top of page
0000000598798-1.jpg

1. BÖLÜM

- bölünmüş benlik -

 

Neden aynı anda farklı şeyler isteyebiliyoruz?

 

Bunu sorgulayan filozoflar bir sonuca vardılar:

 

Arzularımızın kaynağı olan zihnimiz tek parçadan oluşmuyordu.

 

Farklı bölümler birbirleriyle savaşıyor, bu savaş sonucu tek bir davranış ortaya çıkıyordu.

 

 

Örneğin Buda, zihni vahşi bir file benzetti.

 

İrademizi ise onu kontrol etmeye çalışan güçsüz bir biniciye...

 

Yani büyük, düşüncesiz ve dürtüsel tarafa karşılık küçücük bir akıllı tarafa sahiptik.

 

Biniciyi eğitirsek kendimiz için daha yararlı davranışlar sergileyebilirdik.

 

 

Platon, zihni at arabasına benzetti.

 

Bu sefer iki hayvan vardı; şehvet gibi olumsuz duyguların atı bizi felaketlere, şeref gibi olumlu duyguların atı bizi güzelliğe doğru çekmeye çalışırdı.

 

Binici iyi atı koşmaya çabalardı.

 

Şöyle dedi Platon: kötü at duvar gibi sağırdır.

 

 

Freud isim verdi: Arabacı egoydu. Atlar id.

 

Arkada bir de arabacının babası duruyordu ve sürekli ona neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylüyordu: Buna da süperego dedi.

 

Psikanalizin amacı, id üzerinde denetim, superego üzerinde bağımsızlık kazanması için egoyu güçlendirmekti.

 

 

Sonra beyni açtık. Nörobiyoloji bize dört farklı bölünmeyle daha geldi:

 

Zihne karşı beden: Beynimiz tek sorumlu değildi; örneğin midemizin de bağımsız süreçleri vardı.

 

Sola karşı sağ: beynimizin farklı yarım küreleri, farklı konularda uzmanlaşabiliyordu.

 

 

 

Yeniye karşı eski: Beynimizin eski ve büyük bölümü dürtüleri, sonradan evrilmiş bölümü ise akıllı planlar yapmamızı sağlıyordu.

 

İradeye karşı kendiliğinden: Hem bilinçli hem de içgüdüsel süreçlere sahiptik.

 

Bütün bu bölünmeler, çelişkiler yaratıyordu.

 

 

Yani, aynı anda farklı isteklere sahip olmamızın nedeni muamma değil.

 

İstek ve davranışlarımız arasında çelişki yaşarız, çünkü bölünmüş bir zihne sahibiz.

 

Fil, yani dürtülerimiz, önündeki yemeği isterken, binici, yani irademiz, perhiz yapmayı isteyebilir.

İrade Zayıflığı

 “İçgüdüsel uyarıcıyı yenebilen ve isteğini birkaç dakika daha erteleyebilen çocuklar, ergenlik çağına geldiklerinde ayartılmaya karşı koyabiliyor, çalışmalarına daha iyi odaklanabiliyor ve işler istedikleri gibi gitmediğinde kendilerini daha iyi idare edebiliyorlardı.”

Minik özet: İki sistem var demiştik. İradi sistem ve içgüdüsel sistem. İradi sistemin içgüdüsel sistemi yenmesi epey zordur. Çünkü irade gücümüz bitmek bilmeyen bir enerji kaynağından ziyade gittikçe yorulan kaslara daha çok benzer. Oysa içgüdüsel sistem kendiliğinden, hiç çabalamaksızın, sonsuza dek çalışır.

Bu nedenle her irade savaşında muhakkak aklımızın devreye girmesi gerekir.

 

Zihinsel işgal – Zıtlık Şeytanı

 

Bu “kaslara” karşı “sonsuz enerji” savaşının en tipik örneği ünlü “beyaz ayıyı düşünme” deneyleridir. Eğer kendimizi beyaz ayıyı düşünmemeye zorlarsak, yani iradi sistemimizi çalıştırırsak, eninde sonunda kaslarımız zayıflar ve beyaz ayıyı düşünürüz.

Şimdi önemli nokta takıntılarımızla ilgili olanlarda. Birçok insan aklına gelen uygunsuz düşünceler nedeniyle dehşete düşer. Oysa şimdi farkına varabiliyoruz: Bu düşünceler irademizle ortaya çıkan düşünceler değil. Beyaz Ayı gibi ittirdiğimiz için içgüdüsel olarak ortaya çıkan düşünceler:

 

“Balkondan atla, cenazede kahkaha at, söv.”

