top of page
Ara

ree



Bu haftanın normal insanlar konusu "bir çocuğun size verdiği unutamadığınız bir dersi anlatın." idi. Yazar arkadaşlarım yine birbirinden ilginç yazılar yazdı.



Haftanın yazıları:







ROBIN HOOD

-huzursuz beyin-


Çocukları severim, onlar da beni severler. İlk karşılaşmamızda bile sanki önceki hayatlarımızda bir tanışıklığımız varmış gibi aşina oluruz birbirimize. Onlarla konuşurken sesimi asla bebeksi yapmam, daha anlayışlı veya şefkatli bir tonda konuşmam. Otuz sekiz yaşındaki Ahmet’le nasıl konuşuyorsam öyle konuşurum; tabii epey otosansürlenmiş halimle. Onları masum veya melek olarak görmem. Çıkarcılıklarını, benmerkezciliklerini ve her şeye şaşırmalarını ilgiyle izlerim.


Bir de -meli, -malı’lı konuşmam. Eğer sınıflarındaki arkadaşlarını dövmekten bahsederlerse bunun iyi bir fikir olmadığını söylerim. Paramı çalarlarsa, bu durumdan hoşnut olmadığımı belirtirim. Ve anlarlar.


Çok sevdiğim dostlarımın oğulları Çınar’ın özel bir yeri var. Gezi’nin ilk gününde doğduğu için onu üstümde biber gazı sinmiş halimle okşamıştım. Bu yüzden bazı dengesizliklerinden dolayı suçluluk duyuyor olabilirim. Biraz büyüyüp çizgi film izlemeye başladığında, çocukluğumda en sevdiğim çizgi film olan Robin Hood’u koydum önüne. 73 yapımı olduğu için renkler soluk, hareketler yavaş geldi. Yine de izledi benimle. Çocukları bilirsiniz, flört günlerindeki sevgili gibidirler: sizinle oldukları sürece en sıkıcı şeylere bile katlanabilirler.


Çocukken yüzlerce kez izlemiştim Robin Hood’u, zenginden alıp fakire veren kahramanlık hikayesinden büyülenmiştim. Hayallerimde oklarımla annemi babamı kurtardığımı hatırlıyorum. Sonra yaş ilerleyince kasabın kızını da eklemiştim listeye. Merakla Çınar’a sordum, “ne düşünüyorsun?” diye. Kahramanlığa, iyiliğe, adalete dair bir şeyler söylemesini bekledim. Bana “Robin Hood’un arkadaşı olsaydım fakir taklidi yapardım.” dedi.


Beklemediğim ama hak ettiğim bir yanıttı.


Sansürlenmemiş bu saf insanlık hal hoşuma gitti. On yaşındayken de, kırk yaşındayken de kahramanlık hayalleri kurarken nihai amacım asla iyilik etmek değil, sevilmek, sayılmak oldu. Eş gördüğüm insanların üstünde bir statü istedim. Ama bu gerçeği kendimden bile saklayabilecek kadar frontal lob sahibiydim.


Bugün bana dünyayı kurtarma gücü verseler, elbette bu gücü kullanırım. Ama kurtardığım her bireyin bana borçlu olduğunu bilmesini ve bana sonsuz saygı göstermesini de isterim. Yoksa, ne halt ediyorlarsa etsinler.



MURAT GİBİLER İÇİN TEVEKKÜL BİR TERCİH DEĞİLDİR

-edward bloom-


Murat’la ilkokul arkadaşıydık. Çok fakirlerdi. Hatta yoksul. Bayramlara birkaç gün kala öğretmen Murat’ı çağırır, bir poşet verirdi. İçinde bayramlık ayakkabı, kazak ya da pantolon olduğunu bilirdik. Bazen de eline üç beş kuruş sıkıştırırdı. Murat o paraya dokunmaz, eve götürürdü. Kooperatifin önünde simit, ayran, gazoz sırasına girmezdi hiç. Fakirliğinden başka hiçbir özelliği olmayan Murat’a gösterilen ilgiden çok rahatsız olurdum. Üstünün başının halinden, pantolonundaki yamadan, ayakkabısındaki delikten, yüzündeki kararmış ter izlerinden utandığım bir tiksinti duyardım. Okumak için gösterdiği çaba, öğretmenin ona harcadığı fazladan emek beyhudeymiş gibi gelirdi bana. Ben okula gitmekten, sınıfta olmaktan nefret ederken o hiç devamsızlık yapmaz, öğrenmek, başarmak için çabalar dururdu. Ondaki sakinlik, tevekkül beni sinir ederdi. Bu kadar fakir, gariban, çaresiz olmasına rağmen gözlerinde hep sakin bir ışıltı vardı.

İlkokul bittikten sonra, 96 yazında bir akşam Murat’ı televizyonda, yerel bir kanalın haber bülteninde gördüm. Evlerinin önünde birkaç arkadaşı ve akrabasıyla yerde oturuyorlardı. Daha doğrusu çökmüşlerdi. Başını kaldırıp kameraya baktı birkaç saniye. Gözlerinde şimdi öfke, isyan, nefret vardı. Amcası ölmüştü Murat’ın. Uzun zamandır cezaevindeymiş. Ölüm orucundaymış.


Murat’ın amcası gibiler için ölüm orucu bir seçenek değildi. Onlar zaten hep oruçluydular. Murat gibiler için de tevekkül bir tercih değildi. Tevekkül etmediklerinde ölüyorlardı. İşte o küçük çocuk, Murat, 96 yazının o akşamı kameraya baktığı o birkaç saniyede bana bunları öğretti.


BEN VARIM

- ayşe çetinkaya -


Dördüncü sınıftaydık. Bir çocuk vardı, adı Mevlüt. En arka sırada otururdu. Dersi dinlemez, tahtaya hiç bakmazdı. Teneffüslerde en koşturmalı oyunları oynardı, sınıfa ter içinde gelirdi. Önlüğünün kolları, yakalığı kirli olurdu. Ben hiç görmemiştim, ama çarşıda mendil sattığını söylüyorlardı. Ailesi çok fakirmiş, harçlığını kendi çıkarıyormuş. Sanırım ben Mevlüt’le hiç konuşmadım. Çok uzak gelirdi bana, konuşsak da birbirimizi anlayamazmışız gibi. Öğretmen de pek sevmezdi Mevlüt’ü, sorularına cevap veremeyince küçümserdi, kızardı.


Devlet okulunda zengin arkadaşlarımız da olurdu, fakir de, akıllı da, dört işlem öğrenemeyen de, temiz düzenli de, sümük yiyen de. Özel okullar aile çok zenginse ya da çocuk başarısızsa tercih edilirdi o zamanlar. Bizden birkaç dönem sonra ise özel okula gitmeyen çocuk yoktu etrafımda. Hepsi akıllı telefon yarıştırıyor, öğretmene küfredip akşam evde öğretmeni babasına şikayet ediyor diye düşünürdüm.


İki sene önce TEGV’de gönüllü oldum, İngilizce derslerine giriyordum. Oradaki öğrencilerimde de bizim zamanımızdaki sosyoekonomik çeşitliliği görünce şaşırmıştım. O sınıfta öğretmen değil de, arkadaşları olabilirdim.


Dikkatimi ilk günden çeken ve ismini ilk öğrendiklerimden biri olmuştu, Rıza. Benimle göz teması kurmuyordu. Dersi dinlemiyordu, şarkıları söylemiyordu. Havaların ısındığı ve birilerinin dışarı silgi fırlatıp peşinden pencereden atlamaya kalkıştıkları bir günde, Rıza da arka tarafta koşmaca ve önüne çıkana çarpmaca oynuyordu. O haftaki alıştırmaları eksik fotokopi etmiştim ve kağıt yetişmeyen bir kızım duruma çok gücendi. Ağlamasını durdurmak için fotokopi odasına gitmem gerekiyordu, çünkü arkadaşıyla ortak çalışmak gibi seçeneklere ikna olmamıştı. Rıza’nın birilerinin kafasını kırmasını engellemek için, “Rıza benimle gelir misin, fotokopi çekerken yardımına ihtiyacım var” dedim. Koşa koşa geldi. Birlikte çıktık, fotokopi çekerken boş kağıtları o tuttu, çıkanları da sınıfa o taşıdı. Teşekkür ettim, ilk defa gözlerimin içine baktı, gülümsedi. O günden sonra dersi hala dinlemese de dediklerimi dinlemeye ve sanırım benimle empati kurmaya başladı. “Sen öyle yapınca üzülüyorum” deyince, yaptığı şeyi bırakıyordu artık. Birbirimizin varlığının farkına varmıştık.


Aslında hepimizin “ben varım” deme şeklimiz çok farklı. Fakat hepimizin vakti kısıtlı ve birbirimizi standartlara tabi tutuyoruz. Rıza ile bunu fark ettikten sonra Mevlüt’ü de çok düşündüm ve merak ettim, acaba denesem benimle konuşur muydu, kendince “ben varım” derken çok yoruluyor muydu, diye.


VAZGEÇMEME HAKKI

-canderel-


Yıllardır yazmak istediğim, yazmayı denediğim, ama yazarken duygusal bir bataklığın içinde debelendiğimi fark ederek yarım bıraktığım, küçük bir çocuğun çok kısa süren hayat hikâyesini bu sefer yazabilmeyi umuyorum. Yirmi küsur yıl oldu, ismini unutmadım, anne babası yanlarında çalıştıkları çiftlik ağasının adını vermişler dördüncü bebeklerine. Casim ağayı hiç görmedim, bir kere çocukların aşısı için çiftliğine gittim, büyük, yeni ama yine de bakımsız bir ev, çok kadın, çok daha fazla çocuk. Casim’in ailesinin kaldığı yer, ev denemez, tek penceresinde kalın bir naylon olan tek bir oda. Casim’in annesi tuhaf bakıyor, ‘yarı deli’ diyorlar etraftan, arada bir kaçıp gidiyormuş. Babanın bakışları da farklı değil, ikisi de başka dünyadalar, çok uzaktalar. Annenin sütü yok, ağır sigara içiyor, Casim o yöredeki diğer pek çok bebek gibi suyla ıslatılmış bebe bisküvisiyle besleniyor. Beklendiği üzere gelişme geriliği var, kışın bir kez zatürre teşhisi koyup tedavisine başlıyoruz, kurtuluyor. Ardından yaz geliyor, arka arkaya ishal vakaları başlıyor ve Casim’i de getiriyorlar, kim bilir kaç gündür ishali var, çok sıvı kaybetmiş. Hastaneye göndermeden önce biraz toparlamak için ağızdan sıvı tedavisini hazırlayıp başlıyoruz. Bu çok kısa süren anı anlatabilecek miyim emin değilim ama iyi de hatırlıyorum bir taraftan. Anne gelmemiş, babanın bakışları yine bizden çok uzaklarda, telaşlı değil, hiçbir duygusunu anlamam da zaten mümkün değil. Bizler çaresiz ve bezgin hissediyoruz, daha önce de olmayacak sebeplerden bir sürü çocuk kaybetmişiz, çok hasta var, sıcak var, perişanlık var… Kendisini çevreleyen bu ruh halindeki insanların arasında ne yapması gerektiğini bilen bir tek Casim’in olması beni çok şaşırtıyor, biz yavaş yavaş sıvısını içirirkenki ciddiliği, çabası. Sanki herkesin kendinden umudu kestiği bir ortamda onun da vazgeçmiş olması gerekiyor ama işte öyle değil. Küçük bir çocuğun yüzünde yetişkin insan kararlılığını görmenin çok dokunaklı bir şey olduğunu anlıyorum. Ne var ki benim bunu anlamamın bir faydası olmuyor. Babaya sevk evraklarını veriyoruz, ne olur ne olmaz diye ilaçlarını veriyoruz, bir şeyler anlatıp gönderiyoruz, bitiyor o iş günü. Birkaç gün sonra çiftliği aradığımda Casim’in hastaneye hiç götürülmediğini, öldüğünü öğreniyorum, bende de içime dert olan hikâyesi kalıyor yalnızca…



ANNEMİ BİR DE BEN YORMAK İSTEMEDİM, ÖĞRETMENİM

-mutlu-


Bundan yaklaşık beş yıl önce bir ilkokulda çocuklara eğitim veriyordum. Anneler günü haftasında çocukların anneleri ile birlikte yapabileceği bir projeyi ödevi olarak vermiştim.

Sınıfın neredeyse tamamı ödevlerini tamamlamış ve büyük bir heyecanla teslim etmişlerdi. Bir öğrencim ödevini teslim ederken annesi ile birlikte değil tek başına yaptığını söylemişti. O kadar ilgili ve çocuklarının eğitimini önemseyen bir annesi vardı ki bunu söylediğinde çok şaşırmıştım.


Bir sorun mu var acaba diye merak edip nedenini sorduğumda aldığım cevap yedi yaşındaki bir çocuktan hiç beklemeyeceğim olgunluktaydı.


“Öğretmenim benim abim Mıstık hasta ve annem onunla ilgilenirken o kadar çok yoruluyor ki bir de ben yormak istemedim o yüzden de tek başıma yaptım” demişti.


Meğer Mustafa adında otizmli bir abisi varmış. Annesinin yorgunluğunun o kadar farkındaydı ki tek başına yapabileceği işlerde annesini yormak istemiyordu. Belki erken olgunlaşan ya da kendini ikinci planda gören bir çocuktu. Ama bir o kadar da ince düşünceli, sevgi dolu bir evlat ve kardeşti.


O gün biz yetişkinlerin birbirimizin hayatını sürekli zorlaştırmak yerine bu çocuk kadar hassas olabilsek keşke diye düşündüm. Sevdiğimiz insanların karşılaştığı zorlukları gördüğümüzde, onlara yardımcı olmayı denesek hem hayatımız hem de ilişkilerimiz nasıl da güzel olurdu değil mi?


ALBERO NOCE

-karahindiba-


Bir zaman önce yeni bir dil öğrenmeye karar verdim. Süper aristokrat bir karakter olduğum için kendime bir operayı altyazı olmadan izleyebilme hedefini koymuştum. İtalyanca'nın ekseriyetle operaların orijinal dili olduğunu çoğu insan bilmez. Çoğu kişi ömründe operaya bile gitmemiştir. İşte ben bu küçük göletteki büyük balık olmak üzere İtalyanca öğrenmeye başladım. Hedefe odaklanmıştım. Ekmek, su, kedi eti yedi derken kelimelerin kökenlerini fark etmeye başladım. Türkçe ve İtalyanca'da hatırı sayılır derecede ortak kelime olduğunu fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Böbürlenmek için aradığım konuyu bulmuştum. "Biliyor musun? Palyaço aslında İtalyanca'dan geliyor ama pagliaccio diye yazılıyor. Tabii sen nereden bileceksin. Operaya da gitmiyorsundur." İnsanlara sosyal statülerini kendimce hatırlatıyordum. Gururluydum. Tanrıları yeterince kızdırdığımı, bu züppe tavrımı yaşça benden çok küçük ama az sonra anlayacağım üzere zihnen beni fersah fersah geçmiş o naif kız çocuğu üstünde sürdürdüğümde anlayacaktım.


- Bil bakalım hangi hayvan hem Türkçe'de hem de Italyanca'da ayni kelimedir?


...


- Bilemedin salak tabii ki balina. Tamam hadi şimdi sen sor bakalım.


- ...


- Ne nasi yani? Böyle soru mu olur canım? Ne demek neden kelimeleri sırayla seçmedik? Yani diyorsun ki ilk kelime "a" olmalıydi. İkinci "ab", üçüncü "aba"...


- Pft heh... himm... yanii ben... Allah Allah?


Kendi dünyasında kelimeleri öğrenirken zorlanıp bunu düşünmüştü. Aklım almadı bir süre. Sahi biz neden su için a, ekmek için ab, yaprak için aba kullanmıyorduk? Diller konuşulduğu toplumla birlikte gelişirdi biliyordum. Afrika'da bir kabile domatesin olgunlaşma evreleri için sekiz farklı kelime kullanıyordu. Aynı kabile birden ona kadar sayı kullanıyor, on birden sonrasına ise hep "çok" diyordu. Neden domatesin gelişme evreleri a,b,c,d,e,f,g,h değildi? Veya neden sayıları 1,2,3,4,5 diye sıralı kullandık da kelimeleri karman çorman kullandık? Hatta neden harflerle konuşuyoruz da sayılarla konuşmuyoruz? Neden su için 1, ekmek için 2, yaprak için 3'ü kullanmıyoruz? Insanoğlu bu kaosu, aritmetiğin düzenine tercih etmişti. Uzun uzun düşündüm. Sesleri kelimelere dönüştürmek akıllıcaydı. Çocukken köpeği havhav, kuşu cikcik, kediyi mırnav diye öğrenmek anlamlıydı. Peki dönüp havhav yerine 'köpek'i dayatmanın bir açıklaması olabilir miydi? Sonraları atalarımızın önce konuşmayı sonra matematiği öğrenmesinin buna yol açtığına kanaat getirdim. Kız çocuğuna bunu hiç söyleyemedim. İhtiyacı olduğunu da sanmıyorum. O kız Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı gibi basit ama heybetliydi, ben ise sen gibi bunun farkında olmayan polistim. Aklım küçük yaşların berraklığına geri dönemiyordu.


Zaman içinde operayı altyazısız izlemeyi başardım. Ancak, hiçbir insan evladının üstünde o kızın bende bıraktığı etkiyi bırakamadım. Kendi küçük göletinde iyice küçülen beynim bunu asla düşünemedi. Basitti ama kolay değildi.


ANLATILACAK BİR HİKAYE

-iki-


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Bu ortada olma durumunun farkında olamayacak kadar da küçük biri dünyevi dertlerin peşinde niye olsun ki? Çocukken öğrendiğimiz, gözlemlediğimiz, farkına vardığımız her şey ufkumuzu genişletir derler. Bir yetişkinin gözünden bakıldığında, kendi eliyle sağlanmış bir fayda gibi görülür çoğu kez ama bir çocuğun ufku, yeri gelir bir yetişkinin gerçekliğini büker.


Orta halli bir ailenin çocuğuydu. Demiştim. Bu ona içgüdüsel bir kabulleniş vermiş olmalı. Öyle her şeye gözü kaymaz, sessiz, vakur, babasının bir parça tahtayla yaptığı oyuncakla, cebindeki bi avuç eriğin sevinciyle koştururdu etrafta. Ailesi kalabalık, ailesi gürültülü, duyulacak ve öğrenecek çok şey olurdu. Etrafında yapılan konuşmalardan anladığı yoktu ama sesin hissini anlardı.


Annesi zaten geç gelirdi işten. Eve geç gelir, harcamalar için bir de evde saatlerce önündeki kağıtları çevirir dururdu. Halbuki kağıtlar eğlencelidir. Katlaması, boyaması keyifli şeyler ama annesinin kaşları çatılıyordu onları görünce. Çok çalışıp karşılığını alamamak, bir türlü istediğin yerde kendini görememek veya sevdiklerinin ayağına en güzel şeyleri serememenin yükünü nasıl anlatabilirsin ki bir çocuğa. Kaşlarını çatardı o da bu yüzden. Kelimeye dökülmese de his koklanıyor ama işte. Konuşulmasa da bir şeyleri anlıyorsun. Hissi koklamak ne değişik, çare bulamamışlığın bir kokusu var deseler, buna kim inanır? Var ama.


