Yazma alışkanlığı kazanarak kendimizi daha iyi ifade edebilmek
0. Başlangıç
Hayalinizde iki kişi canlandırın.
Biri şimdiki sizsiniz.
Diğeri de sizsiniz. Tek bir farkla. İkinci haliniz kendini daha iyi ifade edebiliyor.
Bu ikinci halinizin okulunuzda, iş yerinizde, sosyal ve özel hayatınızda neleri başarabileceğini bir düşünün.
Bir de, geçmişte kendinizi iyi ifade edemediğiniz anları ve neler kaybettiğinizi hatırlayın.
Aradaki büyük farkı anlayacaksınız.
Ama Üzülmeyin. Yazma ve yazdıklarımızı paylaşma alışkanlığı kazanarak kendimizi çok daha iyi ifade edebiliriz.
-
Bu sözleri, yıllar önce Michigan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin online olarak sunduğu Yazma kursunda, profesör Patrick Barry’den duymuştum.
Bugün, Huzursuz Beyin’de üç yıl düzenli olarak yazdıktan ve paylaştıktan sonra Barry’nin tamamen haklı olduğunu biliyorum.
Varsayım şu: İster özel hayatınız, ister mesleki veya ilgi alanlarınız hakkında olsun; eğer duygu ve düşüncelerinizi yazmak konusunda bir alışkanlık edinirseniz, kendinizi çok daha iyi anlarsınız. Eğer bu yazdıklarınızı diğer insanlarla paylaşırsanız, kendinizi çok daha iyi ifade edebilen bir insana dönüşürsünüz.
Eminim bu varsayım size de makul gelecek. Çünkü kağıt üzerinde harika. Ancak bir süre sonra, benim de zamanında içine düştüğüm gibi, üç yanlış inancın pençesine düşebilirsiniz.
1. Yazarlık doğuştan gelir. Oysa benim doğal yeteneğim yok.
2. Yazsam bile kim neden okusun ki, anlatacak ilginç bir şeyim yok.
3. Yazmak için motive olmam gerek, oysa ben sürekli erteleyen bir insanım.
Bu yazıda bizi durduran üç yanlış inancı irdeleyip, yazma ve yazdıklarımızı paylaşma alışkanlığı edinmek için yapabileceklerimizi konuşacağız.
Ayrıca sosyal medyada kendinizi daha iyi ifade etmek için kullanabileceğiniz bazı pratik ipuçlarını bulabilecekseniz.
Eğer bunları uygularsanız eminim birkaç ay içinde kendinizi daha iyi ifade edebilen bir insana dönüşebilirsiniz.
Dilerseniz başlayalım.
–
1. Yazarlık doğuştan gelmez
Sorumlululuğu üzerimizden atmak
Dünyaca ünlü yazarlara, yazma yeteneklerinin doğuştan mı geldiğini sorduğumuzda hemen hemen hepsi aynı yanıtı verir. “Hayır. Çok okudum ve çok yazdım.”
Aslında şaşırtıcı gelmemeli; genetik faktörlerin daha belirleyici olduğu müzik ve spor gibi alanlarda bile en özel yeteneklerin her gün saatlerce çalıştığını biliriz.
Buna rağmen, nispeten daha az genetik faktörlere bağlı olan yazarlığı, doğuştan yazma yeteneğiyle kutsanmış, seçkin bir azınlığın yapabileceğine inanırız.
Friedrich Nietzsche, İnsanca, Pek İnsanca adlı eserinde, bu inancın kibirimizden kaynaklandığını iddia eder. Eğer birileri, bizim yapamayacağımızı düşündüğümüz bir şeyi başarıyorsa, bunu ya deha ile ya da tanrısal bir lütufla açıklarız. Bu sayede kendimize “ben neden yapamıyorum?” diye sormamıza gerek kalmaz. Birine “doğuştan yetenekli” dediğimizde aslında onunla yarışmamıza gerek olmadığını ima ederiz. Alman filozof şöyle der:
“Kibrimiz ve özsevgimiz dehayı ancak kendimizden çok uzaklarda, bir mucize olarak düşünürsek incinmeyeceği için, ona tapınmaya meylederiz. Fakat bunu bir kenara bıraktığımızda, ortada bir mucize yoktur. Bütün bu mucizeler, düşüncelerini bir noktaya odaklayan, her şeyi o amaca dönük olarak kullanan, sürekli kendilerinin ve başkalarının içsel yaşamlarını hevesle inceleyen, her yerde örnekler ve uyarıcılar gören, malzemelerini tekrar tekrar düzenlemekten bıkıp usanmayan insanları hayal ettiğimizde açıklığa kavuşur.”
Üstelik, yeteneğimiz olmadığından nasıl emin oluruz?
Japon yazar Haruki Murakami, “kişinin güçlü, kuvvetli bir yeteneği varsa bir gün mutlaka ortaya çıkar,” gibi inançları doğru bulmadığını söyler. Bazı yetenekler, ancak uygun şartlarda ortaya çıkar, bazı yeteneklerimizi fark edebilmek içinse derinlerimize inmemiz gerekebilir.
Ama en önemlisi, biz zaten en iyi yazar olmak için yazmıyoruz. Yazmak, duygu ve düşüncelerimizi dondurarak onları inceleme fırsatı sunuyor bize. Bu sayede bildiklerimizi toparlayabiliyor, onları farklı kategorilere ayırabiliyoruz. Ray Bradbury, yazmaya başlayacak sıradan okuyucuna sorar:
“En son ne zaman birisine karşı gerçek hayatta duyduğun nefret veya sevgin kağıda sızdı? En son ne zaman terk etmediğin bir önyargını sayfaya bir yıldırım gibi fırlatmaya cesaret ettin? Hayatındaki en iyi ve en kötü şeyler neler ve ne zaman onları fısıldayarak veya haykırarak dışa vuracaksın?”
Orhan Pamuk, Nobel Ödülü aldığı konuşmasında neden yazdığını açıklar:
“Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.
Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum.
Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum.
Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum.
“Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.
Ama onların ilhamları ve ritüelleri var
Yazarların enselerinde ilham perisiyle dolaştıklarını ve sadece o ilhamı hissettiklerinde yazdıklarına inanırız. Çünkü devlet memuru gibi saatlerce masa başında oturduklarını ve sürekli bir şeyleri karalayıp sonra çöpe fırlattıklarını düşünmek zihnimizde yarattığımız “süper kahraman” imgesiyle uyuşmaz.
