Merhaba sevgili okuyucu,
Bana sorduğunuz neredeyse bütün soruları topladım ve yanıtlamaya çalıştım. Bu yazıyı üçe böldüm;
- Genel sorular,
- Yazmakla, odaklanmayla, irade göstermekle ilgili sorular
- Okumakla, kitaplarla ilgili sorular.
İyi okumalar dilerim :)
GENEL SORULAR
Melek Hanım sordu: Her bültende ruh halimize göre bir yazı ile karşılaşıyor olmamız nasıl mümkün?
En sık sorulan sorulardan biriydi bu. Aslında hiçbir gizemli tarafı yok; çünkü kitap için okumalar yaptıktan sonra iyice anladım: Aynı sorunları yaşıyoruz, aynı belirsizliği deneyimliyoruz, aynı kuşkulara sahibiz, aynı dertlerden muzdaribiz. Kırılgan olduğumuzu da fark ediyoruz, güçlü görünmeye çabaladığımızı da; bir noktada kendi istek ve arzularımızdan uzaklaştığımızı da hissediyoruz, kavuşmaya özlem duyduğumuzu da; sık sık anlamsal bir boşluğa düştüğümüzü de biliyoruz, boşluktan çıkmak için anlamsız yerlere baktığımızı da; içimizde tuhaf bir hayal kırıklığı yaşadığımızı da görüyoruz, acısını yanlış insanlardan çıkardığımızı da; bi bıraksalar özgürce uçacağımıza da inanıyoruz, bırakmayanın aslında kendimiz olduğuna da.
Hiçbir gizem yok. Yeter ki bunu bir tek kendimizin yaşadığı yanılgısına kapılmayalım.
Sevgi Hanım sordu: Okuyucularınızda yaratmak istediğiniz bir değişim var mı? Yoksa bunu onlara mı bırakıyorsunuz? Neticeten huzursuz beyin ile varmak istediğiniz bir hedef var mı?
İlk başladığımda sadece yazma alışkanlığı kazanmak istiyordum. İkinci senenin başında aklımda tek bir amaç vardı: kimsenin kendisini ucube gibi hissetmemesini sağlamak… Zaten ikinci yılın ismini “Normal İnsanlar” koymuş, açıklamada şöyle yazmıştım:
“Sıradan insanın anlatamadığı korkularını, endişelerini, fantezilerini, kıskançlıklarını, cinsel sorunlarını, kötücül düşüncelerini ortaya sermeyi ve incelemeyi, böylelikle yalnızca kendimizde olduğuna inandığımız için hissettiğimiz baskıyı ve suçluluk duygusunu bir nebze hafifletmeyi amaçlıyorum.”
Bunu, okuyucuların da desteğiyle bir nebze başardığımızı biliyorum.
Okuyucu kitlesi arttıkça, bir başka amaç yavaş yavaş peydahlandı: Bu kadar kompleks sorunlarımız için kısa süreli çözümler arama merakımız. O kadar çok yazıya “peki ya çare?” yanıtı geliyor ki şaşırıyorum. Bu anlayışı değiştirmek isterdim. Şifa, tek büyük adımda değil, on binlerce küçük adımda gerçekleşir ve umarım Huzursuz Beyin bu adımlardan biri olur.
Murat Bey sordu: Yazılarınız, yorum ve görüşleriniz çok sevildi; siz bizim yorumlarımızı nasıl buldunuz? Soru ve yorumlara bakınca, "Kendinizi anlaşılmış hissediyor" musunuz?
İnanılmazdı. Bültenin girişinde bahsettim biraz, gerçekten kelimelerle ifade edemem. Yanılmıyorsam Çetin Altan’dı, oğlu Ahmet Altan’a roman yazarlığı hakkında nasihatler verirken, Ramazan’da iftar için ışıkların yanmasını alnını cama dayayarak bekleyen bir çocuğun hislerini aktarabilip aktaramayacağını sormuştu. Kendimi şu an öyle hissediyorum. Anlatmak yerine göstereceğim ama; hepsini toplayıp siteye koyacağım, muhtemelen açıklayıcı olur. Ama yanıtım büyük bir evet: En azından bülten okurlarının beni anladığını hissediyorum
Damla Hanım sordu: İyi hissetmek için orada olduğunu hayal ettiğin bir yer var mı? ( şehir, an, manzara gibi her hangi bir yer )
Yok ama her sabah güne başlama rutinim var beni rahatlatan: önce rahmetli anneannemin eşarbını koklar, sonra Leonard Cohen fotoğrafına selam verir en sonunda da oyuncak peluş kaplumbağam Junior’un başını okşarım. İlki yeri doldurulamaz sevginin, ikincisi kaynağını kırılganlıktan alan yaratıcılığın, üçüncüsü çocuk ruhlu kalmanın önemini hatırlatır.
Pınar Hanım sordu: Bu hizmeti neden ücretsiz yapıyorsunuz? Önemli bir emek var burada.
Farklı şekillerde en sık sorulan sorulardan biriydi bu. Zaten Instagram’da da sık sık karşılaşıyorum bu soruyla ve hep aynı yanıtı veriyorum. Ücretsiz yapıyorum, doğru, ama karşılıksız yapmıyorum. Karşılığında inanılmaz bir ilgi, saygı, nezaket alıyorum. Ekonomik şartların ağırlığından dolayı hiç reklam vermedim bu sene, yine de kırk binden yüz seksen bine çıktı okuyucu sayısı. Çünkü siz paylaştınız. Bazı okuyucular bana whatsapp gruplarındaki Huzursuz hakkındaki tartışmaları gönderiyor, çocuk gibi ağzım açık kalıyorum. Ben burada soda - leblebi eşliğinde Socrates’te futbol analizleri izlerken çok uzakta birileri yazdığım yazılar hakkında konuşuyor. Çok tuhaf ve güzel bir his bu. Kesinlikle karşılığını alıyorum.
İkincisi, ileride diğer sorularda daha detaylı şekilde anlattığım gibi, ben asıl eğitimimi tamamen internetin ücretsiz araçları sayesinde aldım. Eğer internet bedava bir devasa bilgi kaynağı olmasaydı ben şu an çok çok daha az ve çok daha kalitesiz şeyler okumuştum. İnternette bulabildiklerime aşığım ve eğer birileri de benim yazılarımı okuduğunda benzer duygulara kapılıyorsa, ki gelen içten yorumlardan bunu hissediyorum, bu benim için muazzam bir gurur kaynağı olur. Bu nedenle, elimden geldikçe yapabileceğimin en fazlasını hep ücretsiz yapacağım. Maddi bir bedel kazanacaksam, bunu sponsorlardan kazanabilirim, okuyuculardan değil.