İnsanın maddiyatı ve maneviyatı ilk ne zaman ayırt edebildiğini düşünüyorum. İlk kez bakkaldan şeker almak yerine o gözleri çapaklı yavru kediye süt aldığımız ya da ailemizin parası olmadığı için o balondan vazgeçtiğimiz… bunun için ağlamak bir yana mutlu hissettiğimiz o an. Eski karnelerde yazıldığı şekliyle ‘orta’dan ‘iyi’ye nasıl geçtik?


Elini annesinin yanağına koyup sordu ‘neden kızgınsın onlara anne?’. Annesi kaşlarını yumuşattı, ‘İstediğimiz her şeyi öyle çok alamayacağız artık. Her istediğimizi yapamayacağız demek oluyor bu. Tüm paramızı harcadık, geriye bir şeyimiz kalmadı.’

Yere baktı. Düşündü. Bu para denilen şey elde ettiklerimizin tamamı mıydı? İçinde ilk kez kokusunu aldığı çaresizliğin karşısına dikilecek güçlü bir şey buldu. Ufacık bir gülümseme ve tertemiz gözlerle kafasını kaldırdı. ‘Olsuun.’ dedi, ‘Bizim de anlatacak hikayemiz var.’



BABA SANCISI

-seyyan uslu-


Şair kıvrandıkça bir şeyden şiir yazar. Ben şiir yazamıyorum ama dertten kıvrandığım belli. Bu durumlarda insan şiire koşmalı. Ben de böyle zamanlarda kendimi kıyıda bulurum. Sahile vuran ne varsa seçip okurum. Bu defa bulduğum şiirde şairin -Erdem Bayazıt- sancısını çekip yazdığı şey tam da şimdi muzdarip olduğum bir dertten.


“Baharın rayihasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı.

Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!

Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor, en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz!”


Sizce babayı bir sancı olarak teşhir eden şair haklı mı? Size bir çocukla yaşadığım anımı anlatayım:


Kısa süreli ödevlerinde yardımcı olmam için minik tatlı bir kız çocuğuna - yaşı sekizdi- ders vermeye başladım. Çok akıllı ve derslerinde başarılıydı. Aradan uzun bir zaman geçti. Tekrar onunla görüşme ve ödevlerini inceleme fırsatı buldum. Not defteri günlük defterleri gibi süslüydü. Açıp yaptığımız çalışmalara baktım. Ve işte orada görmemem ya da görmem gereken bir satır yazı gördüm. O fark edince elimden aldı ama okumuştum. Okuduğumu anlayınca gözlerinde inciler, mercanlar… Ah!


Şimdi ne yazdığını buraya yazacağım ama yazım yanlışları var demeyin. Zihnime kazınmıştı daha kalemin harflere alışmadığı titrek inci yazısı.


“ Sevgili Günlüğüm, Bugün babamdan ilk tokadımı yedim.”


Çok etkilendim bundan. Kendimi zor tuttum ağlamamak için. Olur, öyle şeyler kuzum, diyebildim ve sarıldım sadece.


Kız çocukları babalarını çok sever o kadar sever ki ilk tokatlarını unutamazlar. O unutmamıştı. Ben de onunla birlikte unutmadım. Yavrucağın yüreğine saplanmıştı bu memleketin sancısı. Bence sadece bu memleket için tek değil tüm insanlar için aynı şeydir, baba.



MAVİ TOP

-nehir niş-


Oldum olası çocuklara düşkünlüğüm vardır. Her ne kadar kendim çocuk doğurmayı tercih etmemiş olsam da bu öyle. Metropolde yaşamanın yoğunluğunu ve koşuşturmacasını bilen bilir. Büyük şehirde insan ilk önce kendisine, sonra çevresine yabancılaşır. Çünkü yapılacak işler hep vardır. Hayat ileri marş düsturuyla bir yerlere yetişme telaşesi. Ya yetişmek vardır ya da geç kalmak. Birisiyle buluşmak, sosyal bir faaliyet gerçekleştirmek, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar listesini almak, ertesi güne hazırlanmak. Hepimizi bilmem ama epey hareketli bir hayatım var benim. O yüzden yeğenlerimin en az gördüğü hala ve teyzeleri oldum. Onlarla en çok oyun oynayan ama bunu çok sık yapmayan kişiyim.


Bir hafta sonu ablamlarda kaldım. Üç yaşındaki yeğenim Mahir’in sevincine diyecek yok. Odasını keşfediyoruz. Araba şeklinde yatağı mı dersiniz, örümcek adam kostümü mü, duvarlara çizdiği karışık çizgilerin tatlı hikayeleri mi ? En önemlisi bir sürü topları, renk renk. Ben kaleci oluyorum o da en popüler futbolcu. Tek bir topu yakalayamıyorum. Her gol bir sevinç çığlığı. Ve yine goooll goooool. . .


Ama Mahir’in büyük sorunu var. Mavi topu neden yok ? Yaklaşık on topu var ve hiçbiri mavi değil.


-Mavi top alıl mısın teyze? “diye soruyor. Henüz R’ler L modunda.


-Elbette alırım istediğin top olsun. ” diyorum. Sonra sorular başlıyor.


-Yarın işe gidecek misin teyze?”


-Gitmek zorundayım bitanem.


-Peki yarın iş çıkısı topu alıl mısın?


-Tabi ki alacağım. Ama şimdi bir sürü topumuz var. Oyuna devam edelim mi ?


Derken toplar yeniden havada uçuşuyor. Uyku vaktini atlatmak daha fazla oyun oynamak istiyor. Annesi ve benim ikna çabalarımızla uyutmayı başarıyoruz Mahir’i.

Sabah erkenden uyanıp işe gidiyorum. Yoğun bir gün, haftanın ilk günü ve peş peşe kahveler, çaylar. Sosyal medya sohbetleri, iş yeri dedikoduları derken gün bitiyor. İş çıkışı yoğun trafik var. Bir kaç durak önce inip yürüyorum. Market alışverişini de yapıp eve varıyorum. Sıcak bir duştan sonra akşam yemeğini hazırlıyorum. Tv’de ruhumu uyuşturan saçma sapan programlar. Yemeğimi yedikten sonra elbiselerimi ütüleyip uyuyacağım. Hafta sonu yorgunluğu hep pazartesiyi vurur çünkü.


Çantamda telefonum ısrarla çalıyor. Arayan ablam telaşlanıyorum. Genelde bu saatte aramaz.


-Efendim ablacım?


-Mahir seni bekliyor gelmeyecek misin?


-Ne oldu ki abla? daha dün oradaydım.


-Mahir’e mavi top alacağım. ”diye söz vermişsin.


-Ya evet ben onu unuttum. Alırım bir daha geldiğimde.


-Sen gelmeden uyumayacağını ve iş çıkışı mavi topla buraya geleceğini söylüyor. Böyle bir söz verdin mi ?


-Evet ama öylesine söylemiştim bunu ikna olsun diye.


-Sanırım sözünü tutman gerek kardeşim. Çünkü bütün akşam seni bekledi.

Kem küm ediyorum.


-Bana Mahir’i verir misin telefona?


Mahir;- Teyze kapıda mısın? Sevinç kahkahaları. Mavi topum geldi, mavi topum geldi. Bir şey diyemiyorum.


-Kapıya varmama az kaldı. ”deyip kapatıyorum telefonu. Ben rastgele söylediğim o sözün bu kadar önemseneceğini bilmiyordum. Üstümü hızlıca giyindim. İçimden mavi top bulabilmek için dua edip Tanrı’ya yalvardım. Birkaç market gezdim. Geç olmuştu çoğu kapatıyordu. Kepenkleri indirmeye çalışan son marketçiye vardım.


-“Affedersiniz mavi topunuz var mıydı acaba? Ne olur olsun! Çünkü yeğenime söz verdim ve ben gitmeden uyumayacak. ” adamın cevap vermesine fırsat vermeden umudumu kaybetmiş bir şekilde durmadan konuşuyorum. Kepenkleri tek tuşla yarıya kaldırıyor.


Tatlı bir tebessümle şöyle diyor.


-Böyle bir gerekçen olmasaydı açmazdım yeniden marketi ya ama ben de çocuk büyütüyorum. O yüzden küçük hanım çocuklara tutamayacağın sözler verme. Çünkü onlar yetişkinlerin tüm sözlerine inanırlar. Buyurun mavi topunuz. ”


Utanarak ve sevinerek topu alıp ücretini ödüyorum. Belki yüz defa teşekkür ediyorum adama. Ve hızla bir taksi çevirip biniyorum. Soluğu kapıda alıyorum.


Mahir’in yanaklarında gözyaşları kapıyı açtığı gibi sevinç çığlığı atıyor. Birden yüzünde güller açıyor. Hopluyor zıplıyor deliriyor. Yaşadığı mutluluk gösterisi bana ders oldu. Bundan sonra çocuklara verdiğim sözü her zaman tutacağım. Çünkü bizim öylesine söylediğimiz sözler onlar için birer gerçek. Ya da tutamayacağım sözler vermemeliyim.


O SEN OLSAN BARİ*

-rojda aksoy-


Üniversite ikinci sınıftan itibaren çocuk doğum günü organizasyonlarında çalışmaya başlamıştım. Bu etkinliklerde çocuklarla çeşitli oyunlar oynayıp, dans edip, sesim kısılana kadar bağırıyor ve türlü şımarıklıklarına katlanıyordum. Genelde gittiğimiz partilerin ev sahipleri oldukça zengin, sosyeteden tipler oluyordu. Müşteriye sunulan konseptler epey çeşitliydi ve herkes zevkine göre birini tercih ediyordu. Etrafa hava atmayı seven gösteriş düşkünü aileler ‘’fashion show’’ konseptine bayılırdı mesela. Şöyle kısaca açıklayacak olursam; mekana kurulan renkli podyum üzerinde, 6-9 yaş arası kız çocuklarının rengarenk aksesuarlarla ve aşırı yüksek parti müzikleri ile manken edasıyla yürümesi, annelerinin ise sonsuz sayıda fotoğraf çekmesi ile geçirilen iki saatten ibaret cehennemi bir deneyimdi (tüm bunlar olurken arka plandaki yoğun sis efektini de unutmayalım). Bir defasında -bu kadar çok gösteriş yetmemiş olacak ki- doğum günü kızının zengin babası partiye Aleyna Tilki’yi çağırmıştı ve eğlencenin dozu iyice yükselmişti! İşte Aleyna Hanım’ın katıldığı bu partinin sahibi küçük ve sevimli kızımız arkadaşlarından gelen hediyeleri büyük bir iştahla açıyordu ki bir arkadaşı panikli bir halde koşa koşa yanıma geldi ve hediye almayı unuttuğunu söyledi. Neyse ki bakıcısı olaya müdahale etti, hemen hediye almaya gidildi ve bu defa da elinde hediyesi ile heyecanla koşa koşa gelip doğum günü kızına hediyesini uzattı. Kızımızın hediyeyi açması ve yere atması bir oldu çünkü o kadar merakla beklenen paketin içinden bir kitap çıkmıştı; doğum gününde hediye olarak kitap mı alınırdı ve zaten hiçbir zaman kitap bir ‘’hediye’’ olmamalıydı! Yanlış seçim yapan küçük kızdan koşarak uzaklaşan doğum günü kızımız partinin sonuna kadar Aleyna Tilki ile dans edip şarkılar söyledi, gönlünce eğlendi. Yanlış hediye seçiminin bedeli olarak sürekli sahnenin kenarına itilen küçük kızımızın tüm bu çirkefliklere rağmen eğlenceye dahil olmak yönündeki samimi çabası ve kendinden memnun halleri o günkü işkenceyi biraz çekilebilir hale getirmişti. Umarım bugün de etrafında olan biten saçmalılara ağlamayıp eğlenmesine bakıyordur.


*kaç tane doğum günü, yılbaşı, karaoke partisinde dinlediğimi sayamadığım Aleyna Tilki eseri.


HAYAL DÜNYASI NEREDE?

-san-


Okul deneyimi dersi kapsamında bir anaokuluna giderken ilgimi çok çeken ve gözlemlerken keyif aldığım bir çocuk vardı. Aslında çocuklar var oluşları neyi gerektiriyorsa onu yapan varlıklar olduğu için bütün davranışlarından ders çıkarmamız mümkün. Ama bu çocukta benim için özel bir şeyler vardı.

Grup oyunlarına fazla katılamayan, insanların davranışlarına şaşkınlıkla bakan, vaktinin çoğunu drama köşesinde kostümlerin içinde ya da kitaplıkta resimleri inceleyerek geçiren bu çocuk, çoğunlukla sesini duyuramıyordu. Sorulara farklı ve anlaşılması güç cevaplar verdiği için insanlardan beklediği tepkileri alamıyordu. Sanki bir şeyler arıyor ve bulamadıkça üzülüyordu. Ona ilgi duyduğu şeyler hakkında bilgiler verip üzerinde düşünebilmesine yardımcı oldum bir süre.


Bir gün yanıma gelip gerçekten merak eden gözlerle "Öğretmenim hayal dünyası nerede?" diye sorunca, neden bu kadar ilgimi çektiğini anladım. Bu dünyada bir yerim olmadığını düşündüğüm zamanlar geçirirken bu çocuğu kendi çocukluğuma benzetmiştim. Benim büyüdükçe kaybettiğim ve kendimi topluma kazandırmak uğruna vazgeçtiğim her şeyi bünyesinde barındırıyordu, sormayı bıraktığım soruları sormaya devam ediyordu. Cevap alamasa da soru sormaktan vazgeçmiyordu. Bu bana verdiği en iyi dersti. Herkesin bu dünyada bir yeri vardı.


Kendi kendine kalsa da, aradığını bulamasa da, istediği cevapları alamasa da buradaydı işte. O sınıfta ve bu hayatta olduğu sürece de hayal dünyasının nerede olduğunu sormaya devam edecek gibi bir hâli vardı. Bulması ya da bulamaması mühim değildi; merak ediyordu, arıyordu ve arayacaktı.



UFAK BEDENDEN BÜYÜK DERS

-meryem sena-


Yedi yaşındaki kardeşim geçtiğimiz aylarda sadece bana değil ailemize büyük bir ders verdi.


Komşumuzun torunu ara sıra bize geliyor ve birlikte vakit geçiriyorlar çocuk biraz geçimsiz, asabi ve şiddet eğilimli. Kardeşime birkaç kez ters davranmış ve hoşuna gitmeyen tavırlar sergilemişti. Kardeşimse bu duruma sessiz kalıyordu her zaman. Bir gün dayanamadım ve çocuğu uyarı nitelikli azarladım. Akşamına bu konuyu konuşurken dedim ki; “bu nasıl çocuk anlamadım, hiç söz dinlemiyor uyarıyorsun anlamıyor kızıyorsun umursamıyor. Çok sinirlendirdi beni.” Ben böyle söylenirken bana döndü ve dedi ki; “abla, bence biraz da onları yetiştiren aileye kız, belki de evde ona onun bize davrandığı gibi kötü davranıyorlardır. Yetiştiren aile kötüdür belki..” ben bunu duyunca başımdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben 20 yaşındaydım ve asla bunu düşünmek aklıma gelmemişken 7 yaşındaki bir çocuktan belki de artık her çocuğa yaklaşımımı değiştirecek bir ders aldım. Evet kardeşim, sen çok haklıydın. Biraz gözlemledim ve gerçekten de ailesinin çocuklarına karşı her sorunu şiddetle çözme meyilinde oldukları ortadaydı. Belki de o ebeveyn de şiddeti çözüm olarak gören bir ailede büyüdü ve nesil böyle devam etti. Kardeşimin aslında demek istediği şuydu, birini yargılamadan önce onun yaşadıklarını yaşa, onun gördüklerini gör ve onun geçtiği yollardan geç. Ancak o zaman onu eleştirme hakkına sahip olabilirsin. Aileler bir çocuğun kaderini değiştiriyor ne var ki daha doğmadan yazılıyor kaderleri. Onlara ise sadece yazılan kaderi yaşamak kalıyor. Bu farkındalığı yayalım, çocuklarımıza; sevmeyi, sevilmeyi, iyiliği, ortadaki sorunları şiddetle değil de hoşgörüyle çözmeyi öğretelim. İnanın işte o zaman içinde bulunduğumuz dünya daha yaşanabilir bir hal alacaktır.



DÜŞÜNME

-gül özcan-


Yirmi beş yaşını bitirmek üzere, beyanı kadın olan, bu ülkenin gençlerinden biriyim. Ders mi bilmem ama o küçük anıdan beri ne zaman risk almaya kalkışsam o ufaklığın dahiyane bakışları gelir aklıma.


Başlayayım. Yükseklik korkusu gibi olmayan, yüksek yerlerden düşmek gibi bir fikre takıntılıyım. Romantik ya da dramatik, bu fikir üzerine düşünür, okurum. Yaşadığım bazı travmatik anılardan ötürü de bir yerden düşme, atlama fikri bana hep çok korkunç gelir.


Çocukluğumdan beri denizi, yüzmeyi çok severim, bir yere tatile gittiğim zaman yüksek yerlerden denize atlayan insanlara da hep özenmişimdir.


Geçen sene ilk defa gittiğim bir deniz kenarında tesadüf eseri böyle bir yere denk geldim. Tahmini olarak kaya ile deniz arasındaki mesafenin 10-12 metre olduğu söylenen bir yerden, insanlar denize atlıyor, ben de kıyıdan onları izliyordum. Erkek arkadaşım atlamaya karar verdi, ben de yanında gittim ama daha oraya çıkar çıkmaz gördüğüm yükseklik ile hayrete düştüm. Tansiyonum fırladı, elim ayağım boşaldı. Yanımda çeşitli yaşlardan çocuklar vardı ve bir hayli rahat bir şekilde teker teker atlıyorlardı. Genç kız çocukları beni atlamam için cesaretlendirmeye çalıştılarsa da bir türlü atlayamadım. Dakikalar geçti. Oraya mıh gibi oturup kalmıştım. Bunu yaparsam ve zevk alırsam kafamdaki travmatik anıyla değiş tokuş etmiş olacaktım. Bir sürü fikir zihnimde beni meşgul ediyor, dışarıya ise normal bir imaj çizmeye devam ediyordum. Bunlar yaşanırken birden bir ses duydum; sağa, sola ve en son aşağıya baktığımda ise en fazla 6 yaşında olan bir çocuk gözünü gözüme dikmiş, 'düşünme', diyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm ve geriye doğru iki adım atıp koşarak denize bıraktım kendimi. Denizle buluştuğumda dünyanın en mutlu insanıydım.


ARTIK DURUYORUM

-madame solo-


Durmayı sevmem. Yapılacak bir şey varsa beklemeyi sevmem. Yeterince vaktim olsa bile bir an önce gideceğim yere varmak isterim. Sadece yapacak hiçbir şey bulamadığımda durur; öylece beklerim.