Onların süper yazma gücü ve bu gücü çağıran özel ritüelleri, giysileri, kalemleri, yerleri olmalıdır. Şair Taylor Mali, bu inancın trajikomikliğini kendi ritüeliyle anlatır:
“Japon usulü el yapımı kağıtlarım ve iki yüz yıllık dolma kalemim var ve her sabah, - tabii ki üçüncü kez seviştikten sonra kendimi doğaya bırakır ve en az on kilometre koşarım. Döndüğümde kıyafetlerimden kurtulur, çırılçıplak vaziyette evin terasına çıkar, güneşın doğuşunu izler ve şiirlerimi yazmaya başlarım. Aslında sağ elimi kullanırım ama kendimi diğerini kullanmaya zorlarım, çünkü bunun yaratıcılığımı artırdığına inanırım…”
“…demeyi isterdim ama asıl yaptığım şey şu: bütün gün bilgisayarımın önünde oturup acı çekiyorum.”
Yazarlar genelde bunu yapar; metin önünde saatlerce acı çeker.
Kurt Vonnegut da bu çaresizliği iyi bilenlerden, “Yazarken, ağzında mumboyası tutan kolsuz bacaksız bir adam gibi hissediyorum.” der.
Stephen King, ilham perisinin varlığını kabul eder. Ancak ona ulaşmamız için kendi mahzenimizde saatlerce çalışmamız gerektiğini söyler:
“Bir ilham perisi var ama kanatlarını çıraparak çalışma odanıza gelip bilgisayarınızın üzerine yaratıcı peri tozları serpiştirmiyor. O, yukarıda değil, aşağıda yaşıyor. Evin mahzeninde takılmayı seviyor. Onun yanına inmelisiniz, inince de yaşaması için odayı döşemelisiniz. İlham perisi oturup puro içerken bütün ağır işleri siz yapmalısınız. Sizce bu adil mi? Bence adil.”
Peki yazarların ilham dolu anları olmaz mı? Elbette olur.
Ama zaten, hepimizin olur.
Ray Bradbury, ilham perisinin, herkeste bulunan bilinçaltı dediğimiz olgunun yaratıcı boyutu olduğubnu söyler:
“Ne ad verirsek verelim, yüceltiyormuş gibi yaptığımız, adına göstermelik mabetler yükselttiğimiz bireyin özü budur. Özgünlüğümüzün esasıdır. Çünkü, dünyadaki herkesi birbirinden farklı kılan, bir deneyimin algılanış, depolanış ve unutuluşunun da dahil olduğu toplamdır.”
Ama hiçbir yazar, yazmak için ilhamın gelmesini beklemez.
Zaten her gün yazıyoruz. Bunu maksatlı yapalım.
Kendimizi bir yazar gibi görmenin üç büyük avantajı bulunur.
1. Maksatlı yazarız.
2. Empati gücümüz, ilişkilerimiz ve kendimizi ifade gücümüz gelişir.
3. Sürekli genişleyen kocaman bir alet çantamız olur.
Ann Handley, “Herkes Yazabilir” adlı kitabında farkında olmadan her gün kelimelerce yazdığımızı söyler. Whatsapp’ta saatlerce yazışır, Instagram’da yorumlar yapar, Twitter’da tweet atar, iş epostalarında en doğru kelimeleri bulmaya çalışır, değerlendirme sitelerinde ürünleri değerlendiririz.
Aradaki fark; maksatlı yazmaktan geçer.
Kendimizi ifade gücünü geliştirme arzusu taşıyan bir yazar olarak tanımladığımızda her şeye başka bir gözle bakarız. Artık insanlar, yerler, filmler, kitaplar, yiyecekler, içecekler hem yazılarımızda kullanabileceğimiz nesnelere, hem de kendimizi ifade edebilme yeteneğimizi geliştirecek araçlara dönüşür.
Örneğin whatsapp’ta mesaj yazarken, kendimizi en doğru şekilde ifade edip etmediğimizi, doğru kelimeleri kullanıp kullanmadığımızı, yazdıklarımızın karşımızdaki insan tarafından hangi sertlikte algılanabileceğine daha dikkat ederiz.
Artık film izlerken, kitap okurken veya şarkı dinlerken; bunu yalnızca izleyici, okuyucu veya dinleyici olarak değil, aynı zamanda bu eserlerin bizde yarattığı etkiyi başkalarıyla paylaşacak olan yaratıcılar olarak deneyimleriz.
Çevremize yönelik bu tür bir vizyon, zamanla empati gücümüzü yükseltir. Paylaştıklarımızın daha değerli olmasını isteriz.
Peki sosyal medyada bir içeriği değerli kılan nedir?
Ann Handley, harika bir formül verir bize:
İşe yararlılık + İlham + Empati
Paylaştığımız içerik;
-
Karşımızdaki kişinin hayatına bir değer katıyor mu?
-
Karşımızi kişiye ilham veriyor mu?
-
Karşımızdaki kişiyle empati kuruyor mu?
Paylaşacağımız içerik bu üç olguya ne kadar sahipse, o kadar değerli bir içerikten bahsedebiliriz.
Kendimizi bir yazar olarak görmenin belki de en etkileyici yanlarından biri ise sürekli genişleyen bir alet çantasına ve kişisel arşive sahip olmamızı sağlamasıdır.
Çünkü yazmak ve yazdıklarımızı paylaşmak bir yandan da kendimizi sürekli güncellemek ve geliştirmek anlamına gelir. Bunu, içini dilediğimiz kadar doldurabildiğimiz bir alet çantası olarak düşünebiliriz.
Bu alet çantası içinde neler olur?
-
İyi yazarlardan iyi metinler
-
Beğendiğimiz paragraflar
-
Aklınızı çelen alıntılar
-
Güzel kelimeler
-
Dilbilgisi kuralları
-
Farklı stiller
-
İlgili eğitimler
Kişisel olarak, yazarlığın en sevdiğim tarafı bu.
Huzursuz Beyin’le birlikte başladığım Dijital Not Defterim, alıntılarla, videolarla, kategorilere ayrılmış yazılarla, gün içerisinde keşfettiğim yazarlar, kitaplar ve sanatçılarla şimdiden binlerce sayfayı buldu. Yalnızca böylesine bir arşive sahip olmak için bile yazarlık harika bir şey.