Meryem Hanım sordu: Neden bu içerikleri hazırlıyorsunuz? Her yol bir arayışla başlar, sizin arayışınız neydi?
Kişisel Instagram hesabımda birkaç kere hikayede soru cevap yapmış, orada daha çok psikoloji ve felsefe temelli yanıtlar vermiştim. Sonra bu biraz tuttu, benim de hoşuma gitti. Bir yandan da her zaman okuduklarımı unutuyormuşum gibi hissediyordum; çünkü tek yaptığım cümlelerin altını karalamaktı, öyle bir yere not aldığım filan pek yoktu.
İstanbul’dan Bodrum’a taşındığımızda ve sosyal medya danışmanlığını freelancer olarak yapmaya başladığımda, aklımda blog açmakla ilgili bir fikir vardı zaten. Bu, biraz uzun ve duygusal bir konu olduğu için bunu kitaba bırakıyorum.
Birden bire her şeyi birleştirmeye karar verdim; hem daha çok okuyacak, öğrenecek, hem öğrendiklerimi sistematik olarak insanlarla paylaşacak, hem de bu süreçte yazma yeteneğimi ve dolayısıyla akıl yürütme ve kendimi ifade etme yeteneğimi geliştirecektim. Eğer bunu kendime saklasaydım ya başlamayacağımı ya da bir noktada bırakacağımdan emindim. Bu nedenle kişisel hesabımdan duyurdum ve sonra yapmak zorunda hissettim.
Bilinçli olarak arayışım buydu. Ama beynin evrimini birazcık bilen bir insan bile asıl, yani derinlerde yatan nedenin sevilmek, sayılmak, statü sahibi olmak gibi temel ihtiyaçlar olduğunu anlar. Muhtemelen ben de, ilgili olduğum bir alanda, geliştirmek istediğim yeteneklerle, sadece sahip olduklarımla sevilmek ve sayılmak istedim.
Ece Hanım ve birçokları sordu: Huzursuz Beyin okumak çok keyifli ama dinlemek de eminim çok zevk verecektir. Podcast yapmayı düşünüyor musunuz?
Aslında podcast veya video için mikrofon alalı altı ayı geçti ama kaçınıyorum. Belki bir gün. Yazdıklarımı kişisel bulduğum için bir başkasının okuma fikrine sıcak bakamıyorum. Sağ olun, çok kişi ücretsiz yapabileceğini söyledi. Hatta örnek ses dosyaları gönderenler oldu. Ama dediğim gibi, kişisel olduğunu düşünüyorum, bu nedenle hem vakit bulmamı hem de cesaret etmemi beklememiz gerekiyor. Ancak şu ayrım önemli: Tek seferlik bir şey olsaydı yapardım. Ama podcast demek, yazı gibi sürekli devam edeceğim bir şey olduğu için başlamak adına çekincelerim var.
Özlem Hanım sordu: Akademik anlamda bu işin okulunu okumadığınız halde(bunu ara sıra gerçek işinizden bahsettiğinizden dolayı çıkarım yapabiliyorum) birçok psikolog, rehber öğretmen yada danışmadan çok daha ileri düzeyde olduğunuzu hissediyor ve düşünüyorum.. Sizi tanıdığım, takip ettiğim günden bu yana katkılarınız, paylaşımlarınız, yorumlarınız düşüncelerime ışık tuttu.
Sözleriniz için teşekkür ederim ama bir yanlışı düzeltmemiz gerekiyor. Ben sadece yüzeysel araştırmalar yapıyor ve uygun dille sunuyorum oysa uzmanlarımız bu işin okulunu okuyor ve her bilgiyi hem teoride hem pratikte derinlemesine ediniyor. Nasıl ki bir romancı bir ameliyatı bütün ayrıntılarıyla güzel bir şekilde anlatıyor diye kendisinden bademciğimizi almasını istemezsek, aynısı bilimsel alanlarda yüzeysel araştırmalar yapıp bunu uygun dille sunan insanlar için de söyleyebiliriz.
Ülkemizde psikologların ve diğer sağlık uzmanlarının hem yetkin hem de etik değerlere bağlı olduğunu görüyorum. En azından benim gerçek hayatta ve sosyal medyada tanıştıklarım hep öyle oldu. Huzursuz’u takip eden, hatta danışanlarına tavsiye eden binlerce psikolog var.
Bence sorun şuydu, Covid felaketine kadar ya bilgilerini sosyal medyada etik nedenlerden ötürü göstermekten kaçındılar, ya da o çok sevimsiz olan akademik makale dilini kullandılar. Ama onlar da alışıyorlar.
Bu nedenle, yani uzmanlarımız bilgilerini daha iyi sunsunlar diye bir rehber kitapçık hazırlamıştım:
Sorunuz vesilesiyle yeniden hatırlatalım: Sağlık konusu şakaya gelmez. Kesinlike, sadece, uzmanlara danışalım. Dili güzel olanlara, duymak istediğimizi söyleyenlere değil.
Mine Hanım sordu: Yüz yüze seminer/konferans ya da webinar düşünüyor musunuz?
Bazen hayalini kuruyorum. Yani eğer verseydim hangi konuda olurdu acaba, nasıl bir anlatım planı hazırlar ve neler anlatırdım, diye. Ama hem zaman, hem de psikolojik etmenlerden dolayı benim için şimdilik zor bir ihtimal. Ama kitabı yazarken sanki yüz yüze seminer verdiğimi hayal ediyorum.
Nezaket Hanım sordu: Bir konu belirleyerek sizin seçtiğiniz bir okuma listesi eşliğinde(bu yöntemin en önemli parçası) kendimizin ne durumda olduğumuzu kavradigimiz bir çalışma hayal ettim. SORU Bu gerçekleşebilir bir hayal midir?
Okuma grupları kurmak da hayallerimden biri ama hem zaman bulma sorunu var, hem de geçtiğimiz sene yaptığımız “beraber yazma” sürecinden biliyorum, çok fazla iletişim gerektiriyor ve bu da beni psikolojik olarak çok yoruyor.