Aceleciyim çok. Hep sonrasını düşünüyorum. O an yaptığım, yaşadığım şeyde kalamıyorum bir türlü. Kafam hep karmakarışık. Beceremiyorum yani. Böyle deyince illa ki romantik bir şeyler gelmesin akla. Daha yemek yaparken masayı nasıl kuracağımı, masadayken bulaşığı nasıl en hızlı şekilde toplayacağımı, sonrasında izleyeceğim diziyi, sabah kahvaltısını, yapacağım işleri… diye hızla uzayan ve hep devam eden bir listem var. Kitap okurken çabuk okuyayım isterim. Halbuki sakince okusam, neler katacağım kendime ama aklımda sadece bitirmek var. Ya da bir yere giderken bir manzara görsem beş dakikadan fazla duramam, bir an önce yola devam etmek isterim. Gideceğim yer için çok hevesli olduğumdan da değil aslında. Yaşadığım her şey benim için bir görev sanki. Diyorum ya, yeterince vaktim olsa bile, hep sonrasını düşünüyorum. İşim hep tamamlamak.


Hep acelem oldu benim. Hiç o dakikada, o anda durmadım. Sanki orda kalmamak için özellikle çaba gösteriyorum. Ne olacaksa sanki. Nereye yetişeceksem. Halbuki bir dur yahu. Kitap okuyorsan sadece kitabı oku. Sadece yemeğini ye. Sadece çiçeği kokla. Sadece yağmuru izle. Tamam aklından başka şeyler de geçer elbet ama, neden bu acele?


Sonra sonra, ama çokça zaman sonra değişmeye başladı bir şeyler. Acelemi fark etmemse daha yeni. Nasıl mı oldu? Bir yerlere yetişmeye çalışırken “Baksana anne, şu kedi ne tatlı” dedi bana. “Çiçekler ne güzel kokuyor” dedi. “Salıncakta bir kere sallanayım mı?” dedi. “Ama geç kalıyoruz” dedim, “Şimdi değil ama yarın getireyim ben seni buraya, olur mu?” dedim. Bazen kabul etti, bazen üzüldü, bazen ağladı. Ben bir türlü anlamadım.


Bir türlü anlamadım. Çok geç oldu, çok zaman harcadım böyle kaçarak. Halbuki yeni yeni fark ediyorum bana “Anne baksana şu buluta” , “Şurada durup dondurma mi yesek?”, “Dur önce şu çorabımın tekini bir güzelce giyeyim” derken söylemek istediklerini. “Sen acele ediyorsun ama ben şu an ve sadece bunu yapıyorum. İnanır mısın doya doya da bunu yapmak istiyorum” dediğini. “Dur anne, acele etme, boş ver sonrasını, burada benimle, kendinle kal” dediğini. Ve bunu ısrarla ama asla benim gösteremeyeceğim bir sabırla yaptığını. Bana karşı benden daha hoşgörülü olduğunu. Çünkü içinde vardı bunların hepsi, fazladan bir çaba sarf etmiyordu. O kadar içinden gelerek söylüyordu ki öteki türlüsünü insan anlayamazdı zaten.


Artık duruyorum ben de. Durmaya çalışıyorum en azından. Çünkü koşarken göremediğim o kadar şey varmış ki... Şimdi bunu başarmak için çaba sarf etsem de eminim hiç düşünmeden, kendiliğinden olacağı günler de gelecek. Acele etmeden, orada duracağım sadece. Öylece bakacağım esen rüzgara, öylece koklayacağım bulutları, dinleyeceğim ağaçları. Hiç düşünmeden, durarak. Çünkü anladım ki, yaşamayı insan en iyi bir çocuktan öğreniyormuş. İnsanın en sabırlı öğretmeni her zaman bir çocukmuş.


HİÇ GELMEYEN GÜN

-altum-


“Düşünme bu kadar!” dedi. “Çok düşünüyorsun, hep erteliyorsun, almak istediklerini almıyorsun en sonunda.”. Bu sözleri bir çevrimiçi alışveriş sitesinde gezinirken duymak garip değildi. Garip olan bu sözlerin önce zihnimde dolaşıp sonra aniden geçmişimin süngerini sıkmasıydı. Aslında küçük kız kardeşim, alelade sarf ettiği bu cümlelerin benim zihnimde bu kadar şiddetli yankı bulacağını aklının ucundan geçirmemişti, eminim. Sadece beğendiğim o elbise ve çantayı alıp odasını bir an önce terk etmemi istiyordu. Yaşını düşününce çok da hak verilir bir talepti. Bilirsiniz ergenlik çağındakiler için aile fertleriyle saatler süren diyaloglara girişmek pek de çekici bir aktivite değildir.


Ondan bu sözleri duymamın üzerine çabucak alacaklarımı sepete ekleyip onayladım. Sürekli telefonla ilgilenmese onun için daha iyi olacağını söyleyerek odadan çıktım. Çünkü ablalık müessesesi biraz da sinir bozucu nasihatler vermeyi gerektirir. Odamın kapısını kapatıp kendimle yalnız kalır kalmaz düşünceler yine son sürat zihnimde uçuşmaya başladı. “Çok mu düşünüyorum?”. Hayır hayır, sadece elbiseyi değil. İleride icra edeceğim meslek, paylaşacağım fotoğraf, ağzımdan çıkan sözcükler, nasıl yapsam diye günlerce kafa patlattığım her şey… Şimdi de çok düşünmemin üzerine haddinden fazla kafa yoruyordum. Kafamın içindeki bataklığa saplanıp kaldığım, neredeyse hiçbir şey yapmadan geçen yıllarımı düşündüm. Ne kadar yok saymak ya da türlü gerekçelerle açıklayıp kendimi temize çıkarmak istesem de böyle geçen bir dönemi yalanlayamazdım. Boş bir duvarı izlercesine geçen seneler… Sabahattin Ali’nin dediği gibi dünyadan ziyade kafasının içinde yaşayan o insan olduğum zamanlar… Aniden kafamı hafifçe sallayıp şimdiki zamana döndüm. Kardeşim haklıydı. Vaktimin çoğunu düşünerek ve erteleyerek tükettiğim günlerin sayısı çok da azımsanacak gibi değildi. Daha güzel, daha doğru, belki de kusursuz olmasını hayal ederek arzularımı hep yarın denen, o hiç gelmeyen güne iteliyordum. Bu halin ruhumu yaraladığı gerçeğiyle yüzleşmek, sanıldığı gibi huzura kavuşturmamıştı beni. Sırtındaki çuvalı bıraktığı gibi yenisini sırtlanan hamala benziyordum. Bu farkındalıkla ne yapacaktım?


ANAHTAR

-e-


Özel olarak bir çocuğun bana verdiği, daha doğrusu benim alabildiğim bir ders henüz olmadı ama genel olarak çocuklardan aldığım bir ders var. Kafasında sürekli bir şeyler dönen, dalgın ve endişeli biri olarak ne zaman bir çocuğu izlesem benim tam tersim olduğunu görürüm. Çocuklar her zaman o anın içindedirler. Kendileri olmaktan rahatsız değildirler. Meraklıdırlar. Bir şeyleri keşfetmenin heyecanına sahiptirler ve onlar için her yer keşfedilecek şeylerle doludur.


Kendi çocukluğumla ilgili duyumlarımı her düşündüğümde, "nasıl şu an olduğum kişiye dönüştüm?" diye şaşırırım. Çünkü ailemin ve yakın çevremizin anlattığı çocuk ben, gördükleri en neşeli ve en hareketli çocuk, büyüyüp depresif ve içten gelen bir istekten çok kendini zorlayarak hareket eden birisi oldu.


Nietzsche "Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir" der. Kendi değerlerimizi yaratabilmek için bir çocuk gibi her şeyi tekrar keşfetmeli ve önyargılarımızı eritmeliyiz. Bunun anahtarı "çocuk" olabilmektir. Böyle Söyledi Zerdüşt'ten aldığım bu düşünceyle çocuklara daha dikkatli bakmaya başladığımda bu dersi aldım.


HAYALİMDEKİ MESLEK

-bir başka dünyadaki-


Okullarda drama dersleri veriyordum ve hayatımı bu şekilde idame ettiriyordum. Genellikle ekonomik koşulları sınırlı ailelerin çocuklarının çoğunlukta olduğu bir mahalle okulunda branş öğretmenleri arandığını duyup gittim. Görüşmeler sonrasında okulda çalışmak için anlaşma yaptık. Okulda ilk kez o yıl sanatsal çalışmalar yapılmaya başlanmıştı. Müzik, halk oyunları, resim, seramik ve drama dersleri verilecekti. Bu okulda ben de ders verebildiğim için kendimi şanslı hissediyordum. Çocuklar çok büyük bir hevesle derslere katılım gösteriyordu. Hem derse, hem de birbirimize alışma sürecindeydik. Çocuklarla üçüncü ya da dördüncü dersimizdi. İlkokul üçüncü sınıf öğrencilerinden oluşan bir sınıfta dersim vardı. O gün dersin konusu şuydu: Hayalindeki mesleği sözsüz olarak anlat, biz izleyenler onun hangi meslek olduğunu tahmin edelim.


Çocuklar hızlıca düşünmeye başladılar. Hazır olanlar birer birer sahneye çıkmaya davrandılar. Kimisi öğretmen, kimisi müzisyen, kimisi ressam, doktor, aşçı, berber oldu. Hepimiz, yaşamda sıkça karşılaştığımız bu meslekleri tahmin edip bilmenin eğlencesine kapılmış gidiyorduk. Bu şekilde ilerlerken bir öğrencim daha sahneye çıktı ve hayalindeki mesleği canlandırmaya başladı. Önce usulca görünmeyen bir kapıyı açtı ardından parmak ucunda yürümeye başladı, arkasına bakıyor ve çok dikkatli hareket ediyordu. Canlandırmasını yaparken ciddi bir yüz ifadesi takınmıştı. Başlangıçta anlamakta biraz zorlandım, tahmin etmek kolay olmadı. Ardından eline aldığı şeyleri hızlı hızlı çantasına doldurmaya başladığında ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Benimle aynı anda izleyenlerden bir çocuk “Hırsız! Hırsız! Buldum öğretmenim hırsız!” diye bağırdı. Sahnedeki çocuk oyunu kesip bana döndü, mesleği iyi canlandırmış ve anlaşılmış olmanın gururuyla “Evet öğretmenim” dedi “Bildi”. Şaşkınlıkla “Peki, ama hırsızlık bir meslek mi sence” diye sordum? “Ben büyüyünce hırsız olacağım öğretmenim” dedi “benim hayalim bu” diye ekledi. Sınıftaki tüm öğrenciler çok normal bir şekilde “Evet öğretmenim o zaten bizim eşyalarımızı şimdiden çalıyor” diye söylenmeye başladı. Ama bunu o kadar olağan bir şekilde söylüyorlardı ki! Arkadaşlarının hırsızlık yapmasına alışmış ve bunu normalleştirmişlerdi. Çünkü bu onun hayalindeki meslekti ve herkesi buna inandırmıştı.


Sınıfın verdiği tepki karşısında daha da şaşırmıştım. Birkaç dakika ne diyeceğimi bilemedim. Cümlelerimi çok dikkatli kurmaya, söylediklerimi özenle seçmeye çalışıyordum. Hırsızlığın bir meslek olmadığını söyledim. Kelimeler arasında dolaşıp yeni anlamlar bulmaya örnekler vererek bu durumu kendimce aktarmaya çalıştım. Konuşmalarımızda şunu fark ettim, sınıftaki herkes bunun kötü bir şey olduğunu biliyordu. Hırsızlığı bir meslek olarak yapmanın hayalini kuran öğrencim de biliyordu. Fakat o mahrum bırakıldığı ihtiyaçlarını ve isteklerini meşru olmayan yollardan elde etmeye inanmıştı. Ya da inandırılmıştı bilmiyorum. Eve dönüp o öğrencimin hayal dünyasını, hayattan neler beklediğini zihnimde sorgulamaya, anlamaya çalıştım. Aslında hem onu hem de bir hayalin nasıl filizlendiğini... Hayallerimizi şekillendiren neydi? Gerçekten sorgulayıp inanmadığımız şeyler de zamanla hayalimiz olabilir miydi? Sanırım yanlışa uzun süre maruz kaldığımızda yanlış normalleşiyor. Evet öğretmenim o zaten bir hırsız diyerek kabul noktasına geliyoruz. O arada neler oldu, bu noktaya ne ara geldik hiç fark etmiyoruz. Bunun biz yetişkinlerin dünyasındaki yansıması da “tüm siyasetçiler çalar yahu, herkes kendi hesabına çalışır, zaten hangisi yemedi ki” şeklinde oluyor galiba. Meşru olmayan yolları birileri için sıradan kıldık. Bu sınıftaki öğrencilerin yaptığını yaptık ya da biz yaptığımız için bu sınıf böyle oldu.


BİR ÇOCUĞUN HAYATIMA DOKUNUŞU: TUNA'YA

-voila-


Sene 2015 olmalı, birçok zorluğun ve oradan oraya savruluşun ardından yeniden okula dönüş imkanını elde edişimi sevinçle karşıladığım zamanlar. Ne zayıf bir ihtimaldi bu dönüş oysa ki… Olanı olmayanı heybeme koyduğum ve artık her anımın kıymetini bileceğim, sevgimi neşemi olabildiğince herkese yayacağım, ulaşabildiğim kadar kalbe ulaşıp sevgi dolu dokunuşlar bırakacağım sözlerini verdiğim günler. Tüm bu sözleri gerçekleştirmek adına bir yola çıkmıştım. Bana ihtiyaç duyan birileri muhakkak vardı ve ben onları bulmalıydım. Sonunda sevgi evlerindeki çocuklarla kesişti yolum. Ne tuhaf; ben onlara ilgimi, sevgimi akıtmayı ve tonlarca şey öğretme arzusunu duyarken hayatımdaki en büyük derslerimden birini alacağımı bilemezdim.


Beş minik erkek çocuğuyla yollarımız kesişmiş oldu, onlara gönüllü ablalık yapmak derslerinde yardımcı olmak için haftanın ilk günü yanlarına gidiyordum. Her gittiğimde neşeyle karşılanıyor ilgilenmem için sürekli birbirleriyle yarış haline giriyorlardı. Yanlarında bulunduğum birkaç saatlik vakitlerde mümkün olduğunca mutlu etmek için çabaladığımı anımsıyorum, bir nebze olsun sevgimi hissettirebileyim kaygısını hep taşıdım. Hikayenin ders niteliği taşıyan kısmı aslında ayrılıkta; yıl sonu yaklaşınca ve yaşadığım şehre dönmem gerekince veda vakti gelmiş oldu. Her biri için ufak tefek oyuncaklar alıp gittim bu son gidişimde. En azından büyüdüklerinde onlara beni hatırlatacak birer hatıra bırakmak istemiştim. Ayrılığın onlar için zor olacağını düşünüyordum, acaba çok alışmışlar mıydı, kalpleri kırılır mıydı gibi daha nice soru dönüp dolaşıyordu zihnimde. Hayatlarından geçip giden onlarca insandan biri olmak istemiyordum sanırım bu yüzden onlardan daha çok etkilendim bu vedalaşmadan. Çünkü hepsi bana kocaman sarıldıktan ve arkamdan bir süre el salladıktan sonra oradaki hayatlarına aynı oldukları haliyle devam ettiler. Canım acımıştı o an çünkü benim bu yaşımda karşılayamadığım, birini ya da birilerini hayatımdan gönderme kabulünü onlar daha küçücük yaşlarında karşılayabiliyordu. Daha da üzücü kısmı kim bilir bunu kaç defa deneyimlemişlerdi. O an utandım hayatlarımızdan, dertlerimizden. Onlar küçücük bedenleriyle henüz daha yolun başındayken, baş etmeleri gereken bir sürü olay peşi sıra yaşanmayı beklerkenki olgunluklarına karşı bizlerin telaşlarımız, bencilliğimiz hepsi karşıma dizilmişti bir an için. Kesinlikle bir çocuğun ya da bir insanın hayatına bakıp kendine dersler çıkarmak gibi bir hissiyat değil bu. Aslında olan, çocukları bunlara mahkum eden insanlar oluşumuz, birçok imkana rağmen bazı durumlarda yeterince olgunluğa erişemememize idi öfkem ve dahası hayal kırıklığım. Çocukların oldukları haliyle kalmayıp bizlerin üzerinde eğreti duran olgunluğu yüklenmek ve büyümek zorunda kaldıkları bir dünyadan utandım.


Tüm bunları düşünmeme sebep olan ufaklığa gelelim, adına Tuna diyeceğim. Onunla daha ilk tanıştığımız andan itibaren çok başka bir bağ oluşmuştu aramızda, keşke benim çocuğum olsaydı hissiyatına kapıldım çoğu kez. Ayrıldığımda en sıkı sarılan, en uzun el sallayan da oydu zaten. Onu ve diğer çocukları sahiplenemediğim, hayatlarının devamında da yanlarında olamadığım için hayatıma biraz kırgınım açıkçası. Daha büyük bir yaşta ve güçte onlarla karşılaşmamanın pişmanlığını yaşıyorum hala... Annesi babası sağ olan ancak anlayamadığım bir şekilde yalnızca hafta sonları yanlarına aldıkları çocuklarıydı Tuna. O zamana kadar kesinlikle anne olmalıyım diye diretmeme rağmen ebeveynliği nasıl da kendi bencilliğimiz için tercih ettiğimizin farkındalığını yaşadım. Bir kısım kadın anneliği kutsallık addedildiği için, bir kısmı o duyguyu yaşamak için çocuk sahibi olduğunu söyler. Durup düşündüğünüzde hepsi bencilce bir hissiyatın tatmini için alınan kararlar.

Hayatın ne getireceği ve götüreceği belirsiz. Bir başka Tuna’nın kalbini kıran, onu buruk bırakan bir anne olmak istemediğimi anladım. Kendi bencilliğimiz ve bir duygumuzu tatmin etmek adına gerekli koşulları sağlayamadan onu bu hayata getirmeye cesaret edebilir miyim ve dahası bir çocuğu bu dünyada tek başına bırakma ihtimalini nasıl göze alabilirim bilmiyorum. Eğer gücüm ve imkanım olursa da bu hayat yolculuğuna zor koşullarda başlayan bir miniğe yuva olmak, sevgimi ilgimi sel olup akıtmak, her gününe güneş olmak istiyorum...

İşte tüm bu öğretileri Tuna’nın sıkıca sarıldıktan sonra sakinlik ve büyük bir insan olgunluğuyla ancak çocuksu umuduyla ‘’keşke gitmesen’’ deyişine, ardından oyununa kaldığı yerden dönüşüne borçluyum. Keşke bir nebze de olsa senin kadar güçlü bir kabulle karşılayabilseydik bu hayatı Tuna…


YAĞMA YAĞMUR ŞEMSİYEM YOK

-pınar-


Dedemin gözleri masmavi. Bana bakınca içinde gökyüzü var sanıyorum da küçücük gözlerine koskocaman gökyüzünü nasıl sığdırdığını aklım almıyor. Sabah herkesten önce uyanıyor, sobanın üstünde kaynayan ıhlamurdan bir bardak içiyor sonra kahvaltısını yapıyor. Kahvaltı sofrasının en kıymetli misafiri oluyorum her sabah. Şeref konuğu gibi karşılıyor, çayıma soğuk su ilave etmeyi unutmuyor, doyduğuma asla ikna olmuyor.


Kış akşamlarında kestane pişiyor sobanın üstünde. Kokusu ayrı şenlik, başında beklemesi ayrı… Bir de mandalina kabukları koyuyor yanlarına, tarihin ilk oda parfümü, senin gibi mis koksun her yer diyor.