Sosyal medyadan faydalanın
Peki neden sadece günlük tutmanızı değil de sosyal medyada da paylaşmanızı tavsiye ediyorum?
Bunun iki nedeni var.
Birincisi, sadece kendimize yazmak, duygularımızı ve düşüncelerimizi fark etmemizi, birçok konuda içgörü kazanmamızı sağlar ancak kendimizi etkin bir şekilde ifade etmek konusunda ilerlemek istiyorsak paylaşmaya, geri bildirim almaya ve okuyucu / dinleyici eksenli yazmaya da alışmalıyız.
İkincisi, sosyal medya, barındırdığı fırsatlar açısından inanılmaz bir yer. Bunun başında da mesleğiniz, ilgi alanlarınız, hobileriniz ne olursa olsun sizi ilgiyle dinleyebilecek yüz binlerce insanın olması geliyor.
Gündelik hayatta ünvanınız, maaşınız, başarılarınız, sertifikalarınız, mezun olduğunuz üniversite, yöneticilerle ilişkiniz, hatta bazı araştırmalara göre boyunuzun uzunluğu, yüzünüzün simetrisi ve giyim tarzınız bile dinlenip dinlenmeyeceğini etkiliyor.
Sosyal medyada o kadar önemi yok bunların.
Önemli olan tek şey, belirli bir konu hakkında ne kadar tanındığınız. Ancak tanınır olmak derken ünlü olmayı kastetmiyorum.
Ünlüler, bir nedenden ötürü hayatlarını merak ettiğimiz insanlardır; oyuncular, sporcular, politikacılar, şarkıcılar gibi. Sosyal medyada tanınır olmak ise belirli bir konuda otoriteye, itibara ve kitleye sahip olmak anlamına gelir.
Takip ettiğimiz öyle hesaplar var ki aldıkları maaşı veya sertifikaları geçin, adlarını ve yüzlerini bile bilmeyiz. Yine de, o belirli konu hakkında; örneğin sağlık, siyaset, ekonomi, spor, bilim, ebeveynlik hakkında söylediklerini önemseriz.
Peki bu ünlü olmayan insanlar bunu nasıl başarırlar?
Sosyal medya pazarlama duayeni Mark Schaefer’e göre dört temel noktası bulunur bu sürecin:
- Kendilerine ilgilendikleri bir konu bulurlar.
- Kendilerine içerikleri paylaşabilecek bir alan bulurlar.
- O alanı, o konuyla ilgili yaratıcı içeriklerle doldururlar.
- Takipçilerinin içeriklerle etkileşime girmesini sağlarlar.
Sosyal medyada tanınır olmanın kısa yolu yoktur; emek isteyen evrimsel bir süreçte, yavaş yavaş olur.
Dolayısıyla yazma alışkanlığımızı sosyal medyanın fırsatlarıyla birleştirdiğimizde belki de önümüze inanılmaz fırsatlar açılır.
Peki ne yazacağımıza nasıl karar vereceğiz?
Bu noktada ikinci bir kuşku düşer içimize.
“Tamam ama benim anlatacak değerli bir şeyim yok.”
2. Söyleyecek değerli bir şeyim yok.
Friedrich Nietzsche, Eğitimci Olarak Schopenhauer adlı eserinde çok ülke görmüş bir gezginden bahseder. Gezgini görenler, karşılaştığı bunca insanın ortak özelliğini sorar. “Tembelliğe eğilimliler,” diye yanıt verir gezgin.
Nietzsche bu yanıtın eksik olduğunu düşünür; tembelliğimizin de altında yatan görünmez bir ağırlık vardır: “cesaretsiz olmamız.”
“Aslında her insan, kendisinin benzersiz bir varlık olduğunu, bu dünyada bir eşinin daha bulunmadığını bilir.” der Alman filozof. “Bunu bilir ama bir suç gibi saklar. Çünkü yanındakinden korkar.”
Zaten filozofa göre sanatçı olanlar, her insanın eşsiz bir mucize olduğuna dair o reddedilmiş hakikati keşfedenlerden oluşur.
Sıkıcı olan tembelliğimizdir. Gündelik basmakalıp muhabbetlerimiz, herkesle hemfikir oluşumuzdur. Dürüst ve çıplak olduğumuzda karşılaşacağımız zorluklardan korkarız. Bu nedenle farklılıklarımızı kendimize saklarız.
Ama her konuda değil.
Örneğin sosyal medyada yediğimiz birbirinden farklı yemekleri, içtiğimiz içecekleri, yaptığımız spor figürlerini, gezdiğimiz yerleri, izlediğimiz ı filmleri, dinlediğimiz şarkıları, hatta evlilik teklifleri gibi en özel anlarımızı sergilemekten kaçınmayız.
Ama konu, bizi farklı kılabilecek duygu, düşünce ve fikirlerimizi paylaşmak olunca sanki görünmez bir cin oturur boğazımıza. Miskinlik ardına saklanmış korku ve endişe; bize söyleyecek değerli bir sözümüz olmadığını fısıldar. Sorduklarında; “benim söyleyeceklerim neden önemli olsun ki?” deriz.
Nietzsche, kendinden sıkılanlara şu öğüdü verir:
“Kitlelerin bir parçası olmak istemeyen insanoğlunun yapması gereken tek şey, içinde olduğu rahatlığa son vermektir; ona şöyle seslenen vicdanının sesine kulak versin:
“Kendin ol! Şu anda, yaptıklarının, düşündüklerinin, istediklerinin hiçbiri değilsin.”
“İznim yok sanıyordum”
Düzyazı konusunda gelmiş geçmiş en önemli kişilerden olan William Zinsser, genç yazarların kendisine sık sık “ben kimim ki kendi düşüncelerimi söyleyeyim?” diye sorduğunu anlatır:
“Ben de onlara ‘sen kimsin ki kendi düşüncelerini söyleyemeyesin’ diye yanıt veriyorum. Yalnızca bir tane sen varsın. Başka hiç kimse ne aynı şekilde düşünebilir, ne aynı şekilde hissedebilir."