Ama bakalım, gelecek dönemlerde belki deneriz.
Aykut Bey sordu: "Huzursuz Beyin " bülteninde artık sponsorlar görmeye başladık, bu sponsorlar entelektüel üretiminizin arasında reklamlarını yapıyorlar. Sponsorların satmış olduğu ürünler ile sizin kişsel güvenirliliğiniz örtüşmezse ne hissedersiniz? Bu durum umrunuzda olur mu?
Aslında tek bir sponsorum oldu; the Fair, her ay bir bültene sponsor oluyorlar ve hem sahibini tanıyorum hem de Dicle’nin de kullandığı ve beğendiği ürünleri satıyorlar. Çok iyi bir ilişkimiz var, hiçbir şeye karışmıyorlar, ben de her seferinde kendilerine teşekkür ediyorum.
Ancak, diğer her teklifi reddettim. Hatta bugün bu satırları yazmaya başlamadan önce bile bir tanesini reddettim.
Öncelikle, özel içerik hazırlamamı istiyorlar, reddediyorum. Herhangi bir içeriğime sponsor olmak isteyebilirler ama yazılarıma karıştırmak, hele hele başkalarından onay almak istemiyorum. Bunu geçen sene bir kere yaptım ve bana göre olmadığını fark ettim. İleride maddi durumum çok kötü olursa düşünürüm elbette ama zorlanmadıkça kabul etmek istemiyorum.
İkincisi, Instagram hikayeleri için neredeyse her gün “bütçeniz nedir” diye sorular alıyorum, eskiden bir şeyler sallıyordum artık yanıt vermeyi de bıraktım; bir teklifiniz varsa iletin diyorum, sonra da, görüldüğü gibi, reddediyorum. Bugüne kadar çok teklif alsam da, bir rica ve çok düşük bir ücret dışında, hikayemde hiç reklam paylaşmadım. Paylaşmam demiyorum, ama işbirliği olduğunu söylerim ve deneyimim yoksa deneyimim varmış gibi yapmam.
Tek bir istisna var; sosyal medya hesaplarını yönettiğim bazı insanları seviyorum. Yılda bir de olsa onların hesaplarını Huzursuz’da paylaşıyorum ama ücret almıyorum.
Üçüncüsü ve en kötüsü “eğitim” veya “terapi” merkezleri. Ara ara “Emre Bey, size terapist/rehber/danışman soran çok oluyordur, siz bize yönlendirin, biz de yönlendirdiğiniz kişi başına size ücret ödeyelim” minvalinde teklifler geliyor, yanıt bile vermiyorum. Soranlar bilirler, son bir yıldır kimseyi kimseye önermiyorum.
Bir marka, bir kişi, her neyse, sponsor olup kendi mesajını yayımlayabilir. Ancak, olumlu deneyimim olmadığı bir ürün veya hizmet için olumlu bir şey söylemem, yazılarıma karıştırmam; sadece kendilerine teşekkür eder, mesajlarını yayımlarım.
Diğer taraftan özel hayatımda politik sebeplerden ötürü boykot ettiğim markalar var. Onlarla asla iş yapmam.
Kısacası bahsettiğiniz konularda bugüne kadar duyarlı davrandım, muhtemelen bundan sonra da duyarlı davranırım. Bugüne dek hiç uğraşmadım ama özellikle Instagram hesabı büyüdükçe tekliflerin sıklığı da artmaya başladı. Umarım sponsorlar çoğalır ve ben de vaktimin daha büyük bir kısmını Huzursuz için harcarım. Sosyal medya danışmanlığını bırakmam ama, özellikle strateji geliştirme kısmına bayılıyorum.
İrem Hanım sordu: Bir endişemi paylaşmak isterim. Okuyucuların fikirlerine önem vermen çok tatlı. Seninle sohbet ediyormuşuz gibi hissettiriyor ve bu çok hoş bence. Ama korkmadan da edemiyorum, okuyucuları bu kadar dinlemek zamanla yazıların niteliğinde bozulmalara yol açar mı, kendini okuyucuların düşündükleri ve istedikleri yüzünden kısıtlayacağın bir zaman olur mu gibi düşünceler sebebiyle?
Sanmıyorum. Çünkü okuyucu odaklıyım, doğru ama okuyucu her zaman haklıdır gibi bir mentaliteye de sahip değilim. Bir şey satmıyorum, bir şey paylaşıyorum. En nihayetinde bilginin yanında kendi düşüncelerimi paylaşıyorum. Gündelik hayatımda da yazar olarak da hem kendimin hem de karşımdakinin sınırları konusunda hassas ve dikkatli bir insanım.
Bir de “kadim okuyucu” dediğim küçük bir kitlem var, ilk zamanlardan beri olanlar; onlar kendilerini bilmezler muhtemelen, ama tepkilerine hep dikkat kesilirim.
Beyza Hanım sordu: Evliliğinizi bir cümle ile tanımlayacak olsaydınız bu ne olurdu? Evliliği ve ilişkileri yürütebilmeniz için iki tarafta da olması gereken temel unsurun (veya unsurların) ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Evliliğin beni olgunlaştırdığını, hayatıma düzen kattığını ve daha az huzursuz yaptığını düşünüyorum. Ama burada evlilik övemem, çünkü ülkemizde birçok evliliğin yanlış temeller üzerinde kurulduğunu ve katılımcıların ruhlarını katlettiğini görüyorum. Annem babamdan boşanma kararı alırken ona “evlilik seni bitirmeden sen evliliğini bitir” dediğimi hatırlıyorum.
Ben şanslıyım, çünkü Dicle hem beraber her savaşı verebileceğim bir eş, hem duygularını asla saklamayan ve cesurca gösteren bir sevgili, hem de gün geçtikçe mizah kalitesi yükselen bir arkadaş.
Temel unsurun, hiç tartışmasız, saygı olduğunu düşünüyorum: Karşımızdaki insanın kişiliğine, sınırlarına, yeteneklerine, içsel çatışmalarına, kusurlarına saygı ve iyi niyetine güven.
Makbule Hanım sordu: Ara ara yazıyorsunuz ama daha daha sorayım; siz nasılsınız? Bu kötülük dolu ülkede, bu güvensiz, belirsiz dünyada neler hissediyorsunuz?
