenceyi biraz çekilebilir hale getirmişti. Umarım bugün de etrafında olan biten saçmalılara ağlamayıp eğlenmesine bakıyordur.


*kaç tane doğum günü, yılbaşı, karaoke partisinde dinlediğimi sayamadığım Aleyna Tilki eseri.


 

HAYAL DÜNYASI NEREDE?

-san-


Okul deneyimi dersi kapsamında bir anaokuluna giderken ilgimi çok çeken ve gözlemlerken keyif aldığım bir çocuk vardı. Aslında çocuklar var oluşları neyi gerektiriyorsa onu yapan varlıklar olduğu için bütün davranışlarından ders çıkarmamız mümkün. Ama bu çocukta benim için özel bir şeyler vardı.

Grup oyunlarına fazla katılamayan, insanların davranışlarına şaşkınlıkla bakan, vaktinin çoğunu drama köşesinde kostümlerin içinde ya da kitaplıkta resimleri inceleyerek geçiren bu çocuk, çoğunlukla sesini duyuramıyordu. Sorulara farklı ve anlaşılması güç cevaplar verdiği için insanlardan beklediği tepkileri alamıyordu. Sanki bir şeyler arıyor ve bulamadıkça üzülüyordu. Ona ilgi duyduğu şeyler hakkında bilgiler verip üzerinde düşünebilmesine yardımcı oldum bir süre.


Bir gün yanıma gelip gerçekten merak eden gözlerle "Öğretmenim hayal dünyası nerede?" diye sorunca, neden bu kadar ilgimi çektiğini anladım. Bu dünyada bir yerim olmadığını düşündüğüm zamanlar geçirirken bu çocuğu kendi çocukluğuma benzetmiştim. Benim büyüdükçe kaybettiğim ve kendimi topluma kazandırmak uğruna vazgeçtiğim her şeyi bünyesinde barındırıyordu, sormayı bıraktığım soruları sormaya devam ediyordu. Cevap alamasa da soru sormaktan vazgeçmiyordu. Bu bana verdiği en iyi dersti. Herkesin bu dünyada bir yeri vardı.


Kendi kendine kalsa da, aradığını bulamasa da, istediği cevapları alamasa da buradaydı işte. O sınıfta ve bu hayatta olduğu sürece de hayal dünyasının nerede olduğunu sormaya devam edecek gibi bir hâli vardı. Bulması ya da bulamaması mühim değildi; merak ediyordu, arıyordu ve arayacaktı.


 

UFAK BEDENDEN BÜYÜK DERS

-meryem sena-


Yedi yaşındaki kardeşim geçtiğimiz aylarda sadece bana değil ailemize büyük bir ders verdi.


Komşumuzun torunu ara sıra bize geliyor ve birlikte vakit geçiriyorlar çocuk biraz geçimsiz, asabi ve şiddet eğilimli. Kardeşime birkaç kez ters davranmış ve hoşuna gitmeyen tavırlar sergilemişti. Kardeşimse bu duruma sessiz kalıyordu her zaman. Bir gün dayanamadım ve çocuğu uyarı nitelikli azarladım. Akşamına bu konuyu konuşurken dedim ki; “bu nasıl çocuk anlamadım, hiç söz dinlemiyor uyarıyorsun anlamıyor kızıyorsun umursamıyor. Çok sinirlendirdi beni.” Ben böyle söylenirken bana döndü ve dedi ki; “abla, bence biraz da onları yetiştiren aileye kız, belki de evde ona onun bize davrandığı gibi kötü davranıyorlardır. Yetiştiren aile kötüdür belki..” ben bunu duyunca başımdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben 20 yaşındaydım ve asla bunu düşünmek aklıma gelmemişken 7 yaşındaki bir çocuktan belki de artık her çocuğa yaklaşımımı değiştirecek bir ders aldım. Evet kardeşim, sen çok haklıydın. Biraz gözlemledim ve gerçekten de ailesinin çocuklarına karşı her sorunu şiddetle çözme meyilinde oldukları ortadaydı. Belki de o ebeveyn de şiddeti çözüm olarak gören bir ailede büyüdü ve nesil böyle devam etti. Kardeşimin aslında demek istediği şuydu, birini yargılamadan önce onun yaşadıklarını yaşa, onun gördüklerini gör ve onun geçtiği yollardan geç. Ancak o zaman onu eleştirme hakkına sahip olabilirsin. Aileler bir çocuğun kaderini değiştiriyor ne var ki daha doğmadan yazılıyor kaderleri. Onlara ise sadece yazılan kaderi yaşamak kalıyor. Bu farkındalığı yayalım, çocuklarımıza; sevmeyi, sevilmeyi, iyiliği, ortadaki sorunları şiddetle değil de hoşgörüyle çözmeyi öğretelim. İnanın işte o zaman içinde bulunduğumuz dünya daha yaşanabilir bir hal alacaktır.


 

DÜŞÜNME

-gül özcan-


Yirmi beş yaşını bitirmek üzere, beyanı kadın olan, bu ülkenin gençlerinden biriyim. Ders mi bilmem ama o küçük anıdan beri ne zaman risk almaya kalkışsam o ufaklığın dahiyane bakışları gelir aklıma.


Başlayayım. Yükseklik korkusu gibi olmayan, yüksek yerlerden düşmek gibi bir fikre takıntılıyım. Romantik ya da dramatik, bu fikir üzerine düşünür, okurum. Yaşadığım bazı travmatik anılardan ötürü de bir yerden düşme, atlama fikri bana hep çok korkunç gelir.