 

İşte zıtlık şeytanı.

 

Tartışmada Haklı Çıkma Zorunluluğu:

“Birinin argümanını reddettiğinizde, fikrini değiştirip sizinle uzlaştığını hiç gördünüz mü? Elbette hayır, çünkü çürüttüğünüz argüman, onun tutumunun nedeni değil, çok daha önceden oluşturduğu önyargısının sonucudur.”

 

Bölüm sonu canavarı:

Evet geçmişten bugüne dek zihnimizin bölünmüşlüğünün farkındaydık. Buna id, ego, superego dedik, fil ve binicisi dedik, sağ beyin sol beyin dedik… ama asıl soru –zor soru havada kaldı: biz neredeyiz?

“Zihinlerimiz, ayrı ayrı bölümlerin gevşek ittifakından ibarettir ama biz bir bölümle özdeşleşiyor ve ona çok fazla önem atfediyoruz. Önemini abarttığımız bölüm, bilinçli sözel düşünmedir."

2. BÖLÜM

- zihnimizi değiştirmek -

 

Bugünkü halimiz dünkü düşüncelerimizden gelir, şu anki düşüncelerimiz ise yarınki hayatımızı hazırlar; hayatımız aklımızın eseridir.

Buddha

 

Yazar bir önceki bölümde, bilinçli tarafımızın, beynimizin daha yeni kısmında bulunduğunu ve dürtüsel alanımıza göre daha az alan kapladığını belirtmişti.

Bir metafor olarak da fil ve binicisini kullandı.

Binici fili sürekli bir yana doğru çekiştirmek ister, yani aklımızla, mantığımızla bir şeyler yapmaya çalışırız ancak çoğu zaman fil dilediğini yapar. Sonra aklımız bu eylemlere kılıflar uydurur.

Bu bölümde fili neyin harekete geçirdiğini göreceğiz: Geçmiş anılarımızın etkisi, olumsuzluğun gücü ve genetiğimiz.

 

Hoşlanma ölçer:

Her eylemimizden önce iki güç arasında savaş çıkar. Bir taraf “yap” der, diğer taraf ise “yapma”.

“Kaç” veya “yaklaş.”

Eğer bir eylemi yapmışsak demek ki içimizdeki itici güç, çekici güce galip gelmiş demektir.

Diyelim ki karar aldım ve artık tatlı yemeyeceğim. Önüme güllaç koydular. Dürtüsel tarafım ittiriyor beni, irade tarafım da geri çekiyor. Güllaçtan pek hoşlanmadığım için aşırı bir şeker krizine girmemişsem iradi tarafım galip gelir. Ama diyelim fıstıklı baklava var. Off, itici güç büyük ihtimalle çekici gücü bertaraf eder ve tadına bakarım.

Peki neden, çünkü fıstıklı baklavayla ilgili eski deneyimlerimden kalan anılarım çok güçlüdür.

Şimdi verdiğim örnek barizdi. Baklavaya bayılıyorum. Peki bu kadar bariz olmayan konularda? Örneğin siyahlar hakkında ne düşünüyorum? Eşcinseller hakkında ne düşünüyorum?

Bilinçli tarafımın ne düşündüğüne eminim: Kesinlikle ırkçı veya homofobik değilim. Bugüne kadarki eylemlerim de bu düşüncemle örtüşüyor.

Peki ya içimdeki fil ne düşünüyor?

 

 

 

Duygusal hazırlanma

 “Duygulanımsal hazırlanma” deneylerinde siz, bilgisayarın karşısında otururken ekranın ortasındaki bir noktaya bakıyorsunuz. Birkaç saniyede bir, ekranda bir sözcük parlıyor. Yapmanız gereken tek şey sözcük olumlu (umut, eğlenmek, kedi) bir anlam ifade ediyorsa sol elinizle, olumsuz (ölüm, stres, sıkıntı) bir anlam ifade ediyorsa sağ elinizle herhangi bir tuşa basmak.

Denekler bunu yaparken bazen tereddüte düşüyorlar. Çünkü bilgisayar, sözcüğü onlara göstermeden hemen önce, bir saniyeden çok kısa bir süre için, onlara fark ettirmeden bir başka sözcük daha gösteriyor.

 

Eşikaltı sözcüğü “ölüm” ise ardından gelen kelime yine olumsuzsa, denekler daha hızlı bir şekilde tuşa basıyor. Ama olumluysa elleri daha yavaş harekete geçiyor.