Bülten sloganı gibi, umut etmeden, umutsuzluğa da düşmeden yaşamaya çalışıyorum. Bol bol stoacı filozofları okuyorum, en azından belirsizlik hakkında yazdıkları beni rahatlatıyor. Ama asıl iyi gelen standup komedileri. Özellikle ofansif mizahın, ama kaliteli olanlarının -yoksa vasatları çekilmez oluyor, ülkemizde hakkının yeterince verilmediğini düşünüyorum. Hayatın berbat yönlerinin belirli bir mesafeden, tam zıt bir perspektiften kıvrak zeka ve iyi bir hikaye anlatıcılığı ile aktarılmasının eşsiz bir sanat olduğuna inanıyor ve haftada birkaç saatimi Chappelle, Louis CK, Bill Burr, Norm MacDonald, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Doug Stanhope gibi komedyenleri izleyerek geçiriyorum.
Kaostan beslenmek: 2013 - Barcelona'daki Picasso Müzesi'nden bir hışım çıkıyorum.
Niye? Çünkü yeni tape düşmüş. Kim sallar Picasso'yu?
Emine Hanım sordu: Kaybetmekten en çok korktuğunuz özelliğiniz?
İki özellik söyleyeyim: Mantıklı düşünmek ve empati. İlkini kaybedersem duygusal köle, ikincisini kaybedersem psikopat olurum çünkü.
Ayşegül Hanım sordu: Yazılarınıza yansıyan enerjiden egonuzun dengeli olduğu hissi oluyor bende.. Bunun için yaptığınız bir çalışma var mı? Çok mu özel oldu? Bilemedim.. arkadaşmışız gibi hissettim bir an..bunca şeyi ücretsiz yapıyorsunuz.
Dengeli davranmamın nedeni egodan kaynaklanıyor. Dengesizliği kendime yakıştıramıyorum. Dönüp baktığımda, henüz küçük yaştan itibaren yapıştırılan“akıllı” etiketini benimsemişim, daha doğrusu büyüklerim beni akıllı bulduklarında bu çok hoşuma gitmiş ve o rolü kanıksamışım. Şimdi bu rolle ne yapabiliyorsam, onu yapıyorum. Ancak gölgemi, yani bu rol uğruna geride bıraktığım istek ve arzularımı da tanıyorum. Sonuç itibariyle kendimi şımartamıyorum, dengesizlik yapmıyorum ve dengeden saptığımda orta ve uzun vadede mutlu olamıyorum.
Fulya Hanım sordu: “Huzursuz Beyin” bülteni sizin için mesleki olarak ne ifade ediyor?
Sosyal medya danışmanı / stratejisti olarak elbette büyük başarı olarak görüyorum. Ancak bunu söylememin nedeni takipçi sayısı değil, hem otantik kalıp, hem de güçlü bağ kurabilmek. Çünkü danışmanlık toplantılarında her seferinde markalara “önemli olan siz değilsiniz, sürekli kendinizi anlatmayı bırakın, sizi takip edenlere gerçekten ne verebilirsiniz, buna odaklanın” diyoruz. Bence Huzursuz Beyin, bunun başarılı bir örneği.
Söylediğimiz bir başka şey ise “beğenilere, paylaşımlara, yorum sayısına, yani kibir metriklerine odaklanmayın,” siz, sizi doğru anlatan, takipçilerinizle bağ kurabileceğiniz en kaliteli içeriği paylaşın, zamanla gerisi gelir diyoruz. Bunu göstermek açısından da başarılı.
Çünkü eğer kibir metriklerine odaklansaydım, ismimi birçok takipçinin önerdiği gibi “Huzurlu Beyin” yapar, çok daha kısa, hafif ve mutlu sonlu yazılar paylaşırdım. Muhtemelen daha fazla takipçim olurdu ama ben olmazdım.
Elif Hanım sordu: Bülteni çıkarmaya başladığınız günden bu yana hala 'huzursuz' musunuz?
Elbette. Benim huzursuzluğum hiç geçmeyecek. Ama azalabilir veya daha iyi kontrol altında tutabilirim.
Amacım daha anlamlı bir hayat yaşamak. Yazıp paylaşmaya başladığımdan ve okuyucuyla ilişki kurduğumdan beri hayatım daha anlamlı.
Selvin Hanım sordu: Övgü ve takdir alınca ne hissediyorsunuz? Kaygı yaratıyor mu? Bende bazen yaratıyor da.
Çok hoşuma gidiyor, kendimi ve yaptıklarımı değerli ve anlamlı hissetmeme neden oluyor. Aynı zamanda kaygı da yaratıyor tabii, “bunu ne kadar sürdürebilirim” diye. Artık her bülten sonrası “kesin bu sefer beğenmeyecekler” düşüncesiyle yatağa girmeye alıştım, daha az çarpıntı oluyor.
Bunu laf olsun diye söylemiyorum, okuyucularımın özel olduğunu düşünüyorum. Başka kim Instagram’da uzun uzun yazı okur ve paylaşımın altında fikirlerini nazikçe belirtir ki?
Zeynep Hanım sordu: Huzursuz Beyin kim nasıl biri günlerini nasıl değerlendirir ve neden kendi adıyla değil de huzursuz beyini seçti?
Huzursuz Beyin ismi birden çıktı. Muhtemelen Huzursuzluğun Kitabı’ndan etkilendim. Ve çıkar çıkmaz sevdim ve “işte bu benim” dedim.
Günlerim birbirinin aynısı, çoğunu odamda geçiriyorum ama sık sık salona gidip Dicle’yi ziyaret ediyorum. Akşamları, eğer takip ettiğimiz diziler varsa onlardan birkaç bölüm izliyoruz. Arada da The Office gibi atıştırmalık dizileri izliyoruz. Ama günün çok büyük bölümünde bilgisayar başındayım. Her gün yaklaşık bir saat yürüyorum.
Doğu Bey sordu: Herhangi bir zaman diliminde Eskişehir'e gelirseniz bir kahve içebilir miyiz?
Umut Sarıkaya’nın beynimizin nasıl çalıştığını gösterdiği bir karikatürü vardı; adam dondurmasına sos konulmasını sadece “bedava ve ekstra bir gıda” diye kabul ediyordu. Benim beynim de böyle çalışıyor, bedava ve ekstra gıdalara asla hayır diyemiyorum.