Çocukluğumdan beri denizi, yüzmeyi çok severim, bir yere tatile gittiğim zaman yüksek yerlerden denize atlayan insanlara da hep özenmişimdir.


Geçen sene ilk defa gittiğim bir deniz kenarında tesadüf eseri böyle bir yere denk geldim. Tahmini olarak kaya ile deniz arasındaki mesafenin 10-12 metre olduğu söylenen bir yerden, insanlar denize atlıyor, ben de kıyıdan onları izliyordum. Erkek arkadaşım atlamaya karar verdi, ben de yanında gittim ama daha oraya çıkar çıkmaz gördüğüm yükseklik ile hayrete düştüm. Tansiyonum fırladı, elim ayağım boşaldı. Yanımda çeşitli yaşlardan çocuklar vardı ve bir hayli rahat bir şekilde teker teker atlıyorlardı. Genç kız çocukları beni atlamam için cesaretlendirmeye çalıştılarsa da bir türlü atlayamadım. Dakikalar geçti. Oraya mıh gibi oturup kalmıştım. Bunu yaparsam ve zevk alırsam kafamdaki travmatik anıyla değiş tokuş etmiş olacaktım. Bir sürü fikir zihnimde beni meşgul ediyor, dışarıya ise normal bir imaj çizmeye devam ediyordum. Bunlar yaşanırken birden bir ses duydum; sağa, sola ve en son aşağıya baktığımda ise en fazla 6 yaşında olan bir çocuk gözünü gözüme dikmiş, 'düşünme', diyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm ve geriye doğru iki adım atıp koşarak denize bıraktım kendimi. Denizle buluştuğumda dünyanın en mutlu insanıydım.


 

ARTIK DURUYORUM

-madame solo-


Durmayı sevmem. Yapılacak bir şey varsa beklemeyi sevmem. Yeterince vaktim olsa bile bir an önce gideceğim yere varmak isterim. Sadece yapacak hiçbir şey bulamadığımda durur; öylece beklerim.


Aceleciyim çok. Hep sonrasını düşünüyorum. O an yaptığım, yaşadığım şeyde kalamıyorum bir türlü. Kafam hep karmakarışık. Beceremiyorum yani. Böyle deyince illa ki romantik bir şeyler gelmesin akla. Daha yemek yaparken masayı nasıl kuracağımı, masadayken bulaşığı nasıl en hızlı şekilde toplayacağımı, sonrasında izleyeceğim diziyi, sabah kahvaltısını, yapacağım işleri… diye hızla uzayan ve hep devam eden bir listem var. Kitap okurken çabuk okuyayım isterim. Halbuki sakince okusam, neler katacağım kendime ama aklımda sadece bitirmek var. Ya da bir yere giderken bir manzara görsem beş dakikadan fazla duramam, bir an önce yola devam etmek isterim. Gideceğim yer için çok hevesli olduğumdan da değil aslında. Yaşadığım her şey benim için bir görev sanki. Diyorum ya, yeterince vaktim olsa bile, hep sonrasını düşünüyorum. İşim hep tamamlamak.


Hep acelem oldu benim. Hiç o dakikada, o anda durmadım. Sanki orda kalmamak için özellikle çaba gösteriyorum. Ne olacaksa sanki. Nereye yetişeceksem. Halbuki bir dur yahu. Kitap okuyorsan sadece kitabı oku. Sadece yemeğini ye. Sadece çiçeği kokla. Sadece yağmuru izle. Tamam aklından başka şeyler de geçer elbet ama, neden bu acele?


Sonra sonra, ama çokça zaman sonra değişmeye başladı bir şeyler. Acelemi fark etmemse daha yeni. Nasıl mı oldu? Bir yerlere yetişmeye çalışırken “Baksana anne, şu kedi ne tatlı” dedi bana. “Çiçekler ne güzel kokuyor” dedi. “Salıncakta bir kere sallanayım mı?” dedi. “Ama geç kalıyoruz” dedim, “Şimdi değil ama yarın getireyim ben seni buraya, olur mu?” dedim. Bazen kabul etti, bazen üzüldü, bazen ağladı. Ben bir türlü anlamadım.


Bir türlü anlamadım. Çok geç oldu, çok zaman harcadım böyle kaçarak. Halbuki yeni yeni fark ediyorum bana “Anne baksana şu buluta” , “Şurada durup dondurma mi yesek?”, “Dur önce şu çorabımın tekini bir güzelce giyeyim” derken söylemek istediklerini. “Sen acele ediyorsun ama ben şu an ve sadece bunu yapıyorum. İnanır mısın doya doya da bunu yapmak istiyorum” dediğini. “Dur anne, acele etme, boş ver sonrasını, burada benimle, kendinle kal” dediğini. Ve bunu ısrarla ama asla benim gösteremeyeceğim bir sabırla yaptığını. Bana karşı benden daha hoşgörülü olduğunu. Çünkü içinde vardı bunların hepsi, fazladan bir çaba sarf etmiyordu. O kadar içinden gelerek söylüyordu ki öteki türlüsünü insan anlayamazdı zaten.


