top of page
Ara

ree

Bu haftanın normal insanlar konusu "ergen halinize bir mektup yazın" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.



Haftanın yazıları




SANA LAF DÜŞMEZ

-nehir niş-


Merhaba hırçın kız!


Melankolik, cesur ve inatçı karakterin giderek olgunlaşıp serpiliyor. Sana o kadar seneden sonra böyle bir mektup yazacağımı hiç düşünmemiştim.


Okul çantana hızlıca birkaç parça elbise atıyorsun. Öfkeli ve çaresizsin. Hem içe kapanık, hem de dışa dönüksün. Ağır başlı, olgun, sakin, hanım hanımcık halin( bu olman gereken ) ile neşeli, meraklı, kaçık, serseri yanınla çatışma halindesin. Evden kaçmaya hazırlanıyorsun. Ama nereye gideceğin konusunda bir fikrin yok. Bütün gidebileceğin akrabalar eve yakın oturuyor. Eğer onlara gidersen, bu evden kaçtığın anlamına gelmez. Sonra yalnız yaşadığını bildiğin edebiyat öğretmeni Mualla hocanın kapısını ağlayarak çalıyorsun. Ailen burayı bilmiyor. Mualla hocan kapıyı açıp seni içeri alıyor. Ona dün akşam evde olanları anlatıyorsun. Ve artık oraya dönmek istemediğini. Seni sessizce dinliyor. Akıl vermiyor. Güzel bir film açıyor, çaylar içiliyor, kekler yeniyor birlikte. Mualla hocanın tek başına kurmuş olduğu hayat, seni büyülüyor. Duvara yapıştırdığı posterler, ahşap zeminden tavana değin yükselen kitaplar, biblolar, kuruttuğu çiçekler. Gece çok güzel geçiyor. Ertesi gün okul var. Sabah okula gidiyorsun. İlk ders kimya. Teneffüs zili çalıyor. Zil çalar çalmaz; müdür yardımcısı öğretmenler odasına çağırıyor. Birlikte gidiyorsunuz. Heyecandan dizlerin titriyor. Ne olacağını bilmiyorsun. Öğretmenler odasına girer girmez annen suratına okkalı bir tokat indiriyor. Gözlerin kocaman oluyor ve yaşlar iplik gibi kendiliğinden akıyor yanaklarından. Kendini savunmak için ağzını açmıyorsun bile. Şaşkınlıktan dilin tutuluyor. Müdür ve yardımcısı anneni sakinleştiriyorlar. Sen çekimser bir dille bir şeyler mırıldanıyorsun. Karşında duran yetişkinlerin hepsi hem haklı hem de öfkeli hissediyor. Çünkü okulda; uslu, çalışkan, ve sessiz bir öğrencisin. Sen susuyorsun. Öyle korkuyorsun ki konuşmaktan. Seni annenle birlikte eve gönderiyorlar. Evde gergin bir ortam var. Annen evdeki herkesle birlikte kızgın. Ama en çok babandan korkuyorsun. O henüz evde yok. Koyu turuncu olan ev telefonu çalıyor. Arayan bütün bu gerginliklerin sebebi olan kadın. Annenle konuşmak istediğini söylüyor. Sen de hemen kendini açıklıyorsun.’’ Ben daha 15 yaşındayım ve okula gidiyorum. Bu yaşta evlenmeyi düşünmüyorum.’’ diyorsun. Kadın soğuk ve hissiz bir ses tonuyla ’’Sana laf düşmez anneni çağır’’ diyor. Zaten tepende duran annen ahizeyi elinden hınçla çekip alıyor. Konuşmasına fırsat vermeden lafı ağzına tıkıyor karşıdaki ses. ’’ Kızın kendini naza çekiyor demek ki! Ne kadar isterse altın takacağız. Bu akşam uygunsa gelip yüzükleri takalım, zaten kızı gördük beğendik‘’ diyor .Anne kısaca ve net cevaplıyor’’ bu akşam uygundur.’’. Annen tebessümle kapatıyor telefonu ve hazırlıklar başlıyor. Ne desen faydasız. Odaya kendini kilitleyip hiç düşünmeden bileğini kesiyorsun.


Her yer kan gölü.


İşte şimdi hepsini irkilerek anımsıyorum. Artık kendini daha iyi ifade ediyor ve haklarını savunabiliyorsun. İyi ki hayattasın. Aldığın ani ve sert kararlarla seni kaybedebilirdim. Ve aynı bedende birlikte paylaşacağımız anılar hiç olmayabilirdi.



YERLİ ALMANAK

-karahindiba-


Muhtemelen üniversite öğrencisi bir komşum var. Benim bunca yıl dirsek çürüterek gelip zor ev kiraladığım binada bir ev sahibi. Partnerinin de güzel bir arabası var gezip tozuyorlar. Bak minik karahindiba, eğer benim komşum gibi büyüyebileceksen ne ala, hemen büyü. Yok yine benim gibi sabah meraya, akşam ahıra gezen koyun misali işe gidip geleceksen hiç büyüme. Nereye elimi atsam bir sorumluluk çıkıyor karşıma. Öyle çok büyük şeyleri yönettiğimden değil. Tamamen kölelik. Rafine zevklerim var hayatı bunlar için yaşıyorum dedikçe ‘ay sonu soğan yerim artık’ diye daha sık düşünmeye başladım. İnsanoğlu, erdem, emek gibi seni kerizledikleri birçok terimin içi bomboş. Hep ortalama üstü olduğunu, daha fazlasını hak ettiğini düşünerek geldin buralara. Senden sonra bir nesil geldi ki sırf var olduğu için her şeyi hak ettiğini düşünüyor. Her şeyde itiraz ediyorlar, asla kabullenme yok. Orijinal taraflarını bu çocuklara kaptırdın. Yakın zamanda cep telefonunu kullanamayan dede muamelesi görmeye başlayacağım. Elinde baston çocuk kovalayan hep sinirli dede. Bu dizeleri okurken sana hayatla ilgili çok iyi tavsiyeler vereceğimi düşünüyorsun ama hayatın öyle bir cümlelik bir özeti yok. En azından benim için yok. Versem bile kimseyi dinlemeyip kendin öğrenmeye çalışacağın için mesaj bir yere ulaşmayacak. Geleceğe dönüş üçlemesindeki Biff gibi sana bir almanak uzatmayı çok isterdim ama tüm eline geçecek olan bu dandik metin. Sana kendini konumlandırman için birkaç gerçeklikten bahsedeyim gerisine sen karar ver.


İki tane tutkun var. İlki müzik. Çok iyi müzik dinlersen ve üretirsen enstrümanlara hâkim, nadiren müzik bilgisi zengin insanlarla tanışıp çok nadir bulunan bir mutluluğu yaşıyorsun. Aşk gibi bir şey. Ancak bu coğrafyanın %80’i ile aynı arabada müzik dinlediğin anda kapıyı açıp kendini dışarı bırakasın geliyor. Aşk gibi gelen o histen vazgeçemezsin, ülkenin %80’inden de vazgeçemezsin. Kendini bu çizgide konumlandır.


Diğer zevkin de arabalar. Yüz metre öteden arabanın silindir sayısını söyleyebiliyorsun. Ancak bunu söylediğinde seni geceleri kavşaklarda sıfır çizen bir denyo olarak tanıyorlar. Arabalarla çok ilgilenirsen testosteron kokusundan yanına yaklaşılmıyor. Az ilgilenirsen veya yaşadığın ülke yönetimi arabalara %280 vergi koymaya karar verirse de 30’lu yaşlarında ikinci el bir aile arabası alıp öve öve bitiremiyorsun. Bu arada 2021 model Porsche 911 Turbo S’i görmeni tavsiye ederim.


Hayat hep böyle iki ucu çiçekli tercihlerle dolu. Güzel kadınları sevebilirsin ama elde etmek zor, hayal etmek güzel ama hayatın tokadını yemeden gerçek dünyaya dönemiyorsun. Maneviyat diye bir şey var ama o kadar karakterli olmadığını ikimiz de biliyoruz : ) Aileni, arkadaşlarını seviyorsun da kendini o kadar ciddiye alma. Dönüp baktığımda hatalarla dolu bir hayat görmüyorum. Tek tük hataların var ama genel olarak her şeyi doğru şekilde yaptın denebilir. Ancak sen doğru yapsan bile gördüğün gibi her şey istediğin gibi olmayabiliyor. Hayat da öyle bir şey. Hep bir denge hep bir ideali bulma yarışı. Doğrusu budur denebilecek bir noktası yok. Mutluluk güzel denebilir. Hayatın anlamı, uzayda neler oluyor bunları araştırmak güzel. Ortalama olmakta hiçbir sorun yok. Birkaç akıllı insan her şey için yeterli. Onları bul ve hayatının içine güzelce yerleştir.


BENDEN BANA

- ayşe çetinkaya -


Ayşe selam,


Dört gündür sana bu mektubu yazmaya niyetlenip bir türlü başlayamadım. Hem diyeceğim çok şey var, hem de ne diyeceğimi bilmiyorum. Tavsiye versem, eminim dinlemeyeceksin. Bu da başına buyruk olduğundan değil, hatta tam tersi. Söz dinlemeyi seviyorsun, ama kendini sevmiyorsun. Kendini kabullenmiyorsun, çünkü kendinden beklentilerini karşılayamadın. Peki bu beklentiler gerçekten senin mi?


Gerçekleşmemiş ihtimaller üzerine düşünürken gerçekleşmiş olanları yaşayamaz duruma gelebilirsin. Sanırım her şey bir ihtimalken daha çekici. Uzaklarda bir yeri görmek istersin de oraya gittiğinde “bu muymuş” dersin ya, ihtimaller o uzaktaki yer gibi. Gerçekleşenleri sahiplenmek ve olduğu gibi yaşamak senin elinde, seninle ilgili. Bunun farkında olmadıkça bir şeylere kızacaksın; hayata, kadere, babana, o konuda üstüne gelen arkadaşına. Bu öfke seni daha çok yoracak.


Çok daha zor olanı göğüslediğini düşündüğün durumlar, aslında kolaya kaçtıkların olabilir. Mesela, babanı suçlamak kolay, ama kendi davranışlarının sorumluluğunu almak zor. Bunu fark ettiğin ve kendini iyileştirmenin sorumluluğunu aldığın zaman, hiçbir şey senin kontrolünde olmayacak, ama her şey senin elinde olacak.


Tembellik etmeye devam ettiğin sürece kendi hayatında yan rol olacaksın. Seçimlerini sen değil, başkaları yapacak, böylece suçlanacak yeni birileri olacak.


İyi hislerden kaçmadığın gibi kötü hislerden de kaçma. Hiçbiri sonsuza kadar sürmeyecek.


Okulda spor salonunun arkasında sigara içen çocuklar var ya, onlar hiç de tahmin ettiğin gibi işe yaramaz insanlar değil. Arada onlarla da takılabilirsin. Hiçbir şey için geç olmayabilir, ama bazı şeyler zamanında güzel. İtlik serserilik de öyle.


Platonik takılmanın da bir tadı var, ama o kadar yüceltilecek bir duygu olmayabilir. O hoşlandığın çocukla git bir an önce tanış bence. Spoiler: Hiç beklediğin gibi biri çıkmayacak.


Burası çok garip bir yer, yaşamak da çok garip. Bu garipliklerle ilgili çözemediğin çoğu şeyi ben de hala çözemedim. Belki de çözmemiz gerekmiyordur. Bir sorunun cevabı yoksa belki de yanlış soruyu soruyoruzdur. Madem buradayız ve bir gün olmayacağız, şimdilik buranın keyfini çıkarmaya çalışabiliriz.


Son olarak, korktuğun hiçbir şey korktuğun kadar korkunç olmayacak.


Bence çok tatlı birisin. Seni artık seviyorum.


Ayşe


GEL ŞÖYLE Bİ SARILALIM

-rojda aksoy-


Okulun bahçesinde herkesin önünde o dayağı yediğinde henüz on yaşında bile değildin. Nasıl da sesini çıkarmadan bitmesini beklemiştin ama! Zoruna giden fiziksel acı değil yapılan haksızlıktı. Sırf bir erkek çocuğunun duygularına karşılık vermedin diye bu kadar kötü bir dayak yememeliydin. Daha o yaşta toksik erkeklik mi, reddedilmenin öfkesi mi, yaşadığınız mahalledeki akıl almaz şiddet iklimi mi nedir bilemiyorum ama bugün bile o tepkini düşünürüm; nasıl da çıt çıkarmadın ve acını belli etmedin ama! İçini yakan sessiz öfken seni tepeden tırnağa sararken gözlerinden bir damla yaş bile gelmedi.


Buzlar kraliçesi serin halinle alkışları topladıysan madalyonun öteki yüzüne de bir göz atalım derim. İlkokuldaki bu tavırların ortaokul ve lisede de devam etti. Hep çalışkan, sessiz, zorluklar karşısında koyvermeyen, arkadaşlarıyla iyi anlaşan bir melektin adeta. Sıra arkadaşlarına sınavlarda zorla kopya verirdin. Evet evet zorla. Kendi sınav kağıdını erkenden doldurman yetmezdi sana, daha fazlasına ihtiyacın vardı. Bunları neden yaptığını tahmin etmek zor değil; etrafındaki insanlardan onay ve sevgi görmek için umarsızca çırpınan şu tatlı halini bir dakika izlemek bile yeterli.


Bir çocuk daha ne kadar mükemmel olabilir? Çalışkan, yardımsever, akıllı, terbiyeli olmak yetmeliydi değil mi? Yetmedi tabii ki. Lise son sınıfta edebiyat dersindeyken kapı çalındı. Nöbetçi öğrenci elinde kocaman bir buketle içeri girdi. Öğretmen çiçeğin üstündeki notu sesli okuyunca üstünü örttüğün o yara acı acı sızlamaya başladı. En yakın arkadaşının annesinin (okul-aile birliği başkanı olmasının verdiği yetkiyle) kızına yaptığı sürprize mi sevinsen sızlayan yarana mı eğilsen bilemedin. Senin doğum günün hiç kutlanmamıştı çünkü sizde öyle adetler falan yoktu ama orada herkes gibi sen de büyük bir coşkuyla arkadaşının doğum gününü kutladın ve duruma yabancı olduğunu hiç hissettirmedin elbette. Muhtemelen beyaz liseli gömleğin kanayan yaranın etkisiyle kırmızıya boyanmıştı ama kimse göremezdi.


Bugün dönüp sana baktığımda gözlerim doluyor maalesef (ağlamayı kendime yakıştırmadığımı unutmayalım yine de). Şöyle kollarımı uzatıp sıkıca sarılıyorum sana; üzülme diyorum, sen de sevilmeyi ve sevmeyi öğreneceksin. Bugünlerin acısını çıkartırcasına sevileceksin. Bu defa gördüğün sevgi karşısında gözlerin dolacak hatta.


Tabii artık ağlamak da serbest…


AYNAYA KARŞI

-saturnuslog-


Sevgili kendim, sana çok saygı duyduğumu söyleyerek başlamak istiyorum. Çok zor şeyler yaşıyorsun. Üstelik bilinçsiz bir cahilsin ama öğrenmek, farkındalık kazanmak için de çok çaba sarf ediyorsun. Çünkü yaşadığın her şeye rağmen kendi doğru bildiğin o dikenli yoldan hiç şaşmamak için uğraşıyorsun. Yaşadıklarının seni yıldırmasına izin vermediğin ve ne kadar zorlansan da kendi doğrularınla yaşadığın için seninle gurur duyuyorum.


Biliyorum, yaşadığın hiçbir şey, kitap okumanın yasaklanması kadar yakmıyor canını. Tek dayanağın, kafanın içinde kurduğun hayattaki mutluluğun... Sırf bir şeyler öğrenmek için yemeğinden bile kısarak biriktirdiğin parayla aldığın kitapları, evde bulamasınlar diye sakladığın zamanlardan özür dilerim. Bulunduğu zaman çıkan tartışmaları ve değer verdiğin şeylerin havada uçmasını, yapraklarının yırtılmasını izlediğin buna rağmen inatla, dik başlılıkla devam ettiğin için teşekkür ederim. Biliyorum şu an, kitapların bulunduğu için yemek paran da kesildi. Ama yine de yılmayıp bir sahafla anlaşmak için yola koyuldun ve okuduklarını satma karşılığında yeni kitaplar almaya başladın.


Bu dünyanın sadece bulunduğun toplumdan ibaret olmadığını keşfetmen gerçekten çok önemli senin için. Kabuğunu kırmanın ne demek olduğunu herkese, özellikle de kendine göstermeye başladın. Şu an müthiş bir kütüphanen ve hala okuyacak bir sürü kitabın var. Üstelik resim yapmak, piyano çalmak ve dansçı olmak istiyordun ya, sana bir hayal kadar uzak gelebilir ama hepsini yaptık ve yapmaya devam ediyoruz.


Sana bir tavsiye verecek olursam, uyum sağlamak zorunda değilsin derim. Kendini çok zorluyorsun. İçinde bulunduğun çevrenin bir parçası olabilmek için kendinden ödünler veriyorsun. Çok savaşıyorsun kendinle. Yapma! Çünkü parçası olmak için çabaladığın ailen ve arkadaşların hastalıklı. Sen de çok sağlıklı değilsin ama en azından farkındasın. Onlar ise bunun doğru olduğunu dayatıp senin öz güvenini ve öz saygını paramparça etmek için varlar.


Hep hayalinin ilerde olacağın kişiye yetmeyeceğinden ve bu hayalin değişeceğinden korkardın. Merak etme, yıllar geçmesine, çılgınlar gibi değişmemize rağmen hayalimiz hala bizimle. Sadece düşündüğümüzden biraz daha geç gerçekleştirmemiz gerekecek sanırım. Çünkü insanlar dünyayı çok değiştirdi. Artık hiçbir şey saf değil. Ama engel de değil.


AYNA

-san-


Bu mektubu okuyacak olsaydın muhtemelen bir ağacın altında tek başına okurdun. Kafan karışık, dünyadan umduğunu bulamamış ve sıkılgan bir durumda olman da çok mümkün. Çevrede insan gördüğün anda gülümseyip selam verecek ama içten içe kimseyi görmemek için dua edip bundan gizli bir suçluluk duyacak o pozisyonunu almışsındır. Çünkü herkesi yürekten seviyor ama bir türlü uyum sağladığını hissedemiyorsundur. Seni çok iyi anladığımı söyleyerek başlamak isterim.


Şimdi anlatacağım her şey güvende olduğunu gösteriyor, güvende olmasan ben de burada olmazdım ve sorun olmazdı. Bunun rahatlığıyla yaşa. Seni kendinden ayıracak ne varsa, kim varsa uzaklaş. Korkma. Hiçbir şeyi yapmak için yapmak zorunda değilsin. Zaman içinde inanamayacağın şekilde kendi üslubunu oluşturacaksın hayatta.


Kendi seçimlerini yapmak sana şu an çok da önemli görünmüyor biliyorum. Yapsan yaparsın aslında ama zaten kurulmuş bir sistem olduğunu, istediklerini kafanın içinde de yaşayabileceğini, böylesinin daha kolay olacağını düşünüyorsun. Mücadele etmeye gerek duymuyor musun? Bir gün aynaya baktığında kendinden başka bir insanla göz göze geleceksin. Sana, seçim yapmanın önemini bu olay anlatacak. İyi haber, o günden sonra aşamalı olarak kendini seçmeye başlayacaksın. Ama neden bugünden başlamayasın?


İnsanlara gelince, belki şu an sana benzemeyen insanlardan kaçıyorsun. Üzülerek söylüyorum, bu sığ bir davranış. Sana çok benzeyen biri kalbini kırdığında, sadece kendine ve kendine benzeyenlere değer vererek yaşanmayacağını göreceksin. Bu biraz acı bir deneyim olacak.


Şimdi yazdıklarımı çok dikkatli oku. Uyumsuzluk hissinin seni tüketeceğinden korkuyorsun. Sen hepsinden daha güçlüsün. İnsanlar da hayat da çok özel, kendini mutlaka bu oluşumun bir parçası gibi hissedeceksin. Şu an soyut bir dünya kurup oraya kaçmaya meyillisin. Ama ne içinde bulunan dünyadan, ne de içinde bulunduğun dünyadan vazgeçmek zorundasın. Denge kurmanın önemini bilirsin. Dengeyi sağlarsan dünyalar senin olacak. Şu an gölgesinde oturup gövdesine yaslandığın ağaca bak ve anla; burası senin evin. İçindeki her şeyin bu dünyada yansıması var.



ASLINDA GERÇEKLEŞMEYECEK HAYALLER DEĞİLDİ

-edward bloom-


Merhaba Küçük Aptal,


Şu an önünde upuzun yıllar, doya doya yaşayacağın bir gençlik, pek çok zafer sarhoşlukları, büyük patronun hakka yürümesi, çılgın seks partileri, çokça ülke göreceğin seyahatler, unutulmaz aşklar, AKP'nin baraj altında kalacağı seçimler var sanıyorsun değil mi? Senin için üzgünüm kendim. Beş, on hatta yirmi yıl sonra da aynı hayalleri kuruyor olacaksın. Kendinden biliyorum. Mesela büyük patron hâlâ yaşıyor. Daha çok konuşuyor ve hâlihazırda ondan '2 üzeri hayatın boyunca nefret ettiğin insanların sayısı kadar' nefret ediyorsun. Ama iyi haber; artık daha yaşlı ve hakka yürümesi diğer hayallerinin gerçekleşmesinden daha olası.


Aslında gerçekleşmeyecek hayaller değildi kurdukların. Örneğin sigaraya verdiğin parayı kenara atıp pek çok ülkeyi gezebilirdin. Ama La Sagrada Familia'ya bakıp bir sigara tüttüremeyeceksen yemişim öyle seyahati. Bak gördün mü? Hiç değişmedin. Sen profesyonel bir bahane üreticisisin. Şimdi bile.


En ihtişamlı hayaline bakıyorum da, on sene sonrandan sana bir haber vermeliyim ki buna çok yaklaşacaksın. İki kızla birlikte sarhoş olup aynı yatağa uzanacaksınız. Küçük dokunuşların, minik hınzır gülüşlerin ardından, sen birine masaj yaparken seni öpmeye yeltenecek diğeri. O an aklına sevgilin gelecek ve geri çekileceksin. Sonra da kıza saf aşk, sadakat üzerine falan maval okuyacaksın. Ve tabii bu erdemli davranışınla hayatının en büyük fırsatını da yitirmiş olacaksın. Bir mucize olur da bu mektubu okursan sana tek bir tavsiyesi var kendinin; aptallık etme! Henüz sular kesilmeden daya ağzını çeşmeye!


Satırlarıma son verirken söylemek isterim ki sen iyi bir insansın. Şimdiki kendinden daha iyisin hiç değilse. Umarım yirmi yıl sonra da şimdiki kendine bunu söylemek durumunda kalmam. Şayet o kadar yaşarsam tabii. Görüşmek üzere.


Seni Çok Özleyen

Büyük Aptal


DAR VE BOZUK TAŞLI SOKAKLAR

-iki-


Lili,


Benim yavru kuşum,


Dünyayı nasıl gördüğünü biliyorum, nasıl görmek istediğini, arzularını, heveslerini, yanında tutmak ve uzağına itmek istediklerini, eleştirilerini, inançlarını, ihtiyaçlarını, yanılgılarını, kıskandığın, imrendiğin her şeyinle tümünü, seni olduğun gibi görüyorum.


Yıllar sonra buradan işine karışmak gibi bir derdim yok. Sen içgüdüleri kuvvetli küçük çetin bir cevizsin. Yapman gereken her şeyi günü geldiğinde doğru koklayacak ve yoluna koymak için büyük çaba göstereceksin, o gücü de kendinde bulacaksın buna hiç şüphen olmasın. Şu an seni çepeçevre kaplayan tek şey kızgınlık. Var olmak dünyanın en zor işi senin için. Çünkü etrafında senin dışında herkesle ilgili her şey var. Bu gürültünün sesi o kadar baskın ki kendi içinde bile kendi sesini duyamıyorsun. Kendi fikirlerin ve hislerin dışında herkesin fikri ve hissi önemli. Sesini kimseye duyuramıyorsun. Bu baskı ve ağırlık altında nefessiz kalmak sana çaresizlik hissettiriyor. Ama hep en doğru kararları bu çaresizliği hissettiğinde alacaksın. Kendini bulmak için tek başına kalman, tek başına kalman için de gitmen gerekecek. Hayatının en zor kararı, ama korkma. Hayattan sakın korkma.


Kolay şeylerin tadı güzeldir. Kolay insanlar, kolay paralar, kolayca açılan kapılar… Bizim için bunların hiç biri olmayacak. Zor şeyleri başarmanın tadı daha da güzel inan. Biz dar ve bozuk taşlı sokaklarımızla varız. Kendini değerli hissetmek için gösterişe ihtiyacın yok. Sen sadeliği görebilenlerin yanında mutlu olacaksın. Kendini yakınındakilerle kıyaslayıp haksızlığa uğradığını düşünme, daha iyi bi hayatın kucağına düşmemesine içlenme, hayat böyledir. Adalet arayışıyla kendini hırpalama. Hayatın kendine özgü bir mizah anlayışı var. Kendi dinamiğinde, adaleti farklı şekillerde tecelli ettiriyor. Bazı şeylere acı içinde güleceksin.


Annenle çatışman, babana hassasiyetin, ikisine karşı dargınlığın hiç bitmeyecek. Zamanının çoğunu onlarla ve sana hissettirdikleriyle baş etmeye çalışarak geçireceksin. Bil ki kimse ebeveynlik nedir bilerek evlat sahibi olmuyor. Neyi yanlış yaparlarsa yapsınlar, esas niyetlerinin senin iyiliğin olduğunu ve seni gerçekten karşılıksız sevenlerin onlar olduğunu asla unutma. Onların da anlaşılmaya ihtiyacı var, anla. Mümkün olduğunca iyi zaman geçir. Her şeyin sonunda elinde kalacak tek şey onlarla olan güzel anıların olacak.


Hayatta yapılması gereken çok fazla seçim, vermemiz gereken çok fazla karar ve bunların sonunda edindiğimiz tecrübeler var. Bazı sonuçları normalleştirmelisin. Canın acıyorsa ağlamak normaldir, ağlamak istiyorsan ağla. Bir haksızlığa uğradığında sinirlenmek normaldir, bağırmak istiyorsan bağır. Yanlış anlaşılmaktan korktuğun için kendini çok tutuyorsun. Hata yapmaktan korkuyorsun, hata yapmak çok insani bir şeydir, kendini saklama.


İtina ve müsaade benim hayatta en sevdiğim iki kelime oldu. Kendine, sevdiklerine ve zamana karşı müsaadeli olmanın saygı ve bilgelik getireceğini, itinanınsa sevgiyle ve emekle ilintili olduğunu tecrübe edeceksin.


Sen en sevdiği elbisesini giymiş küçük bir kız gibi, kanatlarını yeni ışığa tutmuş bir kelebek gibi heveslisin. Hevesin görülmek, hevesin fark edilmek. Övgüye ve ilgiye yuvada ağzı açık bekleyen yavru kuşlar kadar açsın. Hayatta hep bunun yüzünden hata yapacak ve hep bu yanından kırılacaksın. Zayıflıklarını bil, onlarla barış. Kimseye muhtaç olmadığını anladığında bunu da aşmak kolaylaşacak.


Bir seansta doktoruma ne olmak istediğimi hiç bilemediğimi söylediğimde ‘kimse sana bir şeyler seçebileceğini ve seçtiğin şeyi olabileceğini söylememiş. Bir çocuğa seçim yapma hakkı olduğunu öğretmezsen bunu bilmez’ demişti. Ne olmak istediğimi hiç bilmedim ama hiç x biri olmak da istemedim. Bir meslek ya da kimlik peşinde koşmadım. Hayatımı hep ‘ne olmak istemiyorum’u tartarak şekillendirdim. Ama senin böyle bir seçeneğin olsun istiyorum. Bu hayatta ne yapmak istiyorsun? Sana iyi gelen şeylerin peşinde ol.