İşin şakası bir yana, elbette içeriz. Okuyucularımla tanışmayı, onlarla yüz yüze görüşmeyi isterim. Tek sorun, odamdan sadece Bitez sahile yürüyüş için çıkıyorum. Ama olur da hayat beni Eskişehir’e atarsa seve seve :)
YAZILAR VE ÖZDİSİPLİN HAKKINDA
Ziynet Hanım sordu: Nasıl disipline olduğunu,disiplinli ve dolu dolu içerikleri üretirken zamanı nasıl yönettiğini merak ediyorum.
Bu soru, farklı şekillerde onlarca kez sorulduğu için örnekle uzun uzun anlatmak istedim.
Salı sabahı bülteni yolladıktan sonra yatıyorum. Birkaç saatlik uyku sonrası uyanıyorum ve o günümü nispeten basit okumalara ve sosyal medya danışmanlığı işlerine ayırıyorum. Çarşamba günü de genellikle sosyal medya danışmanlığına ayırıyorum. Kitap için rutin okumalarım, araştırmalarım devam ediyor ama.
Perşembe günleri gelen okuyucu sorularına, son okumalarıma, aldığım notlarıma bakıyorum ve konuyu, geniş haliyle buluyorum. Örneğin son haftanın konusu aslında “Geçicilik” değil, “Hüznün/Melankolinin güzelliği” idi. Çünkü son zamanlarda gerek Yaralı Şifacı olsun, gerek “İçimizi titreten Sanat” konusunda araştırma yaparken sık sık melankoli ve hüzün konusunda da notlar almıştım. Bu nedenle aklımdaki konu buydu. Bu arada Instagram için Cuma günü paylaşımını hazırlıyorum. Genellikle eski yazıları kullanıyorum ama sık sık üzerinde değişiklikler yapıyorum.
Cuma günleri, Instagram’daki okuyucuların mesajlarını yanıtlıyorum. Ayrıca, kendime notlar bölümü için hafta boyunca beni meşgul eden duygu ve düşüncelerim üzerine düşünüyorum. Baze nseçtiğim konuyla da paralel oluyor, çünkü konu düşünceyi de yaratıyor; “Bir Derdim Var” şarkısı hakkında yazdığım not gibi. Eğer o an hissettiğim bir duygu varsa, bunu olduğu gibi bir kenara yazıyorum. Çünkü yazmadığım taktirde, o an ne kadar yoğun hissedersem hissedeyim uçup gidiyor.
Ayrıca okuyucu mektuplarında yanıtlayacağım üç - dört soruyu seçiyor ama üzerinde çalışmıyorum.
Cumartesi günü konunun teması hakkında aklıma gelenlerin bir listesini yapıyorum. Örneğin son bülten konusu ilk başta farklı olduğu için melankoli hakkında daha önce hazırladığım notları açtım. Ancak kafamda ilerledikçe hüznün güzelliğinin aslında geçiciliğin farkındalığıyla illişkili olduğunu anladım. İkisini bir bültene sığdıramazdım; her bültenin tek ana teması olmalıydı. Bu nedenle öncülü ele aldım: Geçiciliği.
Sonra şu soruları sordum; içinde geçicilik konusunun geçtiği ve etkilendiğim neler vardı? Freud’un “hazzı erteleme” üzerine geçicilik hakkında yazdğını anımsadım ama konuyu bu şekilde ele almak istemedim. Diğer psikologları düşünmeden aklıma Irvin Yalom geld, sonuçta varoluşçuluk üzerinden yazdığı için kesin geçicilikle ilgili yazmıştır diye düşündüm ama hatırlayamadım. Sonra kitaplarında altını çizdiğim yerele bakınca aradığım bölümünün “Günübirlik hayatlar” olduğunu fark ettim. Üstelik müthiş bir alıntıyla başlıyordu. Notlar” başlıklı dosyayı bunlarla doldurdum. Okuyucu sorularına yanıt vermek için kaynak araştırdım.
Pazar günü: Saatler süren araştırmadan sonra Marcus Aurelius’un öyle bir sözü olmadığını öğrendim. Ama söz yalan da değildi; filozofun “Düşünceler” eserinin farklı farklı bölümlerinden koparılıp birbirine eklenmiş bir cümleydi. “Vay be” dedim, gerçekten iyi iş çıkarmış Yalom.
Youtube’da ne ararsan ara sonunda Arif’in Manchester’a attığı golü bulduğum gibi, bu sözü araştırırken de yeni makaleler ve kitaplar keşfettim, bazılarını “mutlaka bakılacak” klasörüme atıp devam ettim. Bir noktada geçicilik üzerine yapılan bir tartışmaya denk geldim ve orada bir kullanıcı David Burns’un kitabını tavsiye ediyordu. Okumuştum ama o bölümü hatırlayamadım, bu nedenle yeniden baktım ve yazıda kullandığım örneği buldum.
Genel anlamdaki geçicilik teması birden bire duyguların geçişine dönmüştü ve bu planladığım bir şey değildi. Dolayısıyla bulduğum notların bir kısmı gelecekte başka bir yerde kullanılmak üzere ayrıldı.
Pazartesi günü, yani son gün artık elimde taslak vardı. Gün boyunca oynadım durdum, oynadım durdum. Bir şeyler attım, bir şeyler ekledim. Bazı sözler ağır geldi, bazısı hafif. Arada onları bırakıp “Kendime Notlar” ile uğraştım. Bir yandan görselleri hazırladım. Gece iki gibi son gelen bülten abonelik isteklerini girdim ve en nihayetinde gece dört gibi, her zamanki gibi midemdeki sevimli kramplarla yolladım.
Çalışırken aklımın ucunda hep Nietzsche’nin “Nedeni olan nasılına katlanır” sözü var. Kimse beni zorlamıyor, ben seçiyorum ve bu önemli. Yoksa yapamazdım.
Eda Hanım sordu: İçerikleri derlerken kendinizle mücadele ediyor musunuz?
Hem de nasıl. Aldığım notlar sayfalarca tutuyor. Ancak Sir Arthur Quiller-Couch’ın 1916 yılındaki eserinde geçen bir lafı vardır: “Sevdiklerini öldür.” diye.
Bir cümle, bir alıntı, bir paragraf, hatta koca bir sayfa fark etmez; ne kadar güzel olursa olsun, attığında anlamda azalma yoksa metinden çıkarman gerekiyor. Üç yıl boyunca da neredeyse her gün yaşadım bunu ve bu konuda git gide daha soğukkanlı oldum. Ancak şöyle bir avantajı var; metinden çıkardığım ama güzel olduklarını düşündüğüm cümleleri sonraki konularda kullanabiliyorum.