Artık duruyorum ben de. Durmaya çalışıyorum en azından. Çünkü koşarken göremediğim o kadar şey varmış ki... Şimdi bunu başarmak için çaba sarf etsem de eminim hiç düşünmeden, kendiliğinden olacağı günler de gelecek. Acele etmeden, orada duracağım sadece. Öylece bakacağım esen rüzgara, öylece koklayacağım bulutları, dinleyeceğim ağaçları. Hiç düşünmeden, durarak. Çünkü anladım ki, yaşamayı insan en iyi bir çocuktan öğreniyormuş. İnsanın en sabırlı öğretmeni her zaman bir çocukmuş.


 

HİÇ GELMEYEN GÜN

-altum-


“Düşünme bu kadar!” dedi. “Çok düşünüyorsun, hep erteliyorsun, almak istediklerini almıyorsun en sonunda.”. Bu sözleri bir çevrimiçi alışveriş sitesinde gezinirken duymak garip değildi. Garip olan bu sözlerin önce zihnimde dolaşıp sonra aniden geçmişimin süngerini sıkmasıydı. Aslında küçük kız kardeşim, alelade sarf ettiği bu cümlelerin benim zihnimde bu kadar şiddetli yankı bulacağını aklının ucundan geçirmemişti, eminim. Sadece beğendiğim o elbise ve çantayı alıp odasını bir an önce terk etmemi istiyordu. Yaşını düşününce çok da hak verilir bir talepti. Bilirsiniz ergenlik çağındakiler için aile fertleriyle saatler süren diyaloglara girişmek pek de çekici bir aktivite değildir.


Ondan bu sözleri duymamın üzerine çabucak alacaklarımı sepete ekleyip onayladım. Sürekli telefonla ilgilenmese onun için daha iyi olacağını söyleyerek odadan çıktım. Çünkü ablalık müessesesi biraz da sinir bozucu nasihatler vermeyi gerektirir. Odamın kapısını kapatıp kendimle yalnız kalır kalmaz düşünceler yine son sürat zihnimde uçuşmaya başladı. “Çok mu düşünüyorum?”. Hayır hayır, sadece elbiseyi değil. İleride icra edeceğim meslek, paylaşacağım fotoğraf, ağzımdan çıkan sözcükler, nasıl yapsam diye günlerce kafa patlattığım her şey… Şimdi de çok düşünmemin üzerine haddinden fazla kafa yoruyordum. Kafamın içindeki bataklığa saplanıp kaldığım, neredeyse hiçbir şey yapmadan geçen yıllarımı düşündüm. Ne kadar yok saymak ya da türlü gerekçelerle açıklayıp kendimi temize çıkarmak istesem de böyle geçen bir dönemi yalanlayamazdım. Boş bir duvarı izlercesine geçen seneler… Sabahattin Ali’nin dediği gibi dünyadan ziyade kafasının içinde yaşayan o insan olduğum zamanlar… Aniden kafamı hafifçe sallayıp şimdiki zamana döndüm. Kardeşim haklıydı. Vaktimin çoğunu düşünerek ve erteleyerek tükettiğim günlerin sayısı çok da azımsanacak gibi değildi. Daha güzel, daha doğru, belki de kusursuz olmasını hayal ederek arzularımı hep yarın denen, o hiç gelmeyen güne iteliyordum. Bu halin ruhumu yaraladığı gerçeğiyle yüzleşmek, sanıldığı gibi huzura kavuşturmamıştı beni. Sırtındaki çuvalı bıraktığı gibi yenisini sırtlanan hamala benziyordum. Bu farkındalıkla ne yapacaktım?


 

ANAHTAR

-e-


Özel olarak bir çocuğun bana verdiği, daha doğrusu benim alabildiğim bir ders henüz olmadı ama genel olarak çocuklardan aldığım bir ders var. Kafasında sürekli bir şeyler dönen, dalgın ve endişeli biri olarak ne zaman bir çocuğu izlesem benim tam tersim olduğunu görürüm. Çocuklar her zaman o anın içindedirler. Kendileri olmaktan rahatsız değildirler. Meraklıdırlar. Bir şeyleri keşfetmenin heyecanına sahiptirler ve onlar için her yer keşfedilecek şeylerle doludur.


Kendi çocukluğumla ilgili duyumlarımı her düşündüğümde, "nasıl şu an olduğum kişiye dönüştüm?" diye şaşırırım. Çünkü ailemin ve yakın çevremizin anlattığı çocuk ben, gördükleri en neşeli ve en hareketli çocuk, büyüyüp depresif ve içten gelen bir istekten çok kendini zorlayarak hareket eden birisi oldu.


Nietzsche "Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir" der. Kendi değerlerimizi yaratabilmek için bir çocuk gibi her şeyi tekrar keşfetmeli ve önyargılarımızı eritmeliyiz. Bunun anahtarı "çocuk" olabilmektir. Böyle Söyledi Zerdüşt'ten aldığım bu düşünceyle çocuklara daha dikkatli bakmaya başladığımda bu dersi aldım.


 

HAYALİMDEKİ MESLEK

-bir başka dünyadaki-


Okullarda drama dersleri veriyordum ve hayatımı bu şekilde idame ettiriyordum. Genellikle ekonomik koşulları sınırlı ailelerin çocuklarının çoğunlukta olduğu bir mahalle okulunda branş öğretmenleri arandığını duyup gittim. Görüşmeler sonrasında okulda çalışmak için anlaşma yaptık. Okulda ilk kez o yıl sanatsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştı. Müzik, halk oyunları, resim, seramik ve drama dersleri verilecekti. Bu okulda ben de ders verebildiğim için kendimi şanslı hissediyordum. Çocuklar çok büyük bir hevesle derslere katılım gösteriyordu. Hem derse, hem de birbirimize alışma sürecindeydik. Çocuklarla üçüncü ya da dördüncü dersimizdi. İlkokul üçüncü sınıf öğrencilerinden oluşan bir sınıfta dersim vardı. O gün dersin konusu şuydu: Hayalindeki mesleği sözsüz olarak anlat, biz izleyenler onun hangi meslek olduğunu tahmin edelim.