Her anında, her cümlesinde, her mimiğinde, her bakışında seviyor beni, sevgiden şımarmanın serbest olduğu zamanlar…


Sonra bir şey oluyor. Bazen bir şey olur ve adını asla bilemezsin. Sevgiyle örülen zırhımı kaybediyorum, içimde bir yerde kocaman bir boşluk oluşuyor, ben büyüdükçe o da büyüyor. Kendime, kendimden büyük bir boşluk yaratıyorum. İnsanın savrulma mevsimi var sanırım, hangi yaşa denk gelir ne zaman başlar ne zaman biter bilinmez. Öyle bir savrulmak ki, yıllarca devam eden, ruhun bedene sığmadığı, bedenin şehirlere, her anın yetersiz, her yerin dar geldiği bir savrulmak… Bir şehirden diğerine savrulurken geldiğim bu şehirde, hiç planlamadan, öğretmenlik yapmaya başladığım yıl karşılaştım Yağmur ile. Yine içine koskocaman gökyüzü sığdırılmış masmavi gözler, yıllar sonra ne eşsiz bir karşılaşma. Henüz altıncı sınıfta, ananesiyle yaşıyor. Ütüsüz kıyafetler, taranmayan saçlar, arkadaşlarına göre kilolu olmanın mahcubiyeti ve imrenilecek bir zeka. Aylarca söyleyecek çok sözü varken susan iki insan gibi kaçıyoruz birbirimizden, konuşmamız gereken bir şey var da anlatmaya gücümüz yok sanki. Yağmurlu bir çarşamba sabahı, epey ıslanmış saçlarım, günün ilk dersine ayılamadan başlamanın huzursuzluğuyla tahtaya bir şeyler yazıyorum. Arkadan aldığım darbeyle tahtaya yapışıyorum ve kendimi toparlayıp arkama dönüyorum. Hiç bırakmayacakmış gibi sarılıyor bana Yağmur, kısacık boyuyla bel hizamda komik bir sarılma. Sonra diğerleri geliyor, 15 kişilik bir sınıfın tamamı sevgiyle sarılıyor, birkaçı kıkırdıyor ama kimse konuşmuyor, tarifsiz bir sevgi yumağı. Sonra sessizliği Yağmur bozuyor ‘’Bu kadar büyük bir sevgiyi neden gizliyorsunuz öğretmenim, korkmayın sevin bizi. Aslında seviyorsunuz ama göstermek istemiyorsunuz. Sarılın, öpün ya da bazen çiçekler çizin defterime, ben anlarım sizi. Sevmekten kaçılmaz da utanılmaz da. Ben hiç utanmadan herkese sevdiğimi söylüyorum. Sizi çok seviyorum. ’’ diyor ve huzurla gidiyor yerine. Sanki içimde yılarca susturduğum çocuk bambaşka bir silüetle çıkıyor karşıma ve beni bana hatırlatıyor sitemle. Ve yıllar sonra küsler barışıyor, ruhumun koca kadını küçücük çocuğuna yeniden şefkatle sarılıyor, beraber coşkuyla koşuyorlar tüm yenilere, yeniliklere, sevmeye, sevilmeye…


İçimdeki sevgili çocuk sen bu satırları okurken ben hayat telaşıyla sağa sola koşuşturuyor olacağım. Lütfen uzaklara gitme, hep baharları karşılar gibi coşkulu kal, ağız dolusu kahkahalar at, sevmekten korkma hele sevgini haykırmaktan hiç korkma, ağlanacak yerde ağlamaktan çekinme, kazanmak güzel ama bazen yenilmeyi de tat, gücüne güç kat ama sırtına kambur yapma gücünü, sen sen ol aşık olmadan ölme, kendine çiçekler al, dünyada dikili ağacın olsun mümkünse çınar ağacı, gelecek kimsen olmasa da her bayram şeker al, anne keki yapmayı öğren, herkesi her şeyi en çok da kendini çok sev. Seni seviyorum!


KIRMIZI BİSİKLET

-dalgın canbaz-


Küçüktüm ufacıktım, ama, Feriköy’ün sokaklarını arşınlayacak kadar, hala var olmakta olan atlı kum arabalarının arkasına atlayacak kadar büyüktüm. Hayat da, çocuklar da, çocukluk da, gizem ve bilinmezliklerle doluydu. Şaşkın ellerimiz ve gözlerimizle dünyayı keşfetmeye çalışıyor, güveni ve sevgiyi, kendini arkan dönük şekilde insanların üstüne atlamaya çalışır şekilde oynanan tiyatro çalışmaları gibi öğreniyorduk. Ebe tura güzellik deyince donabiliyordu dünya ve biz tekrar hareket ettirene kadar etmiyordu. Pastanedeki fareleri, müthiş bir gazeteci edasıyla ihbar edebiliyorduk, okulumuzda kolumuza takılan çevre kolu kırmızı bandı güvencesiyle. Dolapların içinde, sihirli gizli geçitler olabiliyordu ve biz bunu başka çocuklarla da paylaşıyorduk. Bakkal dükkanlarının süpermarketlere yenilmediği zamanlardı. Ve tuhaf da olsa mahallede insanların birbirine güveninin hala yitmediği ve camdan ismimizin bağırılarak çağrılana kadar sokaklarda özgürce yaşayabileceğimiz zamanlardı.


İşte böyle günlerden bir gün, kırmızı bisikletimle dışarı çıkmıştım. Bisiklet özgürlüktü, bisiklet her şeydi, bisiklet yeri gelince üç kişinin bile kullanabileceği bir ortaklıktı. Birbirimize bir tur vermek, paylaşımın ve güvenin tadına vardığımız en güzel oyunlardandı. Bir çocuk yaklaştı, bizim sokaktan, mahalleden değildi. Tanıdığım bir çocuk değildi. Bir tur verir misin bisikletini dedi. Ve şaşkın bir şekilde ‘evet’ dedim. Daha sonra beklemeye başladım. Beş dakika geçti, on dakika geçti dönmedi. Sonra nasıl izini sürdüm bilmiyorum acaba baştan mı takip etmeye başlamıştım ama o şekilde Kasımpaşa’ya kadar koştum. Bir de kafamı kaldırdım ki kaybolmuşum. Sokaklarda tanımadığım yüzler. Ağladım, ağlayacağım. Çocuk şaşkınlığımla yolu kendim mi buldum, yoksa teyzeler mi beni geri götürdü bilmiyorum, evimin önüne döndüm. Bir de döndüm baktım ki kırmızı bisikletim kapımın önünde duruyor. Bende şaşkınlık, kızgınlık, kırgınlık hali bir arada. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. O zamana dönüp baktığımda hissettiklerim, vazgeçmeyen tarafıma duyduğum sevinç, güven ve sınırlarımı korumak ile ilgili olan ince hassas denge. O hassas dengenin ne kadar oynak olduğu ve insanoğlunun ne birbiriyle, ne yalnız yapabildiğini çocukluktan hissetmeye başladığım ilk anım olduğudur.


YAPBOZUN İÇİNDEKİ ÇOCUK VE YETİŞKİNLER

-sehvenli-


Çocuklarla oynamayı, onlarla vakit geçirmeyi çok seviyorum. Yeğenlerimle birlikteyken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. En küçük yeğenim Eslem; ben mutfakta hazırlık yaptığım sırada onlar odada bilgisayarla oynuyorken ablasına: ‘’halam artık bizi eskisi kadar sevmiyor’’, demiş. Böyle düşünmesine önce çok şaşırdım hem de çok güldüm. Eslem’in böyle düşünmesinin nedeni ise benim tüm vaktimi onlara ayırmamamdı. Onlar geldiği andan gittikleri ana kadar onlarla vakit geçirmeliydim. Ya da sevgimin eksikliğini hissetmeyeceği şekilde planlamalıydım zamanı. Sevgi kavramı zihninde ne kadar güzel yerleşmiş. Birine olan sevgimizin en önemli göstergesi kendi varlığımızı onun varlığına ne kadar dahil ettiğimize bağlı bir anlamda. Kelimeler kendi hallerine yeterli değil ruhumuzu katmadığımızda.


Arkadaşımla diş doktoruna gitmiştik. Henüz konuşmayı daha sökemeyen küçük kızı yanımızda. Henüz konuşamıyor ama hareketleriyle o kadar güzel anlatıyor ki neyi istediğini ya da istemediğini kelimelere ihtiyacı yok diyebilirim. Doktorun muayenehanesinde bekliyoruz. Ortada bir sehpa, üzerinde kesme şekerlerin olduğu bir şekerlik mevcut. Diş doktorunun bekleme odasında kesme şekerlerin olması da ayrı bir sorun… Bizim ufaklık bize sürekli şekerleri işaret ediyor, almak istiyor biz de ona olmaz diyoruz sürekli. Odada başka hasta yok. Diğer koltuklar boş aralarda küçük sehpalar var. Ufaklık şekerliği almaya çalışınca elinden kapıp başka yere kaldırıyoruz. Kısa süreli kapma-kovalamaca oyunu.. Sonra biz arkadaşla nasıl olduysa sohbete dalmış ufaklığı takip etmeyi unutmuşuz. Bir de baktık ufaklık bize işaretlerle önce şekerliği sonra ağzını gösteriyor. ‘’Ne kadar uğraşırsanız uğraşın ben amacıma ulaştım’’, cümlesinin vücut bulmuş haliydi anlatmaya çalıştığı şey.


Çocuklar hayret, hayranlık simgesi velhasıl. Bazen şımarıklık diye tanımladığımız ısrarlı davranışları, her koşulda neyi istediğinden emin olmayı ve istediğin şeyin peşini bırakmaman gerektiğine güzel bir örnek. Çocuklar sayesinde sevgimizi de sabrımızı da tecrübe ediyoruz. Eksik parçalarımızı gözden geçiriyoruz. Kendiliğimiz ve çocuklarımız güzel bir fotoğrafı ortaya çıkaran deklanşör gibiyiz.


ÇOKLU DOĞUM

-milenay karga-


(Gün Işığı'na ve Küçük Ağaç' a...)


Çoklu doğum, bir batında birden fazla canlının dünyaya gelmesidir ikiz, üçüz gibi.

Her doğuran kadın, bir kerede tek çocuk dünyaya getirse de aslında her doğum bir çoklu doğumdur.


Çünkü kadın, yeni bir hayatın yanında yeni bir kendini de doğurur. Ama bu kendinin sancıları, doğumla bitmez aksine doğumla başlar. Minicik bir akciğer oksijene alışmalı, karnını doyurmak için ağlamaya ve terlemeye alışmalı ve daha birçok şeye... Kadın ise yeni doğanın tüm organlarının sancılarını ömrü boyunca taşıyacak yeni hayatına, yeni kendine ve geri döndürülemez bu gerçeğe alışmalı.


Ben, bunu iki kez yaşadım; iki yeni hayat benimkilerle dört eder. Bu dört hayatla neler öğrenmedim ki... En önemlisi çaresizce SEVMEMEYİ öğrendim. Evet çaresizce sevmemeyi... Ömrüm sürdükçe sürecek kesintisiz bir bağlanma hali, kan bağının getirdiği zorunlu duygu yükü. Bu tanımlamalarımı acımasızca bulsanız da gerçekte olan budur. Tüm canlılarda görülen, neslin devamını sürdürme amaçlı ve çeşitli kimyasalların etkisiyle oluşan içgüdüsel duygulanım durumundan bahsediyorum. İşte bu çaresizce sevmek. Dünyaya getirdiğim hayatlara canlı olmam itibariyle tabii ki böyle bir sevgi duymam kaçınılmazdı. Ama ben beraber büyüdüğüm yeni hayatlarımı bu zorunlu ve içgüdüsel sevginin ötesinde bir sevgiyle, bilincimle sevmeyi öğrendim. Hala da öğreniyorum.


ÇOCUKTAN ÖĞREN

-nesrin ileri-


Fırat kıyısında küçük bir okul, Birecik Kız Meslek Lisesi, ilk görev yerim. Büyük bir aşkla yapıyorum işimi. Milli eğitim ödenekleri kısıtlı ( her zamanki gibi ), okulun herhangi bir ihtiyacını bildirdiğimizde, çoğu zaman '' Kendi olanaklarınızla '' diye başlayan bir yanıt alıyoruz. Okulumuzun bünyesinde bir de küçük anaokulu bölümümüz var, öğretmeni çok yakın arkadaşım oldu, tek öğretmendi ve yardımcısı da yoktu.

Biraz bu yüzden, biraz minnakları sevip onlarla oynamak için bulduğum her fırsatta yanlarına gidiyorum. Biraz oynaşıp gülüşüyoruz, sonra ben yine dersime dönüyorum.

Üniversite biter bitmez ( o kadar biter bitmez ki son sınavımı verip eve döndüğümde düğün alayı evde beni bekliyordu ) evlendiğim için yeni evli olarak başlamıştım ilk görevime. O zamanlar da öğretmen maaşları pek ahım şahım değildi ( şimdiki kadar yoksul olmasak da ), bu yüzden gezelim, tozalım, hayatın tadını çıkaralım ya da önce bir ev, bir araba alalım falan gibi '' lüks '' düşüncelerimiz olamıyordu.


Dolayısıyla hemen bebek sahibi olmakta bizim için bir sakınca da yoktu. Kısa sürede ilk oğluma hamile kaldım. Beş ay gibi bir süre hamileliğim dışarıdan gözlemlenebilecek boyuta gelmedi. Bu arada kış gelmiş, Fırat’tan buz gibi esen rüzgarlar kömürümüzü bitirmişti okulda. Büyükleri kabanları, montları ile oturtuyorduk sınıflarda ama minnaklar için bu da yetmiyordu. Zülal Öğretmen’le bir yöntem geliştirmiştik. Üstlerini çıkarıp çocukları üçer beşer kişilik daireler haline getiriyor, etraflarında dönüp tepelerine dokunarak zıplatmaya başlıyorduk '' Hop hop, altın top, bende var, kimsede yok'' diye diye. Böylece çocuklar hem ısınmış hem de eğlenip biraz fazla enerjilerini atmış oluyordu.


Havalar ısındı, bahar geldi, artık bahçede oturma, oynama zamanları gelmiş, benim karnımın büyüklüğü de iyiden iyiye belli olmaya başlamıştı. Bir gün bahçede oynarlarken gittim yanlarına. Zülal çocuklarla ilgileniyordu, bir banka oturdum. Ufaklıklardan şeytan çekici gibi bir kız hemen sokulup yanıma oturdu, gözlerini gözlerime dikip, sen yemek mi yedin, dedi. Ben ağzımın etrafında bir bulaşık mı var diye telaşla elimi ağzıma götürürken, yooo, bir şey mi bulaşmış, diye sordum. Hayır, dedi, karnın kocaman olmuş da ondan sordum. Derin bir nefes alma süresi kadar şimşek hızıyla düşündüm. Ben hani sizi çok seviyorum, her fırsatta sizi sevmek, sizinle oynamak için yanınıza geliyorum ya, evet, işte okulda olmadığım zamanlar sizi çok özlediğim için evde de sevip oynayabileceğim bir bebeğim olsun istedim. şimdi o bebek bu dünyaya gelebilecek büyüklüğe erişene kadar karnımda büyüyecek, o yüzden karnım kocaman oldu.


Cevap: Hıııı, ben biliyodum ki zaten, seni denemek istedim !



ree

Bu haftaki bültende Hadi Beraber Kitap Yazalım projesine gelen ilk yazıları paylaşmaktan dolayı çok heyecanlıyım. Yazar arkadaşlarımı cesaretlerinden dolayı kutluyor, emeklerinden ötürü teşekkür ediyorum.


Geçen hafta belirttiğim gibi, artık ben de haftanın sorusuna yanıt veriyorum. Bu hafta hatalı berber seçimimin neye yol açtığını anlattım.


Haftanın yazıları:






KAPALI KAPILAR

-huzursuz beyin-



Berbere girmekte zorlanıyorum. Eskiden gücümü toplayıp evden çıkar, berber dükkanına yaklaşır, kapısının önünden teğet geçip eve dönerdim. İnmek için alçalan ama bir türlü inemeyen bir martı gibi. Artık aklıma bile gelmiyor, saçlarımı kendim kesiyorum.


Birkaç istisnası oldu bunun.


Liseden sonra saçlarımı uzattığım için pek ihtiyaç duymadım. Sadece bir kere, o da yeni edindiğim dostlarımın iteklemesiyle Kadıköy’deki bir berbere gidip “kırıklarını al” dedim. Bana göre “kırık,” saçların ucu demekti. Berber daha holistik bir bakış açısıyla ilk darbede kolum kadar saç kesince bana inme indi. Yeniden hareket etmeye başladığımda sağ el serçe parmağım seğiriyordu.


O günden sonra saçlarımı kendim kesmeye başladım. Artık başarılı sayılırım ama bazı badireler atlatmadım değil. Bir keresinde küvete doğru eğilerek uzun saçlarımı önüme atmış ve çenemin altına gelen tutamı dümdüz kesmiştim. Mantığıma göre saçlarımı geriye attığımda uzun ve düz bir saça sahip olmam gerekiyordu, iskandinavlar gibi. Oysa Tansu Çiller’e döndüm.


Ama bunların hiçbirinde etraf kana bulanmamıştı.


...


Askerden döndüğümde saçlarım bir tuhaf uzadı. Ordudaki zoraki sosyalleşmeden kazandığım özgüvenle bu sefer berbere gidebileceğime inandım. Kulaklıklarım, gaz verici şarkılarım ve yırtık ayakkabılarımla beş kilometre uzaklıktaki ilçe merkezine yürüdüm.

Merkeze vardığımda berber dükkanını bulmam zor olmadı. Kapısı kapalıydı ve içeride gençler muhabbete dalmışlardı. Atıldım ama kapıdan geri döndüm. Yine o manyetik güç beni itiyordu.


Kapalı kapıları ve kapalı insanları açamıyorum.


Biraz dolanmayı düşündüm; belki döndüğümde kapısını açık, içerideki insan sayısını azalmış bulurdum. İleride başka bir berber dükkanına denk geldim. Daha doğrusu penceresinin yarısı eski gazetelerle örtülmüş, böbrek kaçakçılığı operasyon merkezine benzeyen kapısı sonuna kadar açık yapıyla. İçeride sadece iki kişi vardı ve ikisi de ne müşteriye, ne berbere, ne de insana benziyordu.


İlk bulduğum berbere döndüm. İçerideki muhabbet devam ediyordu ve kapı hala kapalıydı.


O hatalı seçimi yaptım.


Açık kapıdan yoğun kolonya kokulu mekana girince içlerinden daha sabıkalı görüneni bana "yigenim" dedi. Bir anda kendimi berber koltuğunda buldum ve büyük bir hata yaptığımı anladım. Kurbanlık koyun gibi eğdim boynumu. Travma yaşadığım için sonrasını pek hatırlamıyorum.


Hatırladıklarım şunlar; berber kafamı ite ite saçımı keserken, yanındaki adam ara ara sırtına vuruyor ve “ne adamsın be!” diyor. Gözlerim kapalı bu ritme alışmışken bir anda “kırt” diye bir ses duyuyorum. Keskin, kısa bir acı ve sonrasında kalp çarpıntısı gibi inişli çıkışlı bir sızı. Gözlerimi açıyorum, berberin ağzındaki sigara düşmüş, oysa ses tonu gayet sakin; ceketinin düğmesinden bahseder gibi “vuuu, gitti ya kulak.” diyor. Sağ kulağımın tepesinden yukarıya doğru kan fışkırıyor pıslayarak.