Zinsser, 1976 yılında basılan ve düzyazı konusunda başyapıt sayılan “İyi Yazmak Üzerine” de bizim de okullarımızda maruz kaldığımız sahneyi anımsatır:
“Ne zaman yazarlık eğitimi için bir okula gitsem aynı sahne tekrarlanır. Öğrencilere yazmakla ilgili en önemli problemlerini sorarım, öğrenciler de her defasında aynı yanıtı verir:
“Hocanın istediği konu hakkında yazmak zorundayız.”
Zinsser “İyi hocalar bunu istemez” der. “Hiçbir öğretmen aynı konu hakkında aynı kişi tarafından yazılmış 25 tane ayn ıyazıyı istemez. Aradığımız şey, yani kağıtlardan fışkırmasını istediğimiz şey bireyselliktir. Sizi eşsiz yapan her ne ise onu görmek isteriz.”
Ama bunu yapamayız. Buna iznimiz olmadığına inanırız.
Oysa, ilgi çekici yazı; samimiyette ve dürüstlükte gizlidir. İster çocukluk anılarımız, ister romantik hayatımız, ister siyasi fikirlerimiz, veya gündeme dair düşüncelerimiz olsun, gerçek duygu ve düşüncelerimizi yalın bir şekilde paylaşığımızda her yazı ilgi çekici hale gelir. Samimi olan için konu bulamamak diye bir şey de olmaz. Flannery O Connor’ın çok güzel ifade ettiği gibi; çocukluğunu sağ salim atlatan herkesin geri kalan hayatı boyunca yazmaya yetecek kadar materyali vardır.
Ama kişisellikten korkarız.
Zinsser; başka insanların hayatlarını anlatarak para kazanan 65 yaşındaki gazeteci arkadaşına, daha kişisel metinler yazması için baskı yapar. Adam en sonunda baskılara dayanamaz ve her sabah kendi hayatı hakkında bir şeyler yazmaya başlar. Hayatının o döneminde bile bu kadar özgürleştirici bir yolculuğa çıktığına inananamaz. Babası hakkında keşfedemediği şeyleri keşfeder ve şöyle der:
“Daha önce hiç cüret etmemiştim çünkü iznim olduğunu düşünmüyordum.”
Kendi hayatımıza cesur bir bakış; her şeyi ilgi çekici hale getirir.
Sende ne varsa onu ver.
En az iki bin yıllık Kitab-ı Mukaddes’te“güneşin altında yeni bir şey yok.” yazar. Yine de her sene birbirinden özgün binlerce öykü, roman, şiir, makale, senaryo yazılmaya devam eder. Sadece bunlar mı?
Decathlon’un sitesindeki pamuklu bir çorap için yüzlerce kullanıcı yorumu bulunur.
En çok ziyaret edilen “Sahibinden” “N11” “Trendyol” gibi sitelerde milyonlarca yorum yer alır.
Milli değerimiz Ekşi Sözlük yalnızca metin tabanlı.
Kimse kimsenin başına yorum yapması için silah dayamaz ama insanlar yine de bu işi seve seve -üstelik bedava- yapar.
Çünkü kitap, çorap, araba, yemek, ideoloji fark etmez, düşüncelerimizi paylaşmayı ve başkalarının fikirlerinden yararlanmayı severiz.
“Yazmak bir ego işidir ve bunu kabul etseniz iyi olur” der. Yaptığımız her yorumla etrafa kendimizden saçarız.
Sosyal medya, var olma, tanınma, onaylanma ve sevilme arzumuzu diğer insanların ihtiyaçlarıyla birleştirebilme fırsatı sunar bize.
Yani zaten her gün, farklı yerlerde düşüncelerimizi ifade ederiz.
Peki kendimizi rastgele forumlara, gruplara saçmak yerine, sosyal medya hesabımızı başka insanların da faydalanabileceği bir tür kendilik merkezine çeviremez miyiz?
Psikologsan gündelik hayatta karşılaştığın psikolojik sorunları anlatabilirsin bize. Avukatsan boşanmayı, vergiyi, anayasayı;
Bankacıysan faizi, ekonomiyi anlatabilirsiniz.
Kuşları biliyorsan kuşlardan, pulları biliyorsan pullardan, motorları biliyorsan motorlardan bahsedebilirsin.
Çok film izliyorsan fimleri, çok kitap okuyorsan kitapları, çok müzik dinliyorsan şarkıları analiz edebilirsin.
Yeni öğrendiğin, ve hayatını kolaylaştıran ipuçlarını veya edindiğin tuhaf bilgileri paylaşabilirsin bizimle.
Hiçbir özelliğin, yeteneğin, ilgi alanın olmadığına inanıyorsan; çocuk olmayı, sevgili olmayı, ebeveyn olmayı, vatandaş olmayı, çevreci olmayı, kibirli olmayı, stresli olmayı, yasta olmayı, kıskanç olmayı, birinci olmayı, ikinci olmayı, sonuncu olmayı anlatabilirsin bize.
Kimse okumaz, kimse ilgilenmez diye düşünmeyin.
Faydalı ve içten olduğuna inanıldığında Decathlon’daki pamuk çoraplara yapılan yorumlar bile okunur internette.
Konusu ne olursa olsun, her yazıyla kendinizi daha iyi ifade edebilmeyi hedefleyin sadece.
3. İçimizdeki sabotajcı
Şu ana hemfikir olduğumuz iki noktayı hatırlayalım.
Bir: İyi yazabilmek için doğuştan yeteneklere sahip olmamız gerekmez. Odaklanarak, sürekli yazma pratiği yaparak, kelime dağarcığımızı büyüterek, içgörü kazanarak ve kendimizi daha iyi tanıyarak yazma kabiliyetimizi geliştirebilir; böylelikle kendimizi daha iyi ifade eden bir insan olabiliriz.
İki: Yazabileceğimiz ve insanların ilgisini çekebileceğimiz birçok konu var. KEndi özel hayatımızdan geçmiş deneyimlerimize, ilgi alanlarımıza, uzmanlıklarımıza, okuduklarımızdan öğrendiklerimize kadar geniş bir yelpazede insanlara yardımcı olan, ilham veren ve empati hissettiren içerikler hazırlayabiliriz.