Çocuklar hızlıca düşünmeye başladılar. Hazır olanlar birer birer sahneye çıkmaya davrandılar. Kimisi öğretmen, kimisi müzisyen, kimisi ressam, doktor, aşçı, berber oldu. Hepimiz, yaşamda sıkça karşılaştığımız bu meslekleri tahmin edip bilmenin eğlencesine kapılmış gidiyorduk. Bu şekilde ilerlerken bir öğrencim daha sahneye çıktı ve hayalindeki mesleği canlandırmaya başladı. Önce usulca görünmeyen bir kapıyı açtı ardından parmak ucunda yürümeye başladı, arkasına bakıyor ve çok dikkatli hareket ediyordu. Canlandırmasını yaparken ciddi bir yüz ifadesi takınmıştı. Başlangıçta anlamakta biraz zorlandım, tahmin etmek kolay olmadı. Ardından eline aldığı şeyleri hızlı hızlı çantasına doldurmaya başladığında ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Benimle aynı anda izleyenlerden bir çocuk “Hırsız! Hırsız! Buldum öğretmenim hırsız!” diye bağırdı. Sahnedeki çocuk oyunu kesip bana döndü, mesleği iyi canlandırmış ve anlaşılmış olmanın gururuyla “Evet öğretmenim” dedi “Bildi”. Şaşkınlıkla “Peki, ama hırsızlık bir meslek mi sence” diye sordum? “Ben büyüyünce hırsız olacağım öğretmenim” dedi “benim hayalim bu” diye ekledi. Sınıftaki tüm öğrenciler çok normal bir şekilde “Evet öğretmenim o zaten bizim eşyalarımızı şimdiden çalıyor” diye söylenmeye başladı. Ama bunu o kadar olağan bir şekilde söylüyorlardı ki! Arkadaşlarının hırsızlık yapmasına alışmış ve bunu normalleştirmişlerdi. Çünkü bu onun hayalindeki meslekti ve herkesi buna inandırmıştı.


Sınıfın verdiği tepki karşısında daha da şaşırmıştım. Birkaç dakika ne diyeceğimi bilemedim. Cümlelerimi çok dikkatli kurmaya, söylediklerimi özenle seçmeye çalışıyordum. Hırsızlığın bir meslek olmadığını söyledim. Kelimeler arasında dolaşıp yeni anlamlar bulmaya örnekler vererek bu durumu kendimce aktarmaya çalıştım. Konuşmalarımızda şunu fark ettim, sınıftaki herkes bunun kötü bir şey olduğunu biliyordu. Hırsızlığı bir meslek olarak yapmanın hayalini kuran öğrencim de biliyordu. Fakat o mahrum bırakıldığı ihtiyaçlarını ve isteklerini meşru olmayan yollardan elde etmeye inanmıştı. Ya da inandırılmıştı bilmiyorum. Eve dönüp o öğrencimin hayal dünyasını, hayattan neler beklediğini zihnimde sorgulamaya, anlamaya çalıştım. Aslında hem onu hem de bir hayalin nasıl filizlendiğini... Hayallerimizi şekillendiren neydi? Gerçekten sorgulayıp inanmadığımız şeyler de zamanla hayalimiz olabilir miydi? Sanırım yanlışa uzun süre maruz kaldığımızda yanlış normalleşiyor. Evet öğretmenim o zaten bir hırsız diyerek kabul noktasına geliyoruz. O arada neler oldu, bu noktaya ne ara geldik hiç fark etmiyoruz. Bunun biz yetişkinlerin dünyasındaki yansıması da “tüm siyasetçiler çalar yahu, herkes kendi hesabına çalışır, zaten hangisi yemedi ki” şeklinde oluyor galiba. Meşru olmayan yolları birileri için sıradan kıldık. Bu sınıftaki öğrencilerin yaptığını yaptık ya da biz yaptığımız için bu sınıf böyle oldu.


 

BİR ÇOCUĞUN HAYATIMA DOKUNUŞU: TUNA'YA

-voila-


Sene 2015 olmalı, birçok zorluğun ve oradan oraya savruluşun ardından yeniden okula dönüş imkanını elde edişimi sevinçle karşıladığım zamanlar. Ne zayıf bir ihtimaldi bu dönüş oysa ki… Olanı olmayanı heybeme koyduğum ve artık her anımın kıymetini bileceğim, sevgimi neşemi olabildiğince herkese yayacağım, ulaşabildiğim kadar kalbe ulaşıp sevgi dolu dokunuşlar bırakacağım sözlerini verdiğim günler. Tüm bu sözleri gerçekleştirmek adına bir yola çıkmıştım. Bana ihtiyaç duyan birileri muhakkak vardı ve ben onları bulmalıydım. Sonunda sevgi evlerindeki çocuklarla kesişti yolum. Ne tuhaf; ben onlara ilgimi, sevgimi akıtmayı ve tonlarca şey öğretme arzusunu duyarken hayatımdaki en büyük derslerimden birini alacağımı bilemezdim.