Yandaki adam, sanki varoluş nedeni buymuş gibi sakince sargılıyor beni. Bir yandan da “minik bir parçaymış, olur öyle” diyor. Ruhum bedenimi terk etmiş vaziyette izliyorum olan biteni. Saç kesimi bitince kalkıyorum, ücretimi ödüyorum, kulağım sızlaya sızlaya müziksiz bir şekilde eve dönüyorum.


Eve vardığımda yaraya pansuman yapmam, bezi değiştirmem gerekiyordu ama elim gitmedi bir türlü. Üç gün boyunca açıp bakamadım kulağıma. Karşılaşmak istemiyordum kendimle. Olduğum insandan ötürü bir şeyler kaçırdığımın hep farkındaydım ya, işin bedenimden parça kaybetmeye kadar gideceğini düşünmemiştim. Üçüncü gün sonunda kulağım çürüyüp kopar diye korktuğum için açtım bezi. Hiç de düşündüğüm kadar kötü olmadığını fark ettim. Yancı haklıymış, minik, hatta belirsiz bir parça gitmiş, o kadar.


Bir daha sadece düğün günü gittim berbere. Aileyle tanışmadır, kız istemedir derken bir sosyal fobiğe göre Vietnam’ı görmüştüm artık, berberden endişelenecek değildim. Yine de kapısı açık bir tane buldum, oturdum. Adam insana benziyordu, “Nasıl keseyim” diye sordu. Düğüne gideceğimi, şöyle biraz düzeltse yeteceğini söyledim ona. Damadın ben olduğumu söylemedim ama. Odak noktası olmaktan hoşlanmıyorum çünkü.





GEÇMEYEN GEÇMİŞ ZAMAN

-ayşe çetinkaya-



Aklıma getirmekten kaçındığım anılarımdan biri. Aslında en ufak ayrıntısına kadar hatırladığımı biliyorum. Ama ne kadar çok ayrıntıyı çağırırsam o kadar yorucu oluyor. Hatırlamıyormuş gibi yaparak zamanın geçmesini bekliyorum, belki yeterince zaman geçince gerçekten de hatırlamam.



Olay bundan üç buçuk yıl önce ve Berlin’de geçiyor. Şimdilerde fark ettiğim üzere çok revaçta olan, o zaman ise benim için hapishaneden farksız Kreuzberg, Neukölln civarı bir yerlerde, ev sahibimizle paylaştığımız evde. Sabahtan Almanca kursuna gidip dönmüşüz. Ev sahibimiz evde değil; bu iyi, çünkü artık aralarındaki sürekli gerginlikten bıkmışım, kısa süreli de olsa molaya ihtiyaç duyuyorum.


Muhtemelen benim var olmamla ilgili bir sebepten, yani herhangi bir çabamı gerektirmeyen bir sebepten, bir şeye sinirleniyor yine. O sabah ayakkabılarımı onun hayalindeki hızla bağlamamış olabilirim, hazırladığım sandviçler kuru olmuş olabilir, kurstan dönüşte bisikletle çok geride kalmış olabilirim, ya da o an yorgunumdur ve yorgun olmamı istemiyordur. İtiş kakış başlıyor yine ve tabii hakaretler. Hakaretler öyle sıradan değil, hassasiyetlerimi çözümleyip bana özel hazırladığı, uygun zamanını bekleyip sarf ettiği, duyar duymaz göğüs kafesimin içinde biri bir ateşi harlıyor hissi yaratan hakaretler. Ben de hakaret ediyorum, ama kendimce. Benimkilerden bir tanesi de onun içindeki ateşi harlamış olacak ki yüzümün o tarafını uyuşturan ve kulağımı çınlatan bir tokat indirdi. Çizgi filmlerde olurdu ya, gözlerimin önünde uçuşan yıldızlar gördüm ben de. Yıldızları izledim bir süre. Çığlık çığlığa ağlamaya başladım sonra. Ne kadar çığlık atsam da öfkemi, yıkılan gururumu, kaybettiğim insanlığımı ifade edemiyordum. Daha yüksek sesle çığlık atıyordum. Bu sefer de buna sinirleniyordu ve üstüme yürüyordu. Bu terane bir şekilde bitsin diye kendimi önce banyoya kapattım, kapının önünden ayrıldığından emin olunca da evden çıktım.


Apartmanın çıkışına vardığım anda birileri dışarıdan kapıyı hızla açtı ve içeri sırasıyla altı tane polis girdi. Hepsi aynı upuzun boydaydı ve koşarak yukarı çıkıyorlardı. Nereye gittiklerini biliyordum. Çok korkmuştum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir anlığına kendimi dışarı atmayı düşünsem de peşlerinden yukarı koştum, ne olduğunu sordum. Şu daire için ihbar var, uzun süre çığlıklar duyulmuş dedi biri. O dairede ben oturuyorum, ama böyle bir şey olmadı dedim. Şaşırdılar, yine de kontrol etmemiz gerekir dediler, birlikte çıktık ve kapıyı çaldılar. Kapıyı açtığındaki iğrenç yüz ifadesini hatırlıyorum. Saf korku. Benden başka birileri biliyordu ve herhangi biri değil, cezasını kesebilecek birileri. O anda her şeyi benim insafıma kalmıştı. Geleceği, hayalleri, itibarı. Benimse aklımdan tek bir şey geçiyordu, “inkar et, inkar et, inkar et”. Onu da ihbarla ilgili bilgilendirdiler ve çığlıkları duyup duymadığını sordular. Çığlık mı, çığlık falan duymamıştı, biz müzik dinliyorduk çünkü, belki o yüzden duymamıştık. Polisler ikna olmamış gibiydi, ihbarı yapan üst kat komşumuza çıktılar. Bir süre sonra tekrar kapı çaldı, evi aramak istediklerini söylediler. Ev aranırken çok usluyduk, asla çığlık atmamış ve asla çığlık duymamıştık. Polisler, “siz hayırdır” bakışlarıyla bize tekrar veda ettiler ve bu sefer gittiler.


Bunun dört ay sonrasına kadar daha da şiddetlenerek devam eden benzeri olaylarda, Almanya’da darp raporu nasıl ve nereden alınır bilemezken, kendimde darp raporu alacak gücü zaten bulamazken, kendime bundan başka bir hayatım hiç olmamışçasına yabancılaşırken, hiç kimseye bir şey anlatamazken, artık bir şekilde ölmeyi dilerken, hep keşke dedim. Keşke o polisleri kandırmasaydım. Keşke şiddet görüyorum, yardıma ihtiyacım var diyebilseydim. O zaman Alman polisine söyleyemediğim şeyi, Türkiye’ye döndükten sonra psikiyatra anlatabilmem için de birkaç seans geçmesi gerekti.




YEŞİL MAVİ TABAKLAR

-karahindiba-



Çekicilik/zaman eğrisinin tepe noktalarında olduğum yıllardı. Kendimi hiçbir zaman yakışıklı olarak nitelendirmedim ancak gördüğüm ilgi dış güzelliğe önem verecek kadar hayal gücümü zayıflatmıştı. Güzel ülkemin erkek profili sağ olsun, bu küstah halimle bile kendimi besin piramidinin en üstünde görüyordum. Karakterim henüz yeterince zayıflamamış olmalı ki, çok iyi kalpli, arkadaş çevresi de bir o kadar iyi olan biri ile birlikteydim. Halen arkadaşlarımla o günleri kedi yavrusu görmüş ifadelerimizle hatırlarız. Sonra benim ne büyük kafalı bir salak olduğum konusunda fikir birliği oluşur, ben de kendimi o kızcağıza yönelttiğim "ne kadar da esmer" gibi bomboş fikirlerimle kavga ederken bulurum. "Boş ver abi boş ver. O kararları sen değil hormonların verdi." "Kimya ile kavga edemezsin..."


Düşüncelerimi onaylamasam da kendime kızmıyorum. O dönemde bunları düşünmem bence normaldi. Hormon bulutundaki ergenlerden sadece biriydim.


Tam bu dönemde başka birine gönlüm kayacak oldu. Kimseyi fiziken aldatmadan bir ilişkiyi bitirip ötekine başladım. Ömrümde en çok emek verdiğim, iki sene boyunca Ankara - İstanbul arası seyahat ettiğim, karşımdakine manevi destek vermekten kendimin çöktüğü, ilişkinin üçüncü ayından sonra neden bitirmediğimi halen anlamadığım bir ilişkim oldu. Sonunda İstanbul'a taşındım ve yeni evime aldığım tabakların renginden dolayı çıkan bir tartışma sonucu ilişki sonlandı. Hiçbir zaman büyüyüp olgun bir insana dönüşmedim. Dolayısıyla kendime halen kızmıyorum. Ancak gösterdiğim çabayı bir önceki ilişkiye az da olsa kaydırmamış olmak bence yaptığım en hatalı tercihlerden biriydi. Şimdi o testosteron hormonları sonucu kafam kel.


Çekicilik/zaman eğrisi çoktan düşüşe geçti. Karakterim de yaptığı dip noktadan biraz yukarı geldi. Çekiciliğinin zirvesinde hisseden biri tarafından gelişen karakterimin suistimal edilmesini beklemek üzere sıraya girdim.



APTALLIK İRADESİ

-edward bloom-




Yirmili yaşlardaydım. Üç küsür yıllık ilişkimin heyecanının gittikçe sönümlenip gerçekten neyi istediğimizi sorgulamaya başladığımız döneme girmiştik. Büyük bölümü uzaktan yürüttüğümüz bir ilişkiydi. Artık ufak meselelerin bile "birlikte bir gelecek mümkün mü?" düşüncesiyle krizlere dönüşebildiği zamanlara gelmiştik. Yine böyle ufak bir meseleden dolayı tartışıp kapattık telefonları. Bu kez irade göstermeye karar verdim. Alttan almayacak, aramayacak, haksız da olsam özür dilemeyecektim. İlk birkaç gün kuş gibi hissettim kendimi; hafiflemiş ve özgür. Sonra merak başladı; acaba o ne hissediyor? Ve nihayet bir haftanın sonunda beyaz bayrağı çekip teslim olmaya karar verdim. Telefonuma cevap vermedi. Artık bir günün bir hafta gibi geçtiği süreç başlamıştı. Sonra soğuk bir "alo" ile başlayıp" daha sonra konuşuruz"la biten bir telefon konuşması, "yürümüyor, devam etmek istemiyorum"la şahlanan dağılma süreci ve en son Müslüm Gürses'ten "Son pişmanlık neye yarar, her şeyin bedeli var, buraya kadar"la tüy dikilen irade şovun son sahnesi. Sanırım kötü seçimlerimin en kötülerinden biri irade fetişizmimi yanlış bir fantezide kullandığım bu aptallık öyküsüydü.


DANONE ÖNEMLİ

-çevrimpiçi-



Yaptığım en hatalı seçim en çok ihtiyaç duyduğum zamanlarda kendim yerine, bana

yardım etmesi, benimle ilgilenmesi için hep başkalarını seçmek oldu. Ama pişman değilim çünkü en çok da bundan öğrendim.


Bu hatam içinse kendime kızmayı bırakalı biraz oluyor çünkü kendime bunu bilerek

yapmadım ve fark ettiğimde de bunu yapmayı sürdürmedim, elimden geleni yaptım

değiştirmek, başka türlüsünü edinmek için.


Beni zorlayan, üzen ve yıpratan pek çok şey oldu.


En göze çarpan problemim yemeklerle başladı, bakan için görmesi kolay, akıl vermek

isteyen içinse yorum yapması çok basit olan şişmanlık. İlgisiz, evden kopuk, var da yok babam ve annem, ekonomik özgürlüğü olmayan, iyi bir ailenin prenses gibi yetiştirilen kızı. Babam kendi çocukluk travmalarını çözememiş, yanında bir çanta misali oradan oraya taşırken annem bu malzemeden bir aile kurmaya çalıştı dolayısıyla ilgisi ve enerjisi daha çok çabalamaya kayarken benim duygu durumum çoğu zaman önceliklere giremedi. Misafirperver Türk toplumu mu yoksa bedava hizmet bekleyen akrabalar mı? Büyürken kullanacağı duyguları biriktiren çocuklar mı yoksa halasına, babasına çektiği zaten belli olan küçük düşmanlar mı? Bu sorular ve çok daha nicesi bugün hala zihnimde. Ama artık beni etkileyen duygular olarak değil aksine bir kenarda görevini yerine getirmiş tetikleyiciler olarak. Ben bunlardan öğrendim. Ama öğrenene kadar neler oldu. Yemeklerle duygusal travmalarımı bastırabileceğimi fark edince bu çözüm bana hem pratik hem de zevkli geldi. Annem sayesinde evde her zaman güzel yemekler vardı her ne kadar güzel duygusal paylaşımlar olmasa da. Ben de duygularımı yemeye başladım. Kekler, börekler, çörekler, çikolatalar ve Danone ile. Danone önemli çünkü 5 yaşından sonra hızlı bir şekilde kilo almamı annem daima Danone'ye bağladı. Babam ilgisizdi, varlığı yokluğu belli değildi ve bana tamamen yabancıydı belki ama her akşam elleri poşetlerle dolu bir şekilde gelirdi. Bu beni sevdiğinin bir göstergesi değil miydi? Her akşam yediğim çilekli Danone'lerin kutu kutu alınması beni sevdiğini göstermez miydi? Ben de yedikçe yedim. İlk tıkınarak yemelerim o zaman başladı. 6 yaşındaydım ve küçük kaşıklarla Danone kutularını sıyırıyordum, ilk kutuda dolabın kapağını bile kapatmıyordum çünkü 2. ve 3.yü de yiyecektim. Bu mesele 24 yaşıma kadar sürdü. Hızla

kilo aldım, yıllarca vermeye çalıştım. Başarılı da oldum, verdim de. Sibel Can olmadığım için haberim yapılmadı ama ilk diyetimi yaptığım 11 yaşından son diyetimi yaptığım 24 yaşıma kadar ben de bi 100 kilo vermişimdir. Verdim, mutlu oldum başardım dedim. Aldım, üzüldüm, zaten neyi becermiştim ki bunu becerecektim?


Annem hala hatırlar, bayramlık alışverişinde deneme kabinlerinde geçirdiğimiz ter,

hırs ve gözyaşı dolu saatleri. Beni kumaşlara tıkmaya çalışırdı çünkü o ve babam daima şıktı, belki duygusal olarak iyi değillerdi, asla anlaşamıyorlardı ama ikisi de tam takım giyinir ve bayramlara giderlerdi. Herkes bu sefer ne giymiş diye onları inceler, markalar ve övgüler değiş tokuş edilirdi. Bu sayılı iyi şeylerden birine ise ben uymuyordum. DNA’m da bana şaka yapar gibi bir de beni aşırı tüylü kılmıştı. Benim suçum değildi ama bedelini ben ödedim.


Tüyler sorun olmaya başlayana kadar kilo vardı, annem kabinlerde dediğim gibi beni

kumaşlara sarmaya çalışırdı. Göbeğini içine çek diye bağırır, kızarmış terlemiş yüzüyle benim çekemediğim göbeği kumaşın içine itmeye çalışırdı. Ağladığım zamanlar da olmuştu, yazdıkça hatırladım. Ağladıkça daha çok sinirleniyordu çünkü kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyordu, o kadar yer gezmiş en pahalı mağazalarda saatler harcamıştı ama beğendiği hiçbir kıyafete kızı sığmıyordu. Ben bu yorucu sözde “bayramlık” alışverişinde ağlıyordum, annemse bana kızıyordu, “ağlama”, “kes”… şimdi yazarken bile gözlerim doldu.


Aslında dolmaktan fazlası oldu, ağlıyorum. Bu duygularımı tekrar keşfetmek gözlerime

yaşlar getirse de o küçük, tombiş kızı ben artık seviyorum. Ve ben seni seçiyorum artık küçük kız. Kilona, kıyafetlerine yorum yapanları değil. Onların senin hakkındaki yorumlarına değil, sana değer veriyorum. Ben artık seni seçiyorum, seni seviyorum. Seni koruyorum. Sen de beni affet lütfen.


Sen ve ben, bu hayatta ayrılmaz bir çiftiz. Bence beni tanısan seversin. Ben seni

seviyorum. Göbeğini de, tüylerini de, aklını da seviyorum. Bundan sonra hep seni seçeceğim.


Senden kıymetli başka hiçbir şey yok. Sen üzgünsen ben de üzgünüm, sen mutluysan ben de mutluyum ve sen benim varlığımın koşulusun. Olduğun gibi güzelsin, özelsin.


Yıllarca seni aç bıraktım, sana istediklerini vermedim çünkü hak etmiyorsun dediler,

Hak etmiyorum dedim. Sana güzel elbiseler almadım, yakışmaz dediler, yakışmaz dedim.

Dönüp sana söz hakkı vermedim, seni seçmedim. Özür dilerim. Ama biliyorsun ben de iyisini bilmiyordum. Buna doğdum, bunu gösterdiler, bunu dediler, bunu ezberledim.

Büyüdüm. Sen bendin ama ben sen miydim? Mantıksal olarak evet demem gerek,

ama mantıksal evetin karşısına duygusal bir hayır koyuyorum. Ben sen değildim, yıllarca seni hırpalamış, göz ardı etmiştim. Seni tanımıyordum bile. Yakın bir zamana kadar çocukluk anılarımın hiçbirini hatırlamıyordum. Hala çok flu. Ama fark ettim ki sen de kaçmak istemişsin, zihnin de seni alıp götürmüş. Anıların, anılarımız bu yüzden eksik. Sen hayatın akarken başka bir yerdeydin. Artık buna bir son verelim. Elini ver bana, ben seni götüreceğim, artık zihninle kaçmana gerek yok. Yorulursan kucağımda taşıyacağım, kalbime yakın. İstediğin elbiseleri de alacağım.


Geçmişi değiştiremem sen de bunu benden isteyemezsin zaten. Bugün burada

yanındayım. Seni seçmediğim tüm zamanlara karşın bugün burada seni seçiyorum. Ve

inanıyorum ki bugün yaptığım bu seçim geçmişin tüm hatalı seçimlerine bedel.



BİR KÜÇÜK ŞÜPHE

-voilà-



Şüpheyi susturmak. İçimdeki ‘’Dur! Beni dinle, burada yolunda gitmeyen bir şeyler var’’ diyen o sesi dinlememek, durup kendime kulak kesilmemekti…


Öyle zamanlar olur bilirsiniz; hani her şeye rağmen o olay aslında öyle değildir, o insan bunu demek istememiştir, gerçekten sinirle bakmamıştır, bana somurtmamıştır diyen; sürekli birilerini, olayları, gerçeklere karşı savunan bir uğultu kaplar kulaklarınızı. Duyamazsınız içinizdeki o sessiz haykırışı, sizi koruyup kollamak isteyen fısıltıyı. Herkese gösterdiğiniz o müsamahayı kendinize göstermezsiniz çoğu zaman, sağır olursunuz o cılız çırpınışa.


