top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Bir çocuğun verdiği ders





Bu haftanın normal insanlar konusu "bir çocuğun size verdiği unutamadığınız bir dersi anlatın." idi. Yazar arkadaşlarım yine birbirinden ilginç yazılar yazdı.


- Hadi Beraber Kitap Yazalım projesi hakkında daha geniş bilgi almak için tıklayabilirsiniz.


Haftanın yazıları:


1. Robin Hood – Huzursuz Beyin

2. Murat Gibiler İçin Tevekkül Bir Tercih Değildir – Edward Bloom

3. Ben Varım – Ayşe Çetinkaya

4. Vazgeçmeme Hakkı – Canderel

5. Annemi Bir De Ben Yormak İstemedim, Öğretmenim – Mutlu

6. Albero Noce – Karahindiba

7. Anlatılacak Bir Hikaye – İki

8. Baba Sancısı – Seyyan Uslu

9. Mavi Top – Nehir Niş

10. O Sen Olsan Bari – Rojda Aksoy

11. Hayal Dünyası Nerede? – San

12. Ufak Bedenden Büyük Ders – Meryem Sena

13. Düşünme – Gül Özcan

14. Artık Duruyorum – Madame Solo

15. Hiç Gelmeyen Gün – Altum

16. Anahtar – E

17. Hayalimdeki Meslek – Bir Başka Dünyadaki

18. Bir Çocuğun Hayatıma Dokunuşu – Voila

19. Yağma Yağmur Şemsiyem Yok – Pınar

20. Kırmızı Bisiklet – Dalgın Canbaz

21. Yapbozun İçindeki Çocuk ve Yetişkinler - Sehvenli

22. Çoklu Doğum – Milenay Karga

23. Çocuktan Öğren – Nesrin İleri





 

ROBIN HOOD

-huzursuz beyin-


Çocukları severim, onlar da beni severler. İlk karşılaşmamızda bile sanki önceki hayatlarımızda bir tanışıklığımız varmış gibi aşina oluruz birbirimize. Onlarla konuşurken sesimi asla bebeksi yapmam, daha anlayışlı veya şefkatli bir tonda konuşmam. Otuz sekiz yaşındaki Ahmet’le nasıl konuşuyorsam öyle konuşurum; tabii epey otosansürlenmiş halimle. Onları masum veya melek olarak görmem. Çıkarcılıklarını, benmerkezciliklerini ve her şeye şaşırmalarını ilgiyle izlerim.


Bir de -meli, -malı’lı konuşmam. Eğer sınıflarındaki arkadaşlarını dövmekten bahsederlerse bunun iyi bir fikir olmadığını söylerim. Paramı çalarlarsa, bu durumdan hoşnut olmadığımı belirtirim. Ve anlarlar.


Çok sevdiğim dostlarımın oğulları Çınar’ın özel bir yeri var. Gezi’nin ilk gününde doğduğu için onu üstümde biber gazı sinmiş halimle okşamıştım. Bu yüzden bazı dengesizliklerinden dolayı suçluluk duyuyor olabilirim. Biraz büyüyüp çizgi film izlemeye başladığında, çocukluğumda en sevdiğim çizgi film olan Robin Hood’u koydum önüne. 73 yapımı olduğu için renkler soluk, hareketler yavaş geldi. Yine de izledi benimle. Çocukları bilirsiniz, flört günlerindeki sevgili gibidirler: sizinle oldukları sürece en sıkıcı şeylere bile katlanabilirler.


Çocukken yüzlerce kez izlemiştim Robin Hood’u, zenginden alıp fakire veren kahramanlık hikayesinden büyülenmiştim. Hayallerimde oklarımla annemi babamı kurtardığımı hatırlıyorum. Sonra yaş ilerleyince kasabın kızını da eklemiştim listeye. Merakla Çınar’a sordum, “ne düşünüyorsun?” diye. Kahramanlığa, iyiliğe, adalete dair bir şeyler söylemesini bekledim. Bana “Robin Hood’un arkadaşı olsaydım fakir taklidi yapardım.” dedi.


Beklemediğim ama hak ettiğim bir yanıttı.