Beş minik erkek çocuğuyla yollarımız kesişmiş oldu, onlara gönüllü ablalık yapmak derslerinde yardımcı olmak için haftanın ilk günü yanlarına gidiyordum. Her gittiğimde neşeyle karşılanıyor ilgilenmem için sürekli birbirleriyle yarış haline giriyorlardı. Yanlarında bulunduğum birkaç saatlik vakitlerde mümkün olduğunca mutlu etmek için çabaladığımı anımsıyorum, bir nebze olsun sevgimi hissettirebileyim kaygısını hep taşıdım. Hikayenin ders niteliği taşıyan kısmı aslında ayrılıkta; yıl sonu yaklaşınca ve yaşadığım şehre dönmem gerekince veda vakti gelmiş oldu. Her biri için ufak tefek oyuncaklar alıp gittim bu son gidişimde. En azından büyüdüklerinde onlara beni hatırlatacak birer hatıra bırakmak istemiştim. Ayrılığın onlar için zor olacağını düşünüyordum, acaba çok alışmışlar mıydı, kalpleri kırılır mıydı gibi daha nice soru dönüp dolaşıyordu zihnimde. Hayatlarından geçip giden onlarca insandan biri olmak istemiyordum sanırım bu yüzden onlardan daha çok etkilendim bu vedalaşmadan. Çünkü hepsi bana kocaman sarıldıktan ve arkamdan bir süre el salladıktan sonra oradaki hayatlarına aynı oldukları haliyle devam ettiler. Canım acımıştı o an çünkü benim bu yaşımda karşılayamadığım, birini ya da birilerini hayatımdan gönderme kabulünü onlar daha küçücük yaşlarında karşılayabiliyordu. Daha da üzücü kısmı kim bilir bunu kaç defa deneyimlemişlerdi. O an utandım hayatlarımızdan, dertlerimizden. Onlar küçücük bedenleriyle henüz daha yolun başındayken, baş etmeleri gereken bir sürü olay peşi sıra yaşanmayı beklerkenki olgunluklarına karşı bizlerin telaşlarımız, bencilliğimiz hepsi karşıma dizilmişti bir an için. Kesinlikle bir çocuğun ya da bir insanın hayatına bakıp kendine dersler çıkarmak gibi bir hissiyat değil bu. Aslında olan, çocukları bunlara mahkum eden insanlar oluşumuz, birçok imkana rağmen bazı durumlarda yeterince olgunluğa erişemememize idi öfkem ve dahası hayal kırıklığım. Çocukların oldukları haliyle kalmayıp bizlerin üzerinde eğreti duran olgunluğu yüklenmek ve büyümek zorunda kaldıkları bir dünyadan utandım.


Tüm bunları düşünmeme sebep olan ufaklığa gelelim, adına Tuna diyeceğim. Onunla daha ilk tanıştığımız andan itibaren çok başka bir bağ oluşmuştu aramızda, keşke benim çocuğum olsaydı hissiyatına kapıldım çoğu kez. Ayrıldığımda en sıkı sarılan, en uzun el sallayan da oydu zaten. Onu ve diğer çocukları sahiplenemediğim, hayatlarının devamında da yanlarında olamadığım için hayatıma biraz kırgınım açıkçası. Daha büyük bir yaşta ve güçte onlarla karşılaşmamanın pişmanlığını yaşıyorum hala... Annesi babası sağ olan ancak anlayamadığım bir şekilde yalnızca hafta sonları yanlarına aldıkları çocuklarıydı Tuna. O zamana kadar kesinlikle anne olmalıyım diye diretmeme rağmen ebeveynliği nasıl da kendi bencilliğimiz için tercih ettiğimizin farkındalığını yaşadım. Bir kısım kadın anneliği kutsallık addedildiği için, bir kısmı o duyguyu yaşamak için çocuk sahibi olduğunu söyler. Durup düşündüğünüzde hepsi bencilce bir hissiyatın tatmini için alınan kararlar.

Hayatın ne getireceği ve götüreceği belirsiz. Bir başka Tuna’nın kalbini kıran, onu buruk bırakan bir anne olmak istemediğimi anladım. Kendi bencilliğimiz ve bir duygumuzu tatmin etmek adına gerekli koşulları sağlayamadan onu bu hayata getirmeye cesaret edebilir miyim ve dahası bir çocuğu bu dünyada tek başına bırakma ihtimalini nasıl göze alabilirim bilmiyorum. Eğer gücüm ve imkanım olursa da bu hayat yolculuğuna zor koşullarda başlayan bir miniğe yuva olmak, sevgimi ilgimi sel olup akıtmak, her gününe güneş olmak istiyorum...

İşte tüm bu öğretileri Tuna’nın sıkıca sarıldıktan sonra sakinlik ve büyük bir insan olgunluğuyla ancak çocuksu umuduyla ‘’keşke gitmesen’’ deyişine, ardından oyununa kaldığı yerden dönüşüne borçluyum. Keşke bir nebze de olsa senin kadar güçlü bir kabulle karşılayabilseydik bu hayatı Tuna…


 

YAĞMA YAĞMUR ŞEMSİYEM YOK

-pınar-


Dedemin gözleri masmavi. Bana bakınca içinde gökyüzü var sanıyorum da küçücük gözlerine koskocaman gökyüzünü nasıl sığdırdığını aklım almıyor. Sabah herkesten önce uyanıyor, sobanın üstünde kaynayan ıhlamurdan bir bardak içiyor sonra kahvaltısını yapıyor. Kahvaltı sofrasının en kıymetli misafiri oluyorum her sabah. Şeref konuğu gibi karşılıyor, çayıma soğuk su ilave etmeyi unutmuyor, doyduğuma asla ikna olmuyor.