Şimdi, herhangi bir alışkanlık edinmeye çalışırken en sık karşılaştığımız dostumuzdan bahsetmemizin vakti geldi: İçimizdeki sabotajcı
Steven Pressfield, milyonlar satan “Yaratma Savaşı’n”da ondan direnç olarak bahseder ve düşmanımız olduğunu söyler. Geçtiğimiz aylarda Netflix’te belgeseli yayınlanan Psikiyatrist Phil Stutz’a göre o “Part X”tir ve bizi potansiyelimize erişmekten alıkoyar:
“Herkes, hayatlarının bir döneminde, içlerinde henüz keşfedemediği bir potansiyel olduğunu hisseder. Bazılarımız çocukları doğduğunda hisseder aslında daha fazlası olduğunu, bazılarımız geceleyin yıldızlara baktığında. İyi haber, gerçekten sınırsız bir potansiye sahibiz. Kötü haber, bunun için savaşmamız gerekir. Özellikle de bizi her adımda sabote etmeye çalışacak içsel mekanizmalarımızla.”
Bense onu daha çok, manipülasyon konusunda uzman, aşırı evhamlı, yaşlı bir akrabamız gibi düşünüyorum. Bize direkt olarak “yapma” demez, bunun yerine bin bir yolla bizi manipüle etmeye çalışır.
En çok ortaya çıktığı durumları şöyle sıralayabiliriz:
1. Yazı, resim, müzik, film, dans ya da yaratıcılık gerektiren herhangi bir çalışmaya giriştiğimizde
2. Kar amacı gütsün veya gütmesin, herhangi bir iş kurma girişiminde bulunduğumuzda,
3. Beslenmemiz, sağlığımız ile ilgili bir rejim veya spor programına başladığımızda,
4. Zararlı bir alışkanlıktan veya bağımlılıktan kurtulmak için adım attığımızda,
5. Yabancı dil, uzmanlık, mesleki eğitim gibi eğitimlere kayıt olduğumuzda,
6. Kendimizi ve hayatımızı değiştirmek için siyasi, ahlaki ya da manevi cesaret sergilememiz gereken bir dönemeçte içimizdeki sabotajcı ile karşılaşırız.
Dikkatle incelediğimizde, bütün bu durumların hepsinde ortak bir nokta olduğunu fark ederiz. Konfor alanımızdan çıkmak, kısa süreli hazları reddedip uzun süreli gelişim, sağlık ve en önemlisi, bütünleşmeyi kovalamak.
İçimizdeki sabotajcının özellikleri:
1. Görünmezdir.
Ama onu hissedebiliriz. Bazen korku, endişe, kaygı olarak kendini gösterir; bazen yorgunluk, rahatlama ve ferahlama isteği, bazen fiziksel bazen cinsel açlık şekline bürünür. Bizi uzaklaştırmak için girmeyeceği kılık yoktur.
En sık söylediği yalan “enerjin yok” yalanıdır.
Enerjimizin olmadığına inandığımızda, yapmamız gerekenleri yapmamak için bahane bulmuş oluruz.
2. Kaynağı içimizdedir.
Bizi durduranın, gürültü yapan çocuklarımız, ilgi isteyen eşimiz, gecenin köründe mesaj atan yöneticimiz, sürekli dışarıya çağıran arkadaşlarıımız, siyasi partimiz, futbol takımımız, sosyal medya hesaplarımız olduğuna inanırız.
Ancak bu faktörler, içimizdeki sabotajcının kullandığı araçlardır yalnızca. Onları dönem dönem müttefik olarak seçer.
3. Sinsidir.
Bizi uzun vadeli planlarımızdan ayırmak için ne gerekirse onu yapar. Yanlış yerlere yönlendirir, yanıltır, baştan çıkarır; bazen bizden hiçbir şey olamayacağımızı fısıldar, bazen zaten en iyisi olduğumuzu, çok uğraşmamamız gerektiğini haykırır. Bazen iyi bir tatili hak ettiğimizi, bazen kimsenin bizi hak etmediğini, bazense bizim kimseyi hak etmediğimizi söyler.
Bizi planımızdan uzaklaştırmak için ne gerekiyorsa onu yapar.
4. Evrenseldir.
Herkesin içindeki sabotajcı farklıdır ama herkesin içinde illa vardır. Yazma alışkanlığı kovalayan, rejim yapmayı planlayan, alkolü veya sigarayı bırakan, İngilizce öğrenmeye çalışan, aktivist eylemlere katılma kararı alan, yani konfor alanını terk eden herkesin içinde farklı farklı güçlerde bulunur.
O, evrenseldir ama her birimizin içinde kendine özgü şekilde büyür.
5. Kaybolmaz.
Uzun vadeli planlarımızı alışkanlıklara dönüştürdükçe direncin gücü azalır ama asla kaybolmaz. Ara vermemizi, kibirli davranmamızı bekler. Bu nedenle en çok da bitiş çizgisine yaklaştığımızda gücünü gösterir. Ne zaman “ben artık oldum” desek; ne zaman “ben artık çok uğraşmadan yazabiliyorum,” “ben artık sigarayı bıraktım.” “ben artık doğru besleniyorum” desek ve kemerleri biraz hafifletsek; sabotajcı oradan çıkar ve bizi eski halimize döndürür.
Pressfield, Odisey’in hikayesini hatırlatır. Kahraman, yıllar süren zorlu maceralardan sonra evine dönerken, şehriin ışıklarını görünce rahatlar ve uykuya dalar. O sırada adamlarından biri, içinde altın var sanarak heybesini çalar ve açtığında Rüzgar tanrısının Odisey için sakladığı “Şiddetli Rüzgarlar” ortaya salar ve gemiyi binlerce fersah öteye sürükler.
Nasıl mücadele edebiliriz? Alışkanlığı kimliğe katmak
İçimizdeki sabotajcı ile mücade etmenin en etkili yolu, ona daha az alan vermektir. Bunu da yapmak istediklerimizi bir alışkanlığa dönüştürerek sağlayabiliriz.
James Clear, Atomik Alışkanlıklar’da alışkanlığın üç katmanı olduğunu söyler.
İlk olarak sonuçları değiştirmeye çalışırız. Örneğin kilo vermek, yazı paylaşmak gibi.
İkinci katmanda süreci değiştiririz. Spor salonuna yazılırız, yazma rutini oluştururuz.