Sansürlenmemiş bu saf insanlık hal hoşuma gitti. On yaşındayken de, kırk yaşındayken de kahramanlık hayalleri kurarken nihai amacım asla iyilik etmek değil, sevilmek, sayılmak oldu. Eş gördüğüm insanların üstünde bir statü istedim. Ama bu gerçeği kendimden bile saklayabilecek kadar frontal lob sahibiydim.


Bugün bana dünyayı kurtarma gücü verseler, elbette bu gücü kullanırım. Ama kurtardığım her bireyin bana borçlu olduğunu bilmesini ve bana sonsuz saygı göstermesini de isterim. Yoksa, ne halt ediyorlarsa etsinler.


 

MURAT GİBİLER İÇİN TEVEKKÜL BİR TERCİH DEĞİLDİR

-edward bloom-


Murat’la ilkokul arkadaşıydık. Çok fakirlerdi. Hatta yoksul. Bayramlara birkaç gün kala öğretmen Murat’ı çağırır, bir poşet verirdi. İçinde bayramlık ayakkabı, kazak ya da pantolon olduğunu bilirdik. Bazen de eline üç beş kuruş sıkıştırırdı. Murat o paraya dokunmaz, eve götürürdü. Kooperatifin önünde simit, ayran, gazoz sırasına girmezdi hiç. Fakirliğinden başka hiçbir özelliği olmayan Murat’a gösterilen ilgiden çok rahatsız olurdum. Üstünün başının halinden, pantolonundaki yamadan, ayakkabısındaki delikten, yüzündeki kararmış ter izlerinden utandığım bir tiksinti duyardım. Okumak için gösterdiği çaba, öğretmenin ona harcadığı fazladan emek beyhudeymiş gibi gelirdi bana. Ben okula gitmekten, sınıfta olmaktan nefret ederken o hiç devamsızlık yapmaz, öğrenmek, başarmak için çabalar dururdu. Ondaki sakinlik, tevekkül beni sinir ederdi. Bu kadar fakir, gariban, çaresiz olmasına rağmen gözlerinde hep sakin bir ışıltı vardı.

İlkokul bittikten sonra, 96 yazında bir akşam Murat’ı televizyonda, yerel bir kanalın haber bülteninde gördüm. Evlerinin önünde birkaç arkadaşı ve akrabasıyla yerde oturuyorlardı. Daha doğrusu çökmüşlerdi. Başını kaldırıp kameraya baktı birkaç saniye. Gözlerinde şimdi öfke, isyan, nefret vardı. Amcası ölmüştü Murat’ın. Uzun zamandır cezaevindeymiş. Ölüm orucundaymış.


Murat’ın amcası gibiler için ölüm orucu bir seçenek değildi. Onlar zaten hep oruçluydular. Murat gibiler için de tevekkül bir tercih değildi. Tevekkül etmediklerinde ölüyorlardı. İşte o küçük çocuk, Murat, 96 yazının o akşamı kameraya baktığı o birkaç saniyede bana bunları öğretti.


 

BEN VARIM

- ayşe çetinkaya -


Dördüncü sınıftaydık. Bir çocuk vardı, adı Mevlüt. En arka sırada otururdu. Dersi dinlemez, tahtaya hiç bakmazdı. Teneffüslerde en koşturmalı oyunları oynardı, sınıfa ter içinde gelirdi. Önlüğünün kolları, yakalığı kirli olurdu. Ben hiç görmemiştim, ama çarşıda mendil sattığını söylüyorlardı. Ailesi çok fakirmiş, harçlığını kendi çıkarıyormuş. Sanırım ben Mevlüt’le hiç konuşmadım. Çok uzak gelirdi bana, konuşsak da birbirimizi anlayamazmışız gibi. Öğretmen de pek sevmezdi Mevlüt’ü, sorularına cevap veremeyince küçümserdi, kızardı.


Devlet okulunda zengin arkadaşlarımız da olurdu, fakir de, akıllı da, dört işlem öğrenemeyen de, temiz düzenli de, sümük yiyen de. Özel okullar aile çok zenginse ya da çocuk başarısızsa tercih edilirdi o zamanlar. Bizden birkaç dönem sonra ise özel okula gitmeyen çocuk yoktu etrafımda. Hepsi akıllı telefon yarıştırıyor, öğretmene küfredip akşam evde öğretmeni babasına şikayet ediyor diye düşünürdüm.