Kış akşamlarında kestane pişiyor sobanın üstünde. Kokusu ayrı şenlik, başında beklemesi ayrı… Bir de mandalina kabukları koyuyor yanlarına, tarihin ilk oda parfümü, senin gibi mis koksun her yer diyor.


Her anında, her cümlesinde, her mimiğinde, her bakışında seviyor beni, sevgiden şımarmanın serbest olduğu zamanlar…


Sonra bir şey oluyor. Bazen bir şey olur ve adını asla bilemezsin. Sevgiyle örülen zırhımı kaybediyorum, içimde bir yerde kocaman bir boşluk oluşuyor, ben büyüdükçe o da büyüyor. Kendime, kendimden büyük bir boşluk yaratıyorum. İnsanın savrulma mevsimi var sanırım, hangi yaşa denk gelir ne zaman başlar ne zaman biter bilinmez. Öyle bir savrulmak ki, yıllarca devam eden, ruhun bedene sığmadığı, bedenin şehirlere, her anın yetersiz, her yerin dar geldiği bir savrulmak… Bir şehirden diğerine savrulurken geldiğim bu şehirde, hiç planlamadan, öğretmenlik yapmaya başladığım yıl karşılaştım Yağmur ile. Yine içine koskocaman gökyüzü sığdırılmış masmavi gözler, yıllar sonra ne eşsiz bir karşılaşma. Henüz altıncı sınıfta, ananesiyle yaşıyor. Ütüsüz kıyafetler, taranmayan saçlar, arkadaşlarına göre kilolu olmanın mahcubiyeti ve imrenilecek bir zeka. Aylarca söyleyecek çok sözü varken susan iki insan gibi kaçıyoruz birbirimizden, konuşmamız gereken bir şey var da anlatmaya gücümüz yok sanki. Yağmurlu bir çarşamba sabahı, epey ıslanmış saçlarım, günün ilk dersine ayılamadan başlamanın huzursuzluğuyla tahtaya bir şeyler yazıyorum. Arkadan aldığım darbeyle tahtaya yapışıyorum ve kendimi toparlayıp arkama dönüyorum. Hiç bırakmayacakmış gibi sarılıyor bana Yağmur, kısacık boyuyla bel hizamda komik bir sarılma. Sonra diğerleri geliyor, 15 kişilik bir sınıfın tamamı sevgiyle sarılıyor, birkaçı kıkırdıyor ama kimse konuşmuyor, tarifsiz bir sevgi yumağı. Sonra sessizliği Yağmur bozuyor ‘’Bu kadar büyük bir sevgiyi neden gizliyorsunuz öğretmenim, korkmayın sevin bizi. Aslında seviyorsunuz ama göstermek istemiyorsunuz. Sarılın, öpün ya da bazen çiçekler çizin defterime, ben anlarım sizi. Sevmekten kaçılmaz da utanılmaz da. Ben hiç utanmadan herkese sevdiğimi söylüyorum. Sizi çok seviyorum. ’’ diyor ve huzurla gidiyor yerine. Sanki içimde yılarca susturduğum çocuk bambaşka bir silüetle çıkıyor karşıma ve beni bana hatırlatıyor sitemle. Ve yıllar sonra küsler barışıyor, ruhumun koca kadını küçücük çocuğuna yeniden şefkatle sarılıyor, beraber coşkuyla koşuyorlar tüm yenilere, yeniliklere, sevmeye, sevilmeye…


İçimdeki sevgili çocuk sen bu satırları okurken ben hayat telaşıyla sağa sola koşuşturuyor olacağım. Lütfen uzaklara gitme, hep baharları karşılar gibi coşkulu kal, ağız dolusu kahkahalar at, sevmekten korkma hele sevgini haykırmaktan hiç korkma, ağlanacak yerde ağlamaktan çekinme, kazanmak güzel ama bazen yenilmeyi de tat, gücüne güç kat ama sırtına kambur yapma gücünü, sen sen ol aşık olmadan ölme, kendine çiçekler al, dünyada dikili ağacın olsun mümkünse çınar ağacı, gelecek kimsen olmasa da her bayram şeker al, anne keki yapmayı öğren, herkesi her şeyi en çok da kendini çok sev. Seni seviyorum!


 

KIRMIZI BİSİKLET

-dalgın canbaz-


Küçüktüm ufacıktım, ama, Feriköy’ün sokaklarını arşınlayacak kadar, hala var olmakta olan atlı kum arabalarının arkasına atlayacak kadar büyüktüm. Hayat da, çocuklar da, çocukluk da, gizem ve bilinmezliklerle doluydu. Şaşkın ellerimiz ve gözlerimizle dünyayı keşfetmeye çalışıyor, güveni ve sevgiyi, kendini arkan dönük şekilde insanların üstüne atlamaya çalışır şekilde oynanan tiyatro çalışmaları gibi öğreniyorduk. Ebe tura güzellik deyince donabiliyordu dünya ve biz tekrar hareket ettirene kadar etmiyordu. Pastanedeki fareleri, müthiş bir gazeteci edasıyla ihbar edebiliyorduk, okulumuzda kolumuza takılan çevre kolu kırmızı bandı güvencesiyle. Dolapların içinde, sihirli gizli geçitler olabiliyordu ve biz bunu başka çocuklarla da paylaşıyorduk. Bakkal dükkanlarının süpermarketlere yenilmediği zamanlardı. Ve tuhaf da olsa mahallede insanların birbirine güveninin hala yitmediği ve camdan ismimizin bağırılarak çağrılana kadar sokaklarda özgürce yaşayabileceğimiz zamanlardı.