Yapacağın seçimlere ve sonuçlarına karşı sadece kendine sorumlusun. Kendinden sen sorumlusun. Kimseyi sırtında taşıma, kimsenin sırtına yük yapma. Sevgi hafiftir, ilk bahar esintisi gibidir. Kendiliğinden olandır. Kimsenin seni sevgisiyle hırpalamasına izin verme. Şimdi çok sevdiğin bir çok insanla yolun ayrılacak, bunun normal olduğunu anla. Yanında kalanlara daha çok sahip çık.


Bu hayat güzel bir macera, hevesini baltalama, heyecanını kaybetme ve istediğin gibi yaşa.


Bir ipucu: Hayvanlar ve bitkilerle aran çok iyi. Onlarla daha çok ilgilen. Onlara daha çok kaç, kendini bulmanda en faydalı dostların onlar olacak. En az bir yabancı dili çok iyi öğren, daha çok araştır ve daha çok gez.


Sevgilerimle,

L.


NE OLACAĞIM DEMELİ

-papatyalı bir deli-


Sevgili on üç yaşındaki halim,


Öncelikle şunu söylemeliyim, harika görünüyorsun! Evet çok fazla sivilcelerin çıkıyor ve sürekli kilo alıyordun biliyorum ama inan bana bundan sonra kilo alman çok daha kolay bir hale gelecek. O yüzden bu durumdan şikayet etmek yerine, “nasılsa veririm” de gitsin!


Liseye geçmek için fazlasıyla heyecanlısın biliyorum, gelecekte neler yapacağını, nerede olacağını ve nasıl gözükeceğini çok merak ediyorsun. Önce şu konuda anlaşalım, gelecekten geliyorum; hâlâ neler yapacağına tam olarak karar veremedin, ama merak etme en azından iyi bir üniversitede iyi bir bölüm okuduğunu -severek okuduğunu- söyleyebilirim.


Matematik dersinden korkmana hiç gerek yok. Şu anda muhtemelen en sevmediğin alan matematik ve sen de aslında derslerle ilgilenmekten ziyade kendini sanata vermek istiyorsun. Sanata düşkünlüğün hiç geçmeyecek. Bu konuda çalışmalarım hâlâ sürüyor fakat sen biraz daha yoğunlaşsan iyi edersin. Kim bilir belki birkaç sene içinde bir tiyatro oyununda rol bile alabilirsin!


Yalnız o gözlüğü çıkar, sana başka gözlük mü yok? İnan bana kendini çok rahatlamış hissedecek ve özgüvenini arttıracaksın o gözlüğü çıkarıp yenisini alınca. Çünkü sen de içten içe biliyorsun ki gözlüğün yansıma yapıyor ve fotoğraf çekilirken sürekli gözlüklerini çıkarıp duruyorsun.


İngilizce aşkından vazgeçme, dilin kemiği yok çok iyi yerlere gelebilir ve hatta üstüne belki İspanyolca bile öğrenebilirsin! Çünkü sen de biliyorsun ki bir lisan bir insan. Yabancı kültürlerin arasına karışabilmenin ve bulunduğun ülkenin dışındaki insanları anlayabilmenin en güzel ve en faydalı yolu bu.


Bulunduğun zaman dilimine, yaşına, çevrendekilere ve onların sağlıklarına, ailenin yanında kalabiliyor olmana ve ailenin sağlığına hep şükret. Dostlarına ve ailene sıkı sıkı sarılmayı ihmal etme, gelecekte sevdiklerine sarılmanın hasretiyle yanıp tutuşacağın zamanlar gelebilir. Ama bu zamanlarda bile şunu unutma, hayatına katıp sağlığından endişe duyduğun her insan aslında senin ailendir ve insan nereye giderse gitsin ailesini hep sol göğsünün altında taşır.


Yaşın çok küçük ve hatta ergenliğe de yeni girdiğin için “asi kız”sındır şimdi sen. Ailenin yanından ayrılıp bir an önce lise/üniversite kazanmak istiyorsundur. Ailenin yanından ayrılıp bir şehirde tek başına okumak sana her ne kadar çok şey katsa da, ailenle iyi anlaşmanın yolunu bulup iki lafın belini kırabildiğin zaman onların da aslında ne kadar “kafa” insanlar olduklarını anlayacaksın.


Gelecek hayallerinden bahsetmişken, ileride karşına çok aşık olacağın birinin çıkacağını söylemezsem çatlarım! İnsanlar birbirlerine nasıl aşık oluyorlar nasıl seviyorlar diye sorguluyor ve hatta bunu anlamsız buluyorsun ya, kalbinin pır pır etmesine neden olacak birini çıkaracak karşına hayat. Gerisini söylemeyeyim de daha fazla spoiler olmasın!


Ayrıca sana yaşını sorduklarında sürekli yaşını büyütüp söylüyorsun ya, işte onu yapma. Zaman o kadar hızlı geçiyor ve seneler öyle su gibi akıp gidiyor ki sen arkalarından bakakalıyorsun ve bu sefer de yaşını küçültmeye çalışıyorsun. Hayıır, bu dediklerim seni korkutmasın! Senelerin hızlı geçip gidiyor olması seni engellememeli, zamana karşı ve bu hayata karşı, ne olursa olsun yaşa! Unutma keyfine varıp değerini bilerek yaşadığında her yaşın bir güzelliği var ve ünlü bir senaristin de dediği gibi “yaş almaktan değil, yaşayamamaktan korkmalı insan.”


Şimdi önündeki kitap yığınının arasından bir kitap seç. Rastgele bir sayfasını açıp bir iki satır oku ve kitabın kokusunu içine çek. Ben o okuduğun iki satırda ve içine çektiğin kitap kokusundayım.


GEÇTİ BİLE

-bir başka dünyadaki-


Merhaba, bu mektup hangi gün, hangi saat sana ulaşacak bilmiyorum. Sana ileri bir tarihten yazıyorum. Korkma aklını kaçırmadın. Şu sıralar sıkça kendini, delirdim mi diye yokladığını biliyorum. Delirmemek için nefesini tutar gibi en sapkın düşüncelerini tuttuğunu duyumsuyorum. Şu an masadaki o test kitabına gözün kayıyor ama biraz ara ver, elindeki mektuba odaklan. Lütfen. Zamanla yarışma düşüncesini de bir anlığına unutabilir misin? Şimdi sana değişen ve değişmeyen birkaç şey söyleyerek yazıma başlamak istiyorum. Gökyüzü hala çok güzel ve umut dolu. Bu değişmiyor. Sıkışıp kaldığında ona çevir gözlerini. Ben öyle yapıyorum. Ona her baktığında şunu hatırlamak işine yarayabilir. Geçecek. Gerçekten geçiyor. Sanki hiç geçmeyecek gibi gelen şeyler bile geçip gidiyor. Sonuç; unutmuşsun. Ben başımdan geçen çoğu şeyi unuttum. Bu iyi bir şey. Dün yediğin yemeğin ya da sana fırlatılan terliğin acısını hatırlıyor musun mesela? Sanırım ben söyleyince anımsıyor gibi oldun. Bu değişmiyor. Bazen biri bir şey söylediğinde ya da umulmadık bir karşılaşmada hatırlıyorsun. O kadar. Unutmak seni çok korkutuyor tahmin ediyorum. Onca emek verip çalıştığım şeyleri ya unutursam diye kaygılanıyorsun. Yolun yarısından bildiriyorum, bu durum seni endişelendirmesin. Unuttuklarının çoğu ihtiyacın olmayan şeyler. Sadece bildiklerinle yaşamıyorsun hayatı. Dahil olamadığın düğün dansını, uzaktan izlemek gibi kimi zaman zaten yaşamak. Bangır bangır oyun havası eşliğinde şıklarken parmaklar, benim burada ne işim var hissi bambaşka koşullarda tekrar tekrar yaşanacak. Bu da değişmiyor. Senin burada ne işin var? Bu dünyada ne işimiz var hakikaten? Bir adam var biraz zaman sonra tanışacaksın onunla, o demiş ki, “dünyadasın bunun tedavisi yok.” Ne yapalım yok işte. Kendini bazen eksik ya da tamamlanmamış hissediyorsun ya o his kaybolmayacak. Ona alış şimdiden, hem benim de işimi kolaylaştırırsın. Şimdi iyi ve kötü haberlerle devam edelim. Kötü haberle başlıyorum. Evlatlık değilsin, seni cami önünde bulmadılar. Bu olasılığı çok düşündüğünü ve içte içe gerçek olmasını arzuladığını biliyorum. Evet. Ama üzgünüm ailenle yaşamaya alışmalısın. Annene çok kızma bence, babana da. Hatta ana babalara çok kızma. Kabul et onları bu halleriyle ve piknik sever evlat rolü oynamaya devam et. Zira bir şeylerden hiç haz etmediğin halde seviyormuş gibi davrandığın zamanlar olacak. Değişmiyorlar, hem de hiç. Üzerinde durma, devam et. Üzerinde durmak deyince aklıma geldi. Öğretmenler şu konunun üzerinde duralım gibi laflar eder ya. Sen de üzerinde durmazsın ve üstü kırmızı kalemlerle çizilmiş hataların olur. Kırmızı hatalarına teşekkür et. Çünkü kırmızı çok güzel bir renk ve hataların senin en tutkulu öğretmenlerin. Düşük not aldım diye çok üzülme çünkü onlardan geriye bir silgi artığı kadar bile bir iz kalmayacak. Çok konuştum değil mi? Affedersin. Sana öğüt vermek falan değil niyetim. Tamam şimdi de iyi bir haberle devam edeyim. Büyüyünce şu olacağım dediğin şeyi olmadın. Hatta bir şey olmadın. Bambaşka bir yolun var. Şimdi söylemiyorum, sürprizi kaçmasın. Çok şaşıracak ve sevineceksin onunla buluştuğunda. Çünkü çok eğlenceli. Tamam sustum. Sana son bir iki şey daha söylememe izin verebilir misin? Evet mi? Peki devam ediyorum. Çocukluğunun elini hiç bırakma. Şu an çocukluğu hatırlamak canını sıkmış olabilir. Merak etme tarladaki ırgatlığın yakında bitiyor. Ama çocukken çalıştığın o kurak tarlaları ve o anlardaki sonsuz sıkıntıyı bile özleyeceksin. Mektubumu şöyle bitireyim. Haykır dilediğin gibi içinden yükselen kelimeleri. Öylesine hesaplamadan yaşa. Sadelikle. Güzellikle. Umutla. Yaşadığın her an çok özel ve güzel. Gerçekten öyle, laf olsun diye söylemiyorum. Ve eğer güçsüz hissedersin kendini, kapat gözlerini. Beni düşün, kendini düşün. Geçiyor, geçiyor. Bak geçti bile.


Sevgiyle,

Bir başka dünyadaki

TEREDDÜTLÜ BİR MEKTUP

-canderel-


Sevgili ergen halim,


İnan mecbur kalmasam yazmazdım, seninle uğraşmanın ne kadar beyhude bir iş olduğunu çevrendeki herkes kadar ben de biliyorum. Tuhaflığına, inadına, çekilmezliğine rağmen buradan bakınca anlıyorum seni. ‘Hadi oradan’ deme lütfen, vallahi anlıyorum. Bir de şimdiki bana, geleceğine not yazmışsın ya; ‘‘Bu satırları okuyup umarsızca gülen kadın, senden nefret ediyorum’’ diyerek. Evet gülüyorum bazen, itiraf ediyorum, ama insaf, hangi aklı başında insan öfkesi sonsuza kadar sürdürmek ister, sonra da geleceğine şerh düşer ki.


Aslında fena bir çocukluk geçirmedin. Sonrası biraz zordu, kabul, ama bu topraklarda yaşayan herhangi bir gençten farklı bir travma da yaşamış değilsin. Hem dokunulmaz olmak istiyorsun, hem de dokunsunlar sana istiyorsun.( Bu cümle çıksa da olur) Kendine çok yükleniyorsun, değiştirebileceğin ve değiştiremeyeceğin koşulları ayırt edemiyorsun. Biraz rahatlayınca kendi keşfettiğin değerlerden vazgeçmekten korkuyorsun, ki hiç kolay olmadı onları yakalamak. Bana kızıyorsun, ilerleyen yaşlarından ümitsizsin, görüyorum bunu. Değiştirebilseydim eğer, bu düşünceni değiştirmek isterdim. İnan bana sonunda korktuğun insana evrilmeyeceksin. Hatta görsen seveceksin bence beni.


Bir taraftan da hiç müdahale etmek istemiyorum sana, çok emeğin var şimdiki halimde, boşuna görünen her çaban, inadın, öfken çok kıymetli. Yine de daha mutlu olmanı istiyorum, yalan değil, başını şefkatle okşayabilsem ne iyi olurdu diye düşünmeden edemiyor, mektubumu burada bitiriyorum...


NOSCE TE İPSUM

-dalgın canbaz-


Kendini Tanı anlamına gelen, ‘Nosce Te İpsum’, Delphi’deki Apollon tapınağının girişinde altın harflerle yazılıdır. Bu söylemin kökeni, Apollon’a adanmıştır.


Apollon, müziğin, sanatların, mantığın sembolü olarak gösterilirken, Dionysos, haz ve zevklerin sembolüdür.


Ergenlik ve ilk gençlik benim için, Dionysos’un ve Pan’ın izini takip etmektir. Zevklerin, hazların, merakın ve cesaretin yıllarıdır. Otuzlu, kırklı yaşlardan sonra Apollon’a geçiş yaptığımızı düşünüyorum.


Sevgili 18 yaşım, yayından fırlamış bir ok gibi hissediyorsun biliyorum.


Her şeyi merak ediyorsun, her şeye cesaret ediyor ve gücün yeter gibi hissediyorsun.


Sanki etrafında görünmez bir kalkan var. Başına hiç bir şey gelmez, gelirse de dokuz canın daha varmış gibi öyle mi?


Parlamak istiyorsun değil mi, bir yıldız gibi. Kendini ortaya koymak, en özel olduğunu hissetmek istiyorsun.


Ergenlikte, ön frontal lobun oluşumunu yeni yeni tamamlamış olduğu için, empati gibi kavramların hala tam oluşmadığını düşünüyorum.


O yıllara bakınca demek istediğim, ‘Nosce Te İpsum’, ‘ Kendini Tanı’.


Antik Yunan Felsefesinin bize yıllar evvel demek istediği halen geçerliliğini koruyor gibi bence. İnsanın kendini tanıması, bir ömür süren bir hal.


Sevgili 18 yaşım, kendini başkalarının gözünden görme halini, kendini kanıtlama, parlatma, ilgi çekme ve onay ihtiyaçlarını görebiliyorum, İnsan, başkasının gözünden kendini gördükçe, anlamını, varoluşunu hissediyor öyle değil mi?


Ama kendini, gölge ve olumlu yanlarınla tanıdıkça, gelişime açık oldukça hayranlık ihtiyacın kaybolacak. Bir bütünün parçası olduğunu ve bu dünyada herkese ihtiyaç olduğunu göreceksin. Kendini tanıdıkça, insanları daha iyi tanıdığını fark edeceksin.


Kendini ifade etmeyi öğreneceksin.


Cesaretinin, coşkunun, tutkunun kıymetini bil. Bunlar senin yaşam enerjin. Ama yavaşlamanın güzelliğini de göreceksin. Sabrın, sevginin, vermenin güzelliğini daha çok keşfedeceksin. Hayat, varılan bir hedef değil hissetmeye başlayacaksın. Bir yolculuk, bir bahçe...Paylaşmanın, üretmenin, güzelliklerini keşfedeceksin, keşfettikçe parlayacaksın.


Parla, parla, küçük yıldız.

SEN, BEN, ÇOCUKLUĞUMUZ

-herzi-


Selam Herzi,


Sana, hayalini hiç kurmadığın, acaba o yaşta ne yapıyor olurum diye düşünmediğin bir yaştan yazıyorum.


Seninle konuşmak benim için zor. Sana olduğum yerden öğütleyebileceğim, haberini verebileceğim kayda değer bir şey yok. Hatta sen benden daha netsin. Sorgulamaların yok, ne yapman gerektiğini biliyorsun, birini seviyorsun ve kendine çevrende bir yer edinmeye çalışıyorsun.


Bense şu an ne istediğimi bilmiyorum, birini seviyor muyum onu bile bilmiyorum. Yerimi, yuvamı bulma konusunda bir arzum var ama bunun için ne yapıyorsun dersen onu da bilmiyorum.


Seninle daha net konuşabilmek isterdim. Çünkü sen belki benim yaşımdaki halini merak etmiyorsun ama içten içe her şeyin yerli yerine oturacağı, yapbozun tüm parçalarının birleştiği günü bekliyorsun.


Üzgünüm, o gün gelmedi. Hatta yapbozu komple bozdum, baştan başlıyorum.


Önce senin bir tık küçük halinle konuşmaya çalıştım. Çocuk halimize bakmak, onu bir kontrol etmek istedim, her şey yolunda mı diye. Sonra onun yüzüne bakamadığımı fark ettim. O bir köşede saklanmış, benim gelmemi ve ona sarılmamı bekliyordu ama ben onun karşısına bile çıkamıyordum. Onu yalnız bıraktığımı hissediyordum ve suçluluk duyuyordum. O yüzden neden onu yalnız bıraktığıma dair uzun süre cevap aradım. Bulamadım. Bulamadıkça da karşısına çıkmayı erteledim.


Sonra bir gün cesur olup karşısına çıkmaya karar verdim. Saklandığı duvarın arkasına geçtim ve onunla yüz yüze geldim. Öyle çaresiz bakıyordu ki bana, ister istemez gidip elinden tuttum. Hiçbir açıklama yapmadan, neden yalnız bıraktığıma dair hiçbir bahane bulmadan ellerini avuçlarıma aldım. Sarıldım. Çünkü zaten o bir çocuktu, açıklamaya değil sadece sarılmaya ihtiyacı vardı.


Bunu fark edince cevap aramayı bıraktım. O günden beri onun elini tutuyorum, bir daha bırakmamaya niyet ederek.


Sen sanırım bu yüzden bu kadar netsin. Çocuk yanın saklanıyordu ve sen tek başına büyümek zorunda kaldın. Sana ne söylendiyse onu yapmayı uygun gördün. Bu şekilde seni aralarına alacaklarına inandın ve bu yüzden sorgulamıyorsun. Ben ne istiyorum demiyorsun. Sadece yapıyorsun.


Sen kendini böyle koruyorsun.


Çok haklısın.


Şimdi ben ikinci doğumumu yaşadığım bir yaştayım. Çocuk gibi her şeyi sorguluyorum, deneyimlemeye çalışıyorum. Duygumu alıyorum elime, inceliyorum, ağzıma götürüyorum, bakıyorum tadı nasıl.

Keşfediyorum.


Kolay olmamasına rağmen inceden zevk alıyorum bu durumdan.


Bunun için sana teşekkür ederim. Beni korudun, kolladın. Bana bir yol çizdin ve o yolda yürürken büyümemi bekledin. Kendi yoluma çıkabilmem için beni hazırladın.


Teşekkür ederim.

Seni seviyorum.

BİZ BÜYÜRKEN

-sehvenli-


Sana kara dediklerinde ak, ak dediklerinde kara dediğin günleri özlüyorum. Etrafına kayıtsızlığın ve aklına estiği gibi yaşama arzunun, ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum. O dönemleri düşününce ‘’aferin kızıma’’ başka nasıl davranabilirdin ki diyorum.


Belki bazı konuları aşabildiğimden belki de büyümek bir şeylere takılıp kalmamayı öğrettiğinden olsa gerek, gençlik dönemimize ait olumsuz anılar yok zihnimde. Gülüp eğlendiğimiz zamanlar, ağladığımız üzüldüğümüz zamanları ezip geçmiş sanki. İyi de olmuş. Hem çok eğlendiğimiz ama bir o kadar da korktuğumuz bir günü hatırlıyorum. Evde herkesin uyuduğu bir saatte biz üç kız, erkek kılığına girip sokağa çıkmıştık. Bulunduğumuz mahalleden iyice uzaklaşmış, tenha sokakların keyfini sürüyoruz. Kendimizce eğleniyoruz. Sonra birilerini görmüş, korkunun heyecan ve keyifle karışımı bir duyguyla oradan uzaklaşmıştık. Ne ilginçtir ki o zamanlar; ev bizim için, hem yasaklarla, sınırlamalarla kuşatılmış yaşam alanımız hem de o yasakların kışkırttığı yeni heyecanlara sürüklendiğimiz bir yer olmuş. Bir şekilde çocukluğumuza sarılıp vedalaşmış, gençliğimizi yaşayıp anlamaya çalışmışız. Kimi zaman aklımız kimi zaman da duygularımız yol yordam öğretmiş. Geriye dönük baktığımda yaşadıklarımızdan, hayattan bir şekilde keyif almayı başarmışız diyorum. Keşke dediğim bir şey var bir tek: O zamanlar eğitim hayatıma ve geleceğime dair planlar yapmaya da bu kadar istekli olsaydım. Yine de bunun için seni suçlayacak değilim. Takılıp kalmıyorsam bir yerlerde ve sarmıyorsam konuları tekrar tekrar başa o senin kayıtsız ve umursamaz hallerinin eseridir. Gelecekten selam ve sevgilerimi gönderiyorum sana. Merak etme şimdi de çok iyiyiz.



BÜYÜMEK SANCISI

-clementine-


Güzel kızım,


Çok yoruldun, biraz da sinirlisin biliyorum. Doğru ya dünyanın en büyük dertleri senin omuzunda. Zaten ailen senden nefret ediyor. Sanki neden dünyaya getirmişler ki seni? İnsan hiç sevmeyeceği bir çocuğu, sırf eziyet olsun diye neden doğurur ki? Umarım ilk fırsatta bu evi terk edip gideceksin ve bir daha arkana bile dönmeyeceksin. Sevdiğin erkek seni terk etti. Bu hayatta aşık olduğun tek erkek. Sahi bir daha sevebilir misin birini? Asla! O senin bu hayattaki son şansındı. Bir daha asla kimseyi sevmeyeceksin. Bir de YKS zımbırtısı var tabi ya nasıl unuttun?! Sanki tüm dünya sana inat dönmüyormuş gibi bir de bütün hayatın üç saatlik bir sınava bağlı. Hiç kimse seni anlamıyor, bu dünyada kalabalıklar arasında yapayalnızsın ve bu yalnızlık hiç geçmeyecek adın gibi eminsin. Değil mi?


İşte o kadar emin olma, minik kızım!


Hayat birler ve sıfırlardan ibaret değil. Bu hayatta seni ailenden daha fazla kimse sevmeyecek. Aile dediysem de kan bağı değil can bağı olan insanların oluşturduğu topluluk tabi. Bunu ailenden bazı kişileri sileceğin zaman unutma. Evet birbirinizi anlamadığınız zamanlar her zaman olacak ama insan bazen sevse de anlayamaz. Bazen anlayamadığını dahi sevebilmenin adıdır aile olmak. Çok düşecek çok kalkacaksın. Bazen dünyada hiçbir yerin kalmadı sanacaksın. Sonra dönüp bir bakacaksın ki çantanda her zaman bir anahtar. Gidip sığınacaksın olduğun her halinle o eve. O evin kapısını ne kadar sert çarpsan da sıcacık bir meltemle açılacak sana her zaman o kapı. O evde defalarca fırtınalar kopsa da sen yine o evin gölgesinde alacaksın soluğu.


Aşık da olacaksın biliyor musun? Hem de öyle bir olacaksın ki tüm aileni karşına alacak kadar. Kötü bir haber daha vereyim. Ondan da ayrılacaksın. Göğsüne kocaman iğneler batacak, gecenin bir yarısı odana sığmayacaksın. Gözünün önünden başka bir kızla kahkahalar atarak geçecek. Devam edemem, yaşayamam sanacaksın. Bir daha asla aşık olmayacağım diye kendine sözler vereceksin. Sana kötü bir haberim var. Yine aşık olacaksın. Ama iyi bir haberim de var. Eninde sonunda aşk denen o güzel duygunun maşuktan değil senden kaynaklandığını bulacaksın. O güzel kaynağı da öyle hoyrat gönüllerde heba etmemeyi öğreneceksin.


Hayatına bağlı olan sınava gelince, sen o sınavda Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden birini kazanacaksın. Kazanıp gittikten sonra da hayatındaki en kolay sınavın YKS olduğunu anlayacaksın. Elinde tepsiyle gece 12 de garsonluk yaparken kendi inadına hayran kalacaksın. Bir kaldırıma oturup ben artık devam edemiyorum diye hüngür hüngür ağladığında zayıf kalma özgürlüğünü kendine vereceksin. Sonra ertesi gün kalkıp makyajını yapıp Türkiye'nin en iyi bankalarından birinde stajını yapmaya gittiğinde ne kadar güçlü olabildiğine şaşıracaksın. Sonra o bankayı da bırakacaksın merak etme. Eğitimle ve ailelerle çalışmanın senin yolun olduğunu keşfedeceksin. Hani sana demiştim ya hayat bir ve sıfırlardan ibaret değil diye sen bunu öğrenene kadar epey bir sıfırlanıp duracaksın.


Çok koşacaksın, hep bu son yokuş diyeceksin önüne yeni yokuşlar çıkacak. Tam ben artık öğrendim diyeceksin, yeni bir cahilliğinle yüzleşeceksin. Ben kendimi buldum diyeceksin, sonra bir bakacaksın o bulduğun kişi senin sadece bir parçan olacak. Yapmam dediğin ne varsa yapacaksın, yıkmam dediğin ne varsa yıkacaksın. Sonra büyüdüğünü fark edeceksin. Hayatta düzlüklere çok az rastlandığını, insanın hiçbir zaman oldum dememesi gerektiğini göreceksin. Ve hayatın varılması gereken bir yol değil, hakkıyla izlenmesi gereken bir manzara olduğunu anladığında ikinci kez doğmanın mutluluğunu yaşayacaksın.


Sen bunları yaşarken sana bazen çok haksızlık edeceğim, seni olmak zorunda olmadığın bir insan olmaya zorlayacağım. Sana -mış gibi yaşamayı reva göreceğim. Daha sonra sana yaşattığım bu günleri affettirip seni büyüteceğim. Seni olduğun gibi her halinle, zayıflıklarınla, aldığın yanlış kararlarla, başkalarının hatalı dediği her yanla seveceğim. İyi ki benim hayatımın bir parçası oldun, iyi ki seni büyütüp kocaman güçlü bir kadın yaptım. Seni her zaman çok seveceğim

SANA, BANA, BİR DE KARA KEDİYE

-milenay karga-


Sen bu mektubu okurken sen, çok uzaklarda olacaksın. Bunları zaman gezgini bedeninin elleriyle yazıyorum daha çocuk sayılan gözlerinle oku diye. Güzel haber! En az 26 yıl, 11 ay daha yaşayacaksın. Tabii bu mektubu 26 yıl evvelin haziranında okuyorsan eğer çünkü temmuzunu ben de bilmiyorum. Çok mu? Sana göre belki evet, çeyrek asırdan fazla zamanda neler yapılmaz ki; bana göre, daha ne yaptım ki?


Bu mektubu kimden gelmiş gibi okuyacaksın acaba? En yakın arkadaşından ya da sıkıcı, yaşlı bir akrabandan gelmiş gibi mi? Ben, ne kadar senim bilmiyorum. Şu an damarında deli deli akan kanı kaç kez değiştirdin bu kadar yılda. Yani atomlarımızın bile zerresi aynıdır ancak.