İki sene önce TEGV’de gönüllü oldum, İngilizce derslerine giriyordum. Oradaki öğrencilerimde de bizim zamanımızdaki sosyoekonomik çeşitliliği görünce şaşırmıştım. O sınıfta öğretmen değil de, arkadaşları olabilirdim.


Dikkatimi ilk günden çeken ve ismini ilk öğrendiklerimden biri olmuştu, Rıza. Benimle göz teması kurmuyordu. Dersi dinlemiyordu, şarkıları söylemiyordu. Havaların ısındığı ve birilerinin dışarı silgi fırlatıp peşinden pencereden atlamaya kalkıştıkları bir günde, Rıza da arka tarafta koşmaca ve önüne çıkana çarpmaca oynuyordu. O haftaki alıştırmaları eksik fotokopi etmiştim ve kağıt yetişmeyen bir kızım duruma çok gücendi. Ağlamasını durdurmak için fotokopi odasına gitmem gerekiyordu, çünkü arkadaşıyla ortak çalışmak gibi seçeneklere ikna olmamıştı. Rıza’nın birilerinin kafasını kırmasını engellemek için, “Rıza benimle gelir misin, fotokopi çekerken yardımına ihtiyacım var” dedim. Koşa koşa geldi. Birlikte çıktık, fotokopi çekerken boş kağıtları o tuttu, çıkanları da sınıfa o taşıdı. Teşekkür ettim, ilk defa gözlerimin içine baktı, gülümsedi. O günden sonra dersi hala dinlemese de dediklerimi dinlemeye ve sanırım benimle empati kurmaya başladı. “Sen öyle yapınca üzülüyorum” deyince, yaptığı şeyi bırakıyordu artık. Birbirimizin varlığının farkına varmıştık.


Aslında hepimizin “ben varım” deme şeklimiz çok farklı. Fakat hepimizin vakti kısıtlı ve birbirimizi standartlara tabi tutuyoruz. Rıza ile bunu fark ettikten sonra Mevlüt’ü de çok düşündüm ve merak ettim, acaba denesem benimle konuşur muydu, kendince “ben varım” derken çok yoruluyor muydu, diye.


 

VAZGEÇMEME HAKKI

-canderel-


Yıllardır yazmak istediğim, yazmayı denediğim, ama yazarken duygusal bir bataklığın içinde debelendiğimi fark ederek yarım bıraktığım, küçük bir çocuğun çok kısa süren hayat hikâyesini bu sefer yazabilmeyi umuyorum. Yirmi küsur yıl oldu, ismini unutmadım, anne babası yanlarında çalıştıkları çiftlik ağasının adını vermişler dördüncü bebeklerine. Casim ağayı hiç görmedim, bir kere çocukların aşısı için çiftliğine gittim, büyük, yeni ama yine de bakımsız bir ev, çok kadın, çok daha fazla çocuk. Casim’in ailesinin kaldığı yer, ev denemez, tek penceresinde kalın bir naylon olan tek bir oda. Casim’in annesi tuhaf bakıyor, ‘yarı deli’ diyorlar etraftan, arada bir kaçıp gidiyormuş. Babanın bakışları da farklı değil, ikisi de başka dünyadalar, çok uzaktalar. Annenin sütü yok, ağır sigara içiyor, Casim o yöredeki diğer pek çok bebek gibi suyla ıslatılmış bebe bisküvisiyle besleniyor. Beklendiği üzere gelişme geriliği var, kışın bir kez zatürre teşhisi koyup tedavisine başlıyoruz, kurtuluyor. Ardından yaz geliyor, arka arkaya ishal vakaları başlıyor ve Casim’i de getiriyorlar, kim bilir kaç gündür ishali var, çok sıvı kaybetmiş. Hastaneye göndermeden önce biraz toparlamak için ağızdan sıvı tedavisini hazırlayıp başlıyoruz. Bu çok kısa süren anı anlatabilecek miyim emin değilim ama iyi de hatırlıyorum bir taraftan. Anne gelmemiş, babanın bakışları yine bizden çok uzaklarda, telaşlı değil, hiçbir duygusunu anlamam da zaten mümkün değil. Bizler çaresiz ve bezgin hissediyoruz, daha önce de olmayacak sebeplerden bir sürü çocuk kaybetmişiz, çok hasta var, sıcak var, perişanlık var… Kendisini çevreleyen bu ruh halindeki insanların arasında ne yapması gerektiğini bilen bir tek Casim’in olması beni çok şaşırtıyor, biz yavaş yavaş sıvısını içirirkenki ciddiliği, çabası. Sanki herkesin kendinden umudu kestiği bir ortamda onun da vazgeçmiş olması gerekiyor ama işte öyle değil. Küçük bir çocuğun yüzünde yetişkin insan kararlılığını görmenin çok dokunaklı bir şey olduğunu anlıyorum. Ne var ki benim bunu anlamamın bir faydası olmuyor. Babaya sevk evraklarını veriyoruz, ne olur ne olmaz diye ilaçlarını veriyoruz, bir şeyler anlatıp gönderiyoruz, bitiyor o iş günü. Birkaç gün sonra çiftliği aradığımda Casim’in hastaneye hiç götürülmediğini, öldüğünü öğreniyorum, bende de içime dert olan hikâyesi kalıyor yalnızca…