İşte böyle günlerden bir gün, kırmızı bisikletimle dışarı çıkmıştım. Bisiklet özgürlüktü, bisiklet her şeydi, bisiklet yeri gelince üç kişinin bile kullanabileceği bir ortaklıktı. Birbirimize bir tur vermek, paylaşımın ve güvenin tadına vardığımız en güzel oyunlardandı. Bir çocuk yaklaştı, bizim sokaktan, mahalleden değildi. Tanıdığım bir çocuk değildi. Bir tur verir misin bisikletini dedi. Ve şaşkın bir şekilde ‘evet’ dedim. Daha sonra beklemeye başladım. Beş dakika geçti, on dakika geçti dönmedi. Sonra nasıl izini sürdüm bilmiyorum acaba baştan mı takip etmeye başlamıştım ama o şekilde Kasımpaşa’ya kadar koştum. Bir de kafamı kaldırdım ki kaybolmuşum. Sokaklarda tanımadığım yüzler. Ağladım, ağlayacağım. Çocuk şaşkınlığımla yolu kendim mi buldum, yoksa teyzeler mi beni geri götürdü bilmiyorum, evimin önüne döndüm. Bir de döndüm baktım ki kırmızı bisikletim kapımın önünde duruyor. Bende şaşkınlık, kızgınlık, kırgınlık hali bir arada. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. O zamana dönüp baktığımda hissettiklerim, vazgeçmeyen tarafıma duyduğum sevinç, güven ve sınırlarımı korumak ile ilgili olan ince hassas denge. O hassas dengenin ne kadar oynak olduğu ve insanoğlunun ne birbiriyle, ne yalnız yapabildiğini çocukluktan hissetmeye başladığım ilk anım olduğudur.


 

YAPBOZUN İÇİNDEKİ ÇOCUK VE YETİŞKİNLER

-sehvenli-


Çocuklarla oynamayı, onlarla vakit geçirmeyi çok seviyorum. Yeğenlerimle birlikteyken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. En küçük yeğenim Eslem; ben mutfakta hazırlık yaptığım sırada onlar odada bilgisayarla oynuyorken ablasına: ‘’halam artık bizi eskisi kadar sevmiyor’’, demiş. Böyle düşünmesine önce çok şaşırdım hem de çok güldüm. Eslem’in böyle düşünmesinin nedeni ise benim tüm vaktimi onlara ayırmamamdı. Onlar geldiği andan gittikleri ana kadar onlarla vakit geçirmeliydim. Ya da sevgimin eksikliğini hissetmeyeceği şekilde planlamalıydım zamanı. Sevgi kavramı zihninde ne kadar güzel yerleşmiş. Birine olan sevgimizin en önemli göstergesi kendi varlığımızı onun varlığına ne kadar dahil ettiğimize bağlı bir anlamda. Kelimeler kendi hallerine yeterli değil ruhumuzu katmadığımızda.


Arkadaşımla diş doktoruna gitmiştik. Henüz konuşmayı daha sökemeyen küçük kızı yanımızda. Henüz konuşamıyor ama hareketleriyle o kadar güzel anlatıyor ki neyi istediğini ya da istemediğini kelimelere ihtiyacı yok diyebilirim. Doktorun muayenehanesinde bekliyoruz. Ortada bir sehpa, üzerinde kesme şekerlerin olduğu bir şekerlik mevcut. Diş doktorunun bekleme odasında kesme şekerlerin olması da ayrı bir sorun… Bizim ufaklık bize sürekli şekerleri işaret ediyor, almak istiyor biz de ona olmaz diyoruz sürekli. Odada başka hasta yok. Diğer koltuklar boş aralarda küçük sehpalar var. Ufaklık şekerliği almaya çalışınca elinden kapıp başka yere kaldırıyoruz. Kısa süreli kapma-kovalamaca oyunu.. Sonra biz arkadaşla nasıl olduysa sohbete dalmış ufaklığı takip etmeyi unutmuşuz. Bir de baktık ufaklık bize işaretlerle önce şekerliği sonra ağzını gösteriyor. ‘’Ne kadar uğraşırsanız uğraşın ben amacıma ulaştım’’, cümlesinin vücut bulmuş haliydi anlatmaya çalıştığı şey.


Çocuklar hayret, hayranlık simgesi velhasıl. Bazen şımarıklık diye tanımladığımız ısrarlı davranışları, her koşulda neyi istediğinden emin olmayı ve istediğin şeyin peşini bırakmaman gerektiğine güzel bir örnek. Çocuklar sayesinde sevgimizi de sabrımızı da tecrübe ediyoruz. Eksik parçalarımızı gözden geçiriyoruz. Kendiliğimiz ve çocuklarımız güzel bir fotoğrafı ortaya çıkaran deklanşör gibiyiz.


 

ÇOKLU DOĞUM

-milenay karga-


(Gün Işığı'na ve Küçük Ağaç' a...)


Çoklu doğum, bir batında birden fazla canlının dünyaya gelmesidir ikiz, üçüz gibi.