Tuba Hanım sordu: Halen Türkiye de olup bu güzel yazıları nasıl yazıyorsun yani akıl sağlığını nasıl koruyabiliyorsun?
Öncelikle, okuyucu elbette metnin nazik, son halini görüyor. Özellikle çocuklar, kadına şiddet hakkında yazarken taslak metinler, yani kendimi serbest bıraktığım metinler bambaşka. Bunları yüz yüze tartışırken de hiç böyle yazdığım şekilde tartışmıyorum.
Ama bir gerçek var. Ben yönetenlere öfke beslediğimde bunu onlardan çıkaramıyorum, bunu sevdiklerimden, gücümün yettiklerinden çıkarıyorum. Elbette başkasına gidip, sevdiğim insana bağırmıyorum ama yönlendiremediğim her öfke dönüp dolaşıp her zaman hazır ve nazır tetikte bekleyen öfke havuzunda birikiyor ve sonra başka bir nedenden dolayı bu havuz taştığında, çevremde sadece sevdiklerim olduğu için, onlar payını alıyor.
Kısacası, akıl sağlığımı ülkeme değil daha çok eşime borçluyum. Çünkü akıl sağlığının en önemli unsurlarından bir duygu düzenleyebilme becerisidir. Bu da yanınızdaki insanla alakalıdır. Ben duygularımı düzenleme konusunda yeterli bilişsel güçlere sahip değilim.
Dicle ise tam tersi. Kızgın bir andan neşeli bir ana hızlıca geçebiliyor. Benim ki duruma göre bir kaç saat ile bir kaç yıl arasında değişiyor. Eğer benim gibi biriyle yaşasaydım sonuç felaket olurdu. Bu nedenle Oscar goes to Dicle.
Zeliha Hanım sordu: Bunca farklı alandaki noktalara nasıl dokunabiliyorsunuz.
Hayatımın farklı dönemlerinde farklı ilgi alanlarım oldu. Ancak bir ilgi alanına ilk defa dalmadan önce onların tarihini okuyorum. Psikoloji tarihi, bilim tarihi, dinler tarihi, her ne kadar aslen Eric Kandel otobiyografisi olsa da nörobilim tarihi, felsefe tarihi, sanat tarihi, gündelik hayat tarihi, edebiyat tarihi gibi. Bunları okumak zihnimde her şeyin sıralandığı bir harita oluşmasını sağlıyor. Böylelikle alanlar arasında paralellikler kurabiliyorum.
Kadıköy'de kaldığım evdeki odam. Bütün duvarlar notlarla kaplıydı ama yine de unuturdum. Ev ahalisi bir gün yokluğumu fırsat bilip odamı işgal etmişlerdi :)
Zeynep Hanım sordu: Huzursuz Bülteni yayınlamaya nasıl karar verdin?
Instagram’da zaten içerik paylaşıyordum. Bir noktada daha kişisel hissettiren bir şey yapmak istedim. O sıralarda Ann Handley’in yazarlıkla ilgili bültenini takip ediyordum. Fikir böyle doğdu. Acaba yapabilir miyim diye düşündüm, zira artık eposta bülteni takip edenler çok nadirdi. Sonra aklıma Instagram’da da zaten tuhaf bir şey denediğim ve başardığım gerçeği geldi. Instagram’ın doğasına aykırı olarak, algoritma uzun metinli karuzelleri engelliyordu, buna rağmen benim okuyucum artıyordu. Bunu da denedim. İyi ki denemişim; elimde olsa herkese mektup gönderirdim.
Nimet Hanım sordu: Böyle bir bülten oluşturmak için nelerden vazgeçtin?
Öncelikle maddi yönü var elbette, yani hem web sitesine sahip olmanın hem de bülteni her hafta yirmi binden fazla insana göndermenin maliyeti var. Bunun dışında sosyal hayatım iyice azaldı çünkü hafta sonları bülten için hazırlanmazsam asla yetiştiremem. Bültene ayırdığım vakit sosyal medya için alabileceğim müşteri sayısını da etkiliyor elbette.
Neyse ki Sociabrand’te müthiş bir ekiple çalışıyorum. Özellike kitap yazmaya başladığımdan beri sırtımdan çoğu yükü alıyorlar. Özge ve Esra beni rahatsız etmemek için kendi aralarında grup kurmuşlar, yani umarım nedeni budur ve yavaş yavaş beni sepetlemiyorlardır :)
Selen Hanım sordu: Bu derin okumalar dışında içgörünüzün gelişmesinde terapinin de etkisi oldu mu, cevaplamak isterseniz tabii
Hiç terapi almadım. Ama alsaydım kesinlikle içgörü kazandırırdı.
Ayşegül Hanım sordu: Bugünün duygu,düşünce ve ilgisiyle baktığınızda geçmişte hangi mesleği seçmiş olmayı arzu ederdiniz?
Psikoloji okumuş olmayı isterdim. Bodrum’da değil de üniversite olan bir şehirde yaşıyor olsaydım, muhtemelen bugün başlardım da.
Seçil Hanım sordu: Huzursuz Beyin’e yazmak, sana yazılanları okumak, senin için bi’ terapi biçimi, değil mi?
Yazılanları okumak hoşuma gidiyor ama terapötik olduğunu sanmıyorum. Ama yazmak kesinlikle öyle. Hem duygunu ve düşünceni toparlamak zorunda kalıyorsun, hem de bazen onların farkına varıyorsun. Geçen seneki yazma projesini başlatma nedenim ve ara ara bültende yazma çalışması verme nedenim bu. Yazmanın terapötik gücüne inanıyorum.
OKUMAK VE KİTAPLAR ÜZERİNE
Özlem Hanım sordu: Okumasam olmazdı dediğiniz kaynaklarınız -en azından ilk on- neler?
Irvin Yalom – Varoluşçu Psikoterapi, Clarissa P. Estes – Kurtlarla Koşan Kadınlar, Engin Geçtan – İnsan Olmak, Jonathan Haidt – Mutluluk Varsayımı, Karen Horney – Çağımızın Nevrotik Kişiliği, William Zinsser – İyi Yazmak Üzerine, Paul Bloom – Descartes’ Baby, Seneca – Ahlak Mektupları, Alain de Botton – Cinselliğe Nasıl Farklı Yaklaşırız, Oliver Sacks – Hareket Halinde Bir Hayat ve bonus olarak Jostein Gaarder - Sofi’nin Dünyası: Hem felsefeye, hem de her şeyi tarihine, yani oluş sırasına göre okuma merakı uyandırdı.)