Üçüncü ve en derin katmanda ise asıl değişiklik gerçekleşir. Kimliğimizi değiştiririz. Sağlıklı insan, fit insan, yazar gibi. Clear, sigarayı bırakmaya çalışan iki kişiden bahseder. Biri, kendisine sigara sunulduğunda “hayır bırakmaya çalışıyorum,” der, diğer ise “ben sigara içmem” der. İkinci cümleyi kullanan kişilerin alışkanlıklarını sürdürme ihtimalleri daha yüksektir. Çünkü kimliğimize yönelik saldırıları daha ciddiye alırız.
Hedefimiz, x sayıda kitap okumak değil, okuyan bir insana dönüşmek
Hedefimiz, x sayıda yazı yazmak değil, yazan bir insana dönüşmek olur.
Bunun için yazmayı kimliğimizin bir parçasına dönüştürmemiz gerekir. PRessfield buna “profesyonel davranmak” der. Nasıl ki her gün işe gidiyorsak, yazmayı da hayatımızın günlük bir parçasına çevirmeliyiz. Elbette kimse günde sekiz saat yazmamızı bekleyemez. Aksine, Stephen King, ilk başlarda küçük küçük lokmalardan başlamamız gerektiğini söyler. James Clear, iki dakikanın bile hiç yapmamaktan çok daha önemli olduğunu iddia eder.
Çünkü iki dakika bile yazmış olmamız, yazarlık kimliğimiz lehine attığımız oy anlamına gelir:
“Bu tür stratejiler başka bir nedenle işe yarar. İnşa etmek istediğiniz kimliği pekiştirirler. Üst üste beş gün spor salonuna giderseniz, - sadece iki dakika için bile olsa - yeni kimliğinizin lehine oy kullanmış olursunuz. Endişeniz forma girmek değil, egzersizlerini atlamayan bir insana dönüşmektir. Olmak istediğiniz insanı teyit eden en küçük adımı atıyorsunuz.”
En çok da bu nedenle, ilham ve motivasyon gibi dışsal kavramlardan uzak durmamız gerekir. Çünkü onlar da sabotajcının müttefiğine dönüşebilir.
Psikoterapist Russ Harris, “Beynimiz o kadar akıllıdır ki önemli olan bir şeyi yapmamak için binlerce neden bulabilir. Bunların başında da, ne olduğu belirsiz, “motivasyon bulamıyorum” cümlesi gelir. Nedir ki bu?
Duygu durumumuzun, enerjimizin, psikolojik halimizin, yorgunluğumuzun işi yapmamıza engel olduğunu söyleriz. Yani şunu demek isteriz: “yapabilecek gibi hissettiğimde yapacağım. O ana kadar, yapmayacağım.”
Yani o rahatlık alanına hapsoluruz.
Belki de hislerimizden ziyade başka bir motivasyon kaynağı bulmalıyız.
Örneğin değerlerimizi. Örneğin olmak istediğimiz kişiyi.” der.
Nietzsche’nin sözlerine geri dönelim.
Konu yazmak olunca ortada bir mucize yoktur.
Düşüncelerini bir noktaya odaklayabilen, her şeyi o amaca dönük olarak kullanabilen, sürekli sürekli kendilerinin ve başkalarının içsel yaşamlarını hevesle inceleyen, her yerde örnekler ve uyarıcılar gören, malzemelerini tekrar tekrar düzenlemekten bıkıp usanmayan insanlar vardır.
Sosyal medyada yazmak ve paylaşmak için bazı ipuçları
1. İlk taslaklar her zaman berbat olur. Yazmak yeniden yazmaktır.
Tamam, videoyu izledin ve yazma alışkanlığı kazanmak için mücadeleye başladın. Dyelim ki Ruh Gıdası için seçtiğim kitap hakkında veya Bülten’de sorduğum bir soruya yanıt vermek için word dosyasını açtın. Yazdık yazdın yazdın ve bir baktın ortaya berbat bir şey çıkmış.
Can sıkıcı olabilir ama gayet normaldir. Buna alışmamız gerekir.
Anne Lammot, “Bir Kuştan Öbürüne” adlı harika kitabında şöyle der:
“Tanıdığım yazarlarının çoğuna ve bana göre, yazma öylemi aslında mest edici bir şey değildir. Aslına bakarsanız, bir şey yazabilmenin tek yolu gerçekten ama gerçekten boktan ilk taslaklar yazmaktır.”
Lammot, üç adımlı bir formül önerir:
İlk taslak: İç dökme. Aklınızdakileri kağıda dökersiniz.
İkinci taslak: Toplama. Yazdıklarınızı derleyip toplarsınız.
Üçüncü taslak: Dişçi taslağı. Her kelimeyi, cümleyi ve paragrafı tek te kontrol edersiniz.
Aynısı benim için de geçerli. Huzursuz için bir konu bulduğumda en az üç farklı word dosyası ile çalışıyorum. İlki “taslak” oluyor zaten. İlk oraya yazıyorum ve berbat oluyor. Ama bu taslağın amacı bilinç akışıyla aklımdakileri ve çağrışımları mı yazmaktan ibaret.
Daha sonra yeni bir word dosyası açıyorum. Bu sefer tane tane yazmaya başlıyorum. Ama sonunda o da bozuluyor. En nihayetinde işi üçüncü taslakta toparlıyorum. ama bazen dörde çıktığım oluyor.
Ancak, yazma alışkanlığı olmayanlar için ilk taslakta karşılaştıkları rezalet onlar için epey düş kırıklığı ve utanç kaynağı olabiliyor. Keşke hepsine, büyük üstat William Zinsser’ın “yazmak yeniden yazmaktır” sözünü fısıldayabilsem. İlk taslağın hiçbir anlamı yoktur.
Gerçi, deneyimli yazarlar bile öyle berbat bir taslaktan sonra paniğe kapılabilirler. Lammot’un psikologundan aldığı tavsiyeyi dinleyelim:
“Gözlerinizi kapatıp o malum dırdır başlayana kadar sessizleşin. Ardından seslerden birini diğerlerinden ayırın ve konuşan kişiyi bir fare olarak hayal edin. Onu kuyruğundan tutup bir cam kavanoza atın. Sonra devam edin; kafanızda vızıldayıp duran herkesi, yüksek beklentili ailenizi, iş arkadaşlarınızı, çocuklarınızı, hepsini kavanoza atın ve istediklerini yapmadığınız ve daha başarılı olmadığınız, daha sık ziyarete gelmediğiniz için size kendinizi bok gibi hissettirmeye çalışan tüm o fare insanların camı pençeleyip durmaısnı izleyin. Ardından kavanozda bir ses kontrol düğmesi varmış gibi hayal edin; önce sesi sonuna kadar açıp akıntıya kulak verin, sonra sesi tamamen kısın ve ilk taslağınıza geri dönün.”
