“Bazı insanlar,” “der Engin Geçtan, “diğer insanlarla birlikteyken sürekli tedirgin hissederler.”
“O kadar uzun süredir böyledirler ki duygularını korku değil “rahatsızlık” olarak görürler.”
Ama derinlerde korkarlar. Onaylanmamaktan, reddedilmekten, küçük görülmekten korkarlar.
Arada bir onaylandıklarında biraz olsun rahatlarlar. Ancak bu durum uzun sürmez.
İncelendiklerini hissettikleri anda tedirginlikleri artar. Sürekli bir tür suçlama beklerler.
Bir yandan ilgi merkezi olmak isteseler de diğer yandan bundan kaçınırlar.
Başarılı olduklarında bile altta yatan değersizlik duyguları varlığını sürdürür.
Kendilerine değer verildiğinde bundan hoşlanırlar, ancak için için buna layık olmadıklarına inanırlar.
Ama ilginçtir; kendilerine değer verilmediğini hissettiklerinde ise aslında değerli olduklarını, diğer insanlar tarafından fark edilmediklerini düşünürler.
Gençtan, bu duyguları yaşayan kişilerin çocukluk dönemlerini incelediğimizde kısıtlayıcı, aşırı koruyucu, reddedici, cezalandırıcı, tutarsız ana-baba tutumlarını fark edebileceğimizi söyler.
Açık ya da üstü kapalı olsun, sevgi ve saygıdan yoksunluk izleri taşır.
Şöyle özetleyebiliriz:
1. Çocuk, ebeveynlerinin kendisine adil davranmadığını fark ettikçe kızgınlık duymaya başlar.
2. Güçsüz olduğu için kızgınlığını ebeveynlere gösteremez. Kendisini yalnız ve çaresiz hisseder. Duygularını bastırır.
3. Bastırdığı kızgınlık biriktikçe düşmanca duyguya dönüşür ve bilinçaltına yerleşir.
4. Bilinçaltındaki duyguların etkisinde olan çocuk tuhaf bir tedirginlik hisseder.
5. Nedenini bilmediği bir suçluluk ve değersizlik duygusu hissetmeye başlar. Kendisini sevgiye layık görmez.
6. Böylece bilincinde olmadığı, düşmanca dürtülerden kaynaklanan korku, suçluluk ve değersizlik duyguları, ileriki yaşamında çevresindeki insanlara yönelmek üzere yerleşir.
Bu nedenle fark edilmekten, reddedilmekten ve suçlanmaktan korkar.