İşler ne zaman değişir, o şüphe gerçeğiniz olduğunda: Aslında o olay öyledir, o insan büyük bir istek ve arzuyla size tam da onu demiştir, gerçekten de öfkeyle bakmıştır gözlerinizin içine ve evet tam da size somurtmuştur rastgele yolunuzun kesiştiği o herhangi biri.


Hep bir yanımızda minik bir çocuk saflığı var ya hani "insanlar o kadar da kötü olamaz be" diyen, hah işte o yanımı küstürdüler. Oysaki kulak verseydim kendime belki de incitmeyecektik şu elinden tutup her yere götürdüğüm o ufak kız çocuğunu. Bir yandan da kıymetli gördüğüm bu; insanlar gerçekten de o kadar kötü ama biz bu gerçeğe rağmen soldurmuyoruz çiçekleri. Buluyoruz bir yerlerde aynı mücadeleleri verdiğimiz kalpleri. Nefretin, öfkenin ve negatif daha birçok duygunun motivasyonu yüksek ancak sevginin de sermayesi bol, kullanın.


Herkese sevgiyle şefkatle açtığınız kalbinizin kendinize merhamet etmesine izin verin. İçinizden gelen kimi zaman yüreklendirici kimi zaman korumacı olan sesinizle yolunuzu çizin. Durup kendinizi bir dinleyin; ‘’acaba olmak istediğim yerde, işte, insanlarda mıyım?’’ diye sorgulayın. Üzerinize pek de oturmayan rollerinizden sıyrılıp sadece siz olduğunuz, arınmış halinizle devam edin o yola. Belki bir küçük şüpheyle, kuşkuyla, acaba mı ile başlayan bu fısıltının sizi dönüştürmesine izin verin. Yaşamınıza yapacağınız en büyük iyiliğin iç çocuğunuzun sesini dinlemek olduğunu unutmayın…



İÇİMDEKİ SES

-bir başka dünyadaki-



İçimde başkalarına ait seslerin yankılanmasını seçtim. Öyle uzun zaman bu hatalı seçimi

sürdürdüm ki kendi sesimi unuttum. Başkaları konuştukça içimde, ben de onların dili, onların duyguları ile konuşur oldum. Güne başkalarının yargılarıyla başlıyor, sabah kahvaltısında üç dilim başkalarının korkusunu yiyor, iki yudum başkalarına ait karamsarlık içiyordum. İçimdeki sürekli yankılanan bu sesleri sindiremediğim için öğleye doğru bunları gözyaşı olarak boşaltıyordum. Üstüne hemen orta şekerli, bir başkasının çaresizliğini yudumluyordum. Üstelik ben kendimi dinlemeyi ne zaman nerede bırakmaya başlamıştım hiç hatırlamıyordum.


Derken dünya durdu. Herkes evlerine çekildi. Başkalarının sesi içimde bir zaman daha

yankılanmaya devam etti. Fakat gözden ırak olan gönülden de ırak olur derler ya.

Görmeyince başkalarını sesleri de gitti. İçimde yankılanan tüm sesler usul usul meydandan çekildiler. Onlar çekilince benim cılız iç sesim ortaya çıktı. İncecik kalmıştı. Çok uzun zamandır onu dinlemeyi seçmediğim için önce anlamsız sesler çıkardı. Yavaş yavaş konuşmaya başladı benimle. İçimdeki koskoca meydana bir tabure çekti bana beni anlattı. Onu değil de başkalarını dinlemeyi seçtiğim her an nasıl acı çektiğini anlattı. İyice dinledim onu. Dinledim, dinledikçe yaklaştım kendime. Birbirimizi affettik, yeniden bir olmaya başladık. Şimdi onu-kendi iç sesimi- duymayı ve dinlemeyi seçtiğim her anı coşkuyla kutluyorum. Ve bu hatalı seçimin bana neler yaptığını daha iyi anlıyorum.



HATA HATADIR

-san-


Haftanın konusunu yazmak için kafa patlatıp bir anı bulamadığımda fark ettim ki; en büyük hatam, hata yapmamaya çalışmaktı. Şimdi bu hataya düşmeye devam etmemek için "hata hatadır," deyip yazmaya başlıyorum.


Uzun yıllar boyunca sanki yaşayan ben değildim. Bir başka insandı kararlarımı veren. İç sesimle kavgalıydım çoğu zaman. Bu hırçınlık aslında çocukken hayatımdaki otorite figürlerine göstermediğim tepkileri kendime gösterme çabasıydı. Kimse üzülmesin diyerek yaşadığım bir çocukluk ve ilk gençliğin ardından etrafındaki -kendi de dahil- herkesi yıpratan bir genç yetişkine dönüşme sürecini deneyimledim böylece. Aslında içimden gelenlerin benim hayat yolculuğumun bir parçası olduğunu ve hayatımdaki insanlarla birlik olup onları bastırdığımı anladığımda; hepimize karşı öfkem de katlanarak arttı. İçimde ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan bir canavar oluştu. Biliyorum ki onun da bir işlevi var. Şimdiye dek yapmadıklarımı yapmam için o da acı çekiyor benimle beraber. İşin aslı, ben hâlâ kimseyi üzmemeye çalışıyorum. Artık kendimi de üzmemeye çalıştığımdan beri işler biraz karıştı yalnızca.


Sürekli bir kırılma noktası ve mükemmel zaman bekleyerek yaşadım. O zaman geldiğinde hem hiç kimse üzülmeyecek, hem de ben kendim olabilecektim. Ama hayatım bir şeylerin bitmesini beklemekten ibaret oldu ve önünü alamadım. O "bir şeyler" asla bitmeyecek. İnsan yaşayarak bir çırpıda öğrenebileceklerini yaşamayıp gözlemleyerek yıllar içinde öğrenebiliyor ancak. Benim yaptıklarım değil, yapmadıklarım hataydı. Hata yapmamak yoktur, hata yapmaya geç kalmak vardır diyebilirim belki de bugün geldiğim noktada. Hayat, insanın henüz buradayken yaşama şansına sahip olduğu bir saha. Bunu da Edip Cansever söylemiş; "İnsan, yaşıyorken özgürdür."



MESLEK SEÇİMİ, HAYAT SEÇİMİ

-dalgın cambaz-



Çocukluğumdan beri kendimi sanata özellikle de üç boyutlu sanata yakın buldum. Daha sonra çok çalışarak ve isteyerek heykel bölümünü kazandım. Burada başladı hayal kırıklıkları. yetenekle geldiğin bir okulda herkesin çok yetenekli, hatta senden daha yetenekli olma düşüncesi, kendini ve otantikliğini bulma yolundaki bir genç için çok zordu. Şimdi anlıyorum ki beni yoran, hepimizin içine düştüğü yarış ortamı hissiymiş. Kendimi bildim bileli, üretmekten aldığım hazzı hiçbir şeye değişmezken, yaptıklarımın hiçbir şey ifade etmediğini düşünmeye başlamıştım. Daha sonra heykeli bırakıp, ışık tasarımı okumaya karar verdim bir senelik ve şehir tiyatrosunda ışık tasarımı bölümüne girdim. Ayaklarım üzerinde durmak, düzenli para kazanmak ama bir yandan da tasarım yapmak istiyordum. Ama işler umduğum gibi gitmedi. Tasarım alamıyordum. Işık masasının başında bir oyunu yönetmeyi öğrenmiştim. Ama benim için çok gergin ve tekdüze bir işti. Kendimi doğru ifade edemeyeceğim bir ortamın içindeydim. Yaratıcılığımı ve özbenliğimi daha çok saklamış ve bastırmış hissettim. Bir çıkmazın içine sıkışmış gibiydim, ama bir yandan da bu işi bırakmanın şımarıklık ve ya bohemlik olduğunu düşünüyordum. Böyle böyle iki yıl geçirdim. Sonunda iki rahatsızlığım patlak verdi. Tiroid ve fıtık. Ben bu rahatsızlıkları, o mutsuz çalışma dönemime bağlıyorum.


Bu bende bir dönüm noktası oldu ve o işten ayrıldım ve tekrar heykel yapmaya karar verdim ve susuz kalmış gibi heykele dört elle sarıldım ve daha tutarlı bir ilerleyiş içine girdim.


Gene de o seçimim olmasa heykelin nasıl yaşamımın bir parçası haline dönüştüğünü hatırlamazdım gibi geliyor. Bu yüzden o seçimimi bile farkındalığımı arttırdığı için tümden hatalı göremiyorum.



ÇİKOLATA

-altum-



Şu yaşa gelene kadar attığım tüm adımları, seçtiğim tüm irili-ufaklı sapakları düşünmek, hatırlamak açıkçası mümkün değil. Ayrıca neyin doğru neyin yanlış olduğuna hangi değerli zat karar veriyor? Hatalı seçim ne demek? Şu anki duygularımla, şu anki zihnimle ve şu an yaşadıklarıma bakarak geçmiş seçimleri yargılamak tam olarak trajikomik geliyor bana. Yine de insan kendini bazen geçmişteki hatalarını, yapıp yapamadıklarını düşünüp hüzünlenmekten alıkoyamıyor. Bu hangi ihtiyaca hizmet ediyor bilmiyorum. Çaresizlikten ve gereksiz bir “Olsun, ders aldım!” düşüncesinden ilerisine ışık tutmuyor bence. “Olsun, ders aldım!” minvalindeki cümleler gereksiz çünkü insan çok da ders alan bir varlık değil. Daha çok, ders aldığını söyleyen bir varlık. Farklı renge boyanmış, biraz da cila atılmış benzer hatalar… Aynı bokun laciverti deriz ya, tam olarak öyle. Aynı kuyulara, kuyu olduğunu bilerek ya da bilmeyerek düşen insan, bir de bu durumu romantikleştirmeyi çok sever. Kuyuda geçirdiği süre boyunca o acıya saplanır. Genellikle acısını simgeleştirecek bir yol da bulur ama. Ya şiir okur acılarına, ya o şiiri yazar. Bir resme bakarak ağlar bazen, ya da o resmi çizen olur. Şiir, resim, şarkı, kompozisyon olur en sonunda o hatalı seçim. Ama bunlardan hiçbiri değilse bile, insan suçlayacak birini, bir şeyi bulur. Hatalı seçimi için ona bahşedilenleri, ya da bahşedilmeyenleri suçlar. Çok arkadaşı vardır mesela, onu hatalı seçime yanındakiler sürüklemiştir. Hiç arkadaşı yoktur ya da, yalnızlıktan seçmiştir o yolu, biri akıl verse öyle olmayacaktı(r). Çok az imkanı vardır, elinde son kalanı o hiçbir işe yaramayan dükkana harcamıştır. Çok zengindir, fırsatlar arasında kaybolup yolun sonunda en kötüsü kalmıştır elinde. Ailesi yanındadır, fakat haddinden fazla. Bundan ötürü kendi kendine doğruyu seçmeyi öğrenememiştir. Ailesi sahip çıkmadıysa zaten yanlışı seçmek tek doğrudur. Tabi kimi hatalı seçimler var ki, onlardan sonra insan, Tanrı nefes almasına izin verdiği müddetçe bir daha sipariş vereceği yemeği bile seçmek istemez. Böyle hissettirecek bir hatalı seçimim olmadı benim. Belki de seçimlerime bakış açım değişti. Eskiden, ne zaman yaralansam, namluyu çevirirdim bedenime. “Suçlusun!” derdim, yanlış olanı seçtin, sen seçtin. Şimdi daha rahat bırakıyorum tabancayı yere, hatta bazen elime almıyorum bile. Ama, ufak tefek yanlış seçimlerimin arasında sırıtan, daha büyük hatalı bir seçimim oldu benim de. İstediğim sonuca ulaşamamak beni hiç bitmeyen bir maraton koşusunun sonuncu yarışmacısına dönüştürdü. Küçüldüğümü hissettim. O son hamleye kadar tüm yaptıklarım cesaret örneğiydi, takdir edilen cinsten. “Aslında çok cesaretli davrandın, iyi ki yaptın!” laflarını çok duydu bu kulaklar. Ama dedim ya, o son hamle, o son seçim, hayatla uzun süre çatıştırdı beni. İnsan açmalı kalbini, ama yalnız başına değil. Bense sevildiğimi duyabilmek için, kalbimin tüm katmanlarını soymam gerektiği düşündüm. Onun da ben gibi etten kemikten insan olduğunu unutmuşum, unutmak istemişim belki de. Ama anladım, insan iyi kötü hiçbir hissini çok uzun süre saklayamaz. Çikolatayı seviyorum mesela. En çok sütlüsünü. Bir süre çikolata yememek için dirensem bile en sonunda tadına varmış oluyorum. Yani demem o ki, insan seviyorsa o çikolatayı eninde sonunda yer. Yemiyorsa sevmiyordur. Ve çikolata yemeyen birine en sevdiğiniz sütlü çikolatayı hediye etmemelisiniz.



PİRAMİT

-iki-



Tek bir tanesini anlatmama gerek var mı emin değilim. Belki tek bir tanesinin etkisi, belki de onunla başlayan bir örgünün tamamı bizi, şu an bu kelimeleri okuduğumuz ana getirdi. Onlarca el üzerinde, piramide taşınan taşlar gibi hatalarımız ve onların zorunlu istikametlerinin sonunda kendimizi ne olarak bulduk? Her şeyin karşısında öylece yığılmış bir duvar mı? Yoksa benzersiz yapıt mı? Gelen taşları nereye yığdığımız bi sorgulansın!!


Benim bütün hatalarımın sonunda yaptığım ortak tek bir hatalı seçimim var ki, işte en çok ondan bahsetmek istiyorum. Bir seçimimin hatalı olduğunu anladığım an fikrimden, karar verme yetimden, direncimden, yeteneklerimden, iş bilirliğimden, işleri ne kadar bilemeyeceğimden, detay göreceğim diye iyice bozulan sol gözümden, zaaflarımdan, zayıflıklarımdan, onların bana verdiği biriciklikten, sayabileceğim her şeyden, her şeyimden şüphe etmeyi seçmek. Burası sıfır noktası, hoş geldiniz… Tavana bakıp düşünmekten inanın içim sıkılıyor. Bu sivrilikle döne döne, kaza kaza kendi ağacımın altını oyduğumu nasıl göreceğim? Taşlarımı yükselmek için en doğru nereye yığacağım?

Hata yapma hakkını hatanın temeli olarak gören bu nemrut algıya biraz pozitif bir baskı gerekiyor olabilir. Bu ’en doğru’nun hem enine, hem boyuna çok parametresi var çünkü. Kim bu en doğru? Baştan ‘en doğrusu’ diye bir şey olmadığını kabul ederek taşları dizmek lazım belki ama çok zor inanın. Pollyannacılık tafrası da hiç çekilmez ama en azından hatanın negatif düşüncesinde paralize olmak yerine, bazı parçaları iyi bir yerlere bükmeyi denemek daha oyuncaklı geliyor.


Kontrol sever biri olarak kontrolümü yitirdiğim anlarda, yani bir hatanın peşinden sürüklendiğimden emin olduğum ve çevresel şartlarımın da kontrolü ele almamı imkansız kıldığı o anksiyatif durumlarda akan suya düşmüş bir yaprak gibi hissediyorum. Gidiyorum Allah gidiyorum da, kim bilir buralar nereler? Ben neyim? Ben ne istiyorum? Cevaplarım nerede? Ama bazen kendi sesini duyabilmen için kafanı o suya sokman gerekiyor işte. Buralar biraz eğlenceli; suyun altında tüm gürültülerden sıyrılıp, o tok sessizlikteyken kafa sesimiz belki sonunda bazı cevaplarla bize gelebilir ve paravanın açılmasıyla yılların hasretini giderebiliriz.


Hatalarım sonunda ‘Ben neyim?’, ‘Ne olmak istiyorum?’ gibi sorularda kaybolmak yerine - ki ben neyim? bana soru olarak zaten saçma gelir-, cevaplarımı daha kısa hedeflere yöneltiyorum. ‘Kendimi nasıl hissederken bulmak istiyorum?’ ve ‘Nasıl biri olduğumda daha iyiyim?’ ya da ‘Ne yaptığımda kendimi daha iyi hissediyorum?’ gibi sorular kendimi ve doğrularımı şekillendirmemde daha çok yardımcı oluyor. Böylece piramidimi şekillendirecek o taşı nereye koyacağımı daha kolay görüyorum.



TEREDDÜT VE ÜMİT

-bâlâ-dest-


Şimdi bakınca tercihimin yanlış olduğundan şüpheliyim. Ama o zaman kesinlikle yanlış yolda olduğumu biliyordum. Peki neden kabul etmiştim? Buna cevap veremiyorum.

Yeniliğin eşlik ettiği duygular vardır: heyecan, mutluluk, endişe, merak, korku vb. Benim hikayemde kaygı ve mutsuzluğun yoğunluğu tercihimin yanlış olduğunun kanıtıydı adeta. Yine de derinlerde yatan o küçük umut kırıntısı hikayeden vazgeçmeme engel oldu. Peki süreç boyunca ne yaşamıştım; önce mutluluk ve değerlilik hissi. Her şey çok güzel görünüyor, gelecek parlak ve ümit verici, hayat yaşamaya değer. Ama dönüm noktasında işler değişiyor mutluluğun yerini kaygı ve üzüntü alırken günbegün değersiz hissetmeye başlıyorum. Hayat ise eskisi kadar iyimser bakmıyor yüzüme. Hikayenin sonunda kendimi olmak istemediğim yerde buluyorum: kalbi kırık gururu incinmiş ve değerleri zarar görmüş biri. Böyle bir özetle durumum vahim görünebilir. Ancak insan yaşadığı fanustan dışarı çıkınca görebiliyor gerçekleri. Doğru ya da yanlış tercih yok, yalnızca alınan kararlar ve onların nesneleri var. Bugünkü kötünün ileride hayat kurtarmayacağını kim iddia edebilir!




BİR ADIM ÖTESİNİ GÖRMEKTİR YAPTIĞIMIZ SEÇİMLER

-sehvenli-


Kırk sekiz yaşındayım ama hala özgür bir birey değilim. Çünkü kendi hayatıma yön verebilecek hiçbir tercihte bulunma imkanım yok ve olmadı da. Sadece yönlendirildim hep. Sağlıklı bir hayatım olmadığı için de aile başta olmak üzere çoğunlukla, aktif hayatın gerisinde durması gereken biri oldum. Birileri sizi acıyarak dışlar toplumdan bu şekilde. Her şeye kılıf bularak gerçek duygularımızı gizleriz bu şekilde.


Dolayısıyla şu yaşıma geldim ama pişman olabileceğim ya da doğru karar vermişim diyeceğim tercihlerim hiç olmadı. Herhalde en kötüsü de tercih yapma şansınızın olmaması. Daha dirayetli, itiraz eden, kendi varlığını savunan biri olamaz mıydım peki? Olurdum belki de.. Ama bana biçilen role nasıl kendimi inandırmışsam artık bu rolün dışına çıkmak düşüncelerime bile dokunmamış beni huzursuz etmemiş. Teslim olmuşum olup bitene. Eğer sizi varlığınızdan çekip alan en yakınlarınız ise yapılan şeylerin iyi mi kötü mü olduğunu sorgulamak aklınıza bile gelmiyor. Ne kadar üzülseniz de sinirlenseniz de durumu kabul etmek zorunda olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bir de ’’ sen yapamazsın, sen hastasın, sen dayanamazsın’’ dedikleri etiketler yapıştırılır üzerinize. Görünürlüğümü bu şekilde gösterebilirim. Onun dışındaki zamanlarda zaten yok gibiyimdir zaten. Buraya kadar yazdıklarım zalimce duruyor. Bazı duyguları yazıya dökmek bu yüzden oldukça zor. Kendimi ifade ederken bir şekilde ben de birilerini yargılamış oluyorum.