 

ANNEMİ BİR DE BEN YORMAK İSTEMEDİM, ÖĞRETMENİM

-mutlu-


Bundan yaklaşık beş yıl önce bir ilkokulda çocuklara eğitim veriyordum. Anneler günü haftasında çocukların anneleri ile birlikte yapabileceği bir projeyi ödevi olarak vermiştim.

Sınıfın neredeyse tamamı ödevlerini tamamlamış ve büyük bir heyecanla teslim etmişlerdi. Bir öğrencim ödevini teslim ederken annesi ile birlikte değil tek başına yaptığını söylemişti. O kadar ilgili ve çocuklarının eğitimini önemseyen bir annesi vardı ki bunu söylediğinde çok şaşırmıştım.


Bir sorun mu var acaba diye merak edip nedenini sorduğumda aldığım cevap yedi yaşındaki bir çocuktan hiç beklemeyeceğim olgunluktaydı.


“Öğretmenim benim abim Mıstık hasta ve annem onunla ilgilenirken o kadar çok yoruluyor ki bir de ben yormak istemedim o yüzden de tek başıma yaptım” demişti.


Meğer Mustafa adında otizmli bir abisi varmış. Annesinin yorgunluğunun o kadar farkındaydı ki tek başına yapabileceği işlerde annesini yormak istemiyordu. Belki erken olgunlaşan ya da kendini ikinci planda gören bir çocuktu. Ama bir o kadar da ince düşünceli, sevgi dolu bir evlat ve kardeşti.


O gün biz yetişkinlerin birbirimizin hayatını sürekli zorlaştırmak yerine bu çocuk kadar hassas olabilsek keşke diye düşündüm. Sevdiğimiz insanların karşılaştığı zorlukları gördüğümüzde, onlara yardımcı olmayı denesek hem hayatımız hem de ilişkilerimiz nasıl da güzel olurdu değil mi?


 

ALBERO NOCE

-karahindiba-


Bir zaman önce yeni bir dil öğrenmeye karar verdim. Süper aristokrat bir karakter olduğum için kendime bir operayı altyazı olmadan izleyebilme hedefini koymuştum. İtalyanca'nın ekseriyetle operaların orijinal dili olduğunu çoğu insan bilmez. Çoğu kişi ömründe operaya bile gitmemiştir. İşte ben bu küçük göletteki büyük balık olmak üzere İtalyanca öğrenmeye başladım. Hedefe odaklanmıştım. Ekmek, su, kedi eti yedi derken kelimelerin kökenlerini fark etmeye başladım. Türkçe ve İtalyanca'da hatırı sayılır derecede ortak kelime olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Böbürlenmek için aradığım konuyu bulmuştum. "Biliyor musun? Palyaço aslında İtalyanca'dan geliyor ama pagliaccio diye yazılıyor. Tabii sen nereden bileceksin. Operaya da gitmiyorsundur." İnsanlara sosyal statülerini kendimce hatırlatıyordum. Gururluydum. Tanrıları yeterince kızdırdığımı, bu züppe tavrımı yaşça benden çok küçük ama az sonra anlayacağım üzere zihnen beni fersah fersah geçmiş o naif kız çocuğu üstünde sürdürdüğümde anlayacaktım.