Büyüğün olarak sana öğüt mü vermeliyim? Güneşin etrafında senden çok döndüm, marsta su varmış biliyorum hatta ve hatta sana bunları artık insanların kendi organik zekalarından daha çok kullandıkları, kendime ait yapay zekamla yazıyorum ne de olsa.


Yoksa tavsiyede mi bulunmalıyım? Tavsiye, talep edilen nasihattir bana göre ve hoşgörülüdür. Oysa öğüt, çoğunlukla büyüklerden gelen yönergelerdir. Yani genç insan, sana öğüt vermeliyim hem de onların en buyurgan, en acımasız olanlarından. Bugünkü pişmanlıklarım kadar, toplasan burdan köye yol olacak kadar öğüt… Ama korkma! Senin için düşündüm ve en önemlisini buldum. Buldum dediysem bir çırpıda sanma. Çok uykusuz geceler haliyle çok uykulu gündüzler yani çokça zaman gerekti bunun için.


Kendini tanı; neyi seversin, neye kızarsın, seni ne üzer, nede iyisin nede kötü, tutkuların ne… Hepsini ama hepsini beyninin tüm kıvrımlarıyla düşünüp bulmalısın. Ancak böyle acemi bir yaşayan olmaktan kurtulur, uzayda kapladığın yeri hakkıyla doldurarak yaşarsın. Bu kadar! Lütfen sözümü dinle. Senin, benim ve aramızdaki diğer bizler için.


Bir de sigarayı bırak!


NE SAÇMA BİR GURURUN İÇİNDESİN GÖRMÜYORSUN

-mutlu-


Çocuk olduğum zamanları hatırlamaya çalışıyorum. Ne zaman ergen yaşlarım başladı diye düşündüğümde aslında hiç çocuk olamadığımı fark ediyorum. Üç yaşıma ait anlar var zihnimde. O zamanki iç sesimi, ne düşündüğümü ve endişelerimi çok net hatırlıyorum;


“Şikayet etme, kimseyi yorma, bir de seninle mi uğraşacağız? Eğer biri seni üzdüyse bu senin yüzünden olmuştur!”


Sonraki yıllardan aklımda kalan ne varsa hepsi yine buna benzer seslerle dolu.

Hep kendime sakladığım duygularım vardı. Kimsenin bilmediği korkularım ve hep anlaşılamamak endişesi ile sakladığım küçük küçük anıları taşıdım çocuk kalbimde...


Ve ne zaman başladığını asla hatırlayamadığım ergenliğim... Sana söylemek istediğim şeyler var.


Ah enerjisi hiç tükenmeyecek gibi görünen yorgun ergenliğim;


Doğduğun ev ile hayata zaten bir sıfır yenik başladın. Senin de zorlandığın yerde yapamıyorum, gücüm yok demeye hakkın vardı. İmkansızlıkların içinde kendini eksiksiz göstermeye neden hep ihtiyaç duydun ki? Her işe, herkese sen koşmak zorunda değildin. Bu kadar mı takdir edilmeye ihtiyaç duydun?


Kartal gibi görünen serçe yürekli ergenliğim;


Gerek var mıydı bu kadar güçlü durmaya? Her şeyin altından tek başına kalkma fikrini de nereden çıkardın? Etrafında kusursuz ya da bu kadar güçlü kim vardı ki bunu örnek aldın kendine? Yada çevrendeki tüm üzgün ve güçsüz yetişkinlere bir tek sen mi yük olacaktın? Ne saçma bir gururun içindesin görmüyorsun!


Can’ım toy yaşlarım, ilk gençliğim;


Hayatta önce kendimi düşünmem gerektiğini seninle öğrendim. Sana buradan bakınca gülümsüyorum. Bana aitsin ve bu yüzden çok kıymetlisin. Öğrettiklerin ve kattıkların için sana teşekkürü borç bilirim.


YÜZLEŞME

-madame solo-


Selam on beş, nasılsın?


Beni tanırsın aslında. Ama kendimi göstermeyeyim yine de. Böyle karanlıkta oturalım, karşı kanepeden sana bakayım daha iyi. Çünkü görsen beni, üzülürsün. “Ah.. yüzüm..” dersin, “ellerime bak, ne kadar kırışmış..” dersin.


Korkarsın sonra. Bu hale gelene kadar neler yaşadığımı merak edersin. Keskin, endişeli bir ürperti doluşuverir odacıklarına. Yerinden kalkar, kapatırsın pencerelerini.


Ben seni çok iyi tanıyorum. Öyle ki seni şu hayatta en iyi ben tanıyorum. Sessiz sakin kitabını okurken, kimseyle konuşmazken, öyle usul usul boşluğa bakarken, her an içinden ne geçtiğini çok iyi biliyorum. Ah, keşke.. Keşke sana sesimi duyurabilsem. Ne mümkün.


Duysan beni, neler söylerdim sana oysa ki. Sırtını sıvazlar, seni çeker çıkarırdım kalbinin kırıklıklarından, o kötü bakışlardan, doymamış ruhlardan, karabasanlarından.


Ama yapamam artık. Çok geç.


En iyisi sen ne yap biliyor musun?


Cesur ol. Bunu yapabileceğini gördüm. Hem de herkesi şaşırtacak kadar. Kimsenin yapamayacaklarına senin o kadar cesaretin var ki.


Affetmeye çalışarak öfkeni bastırma. Deneme bile. Çok üzecek bu seni. Elinde değildi, kendini suçlama sakın.


Kendinden utanma. Zaten o kadar çok utandırılacaksın ki yıllar alacak üstesinden gelmen.


Daha çok dizine yat kendinin, ağlamaktan korkma. Biliyorum aşamayacağınız duvarlar var ama, bir kez olsun dene en azından.


Durma. Durdukça bulamayacaksın aradığını. Ruhun daha da sönecek. Gücün tükenecek. Gücünü bir tek kendin bulabilirsin çünkü. O gemi gelmeyecek, bekleme. Sadece sen öğretebilirsin istediklerini kendine. Tek dayanağın sensin. Kimseden bekleme. Kendine inanmazsan, kimse sana inanmaz biliyor musun? İnansa da fayda etmez. İlk adımını attığında, ilk kez bisiklet sürebildiğinde mesela ya da ilk kez baloncuk şişirebildiğinde, içinden taşan heyecanını paylaşmak için dönüp annene bakarken, baktığın yönde kimseyi görememişçesine kırılır kalbin, kendini göremezsen.


Sevmeye çalış. Bu katılığın, zincirlerin, duvarların.. Biliyorum nereden geldiğini ama dene lütfen. Yumuşa biraz. Köşelerin çok sivri. Çok keskin. Kendini korumaya çalışırken daha çok yalnız bırakıyorsun. Yapma ne olur. Bu kadar yalnızlığı kimse hak etmiyor.


Herkesin bir hikayesi olduğunu kabul et. Aslında edeceksin. Ama çok sonraları. Bunu halledene kadar çok kırıp dökeceksin.


Bir de son bir şey. Ben ne söylersem söyleyeyim, bunların hepsini yaşarken öğreneceksin. Sen kendin böyle çok güzelsin.


Sevgiler,


-otuz altı-



KÜÇÜĞÜM İÇİN

-voila-


Küçüğüm’e


Can Bonomo’nun Güneş şarkısını açtım kendim için, küçüğüm için yazıyorum.


Sana hiçbir şey öğütlemeyi düşünmüyordum aslında çünkü biliyorum bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Ama sonra düşününce sana yani küçüklüğüme sarf edeceğim her kelime belki de ikimizin büyüklüğünü değiştirecektir kim bilir. Bütün bunları kendi sesimizden duymaya ihtiyacımız vardır belki de ve çok iyi bilirsin ki harika, idealist bir öğretmenimdir. Sana bir şeyler öğretmeye çalışmadan elimden kurtulamayacaksın, ne yapalım biz de böyleyiz. Bunu öğrenmiştik; kabul, önce kendimizi olduğumuz haliyle!


Yaş 27 oldu. Ne çok şey yaşadık değil mi? Ne çok şey geçip gitti de diyebiliriz, hani asla bitmeyecek sandığımız ne çok badire. Bir şekilde geçip gittiler o olaylar, o anlar ve pek tabii o insanlar. Biz yine biz bizeyiz. Şimdi dönüp bakmanın tam zamanı neler yapıp neler yapmadığına ya da yapamadığına.


Sana bir takım kötü haberlerim var ama hemen paniğe kapılma, bundan çok daha ötesinde güzel haberlere de sahibiz. Öncelikle eğitimin ve kendin için giriştiğin her çabanın karşılığını alacaksın. Kimisi bazen biraz gecikecek ama mutlaka bizi bulacak o mükâfatlar. Birçok imkânsızlıkla atıldığın başarılı kariyer, eğitim inşasının bir kısmını halledebildik. O zamanlar psikiyatrist ya da doktor olmak istediğini biliyorum. Bunu sakın yapma, kendimiz için daha uygun bir meslek biliyorum ben, sana fısıldıyorum yine dinle bu iç sesi. Keşke düşünce sistemi olarak zihnimizde sürekli başka pencereler açıyor oluşumuzun o zaman farkına varsaydık. Belki de ne istediğimizi bulmak adına bu kadar savrulmaz ve sanatla daha önce yolumuzu kesiştirirdik. Sanırım bu sana vereceğim en önemli öğüt: hayallerim dediğin aslında sana ait olmayan hatta toplum tarafından hepimize ezberletilmiş arzular sadece. Buradan bakınca seni anlıyorum; hep olgun bir insan olmak zorunda bırakıldık, istemediğimiz şeyleri yüklendik, çok normal buluyorum sadece başarılı olduğumuzu kanıtlamak arzusuyla hareket etmeni. Neyse ki bunu hayatımızı şekillendirme arifesinde fark ettik. Tam da kendini bulacağın bir meslek seçtin; Mimar olduk. Ama bir kötü haberim var; bu ülke şartlarında ve yaşadıklarımızdan sonra mesleğimizi yapmama kararı alıyoruz. Endişelenme, kendimizi daha da ait hissedeceğimiz bir alanla kesiştik, sanatla... Anlayacağın öğrendiğimiz Mimarca düşünce sayesinde de yeni bir pencere daha açtık zihnimizde ve kendimizi üretime verdik. Üretirken, bu konuda okurken, araştırırken yaşadığımız tatmini, hazzı keşke sana bu anda yaşatabilsem. O zaman her şeyin bir sebebi olduğunu, hayatın bizi neden inatla buraya ittiğini daha kolay anlardın.


Yaşadıklarımıza gelelim… Tam o anda büyük bir arzuyla verdiğimiz kararlar var ya hani; ‘’kendi ayaklarımın üzerinde duran güçlü bir kadın olacağım, kimsenin desteğine ve yardımına ihtiyacım olmayacak, her şeyi halledeceğim ve o istediğim başarılı hayatı yaratacağım’’ kararı. İşte bunun bir anda elimizden kayıp gittiğini göreceksin. Şu an o güçlü kadını inşa ettim ama hiç de tahmin ettiğimiz gibi destek almadan, tek başıma yapamadım. Çok sendeledim, çok kez düştüm ve her seferinde kendi kendime omuz veremedim. Sarınıp sarmalanmaya çok ihtiyaç duydum ve bu sayede artık her şeyi anlatabiliyorum, her duygumu yaşayabiliyorum. Keşke bunu o zamanlarda da zayıflık olarak görmeseydik. İçimizde coşan sevgiyi yalnızca eylemlerimizle ifade etmek yerine sözcüklere de dökseydik. Bunu sana o zamanlar öğretebilseydim serüvenimiz daha kolay olurdu belki de. Yok, hayır her şey en mükemmel ihtimaliyle yaşandı emin olalım, bunu konuşmuştuk; kabul. İnanmayacağını biliyorum ama şimdi balkonumdaki çiçeklere, rastgele yolumun kesiştiği insanlara, çocuklara, dostlarıma, aileme, hayatıma dokunan o çok özel sevgililere ve evet renklere dahi içimden dolup taşarcasına ‘’seni seviyorum’’ diyebiliyorum. O kadar da zor değil bunu söylemek korkma!


Evet, korkular. Şimdi dönüp bakınca temellerini daha o zamandan attığımızı fark edebiliyorum. Bu andan o zamana dokunup tek bir şeyi değiştirme hakkım olsaydı sanırım hata yapma korkumuzu silerdim hayatımızdan. Hata yapmamak adına, tüm olası ihtimalleri düşünüp çözüm üretme ve kendimizi hırpalama noktasına da geldik ya da hata yapmamak için eylemsizliğe itildiğimizi de deneyimledik. Emin ol ikisini de aşması birbirinden zor oldu. Birkaç küçük ya da büyük hata yapsaydık belki de her şeyi daha kolay kabullenirdik. Olgun biri olmamız gerekmiyordu, çocuk olmamız çocukluklar ve hatalar yapmamız normal olandı. Biliyorum, insanların yeterince hata yaptığı ve onları gözlemleyerek de öğrenebildiğimiz bu dünyada hataları ahmakça buluyorsun ama tecrübeleri satın alamıyoruz ne yazık ki. Gardını indir, herkes gibi hata yapma özgürlüğümüz olduğunu bilmeni sağlayabilsem keşke. Bunu öğrenmek zamanımızın neredeyse üçte birine ve sağlığımıza mal oldu çünkü… Ne yazık ki asıl ahmakça olan bu oldu. Korkma sakın, şu an her şey normal sağlığımız da öyle.


Sana dair özlediğim de çok şey var; özgüvenini, cesaretini hala çok kıskanıyorum. Bir şeyler öğrendikçe hayata dair tecrübeler kazandıkça bunları kaybettim, yeniden buldum ama merak etme. Çok fazla uzaklaşmalarına izin vermedim. Şimdi içinden çıkılamaz anlarda dönüp sana bakıyorum yine, hiçbir zaman vazgeçmeyişin bana hala ilham oluyor. O zamanlar daha küçücükken bunları başardıysak şu yaşımızda neler başarmayız ki diye motive ediyorum kendimi.


Son olarak bize dair bir şeyler yazmak istiyorum. Her şey yolunda gitmedi buna hazırlıklı olalım ama bu yolunda gitmeyişler nelerden vazgeçmemiz, nelerden vazgeçmememiz gerektiğini bize öğretecek ve gerçekten ne istediğimizi bulacağız. 1 sene önce olsa bundan sonrası nasıl olacak bilmiyorum derdim ama şimdi her şey gerçekten istediğimiz ve hayallerimizin de ötesinde güzelliklerde olacak diyorum. Buna inanıyorum hatta inanmanın çok ötesinde bir duygu bu; daha çok bilmek. Yaşamaya başladık bile bu güzellikleri bana güven, çünkü çok şey öğrendik… Gösteremesen bile daha o zamanlardan insanları sevme, kıymetli görme ve onlar için mücadele etme cesaretini gösterdiğin için teşekkür ederim. İyi ki bensin, iyi ki senim. Ve son olarak Can Bonoma’dan sana hediye bırakıyorum bu dizeleri;


‘’Küçük, duyuyor musun?

Anlamasın kimse boş ver onları biraz

Sevgi nedir bilmeyen şiirden anlamaz

Küçük, yazıyor musun?

Bak kalemlerin var önünde deste, deste

Hevesle yanan mum sönmez güçsüz bir nefeste

Sen korkma yeniden doğar güneş

Tut cebinde ne kaldıysa hatalarından

Koy kendi kendini kendi yerine

Korkarsan adım almaktan ya da

Tut ki derinlere dalmaktan

Sen korkma yeniden doğar güneş!’’


GERİYE DÖNÜŞ: ZİHİN KATARSİSİ

-seyyan uslu-


Sevgili Küçük Ben;


Sana bu mektubu yazarken kulağımda Cem Karaca’nın şarkısı var.


Hatta sana yazmayı düşündüğüm andan beri bu müzik kafamda durmadan dönüyor.

İlk olarak sana bu şarkıyı söylemek istiyorum;


“Bugün sen çok gençsin yavrum

Hayat ümit neşe dolu

Mutlu günler vaat ediyor

Sana yıllar ömür boyu

Ne yalnızlık ne de yalan

Üzmesin seni

Doğarken ağladı insan

Bu son olsun bu son”


Gelecekte de mi ağlayacağım ben, diye atarlandığını duyar gibiyim. Sakin ol lütfen. Ağlamak, üzülmek ve dert sahibi olmak insanlığımızdan. Her insanın derdi var ve yedisinde de yetmişinde de ağlayabilir insan. Hem ağlayanlar bahtiyardır.

Sana buradan bakınca pek çok şey hissediyorum.


Kızıyorum; çünkü küçük şeyleri kafana takmışsın.


Acıyorum; çünkü kendini çok yaralamış ve hırpalamışsın.


Seviyorum; çünkü küçücüksün ve hala öylesin.


Gülüyorum; çünkü komik ve safsın. Bazen çokça aptallaşıyorsun. Buna gerçekten çok gülüyorum.


Yaşadığın yerin, zamanın ve bulunduğun konumun zor olduğunu biliyorum. Seni o çerçevede değerlendirmek ya da anlamak istiyorum. Bunu yapmaya çalışıyorum ve ömrüm son bulana kadar öyle yapacağım.


O zamanlar hayalini kurduğun şeylere ulaştığının müjdesini vereyim. Şimdi de hayal kuruyorum. Onlar da gerçekleşeceğine inanıyorum. Bu mektup gittikçe fal yorumuna döndüğünü görebiliyorum. Buna müdahale edeceğim.


Şimdi sen varoluş sancısı çekiyorsun, gelecek kaygılarıyla dolusun ve yalnız

hissediyorsun. Bir kafeste olduğunu zannediyorsun. İleride anlayacaksın ki her şey düzelecek, daha iyiye gidecek. Hiç yalnız değilsin. Her zaman Allah seninle. Her zaman hürsün. Hiçbir zaman özgürlüğün kısıtlanmayacak. Evet serbest olmayabilirsin bazı durumlarda. Engellenmiş hissedebilirsin. İnan ki bu sorun değil. Hürlüğe pranga vurulmaz. Senin hürlüğün manevi bir şey. En yüce varlıkla irtibatın asla müdahale kabul etmez. Ama şimdi bunları anlayamayacaksın. Çünkü ben de yeni anlıyorum. Anlamak kolay değil okuyorum, düşünüyorum. İşin içinden çıkamayınca bir kenara bırakıyorum. Zaten o şey bana açılıveriyor. Gözlerini devirdiğini görür gibiyim. Şimdi de felsefe yapma ya!, diyorsun. Bazen sana sinirleniyorum. Ama sabır düzeleceksin.


Senden katıksız alıp şimdilere götürdüğüm bir tek huyun var; asabiyet ve sinirlilik. Onu aşmak zorunda olduğumu biliyorum. Aslında bu huyları dengede tutmaktan bahsediyorum. Mesela öfke ve sakinlik ya da cimrilik ve cesaretlilik bunların orta seviyede olması gerektiğini düşünüyorum. İşte bu sinirlilik halini dengede tutmam için elimden geleni yapacağım.


Sana yani kendime zarar verdiğimi hissettiğim anda içimde küçük bir kuş ya da masum bir kız çocuğu olduğunu tasavvur ediyorum. Bu beni benden koruyor. Keşke bunu senin yaşlarında da keşfedip yapsaydım. Olsun, ne yapalım. Zaman biz insanlara çok şey katıyor aynı zamanda da eksiltiyor. Senden taşıdığım sana kattığım birçok iyi kötü şey var. Bununla birlikte senden koparıp attığım, senden eksilttiğim şeyler de var. Hayat eksiltip, arttırmaktan başka ne ola ki?


Sana birçok yakınmalarım oldu, keşkelerle dolu cümlelerim oldu gelecekten. Ama sen bunlara bakma sen olmasaydın şimdi bu cümleleri kuran da olmayacaktı. O an içinden ne geliyorsa onu yaşa. Ama sen kendine zarar verme. Açmak istemediğin birçok yara var onları kaşımanın sana ve bana iyi gelmediğini biliyorum. Bu yüzden kelimelerim dağınık, cümlelerim uçsuz bucaksız.


Sevgili ben, sana son sözüm; kendine iyi bak, kendini sev.



HEMDEM

-pınar-


Ah benim güzelim, nahif kalplim, gururundan burnu yere düşse eğilip almayanım. Sana sımsıkı sarılmaya, saçlarını okşayıp uzun uzun konuşmaya ne çok ihtiyacım var. Hırkaların sandıklardan çıktığı o ilk üşüme akşamlarında, Eylül’de, balkonda oturup uzun uzun hayal kurduğun akşamları çok özlüyorum. Tüm zorluklara, büyük kayıplara, kötülükle beslenen insanlara rağmen kendinden vazgeçmediğin, kalbine sadık kaldığın ve güzel kalmaya özen gösterdiğin için seninle gurur duyuyorum.


Sadece iyi olan yanlarınla değil, ki iyi olan kime göre neye göre iyidir bilinmez, tüm yanlışlarınla, hatalarınla, başarısızlıklarınla seviyorum seni.


Henüz çok gençken aniden büyüyen sen, kendine verdiğin öğütlerle daralan yolları genişlettin, önüne çıkan taşları tekmelemek yerine kibarca yanından geçtin. Şimdi geçmiş zamanın mütevaziliği ile yarattığın insana sahip olduğun için olabildiğince şımarabilirsin.


Sen, kendi romanının, romanın önüne geçmiş kahramanı... Sana keşke'li cümleler kurmaya dilim varmıyor. İyi ki sevildiğinden şüphe duyan her insan gibi çekingen ve mesafeli oldun insanlara, iyi ki aşık oldun, iyi ki duygusal davrandın, iyi ki saçmaladın, iyi ki hayatta hep öğrenci kalanlardan oldun, cesur oldun, yalansız oldun, sevmekten vazgeçmedin, iyi ki sen oldun, iyi ki senden şimdi ki beni yarattın. İlla ki her şeyi layıkıyla yapmadın ama sana kızmaya, sitem etmeye, eleştirmeye kıyamıyorum, öyle güçlü öyle özelsin ki pamuklara sarıp sarmalamak istiyorum. Kalbinden öperim.


HER VERSİYONUN

-melike yılmaz-


Merhabalar güzellik,


Nasılsın diyecektim ama nasıl olduğunu biliyorum zaten. Merve bir podcastte sormuştu on beş yaşındaki halin gelse karşına n'aparsın diye. O zaman onun hemen gözümün önünden kaybolmasını söylerim demiştim. Evet biraz kırıcı olmuş üzgünüm. Senin gözümün önünden kaybolmanı falan istemiyorum. Fazla mektup yazmayı da bilmiyorum o yüzden hemen hap bilgileri sana vereceğim.


(Allah'ım keşke gelseydi böyle bir mektup. Belki paraleldeki benlerden birisi görür.)


Öncelikle saçı uzatmak marifet değil lütfen en fazla göğsüne kadar gelsin saçların. Sonra o çocuk senin için doğru kişi değil. Sadece duygusal boşluktasın. Ve en önemlisi lütfen günlüğüne her şeyi yazma. Eğer bu mektup eline geç geldiyse o günlüğü hemen at ya da yak. Günlük tutmak iyi bir şey değil. Gelecekten söylüyorum lütfen dikkate al. Liseni değiştirmek hayatında verdiğin en iyi kararlardan birisi olacak hiç düşünme gönül rahatlığıyla yap naklini. Hayatındaki her şeyi ailene söylemek ya da yaptıklarının tasdikini almak zorunda değilsin. Doğru olanı yaptığını bildiğin sürece için ferah olsun. Bir de o kavga sona erecek sonsuza kadar sürmüyor. Son olarak üniversitendeki ilk yılında hatta ilk günlerinde daha yeni tanıştığın insanlara hayat hikayeni anlatma. Allah aşkına böyle bir salaklık yapmazsın artık. Her şey zamanı gelince çok güzel olacak ama tam anlamıyla akışa bırakma hayatını. Hani denizde de akıntı olunca arada plaj çantanı koyduğun yerden kontrol edersin ya kendini ne kadar gittiğini anlamak için. İşte hep denizden kıyıya ne tarafa doğru gitmişim diye bak. O odak noktanı sakın kaybetme Derslerini verecek kadar çalış ve kalan zamanını daha çok ileride çocuklarına, dostlarına anlatacağın anıları biriktirmekle harca. Zaman o kadar hızlı akıp geçiyor ki bir bakmışsın ergenliğine mektup yazarken bulmuşsun kendini. O yüzden erteleme bir şeyleri nolursun. Seni seviyorum güzel kız ve her versiyonunu merak ediyorum. Kendime iyi bak.


Not: Üniversitenin üçüncü senesinde korona diye bir hastalık çıkacak ve online mezun olacaksın. O yüzden üniversite hayatını iki buçuk sene gibi düşün ve bütün plan programını buna göre yap.

ERGENLİĞİME SEVGİLERİMLE

-msy-


Ergenlik, herkesin yapmam dediği şeyleri yaptığı dönemdir zannımca. Bazılarımız için şuan yaşadığımız dönemde hala etkileri süregeliyor olabilir. Bazıları kısmına bende dahilim. Şimdi söyleyeceklerimi keşke o zaman birisi bana söyleseymiş diyerek yazmaya başlıyorum:


Hayatın hakkında karar verirken, ben mutlu olabilir miyim? Veya insanlar bir köşede dursun da bu kararın bana katacakları yada benden alacakları ne? Diye sor. Aldığın cevaplar doğrultusunda ilerle. Sanırım o dönemde yaptığın en doğru şey arada kaldığın durumlarda veya zorlandığın zamanlarda, anneni düşünmendi. Ben kimin kızıyım? Ben bu gücümü kimden alıyorum? Diyerek o korkunç durumdan kendini soyutlaman takdire şayandı. Annenin haberi yokken dahi aslında tüm konuya hakim olması, onun hissiyatı bile toparlanmana yardım etmesi belki de o dönemlerde ayağa kalkmana sebep olan şeydi. Bu yüzden seni tebrik ediyorum. O kadar zalim, bencil, kendini bilmez insanlara karşı nasıl da korudun kendini. Herkesin aklı havadayken o kadar olgun olmayı başardın ya, artık hiçbir şey yıkamaz seni.


En güzel yaptığın şey anneni düşünmekken peki ya en kötüsü neydi? Sanırım en kötüsü de herkesi kendin gibi sanmaktı. İşte ergenliğimden süregelen olay da buydu “herkesi kendin gibi sanmak” o kadar çok kişi girdi çıktı ki hayatından hepsi senden bir parça götürdü. Bazen ufaktı bu parçalar bazense kocaman. Tamamlandığını sandığın herkesle eksildiğini görmek nasıl da yordu seni. Hepsini biliyorum, toparlaman zaman aldı. Şuan yaşımdan yorgun hissediyorum kendimi. Kaç yaşında olursam olayım hala kalbi kırılmış bir kız çocuğuyum. Hiçbir şeyi ikinci defa anlatacak kadar gücüm ve ikinci defa soracak kadar merakım kalmadı. Biliyorum ki senin yerinde başka bir kız olsaydı o dönemde, çok daha zor durumda olurdu şimdilerde. O zamana dair keşkelerim var fakat iyikilerim de var. Çok hata yaptın evet ama iyi ki de yaptın. Yoksa şuan ki Meryem olamazdın ve ben seni bu kadar sevemezdim... Güven önemli bir duygudur. Onu herkese harcama hak edene ver bak o zaman ne kadar da az fakat öz insan oluyor etrafında. Kıymetini bil o insanların ve onlara “seni seviyorum” demekten hiç çekinme. Sevgi de önemli bir duygudur. Evine aldığın her çiçeği, yolda gördüğün her hayvanı sev. Ama her gördüğün insanı sevme. Çünkü bazıları duyguları kullanmayı çok sever. Sen sen ol neyi seveceğini iyi bil. Yalnız kalmaktan çok korkuyordun ya aslında hiçte kötü bir şey değilmiş.