 

Yani kötüden iyiye geçerken çok daha fazla zamana ihtiyaç duyuyorlar.

 

Sorun şu ki, benzer deneyde “eşikaltı” kelime yerine siyah veya beyaz bir insan fotoğrafı kullanıldığında, denekler ırkçı olmasalar bile, beyazlar siyah gördüğünde, siyahlar da beyaz gördüğünde olumsuz tepki veriyor.

 

Burada Harvard Üniversitesi’nin yaptığı benzer testler bulunuyor:

https://implicit.harvard.edu/implicit/selectatest.html

Olumsuzluğun gücü:

 

Yazar, eğer bir balık tasarlıyor olsaydık, tehditlere ve fırsatlara eşit derecede tepki vermesini istemeyeceğimizi söylüyor. Nedeni açık; fırsatı kaçırdığımızda bir başka fırsatla karşılaşabiliriz, ancak tehditi kaçırdığımızda muhtemelen ölürüz.

Yani olumsuz durumlara daha çok odaklanan atalarımız, bu sayede hayatta kalmayı başardılar ve bu özelliklerini bizlere de aktarılar.

 

İçimizde kısa ve öz bir bilgi taşırız: “kötü iyiden güçlüdür.”

 

Bunun gündelik hayatımızdaki etkileri: Bir arkadaşımızın yaptığı bir kötülüğü ancak onlarca iyilik telafi edebilir. Kötü sonuçlar doğuran bir eylemi beş katı fazla olumlu eylem telafi eder. Kumar oynarken kaybettiğimiz on liraya, kazandığımız on liradan daha güçlü bir şekilde üzülürüz. Yapılan bir araştırmaya göre bir cinayetin bedeli yirmi beş kişinin hayatını kurtarmaktır. Sağlıklıyken bunun mutluluğunu hissetmeyiz ama koku almamaya başladığımızda hayatımız kabusa döner.

Bir eylemi gerçekleştirmek istediğimizde bizi iten ve bizi çeken güçler bulunur. Yaşadığımız olumsuz deneyimler, olumlu deneyimlere göre daha güçlü olduğu için çekme gücü artabilir.

Konuşmak istediğimiz halde konuşamamanın, Cv göndermek istediğimiz halde gönderememenin zihnin derinlerindeki nedenleri bunlardır. Erken dönemde yaşadığımız ve muhtemelen şimdi hatırlamadığımız olumsuz deneyimler “çekilme” kaslarımızı daha güçlendirmiştir.

Hayatta kalabilmekle ilgili olduğu için çekilme sistemi hızlı ve direkttir. Bir kısa yola başvurur: amigdala

 

Amigdala alarm verir. Vücudumuz saniyenin onda biri içinde korkuya tepki gösterir. Kalan onda dokuzunda ise “anlamaya çalışır.”

 

Yani önce tepki verir, sonra anlam ararız.

 

 

Bir korku yaşadıktan sonra başka tehditlere karşı daha duyarlı hale geliriz. Dünyayı tehditkar görür, belirsizlikten çok endişeleniriz.

 

Genetik piyango

İkizler üzerinde yapılan araştırmalar, genellikle insanların ortalama mutluluk düzeylerindeki bütün değişimlerin %50 ila %80’inin yaşam deneyimlerinden ziyade genlerindeki farklılıklarla açıklanabildiğini ortaya koyuyor.

Alnının sol tarafındaki beyin dalgası daha aktif olan kişiler, sağ tarafta daha fazla faaliyet sergileyenlere göre, gündelik yaşamlarında daha fazla mutluluk, daha az korku, endişe ve utanç duyuyorlar.

Bunun çevresel etki değil de, genetik olduğunu nereden biliyoruz? Çünkü henüz yaşam deneyimi olmamış bebeklerde de bu böyle: sağ tarafında daha fazla faaliyet görülen on aylık bebekler, annelerinden kısa bir süre ayrıldıklarında ağlamaya daha eğilimli oluyorlar.

Bu bebekler bütün yaşamları boyunca aşırı etkin çekilme sistemine” karşı mücadele ediyorlar.

Zihin, kendi yerindedir ve kendi başına bir cehennemden cennet, bir cennetten cehennem yaratabilir.”

Bu üç “çekme gücünü” inceledikten sonra yazar üç çözüm önerisi sunuyor.

 

Bunlar: Meditasyon, bilişsel terapi ve SSRI ilaçlar.

bottom of page