Yazmak yeniden yazmaktır. Buna öyle alışmak gerek ki önemli tartışmalarda, whatsapp’tan mesaj atmadan önce düşündüklerimizi bir kenara yazmalı, üzerinde biraz oynayıp karşı tarafa öyle göndermeliyiz.
2. En önemlisi samimi ve basit bir yazı
İlk taslağı hallettik. Şimdi sıra üzerinde çalışmaya geldi. En önemli ilkemiz samimi, berrak ve basit bir yazı.
Ülkemizde genellikle uzmanlık karmaşıklıkla özdeşleştirilir. Oysa mahir olan zor konuları bile basit anlatabilme becerisidir.
Her cümleyi en basit şeklinde yazın. Uzun bir cümle, kısa cümlelere bölünüyorsa kesinlikle bölün. Dilerseniz daha sonra renk katmak için üzerine baharatlar ekebilirsiniz.
Karmaşık yazı, okuyucunun zihnine ve zamanına hakaret gibi geliyor
.
Cicero iki bin yıl önce, “açıklamanızı kısa kesin, gereksiz her kelime zihnin kenarından dökülür” diye yazdığında henüz sosyal medya yoktu. Oysa günümüzde her gün o kadar çok içerikle karşılaşıyoruz ki duru dil eskisinden de önemli hale geliyor.
Yine de basit yazmayı tercih etmiyoruz.
Whatsapp mesajı, Instagram yorumu, blog yazısı fark etmiyor; basit şekilde aktarabileceğimiz bir durumu, gereksiz kelimelere boğarak, cümleleri edilgen hale getirerek ve devrikleştirerek anlaşılmasını zorlaştırıyoruz.
Niye?
Net düşünmüyoruz ve basitliği eksiklik olarak görüyoruz.
“Net cümle kazara oluşmaz,” diyor Zinsser, “net düşünme, net yazı yazmaya dönüşür.”
Düşüncelerimiz bulanık olduğunda cümlelerimiz de uzar, karmaşıklaşır ve bulanıklaşır.
George Orwell ise cümlenin uzamasıyla samimiyetsizlik arasında bağ kuruyor:
“Duru dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir. Birinin hissettiği ve beyan ettiği amaçlar arasında fark olduğunda, kişi içgüdüsel olarak uzun kelimelere ve bitkin deyimlere başvurur.”
Cümlelerinizi insanlara sunmadan önce olabildiğince basitleştirin.
Gereksiz sıfatlardan ve zarflardan kurtulun.
Atabildiğiniz her sözcüğü atın.
The Elements of Style’da yazdığı gibi:
“Nasıl ki bir makine fazladan parçaya, bir resim fazladan çizgiye ihtiyaç duymuyorsa, bir metin de fazladan sözcüğe ihtiyaç duymaz.”
İyi yazmanın sırrı her cümleyi en basit öğelerine ayırmaktır.
Asıl meslekleri yazarlık olmamasına rağmen güzel yazan bazı tanınır kişilerin örnek metinlerini göstermek istiyorum:
Nörolog Oliver Sacks, Hareket Halinde Bir Hayat’ta, yaşamının büyük bir bölümünde yaptığı, hatta ödüller kazandığı halter hakkında itirafta bulunuyor:
“Bazen, ağırlık kaldırmak için kendimi neden o kadar zorladığımı merak ediyorum. Bence nedeni, herkesinki gibiydi; vücut geliştirme reklamlarındaki kırk beş kiloluk çiroz olmasam da çekingen, ürkek, güvensiz, uysaldım. Ağırlık kaldırarak güçlendim -çok güçlendim ama sonunda anladım ki karakterim değişmiyor, aynı kalıyordu.”
Psikolog Lori Gottlieb, Belki de Biriyle Konuşmalısın’da evlenme planları kurduğu sevgilisinin onu terk etmesinin ardından bunalıma giriyor ve danışan koltuğuna oturuyor:
“Nasıl bu kadar çok ağlayabildiğimi merak ederek ağlayıp duruyorum. Aşırı su kaybetmiş miyimdir, diye merak ediyorum. Ve gözyaşlarının ardı arkası kesilmiyor. Birden Wendell seansımızın bittiğini belirtmek için bacaklarına pat pat vuruyor… Az önce tam kırk beş dakika boyunca ağlamamı izlemesi için birine para mı ödedim?
Hem evet hem de hayır.
Hiç kelime kullanılmamış olsa bile, Wendell ve ben sohbet ettik… Hikayemi, bugün nasıl anlatmaya ihtiyacım varsa, o şekilde anlatmama izin verdi.”
Nörolog Eric Kandel, Belleğin Peşinde’de, hayatını bilimsel metodolojiye adamasına rağmen, en önemli konuların belirsiz olduğuna ve eşinin ona nasıl güven verdiğini anlatıyor:
“… Denise’le evliliği bana bir şey öğretmişti. Daha önce evlenmeyi düşündüğüm tüm kadınlardan daha çok sevdiğim sevdiğim Denise de söz konusu olsa, evliliğe gönülsüzdüm, korkuyordum; fakat evliliğimizin yürüyeceği konusunda Denise’in özgüveni öyle yüksekti ki ona inanıp bu adımı atmıştım. Bu deneyim bana, bazı durumlarda salt katı gerçeklere dayanarak karar verilemeyeceğini öğretti; çünkü gerçekler çoğunlukla yetersiz kalır. Nihayetinde insan, bilinçdışı yönüne, içgüdülerine yaratıcı dürtülerine güvenmek zorundadır.”