Yalnızlığını kimseyle paylaşma, sen, senin en yakınısın bunu unutma. Ha birde her yaş, her duygu, her yemek ayrı güzel, güzel olan hiçbir şeye çarçur etme. En çok da kendini…


BENDEN BANA

-ayşe menekşe-


Yapamazsın... Nasıl olacak... Ben senin yerine yaparım… Ne çalışması canım ben veririm harcarsın... Ne sözeli canım, sen de kimsin, herkes sayısalcı sen de öyle ol… İngiltere'de ‘’au pair’’ olmak mı, nasıl olur? Nasıl gideceksin, kimde kalacaksın? Ya başına bir şey gelirse… Bi’ çiğnem sakızın varsa alnına yapıştır...


Ne çok duyuyorsun değil mi bu cümleleri? Ve diyorsun ki içinden evet ya aslında haklılar galiba. Param var, çalışmama gerek yok. E Türkiye neyime yetmiyor, alırım vize gider , gezer gelirim akrabalarım eşliğinde, böylesi daha güvenli. Güvende olmak hayallerimin peşinden koşmaktan daha kolay.


Diyorsun di’ mi? Deme. İngiltere’de olmak mı istiyorsun, bul yolunu ol. Sözelden bir bölüm mü okumak istiyorsun, diren olmaz diyenlere, oku. Çalışıp azcık hayata karışayım diyorsun ya, çalış. Kahkaha mı atmak istiyorsun, at. Hayallerin var ya hani senin bile umursamadığın, işte onlar, sen şimdi onları görmezden geldiğinde, ileride, yetişkin bir kadın olduğunda gelecek karşına. Ve en olmadık anda hayallerini yapıyor olacaksın. Önünde bir sürü engelle, geç kalmışlığın verdiği hüzünle. İşte bu yüzden haydi kalk ve her ne istiyorsan yap.


Hayat senin ve hep öyle kalması için gerçekten çok istemen ve çabalaman gerek. Güvenli liman dediğin alanların, hayallerinin katili olmasına izin verme. Seni seviyorum güzel yürekli kız. İhtiyacın olan güç, içinde.




ree


Bu haftanın normal insanlar konusu "aldığınız biğr tavsiye ve hayatınıza etkisi" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.



Haftanın yazıları




İLKEL AÇIKLAMALAR

-huzursuz beyin-


İlkel kabilelerin olayları açıklama şeklini komik bulurum; yok, tanrıyı kızdırdın şimşek çaktı, yok, hanım doğum yaparken yanından tavşan geçti bu çocuk hızlı koşacak, yok, şu öküzü yedikten sonra resmini yapalım ki diğer tarafta olayı çok büyütmesin. Oysa kendi ilkel açıklamalarımdan çok da uzakta yaşamıyorum.


Yirmili yaşlara geldiğimde bana düşüncenin kaynağını sorsaydınız size bilinçten, bilinçaltından, bastırılmış isteklerden, arzulardan, korkulardan bahsederdim. Yani balkonda otururken birden bire peydahlanan “atlasam ne olur?” sorusu, içimdeki gizli bir ölme isteğimi barındırıyordu. Sıradan penetrasyon dışında her şeyin yer aldığı cinsel düşüncelerim ise elbette çirkin varlığımın bir işaretiydi.


Benim düşüncelerim, benim karakterim.


İntihar, katliam isteği, uygunsuz cinsel düşünceler: bu insan sevilebilir mi?


Daha sonra, online bir psikoloji dersinde profesör, kameraya bakarak “her düşüncenizi sahiplenmeyin öyle” dediğinde afallamıştım. Beynin her bölümünün işlevini, istemsiz düşüncelerin nasıl peydahlandığını, amigdalaya hafif baskının bile nasıl düşünceler doğurabileceğini, hormonların düşünceler üzerine etkisini uzun uzun anlatmıştı. Dersler bittiğinde artık hem düşünceleri hem de dünyayı farklı bir şekilde açıklıyordum.


Düşünceleri nadiren çağırdığımızı, onların, sıklıkla maruz kaldığımız senaryolar olduğunu öğrenmek hayatımı değiştirdi. Üstelik bu bilgiyi ve tavsiyeyi rehberlik - danışmanlık verdiğim insanlarla paylaştığımda da benzer etkiyle karşılaştım. Sanki evrenin sırrını veriyordum:


“Nasıl yani,” dedi M; “masanın üstünde bıçak görünce annemi bıçaklamaktan korkmam ona yönelik öfkemden kaynaklanmıyor mu?” “Demek, metro yaklaşırken önüne atlasam ne olur diye hayaller kurmam ölme isteğimi göstermiyor,” dedi Z.


En çok T için sevindim; yakın arkadaşının sevgilisi sürekli rüyalarına geliyordu. Oysa onu arzulamıyordu bile. Arkadaşının yüzüne bakamaz olmuştu. Eagleman’ın Incognito’sunu ve Winston – Seif’in “Saplantılı Düşünceleri”ni önermiştim. Okuduktan sonra yüzü parlamıştı:


“Sana anlatması bile zordu. Her an nasıl berbat insan olduğumu düşünerek yaşıyordum.”


Artık düşünceleri elinde asası Gandalf gibi bekliyorum. Bazılarına bağırıyorum: “Buradan geçemezsin!” Bazısı duruyor. Bazısıyla günlerce dövüşüyoruz sonsuz çukurda. Bazen galip geliyorum, bazen yeniliyorum. Ama ne kadar uygunsuz, utanç verici olursa olsun, zihnimde doğan hiçbir düşünceden dolayı kendimi suçlamıyorum.


Yediği öküz diğer tarafta ona saldırmasın diye korkudan duvara resmini yapan Mozambikli atalarımdan çok uzakta değilim ama iyi ki internetim var.



SAKIN BİR KADINI REDDETME

-edward bloom-


Aylardan mayıs günlerden cumartesi. Evimde boş boş oturuyorum. Akşam üzeri olmak üzere. Az sonra serinlik başlayacak ve yüksek olasılıkla bira açıp televizyonun karşısına kurulacağım. Geç saate kadar biramı içip sonra zıbaracağım. Sosyal medyanın şimdiki kadar yaygın olmadığı, dolayısıyla da insanların sosyalleşmek için bir araya gelip sohbet etmeyi tercih ettikleri zamanlardan bir zamandı. Bunu tercih etmeyip evinde yalnız bir cumartesi geçirmek isteyenler içinse bir diğer yol, telefonun rehberine girip A'dan Z'ye kadar inip mesaj atacak birileri var mı diye bakınıp, şansı yaver giderse de atacağı SMS'e muhabbete dönüşebilirliği mümkün bir cevap almaktı. Benim için ikinci yol bulutsuz bir gecedeki dolunay gibi aydınlanıyordu önümde. Ve fakat bu kez ilk SMS telefon rehberini kurcalayan ve karşı cinsim olan bir kadından geldi. Heteroseksüel olduğum için de ilgimi çeken bir SMS'ti bu. Girizgâhı geçtikten sonra yaşadığı yere davet etti. (Evet tanrının yokluğunu sorguladığım ve varlığına inanmaya yaklaştığım nadir anlardandı) Sahilde şarap içiyordu ve yanında bir arkadaşı da vardı. (Al işte, tanrı var olsaydı yalnız olurdu) Onlar çakırkeyif olmaya başlamıştı bile ve ben yanlarına gidip onlara yetişene kadar sarhoş olacaklar ve ben de ortama sonradan giren ikinci erkek olarak komik olmayan şeylere gülüyormuş gibi yapıp sıkılacaktım. Kibarca yorgun olduğumu belirtip, başka bir zaman görüşebileceğimizi söyleyip reddettim. Ve o anda karşı taraftan bana hayatımın en önemli ve asla unutamayacağım tavsiyesi geldi; "Bir kadın seni deniz kenarında şarap içmeye davet ediyorsa -üstelik de yanında bir kadın daha varken- sakın onu reddetme!" Tabii ki yanındaki arkadaşını erkek sandığımı söyleyip bir şans daha isteyemedim. "Bugünkü salaklığın çok pahalıya patladı ama çok iyi bir tecrübe satın aldın" dedim kendi kendime ve günün ilk birasını erken açarak rehberimi kurcalamaya başladım. Hayatımın geri kalanında bu tavsiyeyi aklıma getirip bu kez doğru hamleyi yapacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.



KARANFİL

-rojda aksoy-


Güneşli bir günde, yemyeşil uçsuz bucaksız çimenlerin üzerinde uzanıyorum. Etrafım oldukça kalabalık. Umudumu kaybettikçe bir kitabına sarıldığım Ursula orada. Hayattan bunaldığımda açıp bir filmini izlediğim Agnes orada. Zaman zaman yüzünü ve sesini unutur gibi olduğum babam da orada… Bakmaya devam ettikçe etrafımdaki herkesi bir şekilde tanıdığımı fark ediyorum! Kimi benden yüzlerce yıl önce yaşamış, kimini daha dün başka bir dünyaya uğurlamışız. Herkes sakin ve huzurlu görünüyor. Yüzlerindeki hafif tebessümle birbirleri ile sohbet ediyorlar. Bakmaya biraz daha devam ettikçe geçen gün youtube’da eski bir konser kaydını izlerken rastladığım Hrant’ı görüyorum, kuşlara ekmek atmakla meşgul Berkin’i, yarım kalan kahvaltısına devam eden Deniz Poyrazı’ı ve diğerlerini…


Ben niye oradayım? Bir şeyleri anlamaya çalışıyor gibiyim, şaşkın ve meraklı gözlerle izliyorum etrafımda olan biteni. Sonra ayağa kalkıp geziniyorum aralarında. Bir hayalet gibi geziyorum. Beni görmüyorlar ama ben onları görüyorum. Neden orada olduğumu kısa bir süre sonra anlıyorum ve Gazapizm’in Karanfil şarkısı geliyor aklıma;


Gördüler, yaşam nedir gördüler.

Bir umuda yürüyenler ulu orta öldüler.

En güzeli sevdiler

Gökyüzüne bakmayı ve hep yarına güldüler.


Bir dönem terapi odasında sürekli bu hayatın adaletsizliğine, insanların sömürülmesine, yoksulluğa dair meseleler anlatıp bunlarla nasıl baş edebileceğimi sorguluyordum. Bu düşüncelerle baş etmenin kolay, kestirme bir yolu yoktu ama çaresiz hissetmektense, hayatım boyunca derinlerden gelen ama duymakta zorlandığım bir sese kulak vermeyi denedim zamanla. Bazen bir filmde bazen bir şarkıda duyar gibi olduğum sözleri anlamak için daha dikkatli incelemeye başladım. Söyleyenler farklı ama söylenen hep aynıydı. İşte o zaman yavaş yavaş yükselmeye başladı derinlerden gelen ses.


Duyduklarım netleştikçe neden bu zamana kadar kaçtığımı da anladım. Çünkü o çağrıyı apaçık duyduktan sonra harekete geçmem, risk almam, bedel ödemeyi kabul etmem gerektiği ortadaydı ve bunlar bana epey korkutucu gelmişti. Artık kaçamayacak bir noktaya geldikten sonra derin bir nefes aldım ve yaşamak için kendimce direnmem gerektiğini kabul ettim. Umuda doğru giden bu yolda aramızdan ayrılanlar için, kendim için, sevdiklerim için ve beni bugünlere getiren, yolumu aydınlatanlar için.


Kısacık ama hayatımı değiştiren bir cümle bıraktılar geride,


berxwedan jiyane…

YETER

-herzi-


Duygularımın kabul görmesini beklemek artık canımı sıkıyor.


Eskiden beri çok ve çabuk ağlayan biriyim. Ağlamak istediğimde kendimi tutmuyorum. Bunun beni iyileştirdiğine inanıyorum. Ama etrafımdaki insanlar genelde zayıflık olarak algılıyor bunu.


“Ağlama!” Ne kadar çok duydum bu lafı... “Ne gerek var ağlamaya” bunu da. Hala da duyuyorum. Eskiden savunurdum kendimi, ağlamamı haklı çıkarmaya çalışırdım. Artık savunmuyorum, bıraktım.


En sevdiğim ise “seni etkilemesine izin verme”. Stresli, üzücü, sarsıcı bir şey yaşadığımda duyduğum ilk laf. Tabii ki ölüm, ayrılık gibi insanların çoğunluğu tarafından kabul gören ve acı çekmeye izin verilen olaylar dışında bir şey yaşadığımda söylüyorlar bunu. Eğer onlara göre ortada büyük bir olay yoksa, o olaydan etkilenmemelisin.


“Seni etkilemesine izin verme!” Neden vermiyorum? Ben insanüstü bir varlık mıyım? İncinemez miyim? Ya da taş mıyım, kaya mıyım? Koca dağ mıyım ben de etkilenmeyeyim?


İnsanım hepi topu. Rüzgar hafif sert esse, başım ağrıyor benim. Kimi kandırıyorum?

Akılları sıra bana tavsiye veriyorlar, benim “iyiliğimi” istiyorlar.

Sen sevgili tavsiye veren arkadaşım, sen seni etkilemesine izin vermedin de ne oldu? Eline ne geçti? Artık daha mı güçlü görünüyorsun? Çevrendekiler seni daha dayanıklı mı sanıyor artık? Peki sen, daha güçlü ve dayanıklı hissediyor musun? Yoksa hepsi bir kandırmaca mı? Belki de etkilenmeyi o kadar istemedin ki, bir yerden sonra taş kesildin ve artık hiçbir şey hissetmiyorsun. Yaşamında olan tek şey koca bir boşluk. Olabilir mi?

Sinirliyim! Hepinize!


Beni yalnız bıraktınız. Kendi hissizliğinizi bana dayattınız. Beni anormal hissettirdiniz. Hep düşündüm sizin yüzünüzden, bende mi bir sorun var diye.


Artık biliyorum, sorun bende değil. Sorun sizde mi, o da umurumda değil. Ben yalnızca hislerimi doyasıya yaşamak istiyorum. Kahkahalarla gülüp, hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Çünkü hüngür hüngür ağlayamadığımda kahkahalarla gülemiyorum.


BİR BAK NASIL OLUYORMUŞ

- ayşe çetinkaya -



Lise hazırlık sınıfını tamamlamıştım. Benim için çok eğlenceli, çok çalışmalı ve öğrencilik hayatımdaki en parlak seneydi. Yaz tatilinde ne zamandır çok istediğim piyano derslerine başlayacaktım. Ezgi Abla konservatuvarda viyolonsel bölümünde öğrenciydi. Küçükken halama hayrandım, o da müzik okuyordu. Ezgi Abla’ya da hayran olmam çok uzun sürmedi.


Ezgi Abla’nın ilk özel öğrencisiydim. Sanırım o yüzden bana biraz daha heyecanlı ve özenli öğretiyordu. Bir dersimiz üç saat sürüyordu. Kulak çalışıyorduk, solfej ve dikte yapıyorduk. Bir çay-kahve arası verip sohbet ediyorduk. Sonra da geçen hafta ödev verdiği parçaları çalıyordum. Ders hiç bitmesin istiyordum. O zamanlar ergenlik hezeyanları içindeki ben, Ezgi Abla’nın lüle lüle saçlarına, özgüvenli tavırlarına, tatlı sohbetine, hazırcevaplığına, çapkınlık hikayelerine, sanırım her şeyine bayılıyordum. Müzik öğrenmeyi mi, o sohbetleri mi daha çok seviyordum, karar veremiyorum.


Derslere bir sene düzenli devam ettik. Sonrasında okul dersleri, üniversiteye hazırlık derken, çok aralıklı görüşebildik. Fakat üniversiteye başlar başlamaz tekrar Ezgi Abla’ya koştum.


İlkokulda birbirimize ilan-ı aşk ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatlarımıza devam ettiğimiz sevgilimi saymazsak, üniversiteye kadar hiç sevgilim olmamıştı. Ergenlikte burnum şişmişti ve sivilcelerim çıkmıştı, ama çok tipsiz de değildim. Ara sıra benden hoşlananlar da kulağıma geliyordu, ama ben karşı cinsi kendimden uzak tutmaya yemin etmiştim adeta. Orta okulda bu gaflete düşenleri bir bahaneyle pataklıyordum, lisede de hızlıca “friend zone”a sokuyordum. Sanırım ikili ilişkilerden ödüm kopuyordu ve “başıma iş açılmasın” bahanesine sığınıp platonik takılıyordum.


Üniversitedeki ilk yılımda, tüm engel olma çabalarıma rağmen bana açılmayı başaran biri oldu. Ben de bir dersimizde Ezgi Abla’ya bahsettim. Niyetim, kibarca nasıl savuşturacağımla ilgili tavsiye almaktı. Dedi ki; hadi artık bir sevgilin olsun, öpüşün, sevişin, annenlerden habersiz tatile gidin, kavga edin, sonra barışın ya da ayrılın, ama bir bak nasıl oluyormuş. Sonra bir baktım. Başta iyi gibiydi, kısa sürede çok kötü oldu, sonra daha da kötü oldu. Böylece bir ilişkinin nasıl olmaması gerektiğini öğrendim. Keşke öğrenmeye daha önce başlasaymışım dedim.




ARKADAŞLARIMIN AŞKLARI

-canderel-


Anne ve babamın tavsiyelerini dinlemeyi ilk ne zaman bıraktığımı hatırlamıyorum, onlara yalan söylemenin benim için en doğrusu olduğundan emin olduğum yıl olabilir mesela. Hatta zaman içinde, karar veremediğim durumlarda söylediklerinin tersini yapmayı denediğimi bile hatırlıyorum. Sonra zaten giderek silikleştiler.


İlginçtir ki, hayatımı etkileyen iki önemli tavsiye yakın kız arkadaşlarımın erkek arkadaşlarından geldi. Belki öyle denk gelmiştir ya da belki daha yakınlarımızın tavsiyelerinin bize yönelik bir takım beklentiler de içerdiğini hissettiğimizden direnç gösteriyoruzdur, bilemiyorum.


İlki, bir tavsiye ve aynı zamanda bir müdahaleydi. Hiç anlam veremediğim bir şeyler yaşıyordum o dönem. Ya da tam tersine çok değişik anlamlar veriyordum. Okuldan uzaklaşmıştım, kaydımı sildirmeye uğraşıyordum, yemiyordum, içmiyordum, sokaklarda kendi kendime konuşarak geziyordum ve sürekli ağlıyordum. Arkadaşımın aslında pek de anlaşamadığım sevgilisi beni bir kenara çekip kısa bir konuşma yaptı. Sözler çok önemli değil, kısaca 'halin hal değil' konuşmasıydı. Bundan yaklaşık 30 yıl öncesinden bahsediyorum, şimdilerde birini biraz durgun gördüğümüzde rahatça adını telaffuz edip ''Nen var kuzum, depresyona mı girdin yoksa?'' dediğimiz yıllara henüz çok uzun süre vardı. Tavsiye ile yetinmeyip bir de neredeyse kolumdan tutup psikiyatriste kadar götürmesi de unutulmayacak bir hareketti, o zaman dillendiremediğim minnettarlık duygusunu ise hala içimde taşıyorum..


''Olmayan duvarlardan atlamaya çalışıyorsun, görünmez engellerle mücadele ediyorsun, dur biraz dedi'' bana, bu sefer başka bir arkadaşımın sevgilisi. Çok yakın değildik, ona uzun uzun kendimden bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum. Benim bu huyum geçmedi bu tavsiyeyle elbette, ama anladım işte kendimi, ne zaman durup dururken çırpındığımı hissetsem beni sakinleştirir bu konuşmanın anısı. Ve çok sade, çok basit bir şey daha söylemişti o gün, yürekten bağlı olduğum bir arkadaşım vardı o zamanlar, yolunda gitmeyen şeyler için kendimi suçladığım, uzaklaşmaktan ödümün koptuğu. Düpedüz bağımlıydım demek istemesem de belli ki öyleydi. ''Farklısınız'' demişti sadece, '' O da çok iyi bir insan, sen de öylesin, ama farklısınız işte, bunu unuma''. Daha önce bu kadar anlaşılmış mıydım bilmiyorum, bu çok kısa konuşma aklımın bir köşesinde kaldı, başka tavsiyeler de almışımdır muhakkak ama en çok ihtiyacım olan bunlardı sanırım, beni bu yaşıma kadar getirdiler.



BENCE BENSİZ DAHA MUTLUSUN

-eta carinae-


Nüfusu yüz binin altında Orta Anadolu’nun ücra ilçelerinden birinde, artık 2018 yılında olmanın verdiği özgürlükle el ele yürürken birden durup “sıpa, bence sen bensiz daha mutlu olursun” dedi. Bu gerçeği kendime yüksek sesle söylemeye ben bile çekinirken, pazardan aldıklarımızla sallanarak yürürken, üstelik dünyanın en normal şeyini, mesela “Hayatım gördün mü? Kirazın kilosu burada beş liraymış, keşke buradan alsaydık” diyormuşçasına rahat söylemesi beni hem şaşırtmış hem de korkutmuştu.


Şaşırmıştım; çünkü bunun sadece ben farkındayım sanıyordum. İki haftada bir gördüğüm adama ne kadar mutsuz olduğumu hissettirmediğimi, hayatın zaten böyle bir şey olduğu gerçeğiyle kendimce başa çıktığımı ve hatta bunun beni güçlendirdiğini düşünüyordum. Korkmuştum çünkü; artık bu gerçeği bilen tek kişi değildim. Ve er ya da geç bu konu bir sonuca bağlanmak üzere açılacaktı. Hadi Eta, yıllardır yaptığın gibi, rolünü iyi oyna, hızlı ama doğal bir tepki ver dedim kendime, mili saniyeler içinde.


"Hayır tatlım saçmalama!" demeli, söylediği saçma şeye hem şaşırmış hem de üzülmüş gibi yapmalı, dudağımı bir kaç saniyeliğine büküp, “Allah’ım, ben bu tatlı, bana aşık kadına neler söylüyorum, tabi ki bensiz yaşayamaz” dedirtmeliydim bu artık içindekileri saklayamayan adama. Yapamadım. Dudaklarımdan bir “olabilir, haklısın!” sözü döküldü. Sessizce yürümeye devam ettik, ama ikimiz de hissettik, ellerimiz o kadar da sıkı tutmuyordu artık birbirini.


Onun kafasından neler geçtiğinden habersiz, makul sevgili Eta beynimi kemirmeye başlamıştı. “Olabilir haklısın mı? Bu mu yani en iyi cevabın. Adam sana ne sordu kızım farkında mısın? “aşkım, evlenince iki balkonlu evde oturmayalım, hem biliyorsun ikinci balkon hep en dandik odada ve manzarasız oluyor. Üstelik kiler gibi kullanılıyor. Kim yıkayacak orayı sürekli” mi ? dedi. Alooooo! Kendine gelsene. İlişki elden gidiyor. 3 yıldır sürdürmek için didindiğin yegane şey. Senin bu ilişkiden başka hiçbir şeyin yok!


Düşündüklerini bilmiyordum ama bir yandan yürüyüp sol gözünün ucuyla da yüzümü izlediğinin farkındaydım. Sağ tarafım kuşatma altındaydı, çaresiz sola çevirdim yüzümü. Çarşıda hasbelkader ayakta kalmış, saatçiye, kitapçıya, döne.. Beni çıldırtacaksın sen! Yahu adam gidiyor ha, yarın gidecek bu adam, bir daha da gelir mi Allah bilsin, sen daha minik esnafın vitrinlerini izleyip, neden gelişemedi ki bu ülkenin ufak şehirleri, hala dönere niye bu kadar düşkünüz, gerçekten Yunan döneri daha mı güzel acaba diye geçir dur içinden. Koca diye de tavuk döner alır oturtursun nikah masasına kafasız kız! dedi diğer ses. Hoş geldin anne Eta, zaten ilk gelen nasıl sen olmadın, şaşırttın beni. Nefes alışverişlerim hızlandı. Sıcak mıydı hava çok, hatırlamıyorum. Ama sıcak hissediyordum. Cehennem böyle bir şey miydi? Tanıdığım herkes ses olup kafama girmiş, etrafıma büyük bir ateş yakmış boş bakışlarla benim sıradaki hamlemi bekliyordu. Ben de bekliyordum da, ne yapacağımı bilmiyordum ki.


Ama bildiğim şeyler vardı. Mesela; yumurtanın beyazını yiyememesi tamamen cinselliği ile alakalı bir mevzuydu. Babasına çok kızıyormuş gibi yapsa da annesinden daha çok seviyordu onu ve suçlu bulmuyordu. Godivada “sizde sütlaç var mı?” diye sorunca çok utanmıştı ve bu anı kolay kolay unutamayacaktı. En mühimi de, haklı olmasıydı. Onsuz daha mutlu olabilirdim, belki gittiği zamanlarda daha mutluydum da gerçekten.


Ama söylesenize dostlar. Kim o kadar hızlı kurtulmak ister ki onu saran zincirlerinden, hem kurtulup ne yapacaktım. Bu küçücük ilçede günümü gün edip hayatımı mı yaşayacaktım. Kendimi cezalandırmak konforlu geliyordu. Şikayet edilecek bir sürü şey vardı mis gibi. Beni çalışmaktan, denemekten ve büyük ihtimalle bunların sonucunda hayal kırıklığına uğramaktan alıkoyan bir sürü engelim. Günah keçilerim sayısızdı. Çok rahattım.


Caddeden evin olduğu sokağa döndük. Yüzüne baktım, yüzüme baktı. “Cesur olmalısın, kendin olmalısın Eta, seni kısıtlayan kimse bırakıp gidebilmelisin, beni bile” dedi. Birinin sadece beni düşünerek söylediği ilk cümle olabilirdi bu. “Haklısın, ama o kadar alıştım ki varlığına, sensiz kendimle ne yapacağımı bilmiyorum” dedim. Gözlerimle. O da gözleriyle söylemişti zaten. Sorun yoktu.


Birkaç ay içinde bu sessiz anlaşmayı uygulamaya başladık, içimizden biliyorduk da mevzunun ne olduğunu, kimse dışından söyleyemiyor, sorumluluğu üzerine açıkça alamıyordu. Sonrası öfke nöbetleri, kavgalar, beni bırakmalar, ağlamalar, barışmalar, yeniden küsmeler ve benzeri bildiğimiz ayrılık öyküleri. Kısa küsmeler yerini uzun küsmelere; uzun küsmeler yerini başkalarıyla vakit geçirmelere bıraktı.


Bugün dönüp bakınca neredeyse üç yıl geçmiş üstünden, yani kendi kısa tarihimizde birbirimize ayırdığımız vakitle eş. O kadar zaman akıp gitmiş. İçtenlikle teşekkür ederim sana, benim için yaptığın en doğru şey bana bu gerçeği hatırlatmandı. Haklıydın. Sensiz yaşamaya cesaret ettiğim günden beri daha mutluyum.


EN SEVDİĞİM ŞARKILARIN NOTASISIN

-iki-


Bir yazıda okumuştum: Yersiz tavsiye, faydasız eleştiridir.


Yersiz yere tavsiye vermeyi hadsiz ve kibirli bulurum. Bu nedenledir ki, biri fikrimi açıkça merak etmiyorsa onun sınırını kendi bilgiçliğimle zorlamam. Beni bu biçimde iteni, çekiştireni sınırlarımın dışında tutmakta beis görmem. Tavsiye sevmediğim çok belli ama bir tanesi benim kimliğimi şekillendirdi. İtirafım olsun. Hepimizin çocuklukla yetişkinlik arasında geçirdiği, o kara deliklerce yutulası evrede, ben hayatım boyunca uyduğum tek tavsiyeyi duydum babamdan.