Emre Bey sordu: Gün 24 saat nasıl oluyorda bu kadar kitap okumayı başarıyorsun?
Bir ara, Michigan Üniversitesi’nde Hukuk profesörü olan Patrick Barry’den iyi yazmak üzerine (bedava) online eğitim almıştım. Amerika’da hukuk okuduğunuzda aynı zamanda çok iyi tartışmanız ve yazmanız gerekiyor. Barry de öyle biriydi; daha ilk dersten başlamıştı pazarlamaya: “yüzde on daha iyi yazıyor olsaydınız, hayatınızda neler değişirdi bir düşünün?” O aralar çok yazmadığım için bir şey canlanmadı gözümde. Ama adam devam etti: “Yazmıyorum diyorsunuz. Whatsapp’tan her gün kaç mesaj atıyorsunuz? Instagram’dan? Peki email? SMS? Bütün bunları çok daha iyi yaptığınızı düşünün, kendinizi yüzde on daha iyi ifade edebildiğinizi düşünün, kim bilir kaç tartışma önlenebilirdi. Aslında her gün yazı yazıyor, cümle kuruyorsunuz, tahmin ettiğinizden çok daha fazla.”
Ben de aynı şeyi okumak için söyleyebilirim. Gün içerisinde zaten okuyoruz; haberleri okuyoruz, tweetleri okuyoruz, sosyal medya içeriklerini okuyoruz. Aradaki fark, genellikle kitap okumayı görev olarak algılıyoruz ve özel zaman ayırmaya çalışıyoruz.
Edindiğim ekitapları bölümlere ayırarak OneNote’a aktarıyorum. Whatsapp’a, Twitter’a, Instagram’a bakma sürelerini kıstım. (Whatsapp’taki dostlar pek hoşlanmadı bu durumdan .) Bu sürede arka planda hazır bulunan kitapları okuyorum.
Nihal Hanım sordu: Uzun okumalardan sıkılmamak nasıl mümkün oluyor?
Sıkıldığım zaman bırakmadığım hiçbir metin yok. Örneğin geçenlerde Proust okuyayım dedim, metinden çok etkilendim ama içinde kaybolduğumu hissettiğim an bıraktım. Bir benzeri, okuması kolay olsa da, Sally Rooney’in Normal İnsanlar’ında da oldu, yarısından çoğunu okudum, bir noktada bir rastlantı çok zorlama geldi, canım sıkıldı bıraktım. Hatta bir dörtlemeyi ikinci kitabında bile bıraktığım oldu; Elena Ferrante’nin “Napoli Dörtlemesi’ni” ikinci kitabında, yazara hayranken bıraktım, çünkü “bu metnin sonunu merak ediyorum ama bunun için iki kitap daha okumak ister miyim” diye sorduğumda kendime verdiğim yanıt “hayır” oldu.
Ancak, bu kitapları sonsuza dek bırakmıyorum.
Araştırma kitaplarını ise parçalara bölerek okuyorum. Bir kitap ne kadar etkileyici, ünlü, muhteşem olursa olsun, tıkandığım an onları da bırakıyorum. Örneğin Hofstadter’in Bir Ebedi Gökçe Belik’i bütün otoriteler tarafından muazzam bilinir, ama bir noktada kafamın almadığını fark ettim ve bıraktım. Yarın bir gün daha sabırlı ve akıllı olursam o zaman yine denerim.
Ama yine uzun olan Schultz’un Pskoloji Tarihi, Gombrich’in Sanat Tarihi veya Pinker’ın Boş Sayfa’sını seve seve okudum. Bir eğitimin parçası olarak Tevrat-Zebur-İncil’in de tamamını okudum.
Bir kitabı gereksiz yere inatla okumaya devam etmeye çabaladığımda basit bir soru soruyorum: “Başka eserlerin vaktinden çalan bu eser buna değiyor mu?”
Şeyma Hanım sordu: Bu kadar farklı kaynaklardan bu kadar derin bir derleme yapabilmek için ne kadar okumanız gerekti?
Fiziksel olarak bin kitabı aşan bir kitaplığım var. Bunların çoğunu araştırma kitapları oluşturuyor. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi beş yaşındayken, Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı’nı ikinci kez bitirdikten sonra, adamın entelektüel birikimine o kadar hayran kaldım ki, “Roman gibi kurgu kitaplarını okumayı bırakıp otuz beşe kadar sadece araştırma kitapları okuyayım. Öğrendiklerim sayesinde sonradan okuyacağım romanlardan çok daha fazla zevk alırım” diye düşündüm.
Şimdi kırk yaşındayım, son on beş senede okuduklarımın yüzde doksan beşi araştırma kitaplarıydı. Bu oranı bozan da Kazuo Ishiguro gibi tam kalbime ve beynime uyan bir yazarla tanışmam oldu. Yazarın her kitabını okudum.
Kitaplığımdaki araştırma kitaplarının çoğunu okudum. Arada yarım bıraktıklarım oldu ama onlarda bile genellikle ya yarısına kadar geldim, ya da bölümleri seçe seçe okudum. Bazılarını ise sadece araştırma yaparken okuyorum, örneğin; Umberto Eco’nun Ortaçağ ciltlerini, İbnü’l Arabi’ni Füsüsu’l Hikem’ini, Rimbaud, Schopenhauer, Budha, Kierkegaard ve Dostoyevski’nin geniş biyografilerini, Nablusi’nin Rüya Tabirleri’ni ,Ahmet Arslan’ın beş kitaplık Felsefe Tarihi’ni, Theodore Millon’ın Modern Yaşamda Kişilik Bozuklukları’nı, Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi’ni ve Robert Graves’in Yunan Mitleri’ni sayabilirim.
Ancak son yılda daha çok e-kitap okumaya başladım. Bir ekitabı alıp, bölümlere ayırıp One Note’a koyuyorum ve üzerinde çalışa çalışa okuyorum. Geçen sene bu şekilde 67 kitap okumuşum. Bunlara makaleler dahil değil tabii.