Gazeteci İslam Çupi, 49 yaşında Milliyet’teki ilk yazısında geç kalmışlık hissine vurgu yapıyor:
“3 yıl önce geldim sokağa 23 yıl sonra tekrar düşmüşüm. kafasını asfalta dökmüş, moralini sıfır kilometreye getirmiş, üzerimdeki tek pantolon ve gömleği taşınmaz ağırlık kılmış bir adamcık olarak. işte o anda pencerelerden birinden bir ip düşmüş önüme. ...ben bu ipi 23 yıl beklemişim. çünkü bu ipin zahmetli kilometrelerinin bitiminde, türk sporunun everest gazetesi milliyet'e varmak vardı. ...işte geldim, 23 yılımı eskitmiş olaraktan, yaşım kırk dokuza devrilmiş olaraktan... milliyet için çok mu ihtiyarım acaba?''
3. Yazıyı alıntılar, anılar, anektodlarla zenginleştirin.
Videoda bahsetmiştim; yazma alışkanlığının en güzel yanı, zamanla gelişen ve büyüyen kocaman bir arşive sahip olmak.
Ne zaman bir yazıya başlasam, çağrışımlarla oradan buraya savruluyor ve yazacağım konuyla alakası olmasa da harika şeyler buluyorum. Onları arşivime atıyorum. Bir de bunları belirli bir kategoriye dahil ettiğimde, gelecekte yazacağım ilgili metinlerde bulmam kolaylaşıyor. (örneğin bendeki kategoriler kişilik, yazarlık, komedyenler, duygular, çocuk gelişimi, şarkılar, futbol, ebeveynlik, stres, hafıza, yaratıcılık vb. ama kategorileme konusunda başarılı değilim, bulduğum şeyleri sık sık dümdüz bir yere atıyorum.)
Sosyal medyaya baktığımızda genellikle “listeler” görürüz. Listeler harikadır, çünkü okuyucuya anında bir perspektif katar. Ama tavsiye etmiyorum, çünkü üç maddeden fazlası hatırlanmaz. Okuyucuya hem değerli bir şey bulmuş hissi veren, hem de perspektif kazandırmaktan ziyade aklına işleyen hep hikaye tarzı anlatımlar olur. Üstelik listeleri herkes yapar, sadece hikaye anlatanlar hatırlanır.
Bu nedenle Sociabrand’de çalıştığımız uzman müşterilerimizi her zaman mesleki hikayeler anlatmaları için darlıyoruz. Çünkü ülkemizdeki uzmanların ne yazık ki pek azı bunu yapıyor. Genel eğilim listeler yapmak ve zaten herkesin iki saniyede bulabileceği bazı bilgileri anlatmak oluyor.
Siz bunları boş verin; alıntılarla, anılarla, anektodlarla metninizi hikayeleştirmeye çalışın.
4. Konuştuğunuz gibi yazın. Ama edilgen şekilde konuşuyorsanız, o zaman konuşmanızı değiştirin.
Resmi gazete sayıları sıkıcı olur. Arama motorunda rastgele resmi gazete ve psikolojiyle ilgili bir makale örneğine tıkladım ve cümlelerin nasıl bittiklerine baktım:
Resmi gazete: “atanmıştır, bildirilmiştir, belirlenmesidir, gerekli işlemler yapılabilecektir, hükme bağlanmıştır.”
Bilimsel makale: “Türkçe kaynak eksikliği bulunmaktadır,”
“amaçlanmaktadır,” “geleneği içinde değerlendirilmektedir.”
Bu tip metinlerin insanlara sıkıcı gelmesine şaşmamalı. Usta yazarlar sık sık tekrarlar: konuştuğunuz gibi yazın.
Oysa kaymakamlık el kitabı yutmadıkça kimse gündelik hayatında şöyle konuşmaz:
“Akşam yemeği yenmiştir ve her ne kadar tatlı için kıvranılsa da üstün irade örneği sergilenerek bu itki durdurulmuştur. İşler erken bittiği için dizi izlenebilecektir ve sonrasında bir saat oyun oynamak amaçlanmaktadır.”
“-tir, -tur, -dır.”
Sosyal medyada buna benzer metinleri görünce aklıma Cem Yılmaz’lı Doritos reklamı geliyor, hani ürettikleri yastık büyüklüğündeki patates cipsi tanesini sallayıp “insan yiyecek bunları, insan insan!” dediği.
Sıradan insanlar okuyacak bu metinleri.
Kaymakam, hakim veya bilim kurulu üyeleri değil.
Bu yüzden mümkün olduğunca konuştuğunuz gibi yazın. Ama eğer konuşurken de sık sık edilgen bir dil kullanıyorsanız o zaman sorun var demektir. Irvin Yalom’un Varoluşçu Psikoterapisi’nden:
“Hastanın önce kendisini kişisellikten çıkararak "o" yaptığını ve ardından da değişken dünyantn iniş çıkışlarının pasif alıcısı haline geldiğini duyuyoruz. "Ben bunu yaptım," ifadesi, "Bu oldu," haline geliyor. Tekrar tekrar insanların sözünü kesmek, kendilerine sahip çıkmalarını istemek zorunda kaldığımı fark ediyorum. Başka bir yerde ve başka bir kişiye olan bir şey üzerinde çalışamayız. "Hareketli bir günden "Yoğun çalışıyorum"a, "Uzun bir konuşma olacak tan "Çok konuşuyorum"a giden yolu bulmalarını istiyorum.”
5. Metni sesli okuyun ve aşağıdaki listeye göre kontrol edin:
-
Metnin başı ve sonu uyumlu mu? Bazen hoşumuza giden anıları, anektodları, alıntıları kullanmak için konudan sapabiliyoruz. Böyle durumlarda en iyisi onları arşive koymak ve daha uygun bir yazı gelene kadar orada tutmak.
-
Gereksiz sıfat ve zarf kullanımı var mı? Kullandığımız çoğu sıfat ve sarf, okuyucunun gözünde abartıdan başka bir şey hissettirmiyor. Sadece gerekli yerlerde kullandığımıza emin olmamız gerekiyor.
-
Terim kullanımı uygun mu? Kullandığım kelime ve terimler okuyucu kitlem tarafından anlaşılır mı? Anlaşılmayacaksa onlardan kurtulalım.
-
Yazının duygusal tonu istediğim gibi mi?
6. Kontrol bittikten ve gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra yazımız servise hazır.
Not: Sosyal medya hedef koyma, içerik planlama, persona yaratma gibi detaylı bilgileri sosyal medya rehberinde bulabilirsiniz.