Her doğuran kadın, bir kerede tek çocuk dünyaya getirse de aslında her doğum bir çoklu doğumdur.


Çünkü kadın, yeni bir hayatın yanında yeni bir kendini de doğurur. Ama bu kendinin sancıları, doğumla bitmez aksine doğumla başlar. Minicik bir akciğer oksijene alışmalı, karnını doyurmak için ağlamaya ve terlemeye alışmalı ve daha birçok şeye... Kadın ise yeni doğanın tüm organlarının sancılarını ömrü boyunca taşıyacak yeni hayatına, yeni kendine ve geri döndürülemez bu gerçeğe alışmalı.


Ben, bunu iki kez yaşadım; iki yeni hayat benimkilerle dört eder. Bu dört hayatla neler öğrenmedim ki... En önemlisi çaresizce SEVMEMEYİ öğrendim. Evet çaresizce sevmemeyi... Ömrüm sürdükçe sürecek kesintisiz bir bağlanma hali, kan bağının getirdiği zorunlu duygu yükü. Bu tanımlamalarımı acımasızca bulsanız da gerçekte olan budur. Tüm canlılarda görülen, neslin devamını sürdürme amaçlı ve çeşitli kimyasalların etkisiyle oluşan içgüdüsel duygulanım durumundan bahsediyorum. İşte bu çaresizce sevmek. Dünyaya getirdiğim hayatlara canlı olmam itibariyle tabii ki böyle bir sevgi duymam kaçınılmazdı. Ama ben beraber büyüdüğüm yeni hayatlarımı bu zorunlu ve içgüdüsel sevginin ötesinde bir sevgiyle, bilincimle sevmeyi öğrendim. Hala da öğreniyorum.


 

ÇOCUKTAN ÖĞREN

-nesrin ileri-


Fırat kıyısında küçük bir okul, Birecik Kız Meslek Lisesi, ilk görev yerim. Büyük bir aşkla yapıyorum işimi. Milli eğitim ödenekleri kısıtlı ( her zamanki gibi ), okulun herhangi bir ihtiyacını bildirdiğimizde, çoğu zaman '' Kendi olanaklarınızla '' diye başlayan bir yanıt alıyoruz. Okulumuzun bünyesinde bir de küçük anaokulu bölümümüz var, öğretmeni çok yakın arkadaşım oldu, tek öğretmendi ve yardımcısı da yoktu.

Biraz bu yüzden, biraz minnakları sevip onlarla oynamak için bulduğum her fırsatta yanlarına gidiyorum. Biraz oynaşıp gülüşüyoruz, sonra ben yine dersime dönüyorum.

Üniversite biter bitmez ( o kadar biter bitmez ki son sınavımı verip eve döndüğümde düğün alayı evde beni bekliyordu ) evlendiğim için yeni evli olarak başlamıştım ilk görevime. O zamanlar da öğretmen maaşları pek ahım şahım değildi ( şimdiki kadar yoksul olmasak da ), bu yüzden gezelim, tozalım, hayatın tadını çıkaralım ya da önce bir ev, bir araba alalım falan gibi '' lüks '' düşüncelerimiz olamıyordu.


Dolayısıyla hemen bebek sahibi olmakta bizim için bir sakınca da yoktu. Kısa sürede ilk oğluma hamile kaldım. Beş ay gibi bir süre hamileliğim dışarıdan gözlemlenebilecek boyuta gelmedi. Bu arada kış gelmiş, Fırat’tan buz gibi esen rüzgarlar kömürümüzü bitirmişti okulda. Büyükleri kabanları, montları ile oturtuyorduk sınıflarda ama minnaklar için bu da yetmiyordu. Zülal Öğretmen’le bir yöntem geliştirmiştik. Üstlerini çıkarıp çocukları üçer beşer kişilik daireler haline getiriyor, etraflarında dönüp tepelerine dokunarak zıplatmaya başlıyorduk '' Hop hop, altın top, bende var, kimsede yok'' diye diye. Böylece çocuklar hem ısınmış hem de eğlenip biraz fazla enerjilerini atmış oluyordu.


Havalar ısındı, bahar geldi, artık bahçede oturma, oynama zamanları gelmiş, benim karnımın büyüklüğü de iyiden iyiye belli olmaya başlamıştı. Bir gün bahçede oynarlarken gittim yanlarına. Zülal çocuklarla ilgileniyordu, bir banka oturdum. Ufaklıklardan şeytan çekici gibi bir kız hemen sokulup yanıma oturdu, gözlerini gözlerime dikip, sen yemek mi yedin, dedi. Ben ağzımın etrafında bir bulaşık mı var diye telaşla elimi ağzıma götürürken, yooo, bir şey mi bulaşmış, diye sordum. Hayır, dedi, karnın kocaman olmuş da ondan sordum. Derin bir nefes alma süresi kadar şimşek hızıyla düşündüm. Ben hani sizi çok seviyorum, her fırsatta sizi sevmek, sizinle oynamak için yanınıza geliyorum ya, evet, işte okulda olmadığım zamanlar sizi çok özlediğim için evde de sevip oynayabileceğim bir bebeğim olsun istedim. şimdi o bebek bu dünyaya gelebilecek büyüklüğe erişene kadar karnımda büyüyecek, o yüzden karnım kocaman oldu.


Cevap: Hıııı, ben biliyodum ki zaten, seni denemek istedim !


bottom of page