Babam biraz değişik biri öyle çok konuşmaz, boşa konuşanı sevmez. Hayatı, insanları belgesel izler gibi izler, gözlemler, kendince çıkarımlar yapar. Fikri sorulsa bile anlamsız buluyorsa fikrini beyan etmez. Beni de her ne kadar kendi kızı olsam da bağımsız bir canlı gibi izlediğinden eminim, bunu hep hissettim. Tepkilerimi, meraklarımı, karakterimin yapısını oluşturan temelleri… neyse işte onlar, hep izledi. Hiç müdahale etmedi, yoluma çıkmadı. Bir derdim olduğunda zorla soru sormadı, karışmadı ama hissetti benim babam. Salondaki koltuğunda sessizce yan yana oturmayı severim babamla. İki insanın arasındaki paylaşımın illa konuşma yoluyla olmasına gerek olmadığını da ondan öğrendim. Zoraki olmayan konuşmalar geçer o sessizlikten. Bir ‘‘iyi misin’’le dünyaları sorar, ‘’iyiyim’’le dünyaları anlatırsın. Bir kalp kırıldıysa o sessizlikte karşılıklı ağlarsın bile.


Yine sessizce oturduğumuz bir gün bana ‘Kızım’ dedi, ‘Seni bu yaşına kadar getirdik. Hasta etmedik, sakat etmedik… Akıllı bir kızsın, annen gibi cesursun, yapmak istediklerin var, istediklerini yapabilirsin güçlüsün. Ama yapmak istediğin şeyler için seçimler yapman gerekecek. Biz sana hiç bir şey için yapma demek istemiyoruz. Hep senin yanında da olamayız. Bu saatten sonra kendi kararlarını kendin vereceksin.’ Uzun bir es koyup araya devam etti. ‘Bil ki biz sana hep çok güzel şeyleri yakıştırdık. Sen de düşün kendin için, sor -neyi kendime yakıştırıyorum?- kararlarını buna göre ver. Kendine yakıştırdığın şeyler yaşa.’


Bu çok büyük bir sorumluluk baba. Bu bir genç kızın kafasına soktuğun ciddi bir muhakeme. Ettiğin bu lafın on beş yaşındaki bir kızın neredeyse her adımında, kendine sorduğu ilk soru olacağının farkında mıydın? Arkadaş seçerken, eğlenirken, iş yaparken, patronla tartışırken, bir yabancıyla konuşurken, bir sokak köpeğiyle tanışırken bir seçim yapmak gerektiğinde, nasıl biri olmayı seçtim? Neyi kendime yakıştırdım? İstediğim birçok şeyi yaptım ama hep ikinci bir kez düşündüm, içime sinmeyen hiç bir şeyi yapmadım. Neyi istediğimi bilmesem de ne istemediğimi hep bildim. Bu yüzden hayır demeyi de becerebildim. Zor yerleri var ama fena gitmiyorum sanırım baba. Günün sonunda kendi yetiştirdiğin birini değil, kendi kendini iyi yetiştirebilmiş birini görmek istediğini bu yaşımda anlayabiliyorum. Görece çok eksiği olan bir baba olarak, benim için sadece bu yüzden bile tam olduğunu bilmeni istiyorum: Bir baba olarak bana kendi ayaklarımı verdin.


YAZSANA

-funda özdemir-


Yakın zamanda bir arkadaşımla laflıyorduk ve birden kendimi kariyerimden dert yanarken buldum. 15 yıldır bu mesleği yapıyordum ancak mutlu olamıyordum. Mesleğim hem maddi hem de manevi anlamda beni tatmin etmekten çok uzak kalıyordu. Anlattıkça, bu işin beni ne kadar rahatsız ettiğini fark ettim. Fark ettikçe de çözüm bulma yoluna gitmem gerektiğini anladım.


Yine başka bir arkadaşımla da çözüm odaklı konuşmaya başladım. Bu işi çözecek, kendimi mutlu edecektim. “Yazsana,” dedi. “Sen hem pedagojiden anlıyorsun hem de matraksın.” “Deneyeyim,” dedim.


Denemenin düşüncesi bile içimi ferahlatmış, bende bir bahar esintisi etkisi yaratmıştı. Karar verdim, deneyecektim. Ama bilmediğim bir şey vardı: Denemenin bu kadar uzun süreceğini bilmiyordum.


ASLINDA BİR RÜYA

-san-


Hayatımı olumlu etkileyecek bir tavsiye aldığımı güçlükle hatırlamaya çalıştım ve bu tavsiyeyi rüyamda aldığımı fark edince şaşırdım. Üzücü ve biraz da yalnız hissettiren bu durumun sebebini bir süre önce anladım. Karşılaştığım birçok insan tavsiye verirken faydacı davranıyor. Elde edilecek kazançlar değerlendirilse de tavsiye alan kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum gözetilmiyor. Bazen de tavsiye görünümlü diktalar söz konusu oluyor.


Kişisel karantinamı biraz dozunu kaçırarak uyguladığım, hiç evden çıkmadığım, insanlarla görüşmediğim ve pandemiyi bahane ettiğim bir süreçti. Her gün hayatın sonsuza kadar böyle sürmeyeceğini düşünüyor ama yine de bir adım atamıyordum. Ertelemekten yorgun düşene kadar erteledim bu durumu çözmeyi Bir yandan sorgularım da devam ediyordu. İşte böyle bir zamanda, bir sabah, rüyamda çok sevdiğim bir hocamı gördüm. Gerçek hayatta da susup saatlerce dinleyebildiğim bu insan, bilinçaltımda acil durum butonu hâline gelmişti.


Rüyamda, eskiden yaşadığım şeylerin, gittiğim yerlerin olduğu fotoğrafları önüme serdi. Sadece bir soru sordu; "İzlemek yaşamak gibi oluyor mu Bilge?"

Uyandığımda şaşırdım ve gülümsedim. Sonra yürüyüşe çıktım. İnsanlarla iletişim kurdum ve eski zamanları hatırladım. Artık hayata başlamak için işleri tamamlamam gerektiğini düşünmüyordum. Hepsi birer yapboz parçası gibiydi. Ne kontrolcü yapıma ne de mükemmelliyetçiliğime izin verdim. İpleri gevşetebilmek için aradığım tavsiyeyi kendi bilinçaltım aracılığıyla güzel bir insandan aldım. Aslında bir rüya olmasına rağmen, normalde başlamayacağım işlere başladım, hayatım yeni bir form aldı. Ama hâlâ gerçek hayatta da alacağım o samimi, empatik ve düşünceli tavsiyeyi bekliyorum. Belki de herkes gibi buna ihtiyacım var.



NASİHATLER GÜZERGAHI

-sehvenli-


Zihnim beni geçmişim ve geleceğim arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Unutulmuş, terk edilmiş, harap olmuş bir şehre girer gibi bakıyorum o zamanlara. Biraz hüzün biraz gülümseme eşlik ediyor hislerime. Tedirginim biraz da. Tanıdık gelen izler var şehrin kaldırım taşlarında. Takip ediyorum izleri. Çocukluğumun mahallesindeyim ve hayatıma temas etmiş herkes de orada şimdi. Ve ben seyre dalmışım izliyorum kendimi ve diğerlerini.


Sürekli hasta olan ufacık tefecik bir kız çocuğuydum. Ebeveynlerim geçim derdiyle uğraşan pek de çocuklar ve gelecekleri ilgili planlar yapacak bilinç düzeyinde bireyler değildiler. Ben kendi halinde yaşayıp gidiyordum sanki. Derslerimde başarılıydım ama geleceğim için pek de önemi yoktu bu başarının. Engelli bir bireydim. Sınırlarım çizilmişti çoktan. Hayallerimin, düşüncelerimin kimse için önemi yoktu. Ticaret lisesine gitmeme karar verildi. Mahallemizde, ticaret lisesini okuduktan sonra, devlet dairesinde memur olan engelli bir abla vardı. Bana biçilen rol model de bu abla olmuştu. Ben ise hukuk okumak istiyordum. O kadar uzak bir ihtimaldi ki bu isteğim, beni ne duydular ne de dinlediler. Açıkçası ben de fazla direnç gösteremedim. Çünkü hiç okula gönderilmemek de vardı. Neden bu kadar kolay razı geldim onların beni bu şekilde yönlendirmelerine bilmiyorum. Neden benim için çizdikleri sınırları aşmak için çabalamadım ki? İnsan sınırları olan bir varlık ama sınırımızın nereye kadar uzadığını ya da nerede bittiğini bilmiyoruz ki… Hayal gücümüz, emellerimiz, beklentilerimiz sonsuza kadar uzanıyor. İnsan kendini aşabilen bir varlık iken birileri size ‘’buraya kadar senin işin ya da ancak bu kadarını yapabilir bu kadarıyla yetinebilirsin’’ diyor. Veya sana bir etiket yapıştırıp kendilerince seni bir şeylere layık görüyorlar ya da onun dışında tutmaya çalışıyorlar. Heveslerin kırılmış bir şekilde sen de bu duruma razı geliyorsun.


Geriye dönüp baktığımda, olup bitenler karşısında böyle duyarsız kalışımın tek açıklaması, bir şekilde hayatımdan keyif alıyordum diyebilirim. Hayat zordu ama bir o kadar da eğlenceli geçiyordu. Çok iyi anlaştığım arkadaşlarım oldu hep. Birlikte oynarken, güler eğlenirken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Herhalde bu eğlenceli anlar bana hayatımda olan biten şeyleri sorgulama imkânı vermiyordu. Ya da ben kolay yolu seçiyordum. Düşünmüyordum. Lise son sınıf zamanlarında bir abla ile tanıştım. Filiz abla bizi sürekli yanına çağırır, oturur sohbet ederdi. Sonra daha çok vakit geçirmeye başladık. Kendisi çok zeki, geleceğe dair planları olan, ileri görüşlü bir kişiliğe sahipti. Bize hem ablalık yaptı hem de çok samimi bir dost oldu her zaman. Lise son sınıfta girdiğim üniversite sınavını kaybettim. Hiçbir hazırlığım yoktu. Mesleki lisede okuduğum için matematiğim de iyi değildi. Her zamanki gibi olan biten durumları kayıtsız bir şekilde yaşıyordum ve bulunduğum anların keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Aradan geçen üç sene sonrası Filiz abla beni sürekli yönlendirmeye çalıştı. Tekrar sınava hazırlanmamı, üniversiteye gitmem gerektiğini, ailemin bir şekilde bu konuda ikna olabileceğini telkin etti. Bir ayna tuttu bana; kendimi görebilmem fark edebilmem için. Eğer beni bu konuda cesaretlendirmeseydi sonraki yaşantıma ait deneyimleri tecrübe etme şansım olmayacaktı. Ancak kendimi sınava hazırlayabilmem o kadar da kolay değildi. Gerekli kaynaklar ve ortamdan yoksundum. O dönem ve imkânlara göre iyi bir bölüm kazanma şansım olmadı. Burada kendi hırsımın ve çabamın yetersizliğini de göz ardı edemem. İki yıllık bir yüksekokula gittim. Bana getirisi iyi bir iş ya da kariyer olmadı belki ama evden uzakta farklı yerler ve dostluklar kazanma fırsatı sundu. Kısa sürse de evden uzakta hür bir birey olarak yaşama imkânı buldum. Kendime ait bir dünya kendime ait sorumluluklar ve sorunlarla kendi doğrularım ve yanlışlarımla bir süre beraber yaşadım. Keyifli zamanlardı. Küçük dünyama başka bir dünya katmış oldum. Tavsiyeler güzel de, insanı ciddi anlamda harekete geçiren şey tutkuları ve hırsları oluyor. Onlarda yerinde olaydı, güzel bir hikâyem olacaktı.


GELECEK NEREDE?

-bir başka dünyadaki-


Birinden tavsiye almak için sözel olarak herhangi bir talepte bulunmamama karşın hayatımda karşılaştığım sorunlarla ilgili kafamdaki sorunun cevabı bir şekilde karşıma gelir. Genellikle böyle olur. Sanki bir rüzgar benim sorumu alıp uçurur ve cevabı bulup geri getirir. Bu doğal hali çok seviyorum ve tavsiyelerin peşine düşmüyorum. Şimdi buna benzer yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.


Bir gün katıldığım bir kutlamada tanıştığım bir adam vardı. Yetmiş yaşlarındaydı, neşeli, şahane hoş sohbet, fazla konuşmadan insanın içini okuyan biriydi. Soru sorma sanatçısı gibiydi kendisi. Bir anda o kadar doğru bir soru sorardı ki, insan kendini, eylemlerini sorgulardı. Bu özelliği çok etkileyiciydi ve onunla buluşmak, karşılaşmak her zaman çok özeldi.


Hayatımın en zorlu dönemlerinden birini yaşıyordum. Yıllardır büyük bir özlemle yapmayı hayal ettiğim mesleğimi yapamıyor ve uzaklaştıkça da kendimi giderek daha çaresiz ve yetersiz hissediyordum. Aklıma gelen tüm çözümleri denediğimi düşünüyordum. Olmuyordu işte. Geçmişi ve verdiğim hatalı kararları evirip çevirip zihnimde canlandırıyordum. Geldiğim noktada ise artık düşünmekten adım atamayan, yeni bir şey denemeye korkan bir ben vardı. Bu sancılı günlerden birinde, o adamla karşılaştım. Kalabalık ve neşeli bir ortamdı. Ben pek mutlu olmasam da içinde bulunduğum yere uygun davranmaya çalışıyordum. Bununla birlikte ruh halim bakışımdan, sesimden, davranışlarımın ürkekliğinden okunuyor olmalıydı ki kendisinden bana bir soru geldi. “Kızım” dedi, “Gelecek nerededir?” Cevabım hazırdı tabi ki “gelecek önümdedir” dedim. Çünkü öyle öğretilmişti bana, önümde uzun bir gelecek var diye bellemiştim. “Peki ya geçmiş nerededir?” diye ekledi. “Geçmiş geride kalandır, geçip gitmiş olandır.” diye devam ettim. Oturduğu yerden kalktı usulca, elimden tutup beni de kaldırdı. İkimiz de ayakta duruyorduk ve benim önüme geçip şunları söyledi. “Ben geçmişim, eskiyim ve senin önündeyim, sen geleceksin, benim arkamdan gelensin. Geçmişini, ne yapıp yapmadığını çok iyi biliyorsun. Çünkü her an gözünün önünde, şu an benim de olduğum gibi. Gelecek arkanda ve o bir bilinmez. Sürekli önündekilere bakıp onları irdelersen şu an yapman gerekeni kaçırırsın. Bir an için kapat gözlerini geçmişe ve sana yaklaşmakta olan geleceği şu anın içinde hisset” dedi.


Evet, gerçekten de tüm ayrıntısıyla geçmişi, anın içinde yeniden yaşatıyordum. Mağdurun dilini konuşmaktan öteye gidemiyordum. Geleceği bilemem dedim kendi kendime ama şu an geçmişe bakmaya biraz ara verip bir adım atabilirim. Bu olaydan sonra yaşadığım ve mesleğimden uzaklaştığım şehirden kısa süreliğine ayrılıp başka bir şehre gittim. Orada kendi mesleğimle ilgili küçük bir adım attım. Bu hareketimin sonrasında, hayat çok güzel hediyeler sundu bana. Ne zaman geçmişe takılıp kalsam bu tavsiyeyi hatırlarım. Derin bir nefes alıp hadi diyerek ayağa kalkarım.


ILIK GÖT

-karahindiba-


Türkiye’nin 1960, 1970, 1980’lerini yaşamış pek çok ailede olduğu gibi ben de ebeveynlerimden siyasete karışmama tavsiyesi almışımdır. Eminim 1930, 1940, 1950’leri yaşayan dedelerim de anne-babama aynı tavsiyeyi vermiştir. Eh, ondan öncesi de Osmanlı zaten. Siyasete karışmak için Bandırma Vapuru’na binip Samsun’a çıkmak gerekiyormuş o zamanlar. Ben son 80 yılda sürekli verilen siyasete karışmama tavsiyesini 80’lerde legal bir siyasi partiye üye oldukları için canı burnundan gelen anne-babamdan aldım. Oldukça siyasi kişiler olmalarına rağmen bizim politikayla uğraşmamızı pek istemezlerdi. Çok sonraları yaşadıkları hikayeleri başka akrabalarımdan duydum. Ya anlatıp üzülmek istemediler ya da bizi cesaretlendirmek istemediler emin olamıyorum. Ancak şu bir gerçek ki çok da oturmuş politik bir görüşüm olmadan büyüdüm. Siyaset hep öcü gibiydi benim gibi 80 ve sonrasında büyüyenler için. Ortada gencecik çocukları asmış öcü gibi siyasetçiler olduğundan bu çok da şaşılacak bir sonuç değildi.


Sanırım ilk hatırladığım siyasi görüşüm başörtüsünün kötü bir şey olduğuydu.


Ortaokuldaydım. Okul çıkışı bahçeden çıkınca başörtüsünü bağlayan Türkçe hocamı görünce şok içinde yanımdaki arkadaşıma ‘vay be! Ben de bu kadını iyi biri sanıyordum’ dedim. O da bana ‘ne var benim annemin de başı kapalı’ diyerek ikinci şoku yaşattı. Çocuk yaşımda başörtüsü kötü bir şey olmayabilir mi acaba? düşüncesine kapılmak yerine tabii ki arkadaşım ve annesini dallama ilan ettim. Karşılığında sınıf arkadaşlarım tarafından küpe takıp Allah’a inanmadığım için ibne ilan edilmiştim. Ailelerin verdiği tavsiye pek işe yaramıyordu.


Lisedeyken her zaman olduğu gibi evde sürekli tartışma programı izleniyordu. Uzman diye abidik gubidik adamları tv de izleyen babamın televizyona karşı ana-avrat sövdüğüne çok sefer şahit oldum. Dönek, liboş, faşist gibi kelimeler havada uçuşuyordu. Neyse ki ben tavsiyemi almış şekilde hiç oralı olmuyordum. Bir gün okuldayken oldukça milliyetçi yetiştirilmeye çalışıldıysa da tepki vermeyip tam zıddına giderek kafası karman çorman olan sıra arkadaşım “nasıl yani baban da mı namaz kılmıyor? Hiç bayram namazı da mı kılmadınız?” diye bana şaşırmıştı. Ben de birinin buna şaşırmasına şaşırmıştım. Sonra tüm sınıfta opera ve cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası dinlemiş tek kişi olduğumu öğrendik. Herkes dinlemiş olmama şaşırdı. Ben de onların dinlememiş olmasına şaşırdım. Bir gün seçim zamanı MHP’nin adayının reklam panosundaki resmine kaş ve bıyık eklediklerini görüp okul servisinde sesli şekilde güldüm. Öndeki çocuk bana dönüp “gülmeyeceksin o benim reisim!” demişti. Ben daha da çok güldüm çünkü kaşı bıyığı o kadar komik olan birine reisim diye tapınmak bana çok komik gelmişti. Üniversitede başka birisi “ben Kürt’üm ama Türkiyeliyim” gibi bir cümle kurduğunda yine şoktan şoka koşmaktan geri kalmadım. Toplumla alakam yoktu. Dolayısıyla siyasetle ilgili anlamlı bir düşünce oluşturma şansım da yoktu. Hayatımın geri kalanında ulusalcı, elitist piç, cehape zihniyetli, concon gibi birçok yakıştırmaya maruz kaldım.


Ezildim, itildim falan diyecek değilim. En mutlu olduğum şey zihnimde ırk, din, cinsiyet gibi kökenlerden gelen zehirli genellemelerin az oluşması oldu. Yaşadıklarım sayesinde insanları ikiye ayırdım. Kafası çalışanlar ve çalışmayanlar. Siyasetle uğraşanlar genellikle kafası çalışmayanların tarafında kaldı. Kendimce siyasi bir düşünce üretebildim, halen kafası çalışmayanlarla bunu tartışmak zorunda kaldığım durumlar oluyor. Ancak siyasetle uğraşma denen ve sonunda seni anaların korktuğu o olaylara karıştıran aptal çamura hiç saplanmadım. Bilimsel doğrulardan yola çıkmayan ve sübjektif hiçbir düşünceye kapılmadım. Mesela gezi olaylarını destekledim ama bir işe yaramadığını görünce evime döndüm. Desteklediğim için terörist, desteklemediğim için ılık götlü ilan edildim. İletişim seviyesi ortaokuldaki ilk siyasi tecrübemin ötesine hiç geçemedi. Biraz barışçıl yetiştiğim için Ortadoğu siyaseti beni aştı. Yaşım henüz siyaset için genç. Kürsüde konuşurken “ılık göt! ılık göt!” diye bana bağıracak milyonlara şaşırmanın nasip olmamasını umuyorum.



KUŞ YUVALARI

-dalgın canbaz-


Okulun ikinci senesiydi. Yeterince çamur tozu yutmuş, klasikler ve modeller üzerinden kopyalarımızı yapmıştık. Artık bölüm seçme zamanıydı. Benim için ahşap her zaman sıcak bir malzeme olmuştu. Ahşap da, taş da, bütünden parçaya giden malzemelerdi. İlk işim, yontularak üretilmiş figüratif bir işti. Daha sonra, daha da dışa vurumcu figürler ortaya koymak istedim. Ama olmuyordu da, olmuyordu. Zatı değer sevgili ahşap hocamız, sert ama eleştirileri net ve geliştirici biriydi. Bir gün tırnaklarımı ojeli görüp bu tırnaklarla heykel mi yapılır diye eleştirdiğini bile bilirim. Her ders arasında ağlıyordum. Neden daha iyisini yapamıyorum, ben nasıl bir yol izlemeliyim, diye. Bir gün otobüste, kenar kısımda kafamı yaslamış dönerken, restore edilen bir minare gördüm ve çok etkilendim. Hayatta ne ile çok fazla uğraşırsan, neyi amaç edinirsen, her yerde onla ilgili bir şey görmeye başlarsın, sanatta tamamen öyle. Yani ilham her an bence, yemek içmek gibi, hayatının her anında onu düşünür hale geliyorsun. Bir gölgede, bir yaprağın düşüşünde üretimine dair izler arıyorsun. O gün gördüğüm o minare bende, daha sonraki üretimlerimin ışığını yakmıştı. Ben inşa etmeyi seviyordum, ekleyerek ilerlemeyi seviyordum, bütünden parçaya gitmeyi değil. Hayatı da, rastlantıları bolca severek, ekleyerek ilerliyordum. Daha sonra ahşap ve doğal iplerle kuş yuvaları örmeye başladım ve ahşap hocamız bunları çok beğendi. Metal atölyesine neden geçmediğimi sordu. Hatta o dönem beni atölye dersinden geçirmedi.


İlk başta çok alınmış, üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. Daha sonra bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu anlamıştım. Metal soğuk ve sert görünümlü olsa da, gayet sıcak ve narin bir malzemeydi. Bir anda inşa isteğimi destekleyebilecek, ince ve kırılgan görünüp, bir o kadar sağlam hisler veren görselleri ortaya çıkarmamı sağlayacak harika bir malzemeyle tanıştığımı fark ettim. Taşıdığım soyadının kaynağı olan dedemin dökümcülüğünün de, babamın temelini attığı mimari sevgisinin de, kendimde devam eden izlerini sevdim. Artık çizgisel, havada uçuşan formlarım vardı. Evler, kentler yapıyordum, yıkılan ve yeniden inşa edilen, ütopyalarla ve bilimkurgularla beslenen. İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler’i de vücut bulabiliyordu işlerimde, Ursula K. Le. Guin’in metinleri de. Charlotte Perkins’in Kadınlar Ülkesi adlı kitabında kadınlar bıçak yerine makas kullanıyor ve her şeyi dikerek bağlıyordu. Bir anda, dikmenin, örmenin, ne kadar hayata, doğaya bağlı olduğunu ve kadınsı olduğunu düşündüm. Kadınların, avcı dönemden beri, avın paylaşımını üstlenip, çılgın bir iletişim ağı kurdukları bilgisini almıştım. İletişimin, bağ kurmanın, örmenin ve dikmenin ne kadar birbiriyle ilişkili olduğunu düşündüm. Hepimizin birbirine bağlı olduğunu, örerek, dikerek yüzyıllardır anlatıyor kadınlar. Ben de kendi işlerimde bu bağı, metali, ekleyerek, örerek yapmaya çalıştığımı gördüm. Yeni kent hayallerimde, başka bir dünyanın düşünü taşıyordu sessizce. Bu dünyayı değiştiremiyorsak, kendimize yeni bir dünya yaratırız demek değilse, ne idi sanat? Başta hocamın acıtıcı gördüğüm tavsiyesi, yönümü bulmamda önemli bir adım olmuştu benim için.


ANLAMSIZLIĞIN KEŞFİ

-saturnuslog-



Yıllarca anksiyeteyi doruklarında yaşamış, krizler geçirmiş, üstüne de fazla düşünme hastalığına yakalanmış biri olarak, hayatın ve intiharın anlamı benim kilit noktamdı.

Hayatın absürt ve anlamsız olduğunu beden yaşıma göre erken, zihin yaşıma göre ise

geç fark ediyordum.


Üstelik pek tavsiye ya da öğüt dinleyen biri de değilim. Öğüt veren birinin, düşünceleri ve kendini ifade ediş şekli bile bende irdeleme isteği yaratıyor (fazla düşünme). Eğer tanıdığım biriyse, yaşamına bakıyorum, sonra bana verdiği tavsiyeye. Çoğunlukla (benim gözlemlediğim) kendi hayatlarında uygulayamadıkları tavsiyeleri veren insanlar olduğuna kanaat getirmemle kafamın dikine gitmem arasında milisaniyeler oynuyor.


Üstelik kimse ben değil. Benim deneyimlerimi benim gözümden görebilme ihtimalleri bile tez konusu. İşin saçma yanı ise kimse tanımaya ya da anlamaya da çalışmıyor.

Yine bir ara, hayatın anlamını sorgularken Albert Camus’nün Sisifos Söyleni kitabıyla tanıştım. Kitap, okuması ağır ancak elden düşmeyen bir üsluptaydı. İnce olmasına rağmen okuyup bitirmem, sonrasında da sindirmem yaklaşık bir ayımı aldı.


Sizi temin ederim ki hayatımda ilk defa, o kitaptan edindiğim bir tavsiyeyi bu kadar uzun zamandır uyguluyor ya da uygulama çalışıyorum.


“Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.”


Bu sözü kendi içimde sindirip, gerçekten anlamaya çalışmak ciddi bir emekti benim için.


Aslında bir tavsiye değil, bir çıkarım olan bu söz, ne zaman çıkmaza girsem hatırladığım ve beni o çıkmazdan çekip çıkaran bir kurtarıcı. Böyle anlarda kendime iki soru soruyorum artık.


1- Ucunda ölüm var mı?

2- Bu kadar tepki verip kendimi düşürmemin anlamı var mı?


Eğer ikisinin de cevabı hayır ise içinde bulunduğum durum absürttür ve her şey gibi geçer.


Hayat anlamsız, absürt, hiçlikten ibaret, kontrol edemediğimiz olaylar zinciri ama en önemlisi bir hediye. Üzerine dikkat kırılır ibaresi koymamız, itinayla muhafaza etmemiz gereken bir kıymetli eşya.


YÜKÜN NE OLURSA OLSUN DİK YÜRÜ

-clementine-


Bir gün geçmişime dair binlerce yanlışım olduğunu düşündüğüm bir anda, derdimi birine anlatamayacak kadar utanç duymam gerektiğini sanıp kendimi cehennemlik ilan etmiştim. Günden güne soluyor, bana yuvam dediğim evde yapılan psikolojik işkenceyi kabul edip eksik kalanını kendim telafi ediyordum.