- Bil bakalım hangi hayvan hem Türkçe'de hem de Italyanca'da ayni kelimedir?


...


- Bilemedin salak tabii ki balina. Tamam hadi şimdi sen sor bakalım.


- ...


- Ne nasi yani? Böyle soru mu olur canım? Ne demek neden kelimeleri sırayla seçmedik? Yani diyorsun ki ilk kelime "a" olmalıydi. İkinci "ab", üçüncü "aba"...


- Pft heh... himm... yanii ben... Allah Allah?


Kendi dünyasında kelimeleri öğrenirken zorlanıp bunu düşünmüştü. Aklım almadı bir süre. Sahi biz neden su için a, ekmek için ab, yaprak için aba kullanmıyorduk? Diller konuşulduğu toplumla birlikte gelişirdi biliyordum. Afrika'da bir kabile domatesin olgunlaşma evreleri için sekiz farklı kelime kullanıyordu. Aynı kabile birden ona kadar sayı kullanıyor, on birden sonrasına ise hep "çok" diyordu. Neden domatesin gelişme evreleri a,b,c,d,e,f,g,h değildi? Veya neden sayıları 1,2,3,4,5 diye sıralı kullandık da kelimeleri karman çorman kullandık? Hatta neden harflerle konuşuyoruz da sayılarla konuşmuyoruz? Neden su için 1, ekmek için 2, yaprak için 3'ü kullanmıyoruz? Insanoğlu bu kaosu, aritmetiğin düzenine tercih etmişti. Uzun uzun düşündüm. Sesleri kelimelere dönüştürmek akıllıcaydı. Çocukken köpeği havhav, kuşu cikcik, kediyi mırnav diye öğrenmek anlamlıydı. Peki dönüp havhav yerine 'köpek'i dayatmanın bir açıklaması olabilir miydi? Sonraları atalarımızın önce konuşmayı sonra matematiği öğrenmesinin buna yol açtığına kanaat getirdim. Kız çocuğuna bunu hiç söyleyemedim. İhtiyacı olduğunu da sanmıyorum. O kız Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı gibi basit ama heybetliydi, ben ise sen gibi bunun farkında olmayan polistim. Aklım küçük yaşların berraklığına geri dönemiyordu.


Zaman içinde operayı altyazısız izlemeyi başardım. Ancak, hiçbir insan evladının üstünde o kızın bende bıraktığı etkiyi bırakamadım. Kendi küçük göletinde iyice küçülen beynim bunu asla düşünemedi. Basitti ama kolay değildi.


 

ANLATILACAK BİR HİKAYE

-iki-


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Bu ortada olma durumunun farkında olamayacak kadar da küçük biri dünyevi dertlerin peşinde niye olsun ki? Çocukken öğrendiğimiz, gözlemlediğimiz, farkına vardığımız her şey ufkumuzu genişletir derler. Bir yetişkinin gözünden bakıldığında, kendi eliyle sağlanmış bir fayda gibi görülür çoğu kez ama bir çocuğun ufku, yeri gelir bir yetişkinin gerçekliğini büker.


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Demiştim. Bu ona içgüdüsel bir kabulleniş vermiş olmalı. Öyle her şeye gözü kaymaz, sessiz, vakur, babasının bir parça tahtayla yaptığı oyuncakla, cebindeki bi avuç eriğin sevinciyle koştururdu etrafta. Ailesi kalabalık, ailesi gürültülü, duyulacak ve öğrenecek çok şey olurdu. Etrafında yapılan konuşmalardan anladığı yoktu ama sesin hissini anlardı.


Annesi zaten geç gelirdi işten. Eve geç gelir, harcamalar için bir de evde saatlerce önündeki kağıtları çevirir dururdu. Halbuki kağıtlar eğlencelidir. Katlaması, boyaması keyifli şeyler ama annesinin kaşları çatılıyordu onları görünce. Çok çalışıp karşılığını alamamak, bir türlü istediğin yerde kendini görememek veya sevdiklerinin ayağına en güzel şeyleri serememenin yükünü nasıl anlatabilirsin ki bir çocuğa. Kaşlarını çatardı o da bu yüzden. Kelimeye dökülmese de his koklanıyor ama işte. Konuşulmasa da bir şeyleri anlıyorsun. Hissi koklamak ne değişik, çare bulamamışlığın bir kokusu var deseler, buna kim inanır? Var ama.