Ailemin üzerimdeki olumsuz etkilerini daha detaylı da yazabilirim ancak onların da donanımları o kadar eksik ki.. Yani beklentiyi karşılayacak durum olmadığı için nafile bir serzeniş oluyor. Ama şu var ki üzücü olan da bu ince düşünceden de yoksunluk. En büyük yara açıcı bu özellik. Çok eğitimli, kültürlü olmaları ya da maddi imkanların iyi olması bir aile için önemli olsa da en önemli şey, düşünceli ve anlayışlı bireyler olabilmeleri ebeveynlerimizin. Maddiyat, ego ile beslenmiş eğitim bir yerde illa ki tökezler ama düşünceli ve anlayışlı kafa yapısı her zaman yola devam ettirir. Daha da çok şey yazabilirdim lakin bezgin bir ruh halinde bu kadarla yetinmek zorundayım. Tercih yapmak için herhangi bir konuda ne olursa olsun seçeneklerim olsaydı eğer, insanı önceleyen, insanın değerini düşürmeyen aksine koruyan bir anlayışla öncelerdim yapacağım tercihi... Doğru ya da yanlış karar vermiş olsam da bir şey öğrenmiş olurdum sonunda. Çünkü insan yanlış yapmadan doğruyu bulamaz. Pişman olmadan bazı değerleri idrak edemez. İnsan son nefesine kadar yol alan bir varlık neticede. Seçeneklerin olduğu ve tercih yapma şansınız olduğu bir yolda yürümek de her şeye değer değil mi?



SEÇEMİYORUM

-eta carinae-


Hata: yanılmadan doğan durum. Yanlış. Seçim: seçme işi, tercihini bir yönde kullanmak. Benzerleri arasında hoşa gideni seçip almak, fark etmek. Bunlar Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde hata, seçim ve seçmek sözcüklerinin karşısında yer alan tanımlar.


Hatalı seçim söz öbeğinin bize anlatmak istediğine bu tanımlardan yola çıkarak ulaşırsak önümüzde iki ihtimal beliriyor. İlki, yanlış tercihte bulunma durumu. İkinci ihtimale geçmeden önce hata sözcüğünün birebir karşılığı olan yanlış kelimesine de bakmamız gerektiğini fark ettim. Onu da şöyle tanımlamış sözlük “biçimsel düşünme yasalarına uymayan düşünülen şeyle uyuşmayan”. Evet, artık daha anlamlı oldu. Artık yazabiliriz. İkinci ihtimalimiz düşünülen şeyle uyuşmayan ama benzerleri arasında hoşa gideni seçip alma hali. Çok mu uzattım lafı? Hemen sadede geliyorum ve diyorum ki hatalı seçim bazen yanlış bir tercihken bazen de zihninizle uyuşmasa da hoşunuza gideni seçip almaktır. Muhtemelen şimdi “Eta, zaten hoşuna gidiyorsa seçip aldığın hatalı değildir ki” diyebilirsiniz. Ancak cevabım hayır. Seçip aldıkların da bazen hatalı seçimlerdir. En azından benim seçimlerim öyleydi. Öyleymiş, çünkü bu yeni fark ettiğim bir durum. Neredeyse yolun yarısı denilen yaşta.


En alakasız zamanlarda, örneğin güneşli bir pazar günü yürürken deniz kenarında veya sevdiğim müzik eşliğinde yemek yaparken aklıma geldi bu kötü seçimlerim. Son iki yılımı bunları parça parça anlamakla geçirdim. Bunların büyük kısmı ilişkilerle ilgili. Bunu lütfen sadece aşk ilişkileri ile sınırlamayın. Bir varlık olarak tepki alabildiğiniz her canlı ile kurulan ilişkiden bahsediyorum. Aile ile, arkadaş ile ve en önemlisi kendim ile. Diğer ikisi de oldukça hayati ancak, insanın kendi benliği ile doğru ilişki kurmadan otuz yılını geçirmesi sanırım en önemlisi. Kendini sevmeden geçen yıllar.


Kendini sevmemek bir çok duyguyu içinde barındıran bir kokteyl gibi. İçinde acıma, şefkat, yargılama ve pişmanlığı barındırıyor bu kokteyl. Acıma duygusu içeceğin bazı. İçtiğinizde önce şefkat kısmı geliyor dilinize, bu tatlı kısmı içeceğin. Yumuşak, meyvemsi, iyi hissettiriyor. Kendinizi sevmek istiyorsunuz aniden. Omzunuzu okşamak, geçecek demek istiyorsunuz kulağınıza. Hemen arkasından yargılama çalıyor kapıyı. Gri bulutların altında, tüm dünyanın önünde kurulan bir mahkemedesiniz. Sevdiğiniz herkes sizi izliyor, üstelik yargıç da sizsiniz. En ağır cezaları verince kendinize, ancak rahatlıyorsunuz. İdam. Soğuk, acı tadı. Ve son duygusu kokteylin. Pişmanlık. Kime karşı kendini savunamaz insan? Sanırım kendisine. Ne diyebilirsin ki her şeyi biliyorsundur hakkında. Kandıramazsın, aldatamazsın. O yüzden insan en çok kendisine güçsüzdür, kendini yargılayan kendisine. Ve elinde hiçbir silahı olmayan kişi, suçunu da biliyorsa savunmasızca durur. Hiçbir şey yapamaz. Son nefesi verince devreye girer pişmanlık. Çünkü ellerini önüne bağlayıp gıkını çıkarmamış birine hiç hafifletici sebep uygulamadan idam ettim onu. Pişmanlığın tadı en son geliyor, ve karar veriyorum bu kokteyl güzel değil.


Bu bir döngü ve bitmiyor da inanın bana. Yürüyüp gitmeliyim oradan kendimi bırakıp. İlerlemeliyim çünkü hayat akıyor. İşe gitmeliyim, eve gelmeliyim, üretmeliyim, tatile gitmeliyim, evlenmeliyim, çocuk yapmalıyım, büyütmeliyim, emekli olmalıyım. Öyle ya, bunların hepsini başkalarını mutlu etmek için yapmalıyım. Yapamıyorum, bunları yapmayı isteyemiyorum. Çünkü bunları yapmak için ihtiyacım olan güce sahip değilim. Bu gücü üretmek için kendimi sevmeliyim. İşte hatalı seçimlerimin en büyüğü bu. Kendimi sevmeyi seçemiyorum.



KAÇIŞ

-canderel-



Soruyla ilk karşılaştığımda aklıma hiçbir hatalı seçimim gelmedi. Büyük ihtimalle son yıllarda "Olduğun haliyle güzelsin" ve "Yaptığın hatalar sayesinde bugünlere geldin" gibi söylemleri çok içselleştirdiğim için geçmişime eleştirel gözle bakmamışım. Sonrasında biraz derinlere inmeyi başarınca bana uzun yıllara mal olan hatamı buldum ve emin oldum. Ben Tıp Fakültesini zorlukla, dokuz senede bitirdim. Bunda bir hata görmüyorum, gerçekten gitmek istediğim hiçbir bölüm yoktu, kolayca yönlendirildim ve sonuçlarına da katlandım. Ardından iki yıl, oldukça zor koşullarda bir sağlık ocağında görev yaptım. Bu iki yıl dinamik, coşkulu ve oldukça yorucu geçti. Sonrasında, yer değiştirmemiz gerektiğinde, seçimimi yine bir köy sağlık ocağından yana yaptım. İşte hatam buydu, ıssız bir yeri seçtim, ağır sorumluluklar altında kalmaktan çekindim, kalabalık işyerlerindeki karmaşık ilişkilerden çekindim. Seçimime tamamen kaygılarımın yön verdiğini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Ve bu işyerinde yedi yıl çoğunlukla tek başına çalıştım. Sorumluluğum, kaçındığım diğer işlere göre daha ezici oldu, kaygılarımsa beklediğimin aksine hiç azalmadı. İnsanın tüm korkusuna rağmen, üzerinde uzun uzun düşünerek, cesaretle attığı her adımdan nasıl gurur duyduğunu ya da tersi olduğunda neleri kaybettiğini şimdi yazarken daha iyi fark ediyorum.



HATALARIN ORTASINDA BİR SEÇİM

-mutlu-


Lisede katıldığı ilk yarışta il birinciliği alacak kadar yetenekli bir koşucuydum ama öğretmenlerimin, ilçedeki sporcuların takdirlerini aileme anlatamayacak kadar da şaşkındım. Katıldığım her yarıştan mutlaka derece ile dönüyordum. Bir müsabakada büyük bir spor kulübü lisanslı olarak onlarla çalışmamı istemişti. Bir yıldan uzun süre hiç yorulmadan, hiç bıkmadan sabah eve bir saat uzaklıktaki kulübe antrenmana gidip sonrasında ise öğlen okula gittim. O gün antrenmanda yaptığım derece antrenörümü çok şaşırtmıştı ve beni kesinlikle Türkiye şampiyonasına götüreceğini söylemişti. Çok mutluydum. Antrenman sonrası soyunma odasında o berbat anı yaşayana kadar...

Yaşadığım korku, duyduğum öfke öyle büyüktü ki o gün oradaki son günüm oldu. Bir yandan üniversiteye hazırlanıyordum ve okula yoğunlaşma kararı aldım. Evdekilere artık yorulduğumu söyledim. Kimse nedenimi bilmedi. Anlatmaya da korkmuştum. Aynı yıl istediğim üniversitenin yine çok istediğim bölümünü kazandım. O dönem yaşadığım travma ile bu kararımı sorgulayamadım bile.


Ama içimde uhdedir... Keşke bırakmasaydım, keşke şikayetçi olsaydım, keşke başka yerde devam etseydim.... Keşkeler bitmez...


Ama şunu biliyorum bu kararı aldığımda karar verebilecek güçte değildim. Yanımda bir büyüğüm hiç olmamıştı. Kimse kimin tarafından çalıştırıldığımı merak etmemişti.


Maalesef çok da yadırgamamıştım çünkü bu duruma alışıktım.


Evet devam etmek ya da bırakmak bir seçimdi. Benim seçimim bırakmak oldu.


Peki on altı yaşındaki bir çocuğun kendini korumak için aldığı bu karar hatalı mı sizce?




DEVŞİRME

-nehir niş-


Ailem uzun süren bir kavgalar silsilesinden sonra üniversiteye gitmeme razı oldu. İyi bir bölüm için daha iyi bir hazırlık gerekirdi ama dershaneye gitme olanağım yoktu. O yüzden barajı geçmiş olan puanımla iki yıllık bir bölüm tercih etmiştim. Turizm bölümü idi. Ve hazırlık yılı Almancaydı. Bu beni heyecanlandırmış ama evden uzaklaşacak olmam daha çok sevindirmişti. Üniversiteye başladım. İlk dönem kimseyle bağ kuramamış sadece derslere odaklanmıştım. Ve sınıfta dönem birincisiydim. Zaten eğlence yada başka bir şey için ayıracak bir para hiçbir zaman yoktu. Köyün dışına ilk defa çıkmıştım. Ve ayrıca ilk defa günlük hayatımın hepsinde Türkçe konuşuyordum. Dillere olan ilgim o zaman başladı. Çünkü Türkçe benim için sadece okul diliydi. Şimdi okul dilim Almanca olmuştu.


2000’li yılların başı. O dönem ülkenin siyasi ve politik gündeminin bir tezahürü de üniversitelerdi. Derken ikinci dönem insanlığı ve dünyayı değiştirme düşleri başımı döndürmeye başladı. Üniversitede yaşadığım yoksulluk bir yana eğitimin pahalılığına rağmen yarattığı yozlaşmış binlerce beyinle beni hayal kırıklığına uğrattı. Düşlerimde kurduğum üniversite ortamıyla hiç bir alakası yoktu. Fikirlerimi tartışıp paylaşacağım birilerini arıyordum. Hayat çok zordu. Aslında sistem basit ve görünürdü. Bir avuç zengin bizi modern köle yapmak için yönetiyordu. Bunun için yasalar üretiyor her şeyi kılıfına uyduruyordu. İnsanları açlığa mahkum ediyor, az ücret veriyor, sömürüyor, ve bu sistemin devamcıları olan bizleri eğitiyor, makinanın yeni dişlilerini çoğaltıyordu. Bütün bu eşitsizlikler hemen müdahale etmeyi gerektiriyordu. Yani bunları gören birisi olarak bir şeyler yapmalıydım. Yanlış bir karar verip üniversiteyi bıraktım. Ve tanıştığım ilk örgüte katıldım. Elime silah alıp dağlara çıkmadım tabi örgüte katıldım derken. Bütün zamanımı ve enerjimi; bir an önce insanları bu bilmezlik uykusundan uyandırmak için harcamaya başladım. Sokaklarda ajitasyon çekiyor, el ilanları dağıtıyor, dergiler satıyor, duvarlara yazılar yazıyor, işçi sınıfını örgütlenmeye çağırıyordum. Herkes ihtiyacı kadar üretecek, eşit, özgür ve insanca bir dünya kurulacaktı. Hem de hemen. Ama hemen olmadı. Uzun süre düşlerimin peşinden koştum. Halen de koşuyorum galiba. Ama bütün vaktimi enerjimi vermeden. Sonradan uzaktan eğitimle başka bir bölüm okuyarak üniversiteyi bitirdim. Ama dil öğrenme tutkumu nasıl olup da yarım bıraktım! Hiç bilmiyorum. Ve sanki sistemin eşitsizliğiyle mücadele etmek okul okumaya engelmiş gibi düşünüşlerim. Okulu bırakmama ve yanlış bir seçim yapmama sebep olmuştu. Sonradan okuduğum bölüm de öyle.


Halen dünyayı güzelleştirmek için mücadele ediyorum ama ayaklarımın üzerinde durarak ve sevdiğim alanlarda üreterek. Hayatımı doğduğum dil, büyüdüğüm dil, okul dilim, ve öğrenmek istediğim diller olarak olarak bölümlere ayırıyorum. Dilin sihirli dünyası kadar beni büyüleyen başka bir alan yokken bunun ayırdına biraz geç vardım. Başka dilden devşirme gibi duran şiirlerimde hep yamalı bir bohça gibi asılı kaldı ortalıkta.



AKLIN YOLU BİR TANE DEĞİLDİR

-melike yılmaz-


Hatalı bir seçimle ilgili bir anımı düşünürken aslında temelinde hatalı bir tavır içerisinde olduğumu gördüm. Şöyle; eskiden doğrunun bir tane olduğunu ve benim bunu bildiğimi bunun dışında yapılan her şeyin yanlış olduğunu ve sanki hayatımız bir mahkemeymişçesine bu doğru bu yanlış diye sınıflandırdığımı ve buna göre hareket ettiğimi fark ettim. Yatakta döndürüp duran durumlardan birisidir bu benim için. Hem yaşımın küçüklüğünden hem okuduğum bölümden hem de yetiştiriliş tarzımdan dolayı bunu aşmak benim için kolay olmadı. Yargılamak kolaydı, anlamak zordu. Sigara mı içiyorsun çok yanlış, ailene haber vermeden şehir değiştirdin ve kaza mı yaptın belki de hak etmişsindir. Gerçekten böyle düşünebildiğime ve bu kadar sığ olabildiğime inanamıyorum. Belki kanunlarda doğru bir tanedir. Ama ne hayatımız bir mahkeme ne de hayatımıza uygulamak zorunda olduğumuz kanunlar var. Doğru, yanlış nefret ettim bu kelimelerden. Kime göre, neye göre? Hepimizin hayatı o kadar farklı ki… Ve birini yargılamak kimin haddine gerçekten? Bu aydınlanmayı yaşamak ve bu eşiği geçmek beni olgunlaştıran ve hayata bakış açımı genişleten bir durum oldu ve hakimlik savcılık mesleğinden nefret ettim.



İLK YOL AYRIMI

-herzi-



İnsan bir şeyi yapmaya karar verdiğinde o işe “Bu hatalı bir şey olabilir.” diyerek başlamıyor. İnanıyor iyi olacağına, kendine bir faydası dokunacağına ve öyle yapıyor. Bu benim için böyle en azından.


Bu kibir de olabilir, bilmiyorum. Her şeyin doğrusunu bildiğini sanmak olabilir. Bir işi yapmaya başlamadan doğabilecek kötü sonuçları tartıp biçip, o şekilde işe başlayan biri hiçbir zaman olmadım. Hazırlıklı olmak denilebilir sanırım buna. Hiçbir zaman hazırlıklı değildim. Çünkü hazırlıklı olmak benim motivasyonumu düşürüyor. Böyle gelişine vurmak daha rahat.


Tabii ki çok hatam olmuştur. Neticede insanız. Ama dönüp bakınca, şu hataydı, şurada büyük yanlış yaptım diyebileceğim bir şey de bulamıyorum. Hayatımda devam etmesini istemediğim çok şey var elbette. Ama bunları yapmaya başlamak bir hata mıydı diye sorsan, hayır derim. Nerden bilebilirdim ki yapmasaydım? O zaman ‘doğrusu’ o sanıyordum.


Bu noktada artık kendimi yargılamamaya başladığımı görüyorum. Sanırım onca özşefkat çalışması meyvesini vermiş.


Hayatta ‘hata yapmak’ değil de, yeterince seçeneğin olmaması ya da bu seçeneklerin farkında olmamak var sanırım. Çünkü hata olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Hata şimdiki zamanda yaşamıyor.


Seçme mevhumu hayatıma ilk lise sonda girdi. Hangi üniversiteye gideceğim, hangi bölümü okuyacağım sorusu hayattaki ilk yol ayrımım ve benim büyüdüğüm çevrede bu genel olarak böyleydi. Lise sona kadar her şey belli, okula gidiyorsun ve sınava hazırlanıyorsun. Başka bir seçenek yok.


İlk yol ayrımının böyle önemli bir konuya denk gelmesi de ne kadar acıklı. Genelde hüsranla sonuçlanması da bundan.


Mühendislik okumak kesinlikle istemezdim. Sözde ‘seçim hakkım’ vardı o zamanlar. Okuyacağım bölümü de üniversiteyi de kendim seçtim bakınca. Daha yeni fark ediyorum bunun bir illüzyon olduğunu. Görünmeyen bir çerçeve varmış aslında. “Para eden” mesleklerden birini okumalıyım gibi bir şartlanma.


Bir seçim hatalıysa arkasından gelen seçimlerin de hatalı olması çok olası. Mühendis olunca senden doğal olarak mühendislik yapmanı bekliyorlar sen her ne kadar o sırada resim yapmak istesen de. Sonra mesai saatleri diye bir kavram giriyor hayatına. Sana kalan hafta sonunu ‘değerlendirmek’ istiyorsun. Çünkü hafta içi yaptığın şey zamanı değerlendirmek değil sadece para kazanmak. Hop bu sefer orda da bir zaman baskısı. Bu da seni daha hırçın bir insan yapıyor haliyle. Sonra gelsin hatalar silsilesi.