Yine böyle dipsiz kuyularda hissettiğim bir anda, annemi ziyarete gitmiştim. Annem insanları çok iyi tanır, karşıdakini okumayı bilir. Söz konusu evladı olunca bu konuda daha da ustadır. Gözlerimin içini sapsarı görünce beni karşısına oturttu. "Bak kızım, sırtında bir yük var da ne o yükü indirebiliyor, ne de artık taşıyabiliyor gibisin. Derdin ne bilmiyorum. Belli ki bana anlatamıyorsun da... Sırtındaki yük ne olursa olsun, o yükün belini bükmesine izin verme. Yaptığın her şeyin arkasında dur, her şeye rağmen dimdik yürü! "dedi. O gün kendimi de hatalarımı da affettim. Arkama bakmadan, yanlışlarımın belimi bükmesine, beni güçsüz bırakmasına izin vermeden, hatta tam tersi onlara sırtımı dayayıp daha da güçlenerek yoluma devam etmeyi başardım.


Annem okumayı öğrendiğimden beri bana sürekli kitaplar alırdı, ben o kitaplardan çok şey öğrendim. Yüzlerce kitap okumama rağmen hiçbiri o gün annemin derdimi dahi bilmeden bana söylediği o söz kadar belimi doğrultmadı. Sanırım söyleyenin annem olması omuzuma kondurulmuş eleştirel ebeveyni azat etmemi sağladı. O gün bugündür yükümü daha bir gururla taşıyorum. Kendim de dahil hiç kimsenin sırtımdaki yükler yüzünden bana kendimi kötü hissettirmesine, beni yargılamasına, benim belimi bükmesine izin vermiyorum.


BU HAYATTAN ALACAKLI GİTMEYECEĞİM

-mutlu-



Yorgundum hatta oldukça da umutsuz...


Hiç çıkamadığım o derin kuyunun içindeydim yine. Tepemde gördüğüm ışık iyi gelmiyordu. Tam tersi ne kadar karanlıkta olduğumu görüyordum ve bu çok ağır geliyordu.


Büyürken öğretilen doğrular ve kuralların içinde boğuluyordum. Benden başka her şey ve herkes kıymetliydi!


Ben çizilen sınırları, uymam gereken kuralları kabul etmişken o günlerde şans eseri tanıdığımı düşündüğüm ama şimdilerde benim için çok önemli olan bir arkadaşımın kurduğu bir cümle ile güç buldum.


“Ben bu hayattan alacaklı olarak gitmeyeceğim!”


“Kim olursak olalım, nerede yaşarsak yaşayalım bu hayat sadece bir defa var ve ben giderken alacaklı olmak istemiyorum” demişti.


Uyuyamadım o gece. Ben hayata ve insanlara hatta insanların ‘doğrularına’ neden bu kadar teslim olmuştum ki? Şimşekler çakıyordu sanki beynimde. Derin bir uykudan bir anda uyanmak gibi bir şeydi bu. Düşünmekten yorgun ama kaybolduğum yerde sanki yolumu bulmuş gibi mutlu ve heyecanlıydım.


Öyle etkilendim ki bu düşünceden. İçinde bulunduğum durum, konumum, şartlar, beklentiler ne olursa olsun artık hislerime ket vurmuyorum. Benim hayatım, benim doğrularım ve benim hislerim var.


Şimdi ara ara yine o kuyunun içindeyim belki ama artık karanlıkta değilim, ellerimi başımın altına koyup gökyüzündeki yıldızları izliyorum.



GELENİ KABUL ET!

-voila-


Sanki daha dün kulaklarımda çınlamış gibi bu söz, zihnime kazınmış adeta. İçinden çıkılamaz tüm o anların, bir ton cevapsız sorumun, belirsizliğin yanında inci gibi parlayan ve bir anda tüm hayat dayanağım olan bir cümle, yalnızca üç kelime…


Yirmili yaşlarımın ortasından hayatımın tamamına şöyle dönüp baktığımda bu yaşlara dair hiç de hayal etmediğim bir noktada bulunca kendimi başladı ilk çırpınış. Devamında da debelenip durmayla süregelen zaman örüntüleri işte. Sağlık sorunları, hayal ettiğin hayatı yaratamamanın incitmesi, çekilen fiziksel acıların sonunda neşemi, sevgimi ve sahip olmaktan övündüğüm daha birçok güzel özelliğimi kenara sıyırıp avuçlarıma koskocaman bir vazgeçişin bırakılması. Hiç de tanıdık gelmeyen negatif duygular ve ardından ‘’ben bunlarla ne yapacağım?’’ bilinmezliği ile doldu bir anda heybem. Tüm hayatımız boyunca inşa ettiğimiz bütün o iyi duyguların bir anda silinip gitmesinin yarattığı şaşkınlıkla kalakalmıştım. Beni bu kadar çabuk terk edebileceklerini hiç düşünmemiştim. Aksine umutsuzluk ne kadar da ısrarcı, ne kadar da hızlı en derinlerimize işliyor ve söküp atmak için adeta kazımaya ihtiyaç duyuyoruz; yine canımızı acıta acıta. Tüm bu hisler yanında her gün biraz daha silinip gidiyordu sanki bana dair iyi olan ne varsa. Yerini de çok da ısrarcı olan ve bir ton gözyaşıma mal olacak üzerimde pek de eğreti duran mutsuzluk, umutsuzluk, korku hisleri alıyordu gün be gün.


Ardında tek başıma kalmak zorunda olduğum o hastane kapıları dahi bu kadar çaresizce hissetmeme sebep olmamıştı oysa ki. Her ne olursa, hangi şartlar içindeysem yine de kendi kendimin elinden tutmayı başarmış, durup bir şekilde kendime omuz vermişken bir anda hayatıma dair yüreklendirici tek bir kelime fısıldayamaz hale gelmiştim. Belli ki ertelemiştim olan ve olmayan her şeyin üzerimdeki sahici etkisini. Alıştım ve kabullendim sanıyordum, aslında olan yalnızca öylesine yaşayıp gidiyordum. Hayatım boyunca tutunduğum ve sahip olduğum tek hayalimin elimden kayıp gidişini seyrettim bir müddet. Gündemim hani şu hepimizin diline pelesenk olmuş ‘’sağlık olsun’’ lafından oluştuğu için fark edememiştim belki de beni nelerin beklediğini. Daha sadece 20 yaşındaydım ‘’çok mutlu olacağım’’ diye sabitlediğim yaşam planını tamamen silmek mi? Hem hiç hazır değildim ki hayallerimi elden geçirmeye, daha gerçekleşmemişti ki nasıl vazgeçerdim sıkıca sarıldığım o ihtimallerden.


Sular durulunca kıyılarımın yerle bir olduğunu ancak anlayabildim. Çaresizlik, korku iliklerime kadar işlemiş ve beni bekleyen, yaşanmayı bekleyen hayattan koşar adımlarla kaçar hale gelmiştim. Başka insanlar için dahi adalet, eşitlik ve daha birçok insani hak, güzel hayat talep edip en önlerde yüksek özgüvenle, kimseden korkmadan her şeyin mücadelesini verirken kendi hayatımdan, güzel şeylerin yaşanabilme ihtimalinden vazgeçmiş olmayı yakıştıramıyordum kendime. Ancak başka türlüsünü de yaratamıyordum bir türlü. Mücadele içinde olduğum tek şey ‘’dün’’ olmuştu. Sürekli neler oldu, neler yaşadım ve neden bunlar oldu çatışması içerisinde buluyordum zihnimi.


Anlayacağınız hayalsizliğime, işsizliğime, güçsüzlüğüme yani biraz ümitsizliğime denk geldi bu hayat değiştiren üç kelime. Tam dibin dibinde hissettiğim bir anda öylesine birinin dudaklarının arasından dökülüverdi ‘’ geleni kabul et voila…’’ O anda dibin dibinden sıçrayacak ve en tepeye suyun yüzeyine ulaşmamı sağlayacak gücü hissetmiştim iliklerimde. Olan olmayan her şeyle barışmış, hayatın öğreticiliğine kendimi bırakmış ve tüm o hadiseleri kabul etmiş biri olarak buldum kendimi. Peşi sıra hayat akışım da değişti, yeniden içimde var oldukları için gururlandığım o duygular kapımı çalmaya başladı.


Şimdi dönüp bakınca vazgeçmekten korktuğum hayaller şu an olduğum insandan daha kıymetli değil elbette. Çok şey öğretildi bana, bir sürü güzel keşfim oldu kendimle ilgili. Yaratıcı gücümü keşfettim, ezberletilmiş bir hayattan daha kıymetli işte bu. Kendim için planladığım şeylerden çok hayatın benim için planladıklarına, akışa bırakmayı öğreniyorum şimdi de bakalım yol bizi nasıl güzel bir bahçeye çıkaracak. Her şey geçiyor, yeniden bahçemin çiçeklendiğini hissediyorum. Biraz sabır, çokça inanç, belki daha da fazlası çabayla cesaretimi yeniden buldum. Beni daha iyi bir insan yaptığı için, çiçeğinden böceğine, bir insanı, bir rengi, bir meyveyi, yaşamayı, birilerine iyi gelmeyi ve dahası her şeyi çok sevebilmeyi bana öğrettiği için olana, olmayana yani hayatıma teşekkür ederim…


SIKI İPLER

-nehir niş-


Annemin halası ‘’ İnsanlarla aranda mesafe bırakmalısın. ’’derdi. Ve şöyle sürdürürdü; ‘’ Kastettiğim şey çıkar ilişkisi değil elbette. İnsanın kurduğu arkadaşlıkta bir denge kurup kendini de gözetebilmesi’’. Ben de; ‘’ Aman hala kafamda formüllerle arkadaş olamam ki insanlarla’’ diye tepki gösterirdim.


Çünkü insanlarla çok çabuk arkadaş olur, emek harcar, samimi davranırım. Ha birde hep çözümcü bir kafam vardır. Birisi bana bir problemini anlatmış, bir derdini paylaşmış, bir yarasını açmışsa eğer tez vakit o yaranın sarılması, problemin çözülmesi gerekir. Laf osun diye anlatmaz dimi insanlar gerçek sorunlarını? Laf olsun diye havadan sudan konuşulur benim bildiğim.


Aynı iş yerinde çalışmaya başladığım ve benden bir kaç yaş büyük Berma ile çok çabuk kaynaştık ve hemen arkadaş olduk. Artık bütün molalarda birlikte sigara içiyor, yemeği birlikte yiyor, mesai bitimi birlikte çıkıyoruz. Berma eşini kaybetmiş 10 yaşlarında bir kızı var. İkisi birlikte yaşıyor. Anneanneden kalma bir evleri var. Berma’yla aynı kitapları okuyoruz. Ben okuduklarımı her gün büyük bir heyecanla anlatıyorum ona. İş yerinde geçirdiğimiz zaman yetmeyince dışarda buluşmaya başladık. Birlikte tiyatrolara, sinemalara gidiyoruz. Bazen kızını da getiriyor onun yaşına uygun etkinlikler yapıyoruz. Berma ile sevgilimden daha sık görüşüyordum desem abartı olmaz. Zamanla zayıflayıp bitmeye yüz tutmuş ilişkimi zamanın akışına usulca bırakmıştım. Kendiliğinden sürüyordu. İki tarafta birbirinden şikayetçi değildi. Berma’yla en çok paylaştığım derdim buydu herhalde. Berma ekonomik sorunlar yaşıyordu. Ara sıra baba tarafı çocuk için küçük destekler yapıyordu. Bende elimden geleni yapıyordum. Evin bütün faturalarını üstlenmiştim. Berma’nın pek umrunda değildi böyle şeyler. O biraz vurdum duymaz, mizahı seven komik bir kadındı. Fellini’nin ‘’La Strada’’ filminde oynayan Gelsomina karakterinin gerçekte vuku bulmuş hali gibi. Birlikte çok eğleniyorduk.

Berma bir sene sonra iş yerinden çıkarılmıştı. Kendi evine yakın bir iş bakıyordu. Bende onun için uygun ilanlara cv gönderiyor, eşe dosta haber ediyordum. Her gün Berma’lara gidiyor çoğu zaman da orada kalıp işe oradan geçiyordum. Sürekli onu da davet ediyordum bizim eve. Ama onun gelmesi zor oluyordu. Genellikle ben onun evine gidiyordum.


Bu süre zarfında hem iş yerinden ayrılmıştım hem de var olan ama sürmeyen on yıllık ilişkimi sonlandırmıştım. Kötü bir süreç geçiriyordum. Deyim yerindeyse depresyondaydım. Hemen başka bir iş bulmuş başlamıştım bile. Yeni iş yeri yaşadığım semte biraz uzaktı. Berma’yla bütün gün telefonda konuşuyorduk. Ve fırsat buldukça yine onlara gidiyordum.


Ruhen pek iyi değildim. Ve Berma’ya da gitmiyordum artık. Beni aradığında onunla konuşuyor her seferinde bize davet ediyordum. Berma hep çok meşguldü. Ya sevgilisine zaman ayırıyordu ya da diğer arkadaşlarına. Sanki bana ayıracak zamanı yoktu. Ben onun evine gittiğim sürece aramızdaki dostluk ve bağ sürüyor, ben gitmediğim zaman kopuyordu. Zamana bırakmak iyidir deyip bıraktım. Berma beni; ne aradı, ne evime geldi. Aradan neredeyse altı ay geçmişti. Kendi sorunlarımı çözmüş, depresyonu atlatmıştım. Yeni iş yerime de alışmıştım artık.


Berma’ya onunla özel bir şey konuşmak istediğimi söyleyip cafeye davet ettim. Buluştuk birlikte çay içtik. Ve dostluğumuzun sanki tek taraflı sürdüğünü, devamlı benim onun evine gittiğimi, kendisinin çok nadir geldiğini ve bu durumun beni rahatsız ettiğini anlattım. Sonuçta birlikte vakit geçirmekten keyif aldığım ve sevdiğim bir arkadaşımdı. Kendisinin de emek harcayıp zaman ayırmasını yoksa dostluğumuzun böyle tek taraflı süremeyeceğini anlattım. Evet haklısın kendime çeki düzen vereceğim falanlar havada uçuştu. Gayet güzel vakit geçirip her birimiz evine gitti. Bekliyorum ki Berma arasın ya da gelsin. O günden sonra bir daha hiç görüşmedik. Ben sürdürmeyince sürmediğini sonunda fark edebilmiştim.


İnsanlarla yine dost, arkadaş, sevgili oluyorum elbette ama halamın bana verdiği nasihatleri dinlemeyişimin eksiklerini hayatımda hissederek. Çünkü mesafe daima soluk aldırır. Ben kurduğum ilişkileri yaşayıp tüketmeye uğraşıyormuşum. Bir durup soluklansam her şey dengeli olacak.


İnsanlar birbiriyle tanışırlar önce, ilişkiyi sonradan birlikte üretirler. Birlikte örmek önemli. Mesafe o yüzden gerekliymiş. Bunu artık daha iyi anlıyorum.



AYNA

-madame solo-


-Haline bak. Yorgun görünüyorsun. Gel otur şöyle, ben de bir çay koyayım.


-Yok iyiyim ben. Biraz başım döndü insanların ruhsuzluklarından. Geçer şimdi.


-Nasıl geçecek? İçlerine ruh üflenecek değil ya bir anda. Gel dinlen diyorum. Neden dinlemiyorsun beni?


-Yorgun değilim de. Güçsüz gibiyim aslında. Ne kadardır burda duruyorum ben? Ne zaman buldun beni?


-En başından beri.


-En başı neresi ki?


-Baş işte en baş. Dünya bir toz bulutuyken. Sana kaçtır sesleniyorum. Hiç duymadın ki beni. Sesimi duyurabilsem bu kadar yorulmayacaktın.


-Seslendin mi bana sahiden?


-Seslendim tabii. Gerçi.. Belki yanlış zamandı. Belki daha çok çabalamalıydım. Bende de hata var.


-Ne diye seslendin?


-“Dur.” dedim mesela. “Durma.” da dedim bazen.


-Anlamadım.


-Anlamayacak ne var canım bunda. Durman gereken yerde gidiyorsun, gitmen gereken yerde kalıyorsun. Bu işte, hepsi bu.


-Ama ben nasıl bileyim ki hangisinin doğru olduğunu.


-E söylüyorum işte ben. Beni dinlemeyi neden reddediyorsun inatla?


-Yok öyle de değil de.. Duyamıyorum galiba. Halbuki insan içindeki sesi nasıl duymaz?


-İşte ben de onu diyorum.


-Bana bir şey söyle ne olursun. Çok yorgunum.


-Yorulmak için vakit kalmadı. Beni dinlemen lazım artık.


-Tamam dinliyorum. Söz. Ne yapayım?

-Doğrul önce. Bak aynaya. Baksana şu aynaya!


-Neden kızıyorsun ki? Böyle söyleyince üzülüyorum.


-Tamam tamam. Sana da bir şey denmiyor. Kendiyle konuşurken bile kelime seçeni de ilk kez görüyorum. Sen daha kendinle sorununu çözemiyorsun. Dünyayla nasıl halledeceksin bu işi?


-Hiç doğru bir şey yapamıyorum sanki. Yaptığım her şey yanlış. Neden böyle?


-Sürekli kendini dışardan izliyorsun. Sence neden böyle?


-Öyle mi yapıyorum?


-Öyle tabii. Bırak kendine bakmayı biraz. O kadar çok kendine bakıyorsun ki dışarda olanları kaçırıyorsun. Sürekli ne doğru ne yanlış diye düşünmekten başka bir şey yapamıyorsun. Senin sorunun bu. Bakma kendine artık. Çevir yüzünü içinden dışarı. Hem ne diyor şarkı “Hiç yara almadan aynadan geçemezsin.”

...


Soluklanmak için durdu. Kolay değil, günlerdir yürüyor gibiydi, ama duruyor da gibiydi. Bir yere tutunması gerekti. Etrafına bakındı. Üstü başı kırık doluydu. Can mı, cam mı, kalp mi, hayal mi.. Her ne kırığı ise bir yerlerinin acıdığını biliyordu artık. O an anladı. Aynanın öteki tarafındaydı.


BAŞARI(SIZLIK)

-msy-



Tavsiye üzerine kurulu hayatımızda, bazı tavsiyelerin yeri büyükken bazılarının ise kafamızda durma süresi on saniye falandır. Bir kulağından girip ötekinden çıkma misali. Bu tavsiye bazen bir kitabın öylesine okuduğumuz sayfasından, bazen yolda karşılaştığımız bir teyzeden, bazen sosyal medyada dolaşırken öylesine denk geldiğimiz bir gönderiden olabiliyor. Bazı tavsiyeler ise çok geç fark edilebiliyor. Bir söz var ya “yaramazlıktan sonra tavsiye, ölümden sonra tıp gibidir.” Tam olarak bu işte. Zamanında doğru algılayıp hayatımıza geçirmeliyiz. Sonrasında hiçbir önemi kalmayabiliyor.


Benim hayatımı değiştiren tavsiye youtube’dan oldu. Hayatımın en zor zamanlarında haliyle pişkinliğin getirdiği bir rehavetle kendimi çok saldığım zamanlardaydım. Yeni bir başlangıç yapmalıyım ama bu, benim için, nasıl desem, tamamen kırılmış bir aynanın tam ortasına yapıştırılan yara bandının tüm aynayı tutması kadar zor ve imkansızdı. Ama bir yerden başlamalıydım bunun farkındaydım. Youtube’a başarı hikayesi yazdım (bilirsiniz o insanlar diğer insanları çok iyi gaza getirebilirler, çünkü bilirler o dönemlerden geçmişlerdir) ve karşıma Mümin Sekman’ın “Başarı(sızlık) adlı yazılımımız nasıl çalışıyor?” adlı tedx videosu geldi ama asıl olan oradaki söylediği bir cümleydi "Başarının bedelini bir dönem için ödemeyenler, başaramamanın bedelini ömür boyu öderler" bu söz beni bir süre boşluğa baktırdı. Çok haklıydı. Pişkinliğimin sebebi karşılaştığım başarısızlıktı ama bunun bir dönüm noktası olması da benim elimdeydi. Bu evrenin bana bir işareti olmalıydı. Kalktım, silkelendim ve içinde bulunduğum başarısızlığın bedelini o an için ödedim ve ödemeye devam ediyorum. Şunu demeliyim ki, başardığım zamanlar kendi benliğime ulaştığım zamanlar oluyor, bunu tüm benliğimle hissedebiliyorum. Emin olun başarının bedeli her şeyin bedelinden çok daha keyif veriyor. Başardıkça daha çok başarmaya, daha çok başardıkça, kendinizi fark etmeye başlıyorsunuz, yani en azından bende öyleydi. Herkes katlanabileceği kadarının bedelini ister. Eminim ki başarısızlık asla katlanılabilir gibi değil.



ALICE HARİKALAR DİYARINDA

-seyyan uslu-

“Büyük insanların, büyük hataları olur.” Bu söz kulağa çelişkili gelebilir. Ama bu söz bana hayata bakacağım birçok pencere açtı. Ve bana insanlara nasıl bakmam gerektiğini öğretti. Bu sözü kıymetli bir hocamdan nasihat aldım. İlk olarak hatasıyla, sevabıyla insanı anlamakta bana yardımcı oldu.


İnsan, eşref-i mahlukat, varlığın en üstün cevheridir. Peki bu sözde geçen büyük insan da neyin nesi? Büyük insan, tüm insanlığın kalbine dokunan, aldığı kararlarla nesilleri kurtaran ve bunun gibi daha birçok eylemleri olandır. Büyük insan kimi zaman bir alim, kimi zaman bir komutan, kimi zaman da bir evliyadır.


Biz büyük insanları ya görür tanırız ya da görmeden tanırız. Tarihi şahsiyetler arasında pek fazla büyük insan vardır. Biz bunları kitaplardan, araştırmalardan öğreniyoruz. Bir tarih dersinde hocamız tarih alanında yaptığımız araştırmaları, tartışmaları bir ameliyata benzeterek, tarihi şahsiyetlere, savaşlara soğuk kanlılıkla bakmamız gerektiğini vurgulamıştı. Hakkı vardı elbette ama bir adım sonrasında, bu büyük insanlara bakışı değiştirmez miydi? Onların insan olduklarını unutturmaz mıydı? Bu bakış, yaptıkları işlerin büyüklüğüyle öne çıkmış insanların, küçük hatalarını da büyütüyordu.


Aslında bir bakış ve perspektif bozukluğu yaşatıyordu. Tıpkı Alice harikalar diyarında sendromunda olduğu gibi. Bu sendroma sahip olanlar, nesneleri olduğundan daha büyük veya daha küçük şekilde, olduklarından daha uzak ya da daha yakın algılayabilirler. Burada ise zihni olarak bu sendromdan bahsedebiliriz. İnsanları bir kalıba sokmak için onların eylemlerini, fikirlerini, doğru ve yanlışlarını olduklarından daha büyük veya daha küçük algılatıyordu bu zihni sendrom.


Fütursuzca eleştirmenin, insan olduklarını unutup acımasızca yargılamanın kapısı sonuna kadar açılmıştı. İşte yukarıdaki söze ihtiyaç vardı. Ta ki bir kıymetli hocam bu sözü söyleyene kadar bu hal devam etti benim için. İtiraf etmeliyim ki bu sözü ilk duyunca anlamamıştım. Üzerine düşündükten sonra aydınlanma yaşadım. Evet, insanlar çok büyük işler yapabilir hatta yaptıkları işler onların isimlerini geçebilir. Ama her insan hata da yapabilir. Büyük insan olmaları onların bundan müstağni olmalarını gerektirmez. Onlar da hata yapar. Yaptıkları küçük veya büyük hatalar onları sırf büyük oldukları için yerin dibine sokmamızı gerektirmez. Ve onları yargılamamızı da.

Büyük insanlar da hata yapar. Eğer bunu anlamlandıramıyorsak şöyle söyleyelim; büyüklerin büyük hataları olur.


YAPABİLEN YAPSIN

-melike yılmaz-


Üniversite sınavına hazırlanırken ya da üniversitede sınavlara hazırlandığım zamanlar için beni gördüğünde çok içten bir şekilde evrenin sırrını veren bir komşumuz vardı: ‘Sakın bildiklerini başkalarına söyleme!’. Büyük ihtimalle bunu işe girince de söyleyecek. Bu söz birkaç kişi tarafından da tasdik edilince acaba böyle mi yapılmalı diye düşündüm aslında. Sır gibi sakla, bende yok de, yalan söyle. Böyle yaparsan çok başarılı olursun. Aslında yapmayı da denedim. Ve her şeyin sadece benim bildiklerimden ibaret olduğunu zannettim. Vermedikçe bende olanı korumuyordum, azalıyordum aslında. Verdikçe çoğaldığımı da çok sonra fark ettim. Bu sadece notlarla da ilgili değil tabi. Sürdüğüm ojenin rengi, elime geçen çıkmış sorular daha kısa olan kestirme yol. Bu sözün saçmalığını fark ettikten sonra başkası da zorlanmasın benim yaşadığımı yaşamasın diye düşündüm hep. Ya da hepimiz aynı anda iyi olalım. Böyle düşünmek belki çok saçma gelebilir ya da safça. Ama inanın öyle değil. Bana okuduğum bölümü sorup bazen küçümsüyorlar. ‘Şimdi hukuk okumak vardı valla her yere açıldı sınava girsem bi yeri kazanır yata yata okurum.’ Bunu duyunca kocaman gülümsüyorum ve içtenlikle lütfen yapın diyorum. Lütfen sınava girin ve okuyun. Yapabiliyorsanız lütfen yapın. Küçümsemek için söylemiyorum. Sınava girip başarılı olan derslerini veren meslektaşım olsun, benim verdiğim nota bakıp benden yüksek alan çok mutlu olsun, aldığım kıyafetin markasını söylediğimde daha çok yakışan güle güle giysin. Yani demek istediğim benim bir şeyleri başarmam ya da mutlu olmam bencillik yaparak olmamalı. O yüzden ‘sakın bildiklerini başkalarına söyleme!’ sözünü ilk ortaya atan kişinin tembel ve özgüven eksikliği olan birisi olduğunu düşünüyorum. Ve aslında buna benzer bir cümle daha var. Gerçekten bir ara buna inandığım ve ciddi ciddi savunduğum için utanıyorum kendimden: ‘Staj yaptığınız yerdeki müvekkileri çalacaksınız. Bu devran böyle dönüyor.’ Süper etik bir cümle. Ve hocam bunu derste söylediğinde büyük bir aydınlanma yaşadım. Evet işte ya çalmak lazım çok iyi vay be(ıslıklar falan). Ve insanlarla konuşurken de konu geldiğinde söylüyordum işte onların müvekkillerini çalacağız böyle oluyor bu işler diye gururlanarak. Sonra bir büroda gönüllü stajyerlik yapmaya başladım. Ve staj biterken ben başka bir yerde çalışmak istediğimi nasıl söyleyeceğim diye karnıma ağrılar girdi. Evet benim kadar duygusallaştırmayın o ayrı bir konu ama demek istediğim yapabileceğimizi rahatlıkla söylediğimiz şeyleri o kadar rahat yapabilecek miyiz gerçekten? Bazen annem karar vermemiz gereken bir durumda yanlış olanı desteklerdi. Acaba benim dediğimi mi yapacak yani benim etkimde mi kalacak yoksa doğruyu mu seçecek diye. Bu durumda tam öyle işte. Bize öğretilenler ya da herkesin doğru dediği doğru olmayabilir. Hayatta artık bir yerden sonra yaptığımız seçimler karakterimizle ilgilidir. Ben bu bencilliği seçmemeyi seçiyorum.. Kimsenin bir şeyini çalamam, çalmam gelmek isteyen bana gelsin. Benden yardım istenildiğinde özellikle saklayamam, yalan söyleyemem. Bir şeyleri saklamak, gizlemek ve bununla tatmin olmak benim karakterimle örtüşen şeyler değil. Başarılı olmak için başkasının başarısızlığına ihtiyacım yok. Yapabilen yapsın.