İnsanın maddiyatı ve maneviyatı ilk ne zaman ayırt edebildiğini düşünüyorum. İlk kez bakkaldan şeker almak yerine o gözleri çapaklı yavru kediye süt aldığımız ya da ailemizin parası olmadığı için o balondan vazgeçtiğimiz… bunun için ağlamak bir yana mutlu hissettiğimiz o an. Eski karnelerde yazıldığı şekliyle ‘orta’dan ‘iyi’ye nasıl geçtik?


Elini annesinin yanağına koyup sordu ‘neden kızgınsın onlara anne?’. Annesi kaşlarını yumuşattı, ‘İstediğimiz her şeyi öyle çok alamayacağız artık. Her istediğimizi yapamayacağız demek oluyor bu. Tüm paramızı harcadık, geriye bir şeyimiz kalmadı.’

Yere baktı. Düşündü. Bu para denilen şey elde ettiklerimizin tamamı mıydı? İçinde ilk kez kokusunu aldığı çaresizliğin karşısına dikilecek güçlü bir şey buldu. Ufacık bir gülümseme ve tertemiz gözlerle kafasını kaldırdı. ‘Olsuun.’ dedi, ‘Bizim de anlatacak hikayemiz var.’


 

BABA SANCISI

-seyyan uslu-


Şair kıvrandıkça bir şeyden şiir yazar. Ben şiir yazamıyorum ama dertten kıvrandığım belli. Bu durumlarda insan şiire koşmalı. Ben de böyle zamanlarda kendimi kıyıda bulurum. Sahile vuran ne varsa seçip okurum. Bu defa bulduğum şiirde şairin -Erdem Bayazıt- sancısını çekip yazdığı şey tam da şimdi muzdarip olduğum bir dertten.


“Baharın rayihasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı.

Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!

Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor, en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz!”


Sizce babayı bir sancı olarak teşhir eden şair haklı mı? Size bir çocukla yaşadığım anımı anlatayım:


Kısa süreli ödevlerinde yardımcı olmam için minik tatlı bir kız çocuğuna - yaşı sekizdi- ders vermeye başladım. Çok akıllı ve derslerinde başarılıydı. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar onunla görüşme ve ödevlerini inceleme fırsatı buldum. Not defteri günlük defterleri gibi süslüydü. Açıp yaptığımız çalışmalara baktım. Ve işte orada görmemem ya da görmem gereken bir satır yazı gördüm. O fark edince elimden aldı ama okumuştum. Okuduğumu anlayınca gözlerinde inciler, mercanlar… Ah!


Şimdi ne yazdığını buraya yazacağım ama yazım yanlışları var demeyin. Zihnime kazınmıştı daha kalemin harflere alışmadığı titrek inci yazısı.


“ Sevgili Günlüğüm, Bugün babamdan ilk tokadımı yedim.”


Çok etkilendim bundan. Kendimi zor tuttum ağlamamak için. Olur, öyle şeyler kuzum, diyebildim ve sarıldım sadece.


Kız çocukları babalarını çok sever o kadar sever ki ilk tokatlarını unutamazlar. O unutmamıştı. Ben de onunla birlikte unutmadım. Yavrucağın yüreğine saplanmıştı bu memleketin sancısı. Bence sadece bu memleket için tek değil tüm insanlar için aynı şeydir, baba.


 

MAVİ TOP

-nehir niş-


Oldum olası çocuklara düşkünlüğüm vardır. Her ne kadar kendim çocuk doğurmayı tercih etmemiş olsam da bu öyle. Metropolde yaşamanın yoğunluğunu ve koşuşturmacasını bilen bilir. Büyük şehirde insan ilk önce kendisine, sonra çevresine yabancılaşır. Çünkü yapılacak işler hep vardır. Hayat ileri marş düsturuyla bir yerlere yetişme telaşesi. Ya yetişmek vardır ya da geç kalmak. Birisiyle buluşmak, sosyal bir faaliyet gerçekleştirmek, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar listesini almak, ertesi güne hazırlanmak. Hepimizi bilmem ama epey hareketli bir hayatım var benim. O yüzden yeğenlerimin en az gördüğü hala ve teyzeleri oldum. Onlarla en çok oyun oynayan ama bunu çok sık yapmayan kişiyim.


