Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir; kendi iç sesini kaybetmek.
İster ebeveynimiz olsun, ister eşimiz, otoriteye karşı çaresizliğimiz arttıkça, panik başlar; paniğimiz arttıkça neyi nasıl yapmamız gerektiği konusunda kuşkuya düşeriz.
Bütün bu duygusal karmaşadan duyduğumuz acı, sorumluluğu reddetme arzusuna dönüşür.
Benliğimizi bırakırız, onların istediği gibi olmaya başlarız, çünkü kendimiz gibi olmak zor gelir.
Ve hem ait olduğumuz kültürümüzden, hem de kendi çocukluk günlerimizden kalma otoriter sesler birleşir, iç sesimize dönüşür. Vicdanımızın sesi, başkalarınındır artık.
Bazılarımız, Safiye gibi, kendi iç sesini çoktan kaybetmiştir. O hala kendi annesinin sesini duyar gün boyunca, “aptal Safiye, pis Safiye, kirli Safiye” ve yalnızlığının sonsuzluğunda yankılanan emirlere itaat edercesine ovalar her yeri. Hayatta, derler filozoflar, en güç şey karanlık bir odada kara bir kediyi bulmaktır, özellikle odada kara bir kedi yoksa.
O kara kediyi arar durur Safiye.
Bazılarımız, Gülben gibi, rafa kaldırmıştır kendi istek ve arzularını. “Temizle” der otoriter figür, temizleriz ama neden temizlediğimizi bilmeden. Arada sırada, derinlerde kıpraşan benliğimiz ortaya dökülür, bir iki kelime çıkar bilincimize. Neyi arzuladığımızı hatırlarız.
Belki canlı hissettiğimiz bir gün, kovuğumuzdan çıkmaya karar veririz; ama o ses bizi bırakmaz, “yeteneksizsin sen” der, “alay ederler seninle” der, "rezil olacaksın” der.
Cesaretimizi toplayıp kendi güvenlik alanımızdan çıksak bile, dışarıda aldığımız ilk darbede tarumar oluruz. Çünkü yeni doğmuş bebek kırılganlığındadır benliğimiz.
Bizi korurmuş gibi yapan ama asıl amacı kendi konumunu sürdürmek olan kişilere "sembolik üvey anne" der Clarissa Estes. Psişenin içinde hayatın canlılığını sağlayan sinirlerin tıkanmasına yol açan sinir düğümleridir onlar.
Amaçları bizi hareketsiz kılmaktır. Bu nedenle eleştirirler. Bu nedenle yasaklarlar. Bu nedenle yeteneklerimizden, potansiyelimizden ama en önemlisi farklılığımızdan korkarlar. Bu nedenle, kusurlarımıza, korkularımıza, duygusal yaralarımıza odaklanırlar.
Çünkü yalnız kalmaktan korkan biri için bir insanı yanında tutmanın en kolay yoludur onun canlılığını öldürmek.
Hepimiz, kendimizi böyle bir ilişkinin içinde bulabiliriz.
Bilinçsiz bir elde tutma stratejisi olarak karşısındaki insanı değersizleştiren, küçülten, çirkinleştiren, özsaygısını sakatlayan, kendisine yönelik algısını kirleten, bir yandan zehirlerken, bir yandan da panzehire sahip olduğu için minnet duyulmasını bekleyen ve adına sevgi diyen çok insan var yeryüzünde.
Her birimiz, adım adım bu iç seslerden birine dönüşebiliriz. Bizim kafesimizden uçup gitmesinler diye, sevdiğimiz insanların kanatlarını kopartan o kişi haline gelebiliriz.
Kaybetme korkusu veya kıskançlıkla o hale gelebileceğimi hissettiğimde İsa'nın Korintlilere mektubunu okurum. Bana sevginin ne olması gerektiğini hatırlatır bu:
"Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, kötülüğün hesabını tutmaz.
Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir.
Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır."
Alıntılar:
Clarissa P. Estes - Kurtlarla Koşan Kadınlar
Yeni Ahit - 1. Korintliler 13