ZEHİR

-altum-


Yıllar önce, daha ben bu tavsiyeleri şu yaşımdaki gibi idrak edemezken, düzenli olarak arkadaş çevremi iyi seçmem gerektiğini söyleyen bir babam vardı. Çocukluktan gençliğe yeni atılmanın verdiği umursamazlıkla bu tavsiyeler üzerine çok da düşünmez, hatta sırf öğüt olduğu için yok sayardım. Çoğu genç gibi ben de nasılsa babamın beni anlamadığını düşünürdüm. O çok uzaktan bakıyordu benim dünyama. Benim gözümle göremiyordu arkadaşlıklarımı. Yaşadığım olaylar onun için bir an önce kurtulmam gereken engellerdi. Başarıma ket vuran, sorun yaratan insanlar… Hepsi bu kadar zehirli olmasa bile, onun nezdinde işe yaramayan tipler oldukları kesindi. Boş zihinlerin sahibi bu şahısların beni iyiye teşvik etmeleri imkansızdı. Çoğuyla ne yapıp edip bağımı kesmem gerekiyordu. Sevilecek, eğlenilecek dost her zaman bulunurdu ya; önemli olan o dostların başarılı, düzgün, tertipli olmasıydı. Ben de hep haylaz tipleri buluyordum!


Babama bir noktada hak veriyordum. Çevremde biri vardı ki, benim için zaman ve enerji israfının vücut bulmuş hali gibiydi. Böyle gördüğümüz insanların ortak bir özelliği vardır. Onlardan uzak dursak bile dibimizde biterler. Ta ki hayat şartları bir şekilde yollarımızı ayırana kadar. Benim kurtuluş hikayem de bu.



ANNE SÖZÜ

-mon cher-


Canımdan çok sevdiğim kişiden, annemden aldığım bir tavsiye “insanlara olduğundan fazla değer verme, değmez”. Değmiyor ”muş” gerçekten. Neye değmiyor, nasıl değmiyor oraya gelelim. Konuya biraz küt diye daldım ama en özetlenebilir şekli buydu. Hayatımda haklı olsam bile yaptığım şeylerden bazıları üzülmek. Buna rağmen haksız taraf üzülür, kalbi kırılır olmaz öyle diye diye kendime verdiğim değeri unuttum sanırım. Acaba “tek ben miyim?” diye çok düşünüyorum ama sanmam. Bence bunun ana kaynağı insanların hata yapmayacağını düşünerek hareket etmek, yani konduramamak diyebilirim. Hani deriz ya “ nasıl olur, nasıl yapar böyle bir şeyi ?” işte tam orada başlıyor macera. Yahu diyorum ben buna bu kadar değer verirken böyle bir şey yapması bende imkân dahilide değil gibi avuntulara başvuruyorum. Nerden bileyim dünyanın böyle dönmediğini.. Resmen gelecek olan sancıya hazırlık yapıyorum. Ama aşama aşama işte. İçime düşen bir şüphe ile başlıyor sancı. Beraberinde getirdiği kalp çarpıntısı, ve son olarak bitmeyen manik ataklar. Yaşadığım kaçınılmaz şeylerden birkaçı bunlar. E artık geçmiş olsun nur topu gibi ihanet ve hayal kırıklığı… Tamam diyorum bu sefer akıllandım ben, bir daha aynı hataya düşmem. Ve böylece devamı geleceğinden habersiz bir yenisini ekliyorum hatalar zincirime.



EVLİLİK

-inci sumsal-


Evliliğimin beşinci yılıydı. Kötü gidiyordu. İki çocuğum vardı ama onlar bile mutsuzluğumu azaltamıyordu. Beni anlamayan, ne düşündüğümü önemsemeyen, isteklerimi yerine getirmeyen bir adamla beraberdim ve bu beni kahrediyordu. Er geç boşanacaktım. Kesin kararlıydım ve hiçbir şey kararımı değiştiremedi.


Yeni bir işe başlamıştım. Benimle aynı gün başlayan biri daha vardı. Neşeli, ne dediğini bilen, biraz da kimseyi umursamayan biriydi. Tanıştığımız gün çok iyi anlaşacağımızı hissetmiştim. Ve ilk günden uzun sohbetler etmeye başlamıştık. Yolumuz uzundu ve onun arabasıyla gidip gelmeye başladık. O uzun yolculuklarda birbirimizi tanıdık. Ne kadar benzer hayatlar yaşamışız. Birbirimizi tanıdıkça hayatlarımız hakkında daha çok şeyler paylaştık.


O uzun sohbetlerden birinde bana, biz kadınlar her şeyi hep bize yapılsın istiyoruz ama karşımızdakinin de bizden beklentileri olabileceğini düşünmüyoruz dedi. O ufacık tavsiye hayatımı, ilişkime bakış açımı değiştirdi. Eşimden sadece almak üzerine bir ilişki beklentisi içindeydim ama vermek nedir bilmiyordum. Sonra bunu telafi etmeye karar verdim. Önceleri bilinçli olarak eşimin isteklerini fark etmeye ve yerine getirmeye odaklandım. Bir süre sonra otomatiğe aldım. Üstelik bir beklentiye de girmemiştim. Ama aradan biraz zaman geçince eşimin bu durumdan ne kadar memnun olduğunu fark ettim. Eşim de zaman içinde benim beklentilerimi yerine getirmeye başladı. Üstelik zorlamayla değil içinden gelerek.


Şu sıralar evliliğimizin on ikinci yılını kutluyoruz. Her geçen gün ilişkimiz güçleniyor ve mutluluğumuz artıyor. Anladım ki çabasız mutluluk olmuyor, birazcık emekle kurumuş dallar bile çiçekleniyor.




ree

Bu haftanın normal insanlar konusu "sizi gülümseten üç şey ve nedenleri" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.



Haftanın yazıları






YARIM GÜLÜMSEMELER

-huzursuz beyin-


Gülümsemesi tam insanları kıskanırım. Gözleri kısılır, minik kasları kasılır, kendilerini bırakırlar ortaya. Hiç böyle tam gülümsediğimi hatırlamıyorum. Benim yaptığım şey sinirli küçük köpekler gibi dilimi azıcık dışarı çıkarıp alt dudağımı bastırarak yanaklarımı germekten ibaret. Çocuklar yapar bunu, ellerini kullanırlarken dillerini de dışarı çıkarırlar. Bazı bilim insanlarına göre bunun nedeni dilimizin beynimizde kapladığı alan. Bu alan o kadar büyük ki, dilimizi dudağımızda bastırmak, yani hareketini sabitlemek, bize odaklanmak ve performans açısından ekstra güç sağlıyor. Demek ki bir yandan gülümserken diğer yandan bir şeyleri baskılıyorum içimde. Özellikle İngiliz komedi dizileri izlerken, zekice yazılmış bir metne denk geldiğimde veya rakip takımlar yenilirken böyle gülümsüyorum.


Ayrıca, hafifi acı veren, minnettar gülümsemem var; anneannemi düşündüğümde, sevdiklerimin özverileri aklıma geldiğinde çıkıyor ortaya. “Keşke…” diyorum. Her zaman tanışmış olmam gerekmiyor minnettar hissetmem için. Örneğin Emel Korkmaz, oğlu Ali İsmail için yapılan bir anmaya geldiğinde böyle tebessüm ederek izlemiştim onu.


Bir de kimsenin görmediği bir gülümsemem var. Geceleyin, usulca sokulurum yatağa, elimi hayalet gibi yavaşça yanıma uzatırım. Sadece birkaç saniye sürse de, elimin boşluktaki temassız gezintisi ürkütür beni. Yapayalnız hissederim; zamanın bilgeliği dalar içime, yoğun bir hüzün duyarım. Sonunda parmağımın ucu eşimin bedenine hafifçe deyince de, aynı yoğunlukta bir ferahlama gelir bu sefer. Gülümserim ama buruktur içim. Bilirim bir gün ya ben olmayacağım bu dünyada, ya o olmayacak yanımda. Ama bugün o gün değil, derim. Bugün o gün değil.





FERMATA

-edward bloom-


İlk kez dinlediğim bir müzik eserinde puandorgla karşılaşmak beni gülümsetir. Puandorg, duraklama belirten müzik işaretidir. Müzik ağırlaşır, bir anlığına durur. Yüksek olasılıkla ritm ya da ton dolayısıyla da duygu değişir. Yeni bir sayfa açılmış, yeni bir bölüm başlamıştır. Bu aynı zamanda yaratım zenginliğini de gösterir. Monotonluktan çıkarır eseri. Daha anlaşılır olması açısından örnek vermek isterim; Haziranda Ölmek Zor şarkısının "Bıraktım acının alkışlarına 3 Haziran 63'ü" dizesi "Bir kırmızı gül dalı eğilmiş üstüne" dizesine puandorg ile bağlanır. Ritm değişmiş, şarkıyı dinleyeni başka bir ruh haline sürüklemiştir.


İzlediğim bir dizide, dinlediğim bir şarkıda, okuduğum bir kitapta sevdiğim bir yapıta, karaktere gönderme yapılması gülümsetmekten biraz daha fazlasını hissettirir. Eserin yaratıcısıyla benzer zevklerimiz olduğunu düşünüp yakınlık duyarım. Örneğin birkaç gün önce Pink Floyd'un High Hopes'unu dinlerken şarkının başındaki çan sesinin, Charles Dickens'ın Büyük Umutlar romanının başında kaçak mahkumlar için çalan çanın sesine bir gönderme olduğunu fark ettim. Belki de bir gönderme olsun istedim. Şarkının sözleri de sanki romanı anlatıyor;


Bulunduğumuz yerin ufkunun ötesinde yaşıyorduk gençken

Cazibelerin ve mucizelerin dünyasında

Düşüncelerimiz başıboş geziniyordu durmaksızın ve sınır tanımadan

Çalmaya başladı ayrım çanı


Çocukluk fotoğraflarıma bakmak önce yüzümde bir gülümsemeye, sonrasında da hüzünlü efkâra neden olur. (Efkâr çoğul bir sözcüktür ve düşünceler demektir sevgili okuyucu) Gülümserim çünkü kendi çocukluğumun değil de kendi çocuğumun fotoğrafına bakıyormuşum gibi gelir. Hatta o fotoğrafı ben çekmişimdir. Efkâra kapılırım çünkü artık o çocuk kadar sevilecek bir insan olmadığımı hissederim. Değişmiş, yaşlanmış, kirlenmiş, kötüleşmiş biriyim artık o çocuğa göre. Şimdi o çocuğun karşısına çıkma şansım olsaydı acaba beni sever miydi diye düşünürüm.


ÇÜNKÜ ONDAN DOLAYI

-iki-


Biriyle bakışarak anlaşabilmek beni gülümsetir; çünkü bilirim ki, kendi frekansımda titreştiğim bu evrende, o an onun da frekansı benimkiyle uyumlu bir harmoni yakaladı. Benim gördüğümü gördü, benim düşündüğümü düşündü. O an ikimiz arasında ufak bir sır paylaşıldı. Algısının benimkiyle aynı olmasına sebep olan bir sürü detayı, tecrübeyi, bilgiyi es geçip o anı sessizce geçirmenin keyfini yaşarım.


Yabancı ya da yabani bir hayvanın beni güvenilir bulması beni gülümsetir; çünkü bilirim ki, onu incitmek istemediğime dair olan bütün hislerimi, bana yaklaştığında sergilemek istediğim tüm nezaketimi ve isterse ona vereceğim şefkati bende hissetmiştir. Bu benim hayatta verdiğim en büyük çabanın karşılığı gibidir. Kimseden değerlendirmesini beklemediğim ama hala yolda olup olmadığımla ilgili referans aldığım bir geri dönüştür. İyi biri miyim sorusunun bence ödülüdür. Durduk yere kafası okşanmış çocuk hissi yaşatır.


Sevdiğim ama ölmüş birinin aklıma gelmesi beni gülümsetir; çünkü bilirim ki, onu bir gün daha yaşattım. İnsanların ölmekle ilgili kaygılarını anlar ve ölümsüz olabilmek adına verdikleri çabaları anlamlı bulurum. Kim bilir hangi güdülerle yapılan onlarca eser, çeşme ve yapılarla insanlık tarihi bize bir mesaj vermiş, beni hatırla… Ölenin ne kadarlık bir ölümsüzlüğü hedeflediğini bilememekle birlikte kendi ölümlü zamanım içinde onları yaşatmaya çalışırım. Sevdiklerimi güzel anıları içinde, hep en sevdikleri yaşta ve o güzel gülüşleriyle anarım. Güzel anılarıyla yaşasın…


BİR KEDİM, İKİ KEDİM, ÜÇ KEDİM

-ayşe çetinkaya-



İlk üç sıraya da kedimi koyardım ama kolaya kaçmak istemiyorum.


1) Kedim


Hayatta başıma gelen en iyi şey. Aslında küçüklükten beri sokak hayvanlarından korkardım, babam elletmezdi pire ya da hastalık bulaşır diye. Artık sokakta her gördüğümü eve götürmek istiyorum. Kaderin cilvesine bakın ki, öksürük nöbetleri ve nefes darlığı şikayetiyle gittiğim beş farklı doktorun vardığı ortak sonuç, kedi alerjisi oldu. Kızımı bir başka yuvaya vermeyi kabul edemedim. Antihistaminik ve astım önleyici ilaçlarla dost oldum. Böylece geçinip gidiyoruz.


Yumuşacık ve sıcacık canım kızım içimdeki boşlukları dolduruyor. Kalbim sevgiden patlayacak gibi oluyor. Ben başka hiçbir şeyi bu kadar çabuk özlemiyorum hayatta. Her yere onunla gitmek, her şeyi onunla yapmak istiyorum. Peki bütün bunlar onun umurunda mı? Asla değil. Ve ben buna da bayılıyorum.


Ben çok konuşmayı sevmem, o da sevmiyor. Konuşunca da ne diyor, çoğu zaman anlamıyorum. Ama gözlerimin içine bakınca kalbimi okuyor sanki. Böylece hiçbir dilin, hiçbir sözcüğün onu ne kadar sevdiğimi anlatmasına gerek kalmıyor.


2) Kapta kalan kek hamuru


Beni yeni pişmiş bir kekten daha çok mutlu eden bir şey varsa, henüz pişmemiş bir kektir.


Çocukluk anılarımdan en eskilerinde hep halam var. Fönlü uzun saçları ve içe doğru kıvırdığı kahkülleri, duvar piyanosunda çaldığı müzikler, tuvalette tek başıma kalınca korktuğum için ne kadar uzun sürerse sürsün yanımda beklemesi ve bu sıradaki sohbetlerimiz. Bir de birlikte yaptığımız kekler. O malzemeleri koyardı, ben karıştırırdım. Sonra keki fırına koyup saat kurardık. Hiç sıkılmadan kekin kabarmasını ve kızarmasını izlerdim. Pişen kekin kokusu evin kendi kokusuyla karışır ya, keşke o evde pişen kekin kokusunu tekrar duyma ihtimalim olsa. Ama bu ritüelimizde en sevdiğim kısım, karıştırma kabında kalan hamuru kaşık kaşık yemekti. Halam içinde çiğ yumurta olduğu için çok yememden korkardı, ben de az az yiyormuş gibi yapıp o bakmazken kabı sıyırırdım. Hala da o zamanki zevkle yerim. Kek yapmak da hayatta en sevdiğim şeylerden biri.


3) Mikael Akerfeldt’li rüyam


Üniversiteye başlamadan önce pek gürültülü müzikler dinlemezdim. Sonra bir arkadaşım “ben sana güzelliği getireceğim” dedi ve bir progresif metal grubu olan Opeth’in birkaç parçasını önerdi. Aklımı kaçırdım. O zamanlar streaming uygulamaları yok, alınterimle diskografi indiriyorum, parçaları tek tek düzenliyorum ve emektar iPod’uma aktarıyorum.


Kısa sürede Opeth’in tüm albümlerini hatmettim. Grubun esas adamı Mikael Akerfeldt benim için bir insan değil, ilahtı artık. Aklına, fikrine, yeteneğine hayret ediyordum. İmkanım olsa tanışmazdım mesela, tanısam sevmezdim belki çünkü. Mikael’i sevmemek istemiyordum.


İşte o zamanlar bir gece rüyamda gördüm onu. Bizim okula konser vermeye geliyorlardı. Ama birtakım aksilikler sonucu konser iptal oluyordu. Salonun kapısında, elimde konser biletimle kalakalıyordum, deli gibi üzgündüm. Bir ara salonun kapısı açıldı. İçeride bir şerit çekilmişti ve şeridin arkasında grup üyeleri duruyordu. Kapıdan girdim ve onlara doğru yürümeye başladım. Kimse bir şey demedi. Uzun süre yürüdüm, yürüdüm, durduran olmadı, ve önlerinde durdum. Bir süre birbirimize baktık, sonra Mikael bir adım öne çıktı, kollarını açtı ve sarıldık. Yemin ederim kendimi hiç bu kadar huzurlu ve tamamlanmış hissetmemiştim, rüyada ya da gerçek hayatta.


Üzerinden yıllar geçti, ben de büyüdüm, bir şeyleri daha mantıklı yerlere oturttum. Artık kendisine olan sevgim daha şuurlu bir seviyede. Ama rüyamdaki o huzur hissini hiç kurcalamadım. Bir daha öyle hisseder miyim, ne olursa hissederim, çok merak ediyorum.



HER ŞEY YOLUNDA

-san-


Gülümsemek, genellikle her şey yolunda olduğunda ya da yolunda olduğuna inanmam gerektiğinde yaptığım bir eylem. Tabii işler yolunda olduğunda kendiliğinden gelişiyor, anın içindeyken fark edilmiyor. Diğeri daha mecburi ve planlanmış oluyor.


Mesela kendimi anlatmak için olağanüstü çaba gösterip türlü yollar denedikten sonra, bulunduğum ortamda anlaşılmamın mümkün olmadığını anladığım o an, beni çaresizce gülümsetir. Konuşmayı yavaşça bırakıp aldığım cevaba gülümserim. Bunu yaparak kendimce alay mı ediyorum, yoksa gerçekten kendimi de karşımdaki insanları da rahatlatma amacı mı güdüyorum emin değilim. Ama hangisi olursa olsun, tartışmaya gerek olmadığının farkına varmak için harika bir yol.


Beni gülümseten bir başka şey zekice yapılmış ironiler. Özellikle insanların görünüşünden hiç beklenmeyecek bir şey söylemeleri, bir davranışta bulunmaları beni mest ediyor. Kafasında kalıplar oluşturup rahata kavuşanların rahatı bozuluyor böylece. Dünyanın daha büyük, daha keşfedilmesi gereken bir yer olduğu şüphesi düşüyor herkesin içine. Belki bizden farklı düşünenler, farklı yaşayanlar vardır ve yeterince kafa yorarsak onları görebiliriz bile.


Hepsi bir tarafa, gülümsememe ihtimalimin olmadığı yegâne şey sevdiğim insanların mutluluğunu seyretmek. En umut dolusu da bu. Zor günler geçirmiş, hepsini atlatmayı başarmış, eskiden sürekli acılardan söz ettiğimiz insanların mutlu olduğunu görmek beni gülümsetiyor. Çünkü karanlık zamanların geçip gidebilen zamanlar olduğunu ve asıl uzun sürenin, acıların zihnimizdeki yansımaları olduğunu görüyorum. Gülümsüyorum, çünkü her şey yolunda.



LÜTFEN BENİ ÖVÜN

-rojda aksoy-


Ben galiba bu hayatı seviyorum. Bütün akıl almazlığıyla, zorluklarıyla, sürprizleriyle, bıktıran anlarıyla beraber bir bütün olarak seviyorum yani. Bu topraklarda yaşamama rağmen bunu söyleyebildiğim için bence bir plaket falan almalıyım bir yerlerden. Bu konularla kim, hangi cemiyet ilgileniyor bilmiyorum ama beni bulurlar umarım. Hayat sınavından en çok puanı topladığım anlar hep kendimle ilgili oluyor. Zaten her şey benimle alakalı değil mi? Neyse işte yine kendimle çok ilgilendiğim günlerden birinde şunu fark ettim; değişiyorum! Tabii bu bilgi bir başkası için pek de önemli olmayabilir ama benim için oldukça önemli ve heyecan verici. Bir kitabı ikinci defa okuduğumda hissediyorum bazen bunu. Bazı yerlerini falan çizmişim mesela ilk okumamda ve oradan itibaren geçmişe kısa bir yolculuk yapıyorum. Bazen birkaç ay önceki, bazen birkaç yıl önceki hallerimi düşünüyorum uzun uzun. Bazen sevgilimle ya da ailemden biriyle tartışırken fark ediyorum bu değişimi. Tartışma süresince tavrıma şöyle bir uzaktan bakıp daha önceki deneyimlerimle karşılaştırıyorum. Olumlu yöndeki değişimleri gördüğümde nasıl mutlu oluyorum, nasıl heyecanlanıyorum anlatamam! O anlarda da yüzümde huzurlu bir gülümseme oluyor ama içimden tabii… Karşımdakini tartışma içinde alt etmeye uğraştığım ve bütün varlığımla, haklı olduğumu kanıtlamaya çalıştığım için o gülümsemeyi saklamak durumunda kalıyorum haliyle.


Bu haftanın yazı konusunu görünce ‘’beni gülümseten üç şey bulabilecek miyim acaba?’’ diye düşünürken şimdi hangi birini seçsem diye karar vermekte zorlanıyorum. Yani beni gülümseten epey şey varmış, şaşkınlıkla fark ediyorum ve bu defa da hangisini seçsem diye zorlanıyorum. Sonuncusu anlamlı, değerli, önemli bir şey olsun diye düşündüm ama galiba sıradan bir itirafla bitireceğim; övgü ve iltifatlar herkes gibi beni de gülümsetir, mutlu eder, çok sevindirir. Yani şöyle bir düşününce tutarlı bir tavır aslında bu. Sonuçta övülmek, beğenilmek için o kadar şey yapıyorum, nerdeyse bütün eylemlerim de onay görmek üzerinden şekilleniyor. Bu gerçeği kabul etmek biraz zor oldu ama beni büyük yükten kurtardı. Öncesinde kendime konduramıyordum ayıp bir şeymiş gibi, şimdiyse tadını çıkarıyorum.



ÇÜNKÜ BEN BEŞİKTAŞLIYIM YA

-mutlu-


Hamileliğimin son haftalarındaydım. Eşim bir akşam eve kucaklar dolusu çiçekle gelmişti. O kadar çok çiçek buketi vardı ki ev çiçek bahçesine dönmüştü. Vazo çiçeklerini pek sevmeyen biriyim ve aslında romantik jestler çoğu zaman bana komik gelir. Ama çok şaşırmıştım ve çok duygulanmıştım. Ertesi gün eşim beni iş yerime bırakırken arabada iş yerinden bir arkadaşı da vardı. Eşim o dönem ilçe belediyeye hizmet veren bir şirkette çalışıyordu. Arkadaşı eşime “ Dün zabıtanın çingenelerden aldığı çiçekleri ne yaptınız?” diye sorması ile benim eşimle göz göze gelmem bir oldu. Eşimin o an ki yüz ifadesini ne zaman hatırlasam gülümserim...


Çok yakın bir arkadaşımın son günlerde düşünceli ve kaygılı olduğunu fark etmiştim. “Paylaşmak ister misin?” diye sorduğumda oğlunun kreşindeki öğretmenlerinin oğlu ile ilgili bazı gözlemlerinin onu kaygılandırdığını anlattı.


Kerem adında beş yaşında çok neşeli bir oğlu vardı. Oğlunun görsel sanatlar dersinde sürekli siyah renk kullanıyor olması öğretmenini endişelendirmiş. Rehber öğretmeni ile görüştürmüşler ancak aile ilişkileri ile ilgili çok fikir sahibi olamadıkları için anne ile durumu paylaşmışlar. “Neden renk renk onlarca boya kalemi içinden sadece siyah renk ile resim yapıyor bu çocuk? İç dünyasında bir problem mi var? “ gibi yorumlarda bulunmuşlar. Ben çocuğu ve aileyi yakından tanıdığım için bana çok tuhaf gelmişti.

O gün Kerem kreş çıkışı iş yerimize gelmişti. Biraz sohbet ettikten sonra yaptığı resimlere bakmak istedim. Laf arasında da “neden hep siyah renk ile yapıyorsun resimlerini?” diye doğrudan sordum.


-“ Çünkü ben bekisstaslıyım yaa!” dedi.


Bu cevabı duyunca beni gülme tuttu. Annesinin de şaşkınlığı hiç gitmez aklımdan.


*


Çocuklar dünyanın en muhteşem varlığıdır benim için. Hesapsız oluşları, lekelenmemiş kalpleri, olaylara bakışları ve o muhteşem yorumları...


Çevrenin istediği gibi bir kalıba sokulmadan yetiştirilmeliler diye düşünüyorum. Her çocuk ayrı birer birey ve hepsinin çok güzel farklı becerileri, yorumları var.


Hiç beklemediğim anda verdikleri bir cevap, basit ama çok derin anlamlar taşıyan cümleleri ile o kadar çok gülümsememe neden olmuşlardır ki. Sanırım en çok çocuklar konu olunca gülümsüyorum.


GÜLÜMSE BAK İYİ GELECEK

-sehvenli-



Üzerinde pastel tonlarındaki yeşil elbisesi, beline bağladığı solgun bir gülkurusunu andıran önlüğü ile sağ elini göğsüne dayamış-heyecandan kalbinin hızla atışlarını teskin etmek istercesine- sol elinde tuttuğu aşk mektubunu okuyan genç bir kadının portresinde en çok dikkatimi çeken şey gülümser haldeki çehresi oldu. Portre o kadar canlı duruyordu ki, içimde, genç kadına yaklaşıp o heyecanla ve tebessümle okuduğu aşk mektubunu okuma isteği uyandı. Portreyi yapan Alman ressam Carl Von Bergen’in diğer eserlerinde de, çocuklar ve kadınların yüzleri de çoğunlukla gülümsüyor. 1900’lü yıllarda köyde yaşayan, bahçelerde tavuklarla, ördeklerle, kedilerle oynayan çocuklar, ağaçlardan meyve, çayırlardan çiçek toplayan, o dönemlerin giysileri ve şapkalarıyla poz veren kadınların resmedildiği tablolarda da yüzler hep tebessüm ediyor. Bu resimlere bakmak bana huzur verdi. Bir anlığına tabloların içine girmiş, oradaki doğayı solumuş gibi hissettim. Yüzümde gülümseyen bir ifade ile onları seyrettim bir süre.


Bazen sevdiklerimizle çektirdiğimiz fotoğraflara bakarken de böyle yüzümüzde bir gülümseme oluşur. Fotoğraftaki zamana döner o anları yeniden yaşarız. Mimiklerimiz, yüzümüzdeki ifadeler duygularımızın yansımasıdır. Bize iyi gelen şeyler gülümsetir, kötü olanlar ise rengimizi allak bullak eder. Sezen Aksu ne güzel diyor ‘’Gülümse’’ şarkısında;


‘’ Gülümse hadi gülümse

Bulutlar gitsin

Yoksa ben nasıl yenileyeceğim

Hadi gülümse…”


Bir formül veriyor sanki bize. Sen yeter ki gülümse. Bir tebessüm neredeyse dağıtır tüm olumsuzlukları. Olmazlar olur belki. Hiç de imkânsız görünmüyor. Hele bir gülümse.