Bir hafta sonu ablamlarda kaldım. Üç yaşındaki yeğenim Mahir’in sevincine diyecek yok. Odasını keşfediyoruz. Araba şeklinde yatağı mı dersiniz, örümcek adam kostümü mü, duvarlara çizdiği karışık çizgilerin tatlı hikayeleri mi ? En önemlisi bir sürü topları, renk renk. Ben kaleci oluyorum o da en popüler futbolcu. Tek bir topu yakalayamıyorum. Her gol bir sevinç çığlığı. Ve yine goooll goooool. . .


Ama Mahir’in büyük sorunu var. Mavi topu neden yok ? Yaklaşık on topu var ve hiçbiri mavi değil.


-Mavi top alıl mısın teyze? “diye soruyor. Henüz R’ler L modunda.


-Elbette alırım istediğin top olsun. ” diyorum. Sonra sorular başlıyor.


-Yarın işe gidecek misin teyze?”


-Gitmek zorundayım bitanem.


-Peki yarın iş çıkısı topu alıl mısın?


-Tabi ki alacağım. Ama şimdi bir sürü topumuz var. Oyuna devam edelim mi ?


Derken toplar yeniden havada uçuşuyor. Uyku vaktini atlatmak daha fazla oyun oynamak istiyor. Annesi ve benim ikna çabalarımızla uyutmayı başarıyoruz Mahir’i.

Sabah erkenden uyanıp işe gidiyorum. Yoğun bir gün, haftanın ilk günü ve peş peşe kahveler, çaylar. Sosyal medya sohbetleri, iş yeri dedikoduları derken gün bitiyor. İş çıkışı yoğun trafik var. Bir kaç durak önce inip yürüyorum. Market alışverişini de yapıp eve varıyorum. Sıcak bir duştan sonra akşam yemeğini hazırlıyorum. Tv’de ruhumu uyuşturan saçma sapan programlar. Yemeğimi yedikten sonra elbiselerimi ütüleyip uyuyacağım. Hafta sonu yorgunluğu hep pazartesiyi vurur çünkü.


Çantamda telefonum ısrarla çalıyor. Arayan ablam telaşlanıyorum. Genelde bu saatte aramaz.


-Efendim ablacım?


-Mahir seni bekliyor gelmeyecek misin?


-Ne oldu ki abla? daha dün oradaydım.


-Mahir’e mavi top alacağım. ”diye söz vermişsin.


-Ya evet ben onu unuttum. Alırım bir daha geldiğimde.


-Sen gelmeden uyumayacağını ve iş çıkışı mavi topla buraya geleceğini söylüyor. Böyle bir söz verdin mi ?


-Evet ama öylesine söylemiştim bunu ikna olsun diye.


-Sanırım sözünü tutman gerek kardeşim. Çünkü bütün akşam seni bekledi.

Kem küm ediyorum.


-Bana Mahir’i verir misin telefona?


Mahir;- Teyze kapıda mısın? Sevinç kahkahaları. Mavi topum geldi, mavi topum geldi. Bir şey diyemiyorum.


-Kapıya varmama az kaldı. ”deyip kapatıyorum telefonu. Ben rastgele söylediğim o sözün bu kadar önemseneceğini bilmiyordum. Üstümü hızlıca giyindim. İçimden mavi top bulabilmek için dua edip Tanrı’ya yalvardım. Birkaç market gezdim. Geç olmuştu çoğu kapatıyordu. Kepenkleri indirmeye çalışan son marketçiye vardım.


-“Affedersiniz mavi topunuz var mıydı acaba? Ne olur olsun! Çünkü yeğenime söz verdim ve ben gitmeden uyumayacak. ” adamın cevap vermesine fırsat vermeden umudumu kaybetmiş bir şekilde durmadan konuşuyorum. Kepenkleri tek tuşla yarıya kaldırıyor.


Tatlı bir tebessümle şöyle diyor.