(Ben bu yanıtı verdikten birkaç saat sonra Dicle gelip salonda yoga yaparken blok mu ne olsun diye biyografi kitaplarını aldı.)
Deniz Hanım sordu: Yazdıklarınız bana çok şey öğretiyor. Siz nereden öğrendiniz; ne kadarı eğitimden, ne kadar yaşanmışlık?
Okul eğitimi verdiğinden çok aldı. Sadece eğitim sisteminin kötülüğünden bahsetmiyorum, okulda sürekli stres altında olduğum için bir şey öğrenmedim. Öğrendiklerimi de unuttum. Yoksa eminim harika öğretmenler de vardı.
Üniversite eğitimim de çok kötü geçti. Yine sosyal anksiyete, kaçınma, tembellik ve genel bir aptallık hali nedeniyle derslere nadir girdim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Evrim Ağacı’nın bana öğrettikleri, eğitim sisteminden aldığımdan kat be kat fazladır.
İşletme bölümünü bitirdikten bir İngilizce kursunda danışman olarak çalıştım. Bu arada sık sık üniversitelerin sertifikasız bedava eğitimlerini aldım. Hatırladığım kadarıyla buna olanak sağlayanların ilki Yale Üniversitesi’ydi. Orada “Psikolojiye Giriş, Gündelik Hayatta Ahlak, 284 – 1000 arası Erken Orta Çağ Tarihi, Eski Ahit İncelemesi, Yeni Ahit’in Tarihi ve Antik Yunan Tarihi eğitimleri aldım. Bunların klasör klasör çıktıları hala dolapta duruyor. İlgilenenler Google’a “open yale courses yazabilir.
Sonra Coursera açıldı zaten orada hem nörobilim, hem felsefe, hem de yazarlık eğitimleri aldım. (Artık yok ama, kendisi bestseller olmadan önce Sapiens yazarı Yuval Noah Harari’den de 24 saatlik eğitim alma şansına eriştim, müthişti.) En sonunda da mesleğime uygun olarak onlarca dijital pazarlama programına katıldım. Şu anda da, zaman buldukça “Travma Yaşamış Çocuklarda Dirençlilik ve Dijital Dünyada Hikaye Anlatıcılığı” kurslarına devam ediyorum ama eskisi kadar zaman bulamıyorum. (İlgilenenler için coursera.org)
Kalanı okumalardan kaynaklı. Bir kitap okumadan önce uzun süre araştırıyorum. Yazar ne kadar uzman, ne kadar bilimsel, kitaba yönelik eleştiriler neler, bunları topluyorum.
Yaşanmışlık kısmı daha çok bir şeyler öğrenip geriye doğru baktığımda anlam kazanıyor. Kierkegaard’ın dediği gibi, hayat yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabiliyor; ama ileriye dönük bir şekilde yaşanabiliyor.
Bunun dışında her zaman psikolojiye ilgiliydim, dostlarımla yaptığım geyikler dışında boş muhabbetlerden çok çabuk sıkılıyorum; bu nedenle tanıştığım insanlarla genelde hep derin konulara girdim.
Kübra Hanım sordu: Bu kadar felsefi ya da psikolojik okuma yapmak, yazı yazmak sizi bilgeleştirdi mi?
Gündelik ve basit anlamda bilgeleştiriyor diyebilirim. Ama kapsamlı bir şekilde baktığımızda bilgeleşmek çok güçlü bir kelime olur ve sadece okuyarak veya yazarak bilgeleşebileceğimize inanmıyorum. İçinde “diğer insanları” barındırmayan herhangi bir entelektüel çabanın bizi daha bilgili, akıllı, uzman yapabileceğini fakat bilgeleştiremeyeceğine inanıyorum. Dünyayı kitaplardan bilebilirim, ama bir insana yakınlaştığımda neokorteksim yerine limbik sistemim devreye giriyorsa, eh, buna bilgeleşmek diyemeyiz sanırım.
Ama belirli bir mesafeden dünyayı ve hayatı daha doğru ve tarafsız anladığımı düşünüyorum. Bazı temalar, onları gerçekten kavradığımız anda hayatımızda büyük değişiklikler gerçekleştirebiliyor. Bunun başında “sorumluluk” geliyor. Kendini suçlamadan, ezilmeden, hayıflanmadan, en ufak bir eyleminin bile sorumluluğunu kabul etmeye başlamak hayatımızı daha anlamlı kılabiliyor. En azından benim için böyle oldu ve bunu başlatan kitap Irvin Yalom’un Varoluşçu Psikoterapi’siydi.
Kitaptaki bir cümle hala kulağıma çınlanır. Sartre’dan alıntıydı: “Kişi, kendi hayatından tamamen sorumludur, yalnızca eylemlerinden değil, eylemlerindeki başarısızlıklarından da sorumludur.”
Bugün, geçmişin üzerimizdeki hakimiyetinden bahsederken sorumluluk bilinci sisli anlamlara bürünüyor. Oysa çıkan sonuç basitçe şudur; başımıza ne gelmiş olursa olsun, suçlusu biz değiliz. Ama bu, yaptığımız ve yapmadığımız seçimlerin sorumlusu olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Ve bence bu, kulağa ne kadar acı veya zalimce gelirse gelsin, her türlü iyileşmenin anahtarı.
Çünkü alternatifi, bizi kuklaya dönüştürüyor.
Aytaj Hanım sordu: Okumak seni nasıl hissettiriyor?
Güçlü. Bunu itiraf etmek pek hoşuma gitmese de okumayı, bilmeyi, öğrenmeyi güçle eşleştiriyorum. Edindiğim bilgi, farklı bir bakış açısı sunduğu anda kendimi genişlemiş, dünyada daha fazla alan kaplayan, dolayısıyla dünyaya bir noktadan daha bağlanmış hissediyorum. Tuhaf bir hakimiyet hissi, muhtemelen erkek beynine sahip olmakla ilgilidir. Bunu sevgiyle, incelikle eşleştirmek isterdim ama hayır, büyücüler asaları hakkında ne hissediyorsa ben de okumakla ilgili aynı şeyi hissediyorum.
Selen Hanım sordu: Tekrar tekrar okusam da sıkılmam dediğiniz bir kitap var mı?
Kazuo Ishiguro, Günden Kalanlar. Beş yılda beş defa okudum sanırım. Üstelik beni neyin büyülediğinin adını koyamıyorum.
- THE END -
Comentários