Hayranlıkla baktığım minik bebeklerde, açması için sabırsızlandığım tomurcuk çiçeklerde, çeşitli şekillere benzettiğim masmavi gökyüzünde yüzen beyaz bulutlarda, düşüncelere dalmışken anımsadığım güzel anlarda, bazen de içine hüzün kaçmış, geçmiş gitmiş yaşanmışlıklarda, ne kadar iyi hissettiren şeyler varsa onları her hatırlayışımda yüzümde bir tebessüm oluşur.


Gülümsememize bazen acı eşlik eder bazen de hasret. Sevdiğimizin ayrılığı bir yandan canımızı yakarken bir yandan da belki de teselli bulmak adına onunla geçirdiğimiz güzel bir anın hayali canlanır zihnimizde. ‘’Acı acı gülümsemek’’ böyle bir halin yansıması olabilir. Bir de birilerine bir şeyler anlatmaya çalışır durursunuz da bir türlü anlamazlar ve de dinlemezler, kendi bildiklerini okurlar. Sizi ya da anlatmaya çalıştığınız şeyleri anlamak gibi bir dertleri de olmaz. Kendilerini duyarlar sadece. İşte böyle insanlar karşısında da bir tebessümle ‘’eyvallah’’ deyip çekip gitmek en güzeli olsa gerek.


HAVA DURUMU TAHMİNCİSİ

-herzi-


Annem hava durumunu kontrol etmeyi çok sever. Hobisi gibi bir şey. Çocukluğumdan beri bütün kanalların hava durumu programlarını yakalamaya çalışır. Öyle ki, insanlar genelde ana haber bültenlerinin saatlerini bilirken, annem hava durumu programlarının saatini ezbere bilirdi. Tüm gününü dışarıda geçiren ya da dağ tepe gezen biri de değil. Bu bana enteresan gelirdi.


Bu özellik, annemden bana geçti sanırım. Hava durumunu bilmek bana da iyi geliyor. Bu, belirsizlikten hoşlanmayan zihnimize nefes aldırmak gibi belki. Ya da bir sihirbazlık gösterisi gibi, bakalım yarın hakikaten yağışlı olacak mı, onun merakı.


Ben de birkaç yıl evvel birini keşfettim sosyal medyada. Hava durumu tahminleri yapıyordu ama asıl işi o değildi. Mühendisti ve bir şirkette çalışıyordu. Ama hava durumu onun için o kadar büyük bir tutkuydu ki, sonunda bir tane uygulama çıkardı. Anlatımı sıkıcı da değildi, hikayeleştiriyordu gökyüzü olaylarını. Ne kadar sevdiği yazılarından belli oluyordu.


Ben de sanki sevdiğim bir arkadaşımdan haber alır gibi yazdıklarını okuyordum.

Sonra bir gün dedi ki, “beynimde tümör var.” Hatırlıyorum, çok ciddiye almamıştım. Sanki nezle olduğunu söylemiş gibi “atlatır, ne olacak” diyordum. O tüm kötülüklerden muaftı, çünkü çok pozitif bir insandı ve tutkusunun peşinden gitmişti. Sevdiği işi yapıyordu. Ona bir şey olmayacağına inanmıştım.


İki yıl bu hastalıkla mücadele verdi. İyileşti sonra tekrar nüksetti, ameliyat oldu, iyileşti, sonra tekrar nüksetti. Bu arada hala çok pozitifti ve sürekli bu savaşı kazanacağını söylüyordu. Ben de buna yürekten inanıyordum.


Son ameliyatından önce artık yorulduğunu yazmıştı.


Sonra öldü.


Öldü. Birdenbire.


Birdenbire değil aslında. Ama o kadar konduramamıştım ki, bana birdenbire gibi gelmişti.


Tanışmamış olmamıza rağmen çok üzüldüm. Kalbim çok kırıldı. Nasıl yani, hem neşeli, hem tutkusunun peşinden gitmiş ve bunun için çok çalışmış, çok mutlu olmuş ve buna rağmen ölmüş müydü? Günlerce ağladım. Durdum durdum yine ağladım. Bu sırada garip bir şey fark ettim. Ağaçlar daha yeşil, daha canlı, gökyüzü daha mavi, günbatımları daha güzel, sabah camı açtığımda aldığım ilk nefes daha ferahtı. Ya da bana öyle geliyordu, onun yerine mi yaşamak istiyordum nedir..


Hem üzgündüm, hem şükür doluydum. Şaşılacak şey. Hem ağlıyordum hem de patlayasıya kadar çekiyordum ciğerlerime havayı ve gülümsüyordum. O günden beri de sanki güzellikleri daha çok görmeye başladım işte. Yeni açan bir çiçek beni gülümsetebiliyor veya sokakta oynayan bir çocuğun gözlerinin bir saniye için bana değmesi ve sonra oyununa devam etmesi veya güneş batarken gökyüzünde oluşan o muhteşem renkler.


Sanki her şey benimle konuşmaya başlamış gibi. Her gün olan bu sıradan şeyler mi bu kadar güçlüymüş yoksa gülümsemek mi kolaymış, emin olamıyorum.


Hava durumu tahmincisi, tutkulu, mutlu, pozitif olmasına ve hayalini gerçekleştirmiş olmasına rağmen öldü. Demek ki hayatın anlamı mutlu olmak değil, pozitif olmak da, sevdiğin işi yapmak da değil. Hayatın anlamı hayat.


Artık her gün, sırf bunu hatırlamak için dışarı çıkıyorum ve yeni açan çiçekleri bulmaya gidiyorum.


HİSLER HAPİSHANESİ

-saturnuslog-


Gülümsemek kadar güzel, fonetiği bile insanda olumlu hisler uyandıran bir kavramın bende yarattığı etki daha çok travma diyebilirim. Gülümsemeyi çok severim. Çevremde neşeli biri olarak bilinirim. Seni gülümseten üç şey nedir diye sorsalar üç rakamının bunu kaldırabileceğinden şüphe duyarım. Dans etmek, güzel bir yemek yemek, müziği güzel bir şarkı duymak, resim yapmak, bir sanat eseri görmek, kitap okumak, doğanın içine yolculuk yapmak…


Travma bunun neresinde diye soran iç sesleri duyar gibiyim. Hayatımın bir döneminde aileme göre yanlış bana göre ise pek de yerinde bir karar aldım. Belki de aldığım bu kararın en yakıcı kısmı, ailemin kararlarıma ve seçimlerime saygı gösterip beni desteklemelerini veya yol göstermelerini beklemek gibi bir aptallık yapmamdı. Sonucu benim için ağır oldu. Uzun bir süre dışarı çıkmam yasaklanmıştı. Okuldan eve evden okula bir hayat sürmeye başlamış, hiç istemediğim bir yerde sevmediğim insanlarla hapishane hayatı yaşamaya başlamıştım. Üstelik üzerinden yıllar geçmesine, büyümeme, değişmeme rağmen verdiğim kararın hala yanlış olduğunu düşünmüyorum. Zaten çoğumuz kendi doğrularımızın cezasını çekmiyor muyuz?


Özgür ruhlu, hapishane hayatı ve baskıya gelemeyen biri olarak kaldığım yer beni her geçen gün içten içe öldürüyordu. O evde ne kadar üzgün, öfkeli ya da sinirli olursam olayım, gerçek duygularımı yaşamam yasaktı. Zaten ev halkı da maskelerle yaşayan insanlardan oluşuyordu. Herkes sürekli gülümsemek zorundaydı. Ağlamak yasaktı. Ağladığımı gördükleri zaman bağırıyorlardı. Sürekli “gülümsemek” zorunda olmak… Hayır! Bu psikolojik bir dizi değil.


Oradan ayrılabildikten sonra uzun bir süre gülümsemediğimi hatırlıyorum. Başta anlattığım güzel şeyler bile beni gülümsetemiyordu artık. Hisleri bastırılmış insanların gerginliği içinde yaşıyordum. Ama her şey gibi bu da geçti. Artık daha çok gülümsüyorum o kaçırdığım günlerin hatırına. Daha çok ağlıyorum bastırdığım her duygu için.


ÜÇ ELMA

-bir başka dünyadaki-



Gülümsemek bana en sevdiğim meyveyi yemek gibi gelir. Ki en sevdiğim meyve elmadır. O yüzden gökten üç elma düşer benim de yüzüm güler.


İlk elma çocuklar; çocuklar beni anında gülümseten şeylerin başında geliyor. Bir çocuk gördüğümde içim umutla doluyor.


Geçmiş hükmünü yitiriyor tam o sırada ve geleceğe dair düşüncelerim yok oluyor.

Bir çocuğun gözleriyle karşılaşmak, o gözlerdeki ışıltıya, sıcaklığa tanık olmak kalbimi ısıtıyor.


Belki de kendi içimdeki çocuğun unuttuğu şeyleri hatırlıyorum o bakışlarda. Yargısız sevmeyi, keşfetmeyi, bir başkasına sadece onu tanıma, merak etme güdüsüyle yaklaşmayı. Sebepsiz gülümsemeyi.


İkinci elma; merhaba. Hiç tanımadığım birinin, yanımdan geçerken "Merhaba günaydın, iyi akşamlar" demesi beni anında gülümsetiyor. O an içinde bulunduğum duygu durumunu hızlıca değiştiriyor. Yalnız hissediyorum bazen kendimi yolda düşüncelere dalmış yürürken. Böylesine beklenmedik sıcak bir sesleniş bana yalnız olmadığımı hatırlatıyor.


Bu küçük tatlı hediyeyle, akşam saatlerinde karşılaştıysam eğer, gün içinde olumlu ya da olumsuz duygulara dair aldığım tüm notlar sanki temize çekilir.


Sabah güne yeni başladığımda karşılaştığımda ise, gün içinde o küçük an ara ara aklıma gelip beni gülümsetir.


Üçüncü elma; Çiçek. Kaldırımın ortasına taşların arasından çıkmayı başarmış bir çiçek gördüğümde gülümserim. Yanımda biri varsa büyük bir coşkuyla hemen ona da gösteririm. Çünkü üzerine ne kadar yük binerse binsin ne kadar engellenirse engellersin büyüyebilmek, tüm güzelliğini yansıtabilmek için her zaman bir yol bulunabileceğini bana kanıtlıyor bu çiçek. Bir karınca olup o çiçeğe sarılasım geliyor.


Şimdilik sadece üç elma sıralasam da, gülümsemek ve gülümsetmek için çok neden var hayatta.



MÜTEBESSİM HATIRALAR

-seyyan uslu-


“Tebessüm, kana en hızlı karışan ilaçtır.”

Charlie Chaplin


En rahat paylaştığımız şeylerden biridir tebessüm; cimrilik etmeyiz, arkasından da baktırmayız. Mutlu olunca güler, gülünce de mutlu oluruz. Hem etken hem de edilgendir gülmek.


Gülümsediğim birçok şey var. Bunu nasıl üç şeye indirgeyip yazabilirim, diye düşünüyordum. Sonra kendime, neden en samimi ve en içten gülümsediğim üç şeyi yazmıyorum, dedim. Bu çok iyi bir fikirdi.


Beni gerçekten gülümseten ve huzur veren şeylerden biri; sabah uyanınca kulağıma gelen çay kaşığı tıngırtılarıdır. Nereden geldiğinin hiçbir önemi yok. Bu sesi duyduğumda zihnimde imlenen şey huzurlu bir aile tablosudur. Ne halde olursam olayım bu tıngır mıngır sesi duyunca ağzım kulaklarıma varır, tebessüm ederim. Huzurun sesi ne diye sorarsalar cevabım bellidir; çay kaşığı tıngırtısı.


Beni mutlu eden ve yüzümde güller açtıran ikinci şey; minik başarılarımdır. İnsan bir şeyler başardığında veya faydalı bir iş yaptığında mutlu olur ve benlik saygısı artar. Buna çok inanıyorum. Geçenlerde de enstrümanımdan uzun çabalardan sonra çıkardığım sol notası için böyle gülümsemiştim.


Üçüncü içtenlikle gülümseten şey karşılaşmalardır. Mesela yolda yürürken rastladığım dostum ya da çok sevdiğim bir mısraı ummadığım bir kitapta görmem…


Tam tarif edemeyeceğim bu gülümsemeyi ama bir anımı anlatayım. Lisans yıllarımda çokça kütüphaneye gider araştırma yapardım. O zamanlar tarihçilere ve filozoflara meraklıydım. Bir şey bulduğumda havalara uçar aklımın bir köşesine not ederdim. Şimdi o notların hiçbirini hatırlamıyorum. Onların üstündeki tozu alacak, onlarla ilişik bir şeyle karşılaşmam gerekir ki ortaya çıksınlar. Bunun için çabalamanın boşa kürek çekmek olduğunu bilirim. Ancak rastlantıyla olur böyle hatırlamalar. İşte o rastlantıdan biri:

Kitap okurken, literatürde pek bahsedilmeyen, ancak aklımın köşesinde yer edinmiş bir filozofun cümlesiyle karşılaştım.


Sanki bir rüzgâr esti tozlar uçuştu da kıymetli taşlar, kumlar altından çıktı. İşte o anda paha biçilmez bir tebessümle gülümsedim.


Nihayetinde insan beyninin, bu güzel hatıraları nasıl ve nerede muhafaza ettiğini içten gülümseme ile tefekkür deryasının sonsuzluğuna dalıyorum.



NE GÜLÜMSETİR SENİ, DEDİ İÇ SES

-dalgın canbaz-



Ne gülümsetir seni dedi iç ses, ilk başta, şaşırtan, rutini kıran, her türlü tatlı şey, tatlı an. Ve bu anları hatırlamak, sanki sıkıştığında bir çekmeceyi açıp, o mutlu ana tekrar sarılmak. Tesadüfen karşılaştığın sevdiğin bir insan ve o insanla yaptığın sohbet, hiç beklemediğin anda açan bir çiçek, çok uğraştığın bir işin, bir anda kendiliğinden bir yola girmesi, hayatta olduğunu hissettiren mucizevi anlar…


Sonra hayaller, hayal kurmak her daim gülümsetir beni. Düşüncelerimle yaşamak, kendimle düşüncelerimde sohbet etmek de. Sanki, kendi içimden konuştuğumda, hatta heykellerimi hayal ettiğimde her şey büyülü, ama yazıya, çiziye, heykele döktüğümde o büyü kayboluyor, kendimi yeterince iyi ifade edemiyor gibi hissediyorum kendimi. Acaba anda kalamama halinden mi bunlar, yoksa geleceğin, kendinin şu anki halinden daha iyi bir hal olma olasılığını taşıdığını düşünmemden mi?


Sonra sevdiklerim, onların varlığı her daim gülümsetir. İyi olmaları, beraber olmamız, bütünlük duygusu, kendi varlığının faydalı olmaya çalışan halini hissetmek ve onların varlığı üzerinden, kendini varlığını hissetmek hep iyi gelir.


Ama üretmek, çok zor tanımlaması benim için. İlk başta mutluluk verici, sonra acı, sonra tekrar mutluluk verici, ama asla başka türlü var olamayacağımı hissettiğim bir varoluş biçimi… Gülümsetiyor mu yaptıklarım belki, biraz…



SİYAH PİRAMİTTEN GEÇEN BEYAZ IŞIK

-milenay karga-


Hayatı, fonda karanlık ve üstünde renklerin olduğu engebeli bir yüzey gibi düşünürüm hep. O renkleri ben görmek istersem görürüm. Çoğu zaman o karanlık beni farkında olmadan sarıp sarmalar, derimden içeri sinsice sızıverir. İçime içime işleyip, göğsümün tam ortasında bir ağırlık, boğazımda bir düğüm olur. Bir zaman debelenirim onun içinde koşarım, koşarken de duvardan duvara çarpıp yaralanır, kanarım, yorgun düşerim. Bir süre de böyle geçer... Sonra ne olur bilmem ama bunu reddederim, beni yutmasına izin veremem derim. Böylece renkleri hatırlarım gök mavisini, güneş sarısını, yaprak yeşilini, nar kırmızısını, bulut beyazını...şuralarda bir yerlerdeydi derim yani görmek isterim renkleri çünkü başka yolu yoktur karanlığa boyun eğmememin.


İşte üzüntü ve mutluluk budur bana göre. Hayat zor ve üzülecek çok şey var. Ama hayatımızda en umutsuz anlarda bile devam etmemiz için güç kaynağı sebeplerimiz de var. Benim için bunların başında; sevdiklerimin sağlıklı varlıkları, vicdani huzurla çektiğim uyku ve doğayla iç içe olmak gelir. Ne zaman o yüzeyde karanlık çoğalmaya başlayıp o dipsiz çukurun içine çekildiğimi hissetsem Evet derim şu an karanlık ama renkler var ve hep olacak...



HER NASILSA TEKRARLANABİLEN MUTLULUK ANLARI

-canderel-


Beni en çok gülümseten üç şeyi yazacağım... İlki, kendime çok ama çok gömülmüşken, burnumun güzel kokulara açık olması gerektiğini unuttuğum bir zamanda, baharın ilk günlerinde, çiçek açmış ağaçlardan gelen kokular. Beklenmeyen koku beklenmedik bir şekilde insanı hayata bağlıyor, bu gülümsemeye ‘hülyalı gülümseme’ diyelim. İkincisi, bu sefer evin içinde, meşgulüm, kedimi bir ara etrafta görmüşüm ama elimdeki işe dönmüşüm, en sonunda üzerimde ısrarla duran iki gözü fark ediyorum, büyük ihtimalle mama isteyen kedim kımıldadığımda haberdar olmak istiyor, kimsenin kimseye o kadar uzun süre bakamayacağından eminim, ciddiliği beni gülümsetiyor, ‘ben bu kadar önemli biri değilim ama sen bilirsin gülümsemesi’ olsun bu da. Üçüncüsü ise beş yaşındaki yeğenimi neredeyse her gördüğümde söylediğim uyduruk şarkıları hem gülerek hem de ‘ne söylüyor bu kadın yahu’ ifadesiyle dinlemesi beni çok eğlendiriyor, bu da ‘yeğenine bir şekilde kendini sevdirmeyi başarmış teyze gülümsemesi’ olabilir, en uzun süren gülümsemem de bu oluyor.


TAROT FALI

-melike yılmaz-


Tarot fallarında bazen açılımlar geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman için yapılır. Üç tane kart seçersin ve o üç kart üç farklı zaman dilimini temsil eder. Bugün hayatımdan üç kart seçiyorum. Birincisi çok eskiden hatta hayal meyal hatırlıyorum. Dört yaşındayım evimizin olduğu sitenin bahçesinde dalmaçyalı bir köpek vardı onu sevmeye gidiyordum meğerse köpek doğurmuş ve yanında altı tane yavrusu varmış. Ben yaklaştıkça yavru köpekler daire biçiminde etrafımı sardı üstüme çıkmaya çalışıyorlardı ama ben de onlardan belki iki ya da üç karış büyüktüm. Korkuyla ve heyecanla bir yardım eli beklerken karşıda annem gülüyordu hatırlıyorum. Şimdi düşününce ben de gülümsüyorum. Gülümseten şeyin sebebini tam olarak bilmesem de saf bir an gibi geliyor. Şimdi yavru köpekler etrafımı sarıp üstüme çıkmaya çalışmıyorlar belki de bu yüzdendir.


O yıllardan bu zamana gelince aklıma arkadaşlarımla gittiğimiz tenis kursu geliyor. Gittiğimiz kurs sosyal medyayı oldukça aktif kullanıyor ve kursiyerlerinin kurs esnasında çektikleri fotoğraflarını paylaşıyorlar. Bizim de fotoğrafımızı çektiler ama paylaşacaklarını mı düşünmedik ya da umursamadık mı bilmiyorum. Eve geldiğimizde sosyal medya hesabında kendimizi görünce şok olduk. Bizi güldüren kısım ise bizden önce paylaştıkları kişilerin bize göre çok iyi görünmeleriydi. Belki yazınca komik olmadı ama aklıma geldikçe kıkırdayıp duruyorum. Bu anının sadece bana ait olmaması ve aklımıza geldikçe hepimizin güleceğini bilmem beni daha da gülümsetiyor.


Şimdi ise gözlerimi kapatıp biraz ileriye sarıyorum hayatı. Öncelikle çok şık görünüyorum. Yıllar bana teğet geçmiş. Büromdan çıkıp ailemin evine doğru gidiyorum herkes oraya gelecek hep beraber akşam yemeği yiyeceğiz. Annem çok güzel yemekler yapmış. Kokusu yıllar öncesine bile uzanıyor. Sofra kurma telaşesini, çatal bıçak seslerini ve kahkahaları duyuyorum. Gözlerimi açınca da yüzümde kocaman huzurlu bir gülümseme var. Yıllar geçtikçe her şeyin istediğim şekilde yoluna gireceğini ve bu süreçte ve yolun sonunda her zaman ailemle o kalabalık, huzurlu sofrada oturacağımı düşünmek içime huzurla karışık bir mutluluk veriyor. Farklı zamanlarda bakılan tarot o anki enerjinizle farklı kartlar çekeceğinizden her zaman farklı çıkar. Size verilmek istemen mesaj hep farklıdır. Bu yüzden çok sık baktırmamak gerekir. Bugün çektiğim kartlar, hatırladığım anılar bunlar. Falsız da kalmayalım temennisiyle…


ÜÇ ŞEY

-nehir niş-


Düşündüm de aslında beni gülümseten çok şey var. Genel anlamda sürekli gülümseyen biriyim. Beni gülümseten üç şeyi bulmak için yazmaya başlamaktan başka çarem olmadığını anlayıp sonunda bir yerlerden başladım.


İnsanların bana gülümseyerek selam vermesi beni gülümsetir. Nedenini bilmiyorum. Belki de beden dilinde karşımızdakinin davranışını belirleyebilme teorisidir. Birinin bana şefkatli ve içten bir gülümsemesi ne kadar kötü ve karmaşık bir durumda olursam olayım bana iyi gelir ve gülümseyerek karşılık veririm. Samimiyetsiz ve zoraki gülümseyişlere hiçbir mimik ve hareket belirtisi göstermeyen yüzüm, içten bir gülümsemeyi karşılıksız bırakmaz. Bana göre bu hangi ilişki şekli ve düzeyi olursa olsun iyi bir başlangıçtır. İş, aile ve arkadaş ortamlarında ya da yabancı bir ortamda ilk kurulan iletişimdir benim için.


İkinci olarak okuduğum bir kitap ya da şiirde kendimi bulmam. Defalarca okuyabilir. Bir süre yanımda taşıyabilirim söz konusu kitap ya da materyali. Arkadaşlarımı bezdirene kadar da onlara aynı yerleri okurum. Aynı dokunuşları hissetmek, aynı varoluş sancısını çekmek, aynı arayışların peşine düşmek yazar ile. Bu bende sersem bir gülümseme yaratır. Hatta coşturur. Hani aşık olur sarhoş gibi gezersin ya ortalarda aynen öyle. Kendime ait bir zamanda birlikte yolculuk gibi. Başka birisiyle ortak duyumsanışlar. Dile getiremediğim, sözcüklere dökemediğim düşünüşlerimle karşılaşma hali. Yalnız olmadığımı hissederim. Müthiş bir histir bu.


Üçüncü gülümseten olay ise güzel bir manzara karşısında hayretle karışık gülümseyiş. Thomas Bernhard bir kitabında “İnsan insanlarla sadece kirlenir” der. Ve insan gözün gördüğünün ötesini de görerek doğanın mucizevi varoluşu karşısında temizlenir bana göre. İnsanla kirlenip doğayla temizlenmek. Manzaranın karşısında iyi hislere kapılmak, yaşama dair umut etmek, mükemmelliği karşısında hayrete düşmek, sonsuz olan sonluluğu düşünmek derin bir gülümseyiş kaynağıdır benim için. Hele ki o gülümseyiş derinliğini de başka birinde fark etmek nadir rastlanan bir tesadüf. Henüz böylesi bir tesadüfle rastlaşmadım.


Hayatımda iz bırakan üç şey karşısındaki gülümsemelerim su üstünde koca halkalar oluşturarak büyüdü.


EN İYİ YAPTIĞIM ŞEY

-msy-


Herkesin vardır bulunduğu ortamlarda her şeye gülen hatta gülmeyenlerin yerine bile gülen bir arkadaşı. Bilirsiniz işte onlar gülümsemeyi mutluluğun bir yansıması olarak görürler. Ben de onlardan biriyim. Gülmek bu hayatta yaptığım en iyi şey diyebilirim. Bu yüzden beni gülümseten üç yüz tane neden sayabilirim. Fakat bazı gülmeler ne kadar içtense bazıları da alışkanlıktan ibaret oluyor. Bu işin sinirden gülmeler kısmı da var tabii ama ben içten, mutluluk belirten gülümsemelerden bahsedeyim:


İlki, çocuklar… Çocuklar beni çok mutlu ediyor. Yolda gördüğüm veya aynı ortama girdiğim bir çocuğu gülümsetmek ve onun gözlerindeki mutluluğu görmek içimi sımsıcak yapıyor. O zaman gerçekten içten gülümsediğimi hissediyorum. Sanırım, onların kalplerinin tertemiz olduğunu hissetmemden kaynaklanıyor.


İkincisi yemek… Şanslı olduğum konulardan birisidir bu; yemek yiyip kilo almayanlardanım, herkesin yerine güldüğüm gibi herkesin yerine yemek de yerim. Hatta o kadar iştahlı yerim ki aynı sofraya oturup da iştahlandırmadığım kimseyle karşılaşmadım. Bu konuda çok iddialıyım. Yemek ayırt etmem ama öncelik olarak gördüğüm yemekler de illaki var. Hatta yemeğin türüne göre gülümsememde artma ya da azalma olduğu doğrudur. Bir sözle de bunu taçlandırmak isterim. “insanlar sizi üzebilir ama yemekler asla.”


Üçüncüsü ise, yine üstteki maddeye bağlı olarak yemek, pasta, tatlı yapmak. Yemesi kadar hazırlaması da beni mutlu eder. Bir insan yemek yaparken gülümser mi? Gülümsüyorum. Bunun nedeni de yemek yapmayı bir sanat olarak görmem ve o yemeği ortaya çıkardığımda da eseri ortaya çıkarmış gibi hissetmem. Hele insanların yedikten sonraki oluşan o memnuniyeti beni daha çok gülümsetip mutlu eder.


Yemek maddesinden bile yüzlerce gülümseme nedeni ortaya çıkarabilirim, dediğim gibi en iyi yaptığım şey. Çünkü seviyorum, gülmeyi ve beni güldüren her şeyi.


GÜLÜMSEYEN BEN

-ayşe menekşe-


Beklemediğim anda açan bir çiçek mesela, ani gelen, ummadan. Gördüğüm anda kalbimde yarattığı mutlulukla gülümseme gelir aniden... Sürprizli. Her ne renkse. Var olanı görmemi sağlayan, varlığımı hatırlatan bi’ itkeç.


Denize bakmak bir de. Sonsuz mavide gökle birleşen halleri. Bazen dalgalı bazen durgun. Ama her haliyle huzurlu. Her haliyle kendi...


Bir de kendime bakıp ''Seni seviyorum kadın!''derkenki ânım.

Hepsi varoluşsal krizlerimin belki de anlamlandığı anlar. Biter mi kriz anları? Hayır. Hayatımızın sonuna kadar hayır. Ama anlık evet.


Canım Herakleitos ne güzel demiş: ''Değişmeyen tek şey değişimdir.'' İşte bu hallerimiz de dediği gibi. Hep değişim halinde. İyiyken kötü, kötüyken iyi olur. İnsanlığın insan olma zamanından beri süregelen bir devinim. Aynı kendiliğimin başından beri olduğu gibi.

Gülümsediğimiz anların çok, varoluşumuzun anlamlı olma halinin en üst seviyesini yaşamak dileğimiz.


Sevgiyle...




30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page