Geriye dönsem muhtemelen yine aynı şeyi seçerdim. Çünkü bilmiyordum.


Sanıyorum o yüzden geriye dönüp bakmayı sevmiyorum.


Sadece şunu öğrendim tüm bunlardan, hata yaptım diye kendini hırpalıyorsun ya, işte asıl hata o.


Bu sebeple kendimi hırpalamamayı seçiyorum artık. Bazen hırpalıyorum dayanamayıp, ama tekrar ve tekrar seçiyorum hırpalamamayı. Önemli olan da bu.



KENDİMİ AFFETMEK İSTİYORUM

-küçük kalem-



Sezen Aksu'nun şarkı sözleri geldi aklıma direk. “Sende benim hatalarımdan birisin, Sen en büyük günahların bedelisin.”

Benim hayatımın şu anki seyrini çok farklı kılabilecek bir hataydı benim için. Daha kötüsü neydi biliyor musunuz, bu seçimlerimin doğru olmadığını çok iyi biliyor fakat yine de kendimi çok iyi kandırmayı beceriyordum.


Çok klasik olacak belki ama yine de somut bir şekilde yazmak istedim. Bana iyi hissettirir mi emin değilim hatırladığımda gidip o yaştaki kıza sarılmak istiyorum, elinden tutup ben senin yanındayım demek istiyorum. Yaşadığın duygular çok güçlü ama bu duyguları sürdürme mecburiyetinde değilsin öyleymişsin gibi davranma demek istiyorum.


O zamanlar kendimi çok yalnız hissederdim, ailemin varlığı fiziksel boyuttan öteye geçemezdi. Arkadaşlarıma gelince her gün onlardan aykırı olan bir yanım olduğunu fark eder bir şekilde kendi kendimi dışlardım. Kitaplar vardı birde kafamın içinde hiç susmayan, her şeyi doğru yaptığına inan, bir gün işleri yola koyacağına inan kız vardı.


Lise aşkı denilen şey beni de bulmuştu sadece on altı yaşındaydım neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediğim ama bildiğimi zannettiğim bir dönemdi.


İlgi istediğim ve garip bir şekilde bağlanmak garip diyorum çünkü çok ciddi anlamda bağlanma sorunu yaşardım eskiden şöyle bir düşüncem vardı ‘’tek başıma doğdum tek başıma öleceğim.” , belki ait olmak, belki sahip olmak istedim. Eski erkek arkadaşımı hayatıma almaktı benim hatam.


Biri tarafından çok beğenilmek, çok sevilmek istedim, biri olsun manevi olarak da biri olsun lütfendi. Başlarda platonik sürdü tabi sonrasında benim ilgim karşı tarafın hoşuna gidince; yorucu, beni her gün ağlatan bir ilişki şekli çıktı ortaya.


O dönem neredeyse dört yıl kendimi çıkmaza soktum, öylece bekledim bu sürecin geçmesini.


Bu dört yılın son iki yılını hiç kitap okumayarak ve çok fazla yemek yiyerek geçirdim.

Öyle ki 1.57 boyum ile 78-80 kiloyu gördüm ve bir daha asla yemeklerle ilişkim düzelmedi.


Bu bahsettiğim dönem 2018 mayıs ayında sonlandı, karşı tarafın sen çok başarılısın ve ben seninle bir hayat geçirmek istemiyorum demesi ile.


Dramatize ettiğim ilişki ya da boyutu değil aslında beni üzen mesajlaşmalar, aramamalar dışında görünürde bir şey yoktu ilişkide. Sorun da kendimi diğer insanların arasında görünmez hissetmemdi galiba şimdi yazarken fark ettim.


Hayat önüme ne koyarsa onu yaşarım bende dedim. Pişman değilim şu an. Kendime rağmen o zamanlarda sağlık meslek lisesi çıkışlı biri olarak atanacak puanı almıştım, Liseden atanmak hayli zordu. Üniversiteyi çok istediğim şehirde ilk tercihim ile bir şekilde gitmiştim.


Şunu düşündükçe hataydı diyorum; Nasıl o kadar uzun süre kendimi kandırdım? Neden böyle bir dönem yaşadım hayatımda, herkesin var mı böyle bir dönemi?


O dönemin üzerinden çok zaman geçti ama o kız çocuğunun gözyaşları yastıkta hiç kurumadı. Şimdi mutlu olduğuma bir ilişkinin içinde her şeyden çok keyif aldığıma inandığım bir ilişkim var ama devam eden yeme bozukluğum da var. Kaderin cilvesi mi nedir, anlamadım.


Erkek arkadaşımın da en çok istediği şey benim fit biri olmam. Buna beni zorlamıyor ama fikrini de söylüyor ki fikrini soruyorum bende. Duygu durumuma göre değişen yemek yeme ataklarında o dönem köşeye sıkıştığımda bunu kimseye anlatmamak, hiç destek almamak, o süreci olabildiği kadar uzatmaktı benim hatam.



HATA DEĞİL

-defne yaprak-



Hata yaptığım için değil bu hatayı yaparkenki ruh halim için kendimden özür dilerim.


En büyük hatam evliliğimdi demek istemiyorum. Artık bir evliliğim yok ve bu evlilik sonucu çok sevdiğim bir kızım var. Bu sebepten hata bile olsa pişmanlık duymuyorum.


Beni hala yoran ve bütün hayatıma sirayet eden düşünce yapımdır en büyük hatam. Sağlıklı karar almamı şu an bile etkileyen düşünce mekanizmam ile hala kavgadayız.


Eski eşimin ısrarları sonucu ilişkimiz başlamış ve devam etmişti. Ayrılmayı denemiş fakat onu üzmemek için devam etmiştim. Son kez ayrıldığımda, ondan daha çok ağlamıştım; birini terk etmenin vermiş olduğu saçma üzüntüyle.


Babam halimi görüp hasta olduğumu sanmış, ben de olduğu gibi anlatmıştım ilişkimi ve onu terk ettiğim için ağladığımı.


Bana göre biri olmadığını, hiç bir özelliğinin çekici gelmemesi, yaşımızın çok küçük olması gibi ayrılmam için gayet mantıklı sebeplerim varken ben babamın "hissi kablel vuku" sundan etkilenmiş ve son kez tekrar birleşmiştim, bir daha terk etmemek üzere. Ta ki 10 senelik evliliği bitirene kadar.


Babam esimi daha ben onu görmeden gördüğünü, gördüğü anda ise içinden "bu çocuk benim damadım olursa " diye geçirdiğini söylemişti.


Hiç tereddüt etmedim, hemen aradım ve kaderimdeki kişi bu dedim içimden.


En büyük hatam , evlilik gibi ciddi bir karar alırken kendim karar veremeyip babamın etkisinde kalmaktır. Sorumluluğu alamamak, başkasına aldırmak...


Peki sonra ne oldu? evliliğimin son birkaç yılı hep boşanma düşüncesi ile geçti. Bu kararı alıp aksiyona geçemedim bir türlü.


Ve on senenin sonunda yine kararı kendim almayıp; eşimin boşanalım demesini kabul edip ayrılmış oldum.


Sorumluluk yine benim değil.

Ben bitirmedim ki; o bitirdi.


Defne, üzerinden on sene geçmesine rağmen hala aynı kafadaydı. Kendi hayatını etkileyen çok önemli bir kararın sorumluluğunu alamamış, başkasına aldırmış ve şimdi "gururla" yeniden hayat kurabilmiş olmanın keyfini çıkarıyor.



HATA DOLU SEÇİMLER

-meryem sena-



Beni aşağıya çeken kötü alışkanlıklar kazanmama sebep olan, beni hayattan soyutlayıp yapmam dediğim her şeyin başrolünde olmama sebep olan insanları hayatımın merkezine koymak. Ve onlara minnet etmek. Sırf etrafımda insan olsun diye onlara katlanıp onlardan biri olmaya çalışmak. O zamanlar onları bırakıp kendi kabuğuma çekilirsem çok güçsüz olurum diye düşünüyordum meğer onları bırakıp kendi hayatımı şekillendirmek en büyük güçmüş. Gitmenin güçlü olmakla doğrudan ilişkisi varmış. Kaldığımda anladım. Ne hoş ki gittiğimde de kendi gücümün tadını çıkardım ve anladım ki kalabalık en büyük yalnızlıkmış.




BİKARAR

-seyyan uslu-



Biz insanlar daima seçeriz. Seçmeden durduğumuz bir an yoktur. Eğer durursak o zaman da durmayı hareket etmeye tercih ederiz.


Önümüzde bitmek bilmeyen mavi, kırmızı binlerce kablo vardır. Patlamaya hazır ne varsa bu binlerce kablodan birini seçmemizi bekler durur.


Her zaman seçen insan ya kırmızı ya da maviyi seçer, belki de seçmemeyi...

Ben de her an seçerim. Bazen bu seçimler isabetli bazen de yanlış, kötü hatta felaketler doğuran bir seçim oluverir.


Kötü seçimlerimden bir kötü seçimden bahsedecek olursam...


Aslına bakarsanız; mesela biz ya A’yı ya B’yi ya da seçmemeyi seçeriz. İşte buradaki üçüncü ihtimal yani seçememezlik çok kötü bir seçimdir. Ona biz kararsızlık diyoruz. İşte benim kötü seçimlerimden biri; kararsızlığımdır.


En kötü seçim kararsızlıktan iyidir, derler.


El hak bu cümle doğrudur. Ben bunun doğruluğunu hayatımda yaptığım kötü seçimlerle yani kararsızlıklarla iliklerime kadar hissetmişim.


Mesela üniversite tercihlerimi vereceğim sırada boğuştuğum kararsızlıklar geliyor aklıma gülüyorum. Daha niceleri...


Neyse soracak olursanız hâlâ aynı şekilde kötü seçimler / kararsızlıklar yapıyor musun?


-Kararsızlığa düşüyorum tabi. Ama kararsızlığa düşeceğimi anladığım an hemen cesaretimi topluyorum ve bu çukura düşmekten kurtulmaya çalışıyorum. Çünkü bu konuda artık idmanlıyım.


Son olarak bazen hissettiklerimizi cesaretle, şecaatle ifade etmemiz, yapmak istediklerimizi yapmamız, yapmak istemediklerimizi yapmamız gerekir. Velhasıl seçmemiz, her daim seçmemiz, seçmekten korkmamamız gerekir. Bunları size söylerken aslında kendime söylüyorum.


Kendine güven, inan ve seç. Sonucunu düşünüp korkup kaçma. Kötü de olsa iyi de olsa o senin seçimin. Yeter ki kötü seçim yapma, yani kararsızlığa düşme.




ÖZGÜR İRADE SANRISI

-milenay karga-



Yanlış ya da doğru seçim yoktur, hayatın akışı vardır. Hayat akarken bizim ona ayak uydurmaya çalışmamız, var olabilmek için çabalamamız vardır... Doğruysa her an, herkes için doğru mudur. Aynı soruyu yanlış için de soruyorum... Bugün yanlış diye elimin tersiyle ittiğimin yarın biricik doğru olmayacağını kim iddia edebilir. Seçimlerimi sınıflandırırken yanlış - doğru ayrımı yapmamı sağlayacak, bana yol gösterecek işaretler neler? Kendi çıkarlarım mı yoksa başkasınınkiler mi? Öngörülerime mi güvenmeliyim yoksa sonuçlarını mı BEKLEMELİYİM doğru ya da yanlış seçim olduğuna karar verebilmek için? İşte cevabını bilmediğim onlarca sorudan sadece bir kaçı...Hal böyle iken "hayatınızdaki yanlış seçim?" sorusuna "yaşadım ve varım" dan başka ne diyebilirim. Hala yaşıyorsam hala varsam beni buraya, bu zamana, ben'i bana getiren tüm seçimlerimdir. Dedim ya yanlış ya da doğru seçim yoktur, hayatın akışı vardır...



ree



Instagram hesabımda bu hafta takipçilerime kendilerini en cesur hissettikleri anı sordum


Aldığım yanıtlardan ikisini paylaşmak istiyorum. İlk yazı, kapanma boyunca devam eden sosyal medya metin yazarlığı eğitimi kapsamında geldi. Yazan takipçim yazısını düzenlememi ve yorumlamamı istedi.


Kapanma sona erse de, zaman buldukça dileyen takipçilerime bu konuda yardım etmeye devam edeceğim.


...


Cesaret mi zorunluluk mu bilmiyorum


Bir çocuk düşünün; dokuz yaşına kadar Erzurum’un bembeyaz karlarla kaplı bir dağ köyünde yaşamış. Sürekli bayılan, hasta bir annesi var, babası ise İstanbul’da çalışıyor. Senede bir ay görüyor sadece onu, ama yine de mutlu sanırım. Üçüncü sınıf öğrencisi ama hiç Türkçe bilmiyor.


İstanbul’a yerleşir sonra, amcasının ve yengesinin yanına. Annesinden, babasından, kardeşlerinden ayrı kalır beş ay. Ne amcasını tanır doğru düzgün ne de yengesini. Türkçe bilmediği için dışarı da çıkmaz, pencerenin perdesinin altından dışarıdaki çocukları izler saatlerce. Olur da bir çocuğun kendisine baktığını görürse en arka odaya kaçıp saklanır.


Ama pes etmez. Yener korkularını, çıkar dışarı ve okulun yolunu tutar. Sınıfta kalır ama yılmadan çalışmaya devam eder.


Bir çocuk düşünün, beşinci sınıfta tacize uğruyor. Üç odalı evde onlarca akraba kalırken, bir gece büyük kuzeni yanaşır dibine. Üstelik yanında kardeşi uyurken. “Sus” der adam. “Sus!” Susar. Ama sabaha kadar uyuyamaz, kardeşine sarılarak güneşin doğmasını bekler. Üç odalı evde cehennemi yaşarken kimse anlamaz. Hamile kaldığını sanır. Bütün korkularını kenara atıp bir cesaretle yaşadıklarını annesine ve teyzesine anlatır. “Doktora gidelim istersen” der annesi. “O dediğin öyle olmaz, canın yanardı öyle olsaydı.” “Tamam” der, “doktora gidelim anne.” Ama gitmezler. Olayı kapatırlar.


Beşinci sınıfa giden kız, dokuz ay boyunca hamile sanır kendini, her gün ilk iş karnını ölçer.


Büyür kadın, üniversiteyi kazanır mühendis olur ama iş bulamaz. Bunu duyan üniversiteden hocası onu arar ve iş teklif eder. Sevinçten havalara uçar genç kadın. Yetmiş yaşındaki profesörün çalıştığı yere gidip işi kabul eder. Hocası “artık bana bir yemek ısmarlarsın” der. Ismarlamaz mı, ısmarlar tabii. Babasının kredi kartını kapıp Beşiktaş’ta hocasıyla buluşur. Direkt lafa girer hocası, “Benim hakkında ne düşünüyorsun?” Kadın şaşırır ama kötü düşünceleri atar zihninden. Ama hoca devam eder konuşmasına; “ya benime olursun ya da boşuna işe gelme, enayi değilim ben.” Gözyaşlarına boğulur kadın, vücudunun her zerresi titrer. İş bulduğu için annesinin ne kadar sevindiği gelir aklına ve pes etmez, hocanın yanından ayrılır ayrılmaz mesaj atar ona; “ben yarın o işe geliyorum, kolaysa müdüre gelmiyor de!” Her gün işe gider, aylar boyunca o adamla aynı odada hakaretler, küçümsemeler eşliğinde çalışır.


Yıllar geçer, üniversiteden aşkıyla evlenmek ister. Çocuğun ailesi alevi oldukları için başta kabullenmez ama o direnir ve evlenir. İlk birkaç yıl hayal gibi geçer; çok güzel bir kızı ve bir oğlu olur. Ama sonra hayatını aşkı celladına dönüşür. Adam hayallerinin peşinde koşarken kadın evde bütün iş yüküyle savaşır durur. Psikolojik şiddete dayanamaz bir gün, kendine ikinci bir hayat hediye etmeye karar verir ve iki meleğini de alıp çeker gider o evden.


Bu yaşadıklarım cesaret mi, zorunluluk mu bilmiyorum. Hangisinde daha cesur davrandım bilmiyorum. Sizlere bırakıyorum.


...


Psikolojik şiddet uygulayan avukat


Eski sevgilimin bana uyguladığı psikolojik şiddeti nihayet teşhis edip ondan ayrılmamın ardından şiddet görenin yalnızca ben olmadığımı öğrenmiştim ve bu durum başka kadınlar için endişelenmeme yol açmıştı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu fakat karşıma alacağım kitle ultra eril, ultra manipülatif ve über hukukçu kişilerden oluştuğu için bir müddet cesaret edemedim. Ama durum korkaklığa sığınamayacağım kadar ciddiydi.


Çoğumuzun bildiği ya da gözlemlediği üzere, hukuk çok bilgi hiyerarşisi üzerine kurulu ve çoookk erkek bir alan. Birilerini aklayabilmek ve "o kişi asla öyle bir şey yapmaz" demek için failin kıdemli ve erkek olması çoğu zaman yeterli oluyor. Üstüne üstlük hukuk alanından kadınların uğradığı tacizlere karşı dahi sessiz kalınırken benim gibi hukukçu olmayan bir kadının ciddiye alınma olasılığı çok düşüktü. Bu da risk altında olan diğer kadınlar için elimden geleni yapmama engel oluyordu maalesef.


Uykusuz ve aşırı üzüntülü haftaların ardından tüm cesaretimi topladım ve failin omzunda bir apolet gibi taşıdığı hukuk derneğine başvuruda bulunup o kişinin ihraç edilmesini talep ettim. Tabii ki ilk etapta dernekteki tüm avukatlar şoke oldu. O nazik adamın böyle bir şiddetin faili olabileceğine aşırı şaşırdılar. Neyse ki bu süreçte bana destek olabilecek tüm kadınlar konuyla ilgilendiler ve aynı faille ilgili kendi hikayelerini anlatarak şikayetimi desteklediler. Ve sonunda dün bana gelen bir telefon ve e-posta sayesinde soruşturma sürecinin başladığını öğrendim. Umut ediyorum ki sürekli üzerinden prim topladığı o güvenilir dernekten ihraç edilir ve kadınlar olarak sağlıklı alanlarımızı korumaya devam ederiz.


Hayatım boyunca sergilediğim pek çok cesaret örneği arasından hiçbiri beni bu derece gururlandırmıyor. Bunu kendim için yapmadım, üstelik konunun biten bir ilişkiyi hazmedemeyen yapışkan eski sevgili yaftası yapıştıracak kişilerin olacağını bile bile. Oldu da, ama umurumda değil. Benim önceliğim kendim değil; hukuk alanında tutunması zaten çok zor olan, sömürü ve manipülasyona çok açık, duygusal şiddeti teşhis etmesi mümkün olmayan ve bu sebeple meslek hayatları boyunca yaşlı hetero erkek meslektaşları tarafından alanları daraltılacak olan genç kadınların hak savunuculuğunu yapmaktı. İyi ki cesaret gösterdim. Çünkü bir şeyler iyiye gitmeye başladı.


Bu arada genelde söylemeyi unuttuğum çok kıymetli bir cümle sana: Emeğine yüreğine sağlık 🍀



Konu hakkında Instagram paylaşımıma gelen yorumlar için tıklayabilirsiniz:

30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page