top of page
Ara

ree

Ana fikir: Baskıladığımız her istek ve arzumuz, sandığa kilitlediğimiz gölgemizi büyütür. Büyüyen gölge sandıktan taşar ve kendisini yeniden gizleyebileceği sahte bir hayat arar. Sahte hayatlar ise çökmeye mahkumdur.



Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın bir bölümünde Clarissa Estes, Dostoyevski romanlarında sık sık karşılaştığımız bir sahneyi betimler bize: Genç kadın, nefret ettiği şehirdeki nefret ettiği adama kaçar. Adamın işinden bile nefret ediyordur aslında. Herkes şaşırır.


Nadir de olsa bazen kişiliğimizle hiç uyuşmayacak eylemlere girişir, o ana dek gösterdiğimiz karakterimize hiç yakışmayacak seçimler yaparız.


Estes’e göre bu tür eylemler, sandığa sıkıştırdığımız gölgemizin artık sandığa sığmamasından kaynaklanır.


Gölge, Jungcu psikolojide özellikle cinsellik ve saldırganlık gibi bilinçli yanımız tarafından onaylanmamış, kabul edilmemiş dürtülerimizin sandıklarda hapsedilmesinin simgesidir.


Sandığı doldurduğumuzda, gölgemiz taşar. Taşan istek ve arzularımız, kendilerini maskeleyebilecekleri başka bir hayat, başka bir hobi, başka bir yaşam stili, başka bir amaç arar.


Bulduğunda ise farkında olmadan o seçime yönelip, şaşırırız: Ben neden böyle bir şeyi yapmayı seçiyorum ki?


Daha çok baskılandıkları için daha çok kadınların itildiği bu ikincil sahte ruhsal hayatı Estes, büyüleyici bir şekilde açıklar bize:


“Hayatta gelişip serpilmelerine izin verecek kadar yer bulamayan kadınlar hayata sinsice sokulurlar.” Tutsak düşen ve aç kalan kadın, her tür şeye sinsice sokulur ve her şeyden sinsice bir şey çalar.”


“Onaylanmayan kitaplara ve müziğe sokulur; dostluklara, cinsel duygulara, dinsel bağlılıklara sokulur. Kaçamak düşünüşlere, devrim düşlerine sokulur...”


Böyle bir konuda, çoklu kişiliklerin huzursuz prensi Fernando Pessoa’yı anmadan geçmek mümkün mü?


“Hepimizin iki hayatı var,” der Portekizli yazar ve ekler:


“Bir tanesi gerçek olan, çocukluğumuzdan beri bir sis perdesinin arkasında düşünü kurduğumuz, erişkin olarak da düşünü kurmayı sürdürdüğümüz; bir de yalancı olanı, başkaları ile paylaşırken sevdiğimiz ve bir gün tabutta bitecek olan güncel, pratik hayatımız.”


“Yapmacıklıktan vazgeçin.”


Böyle tembihler Estes. Çünkü “miş gibi” yaşadığımız hayat eninde sonu bizi sahte ruhsal bir hayata iter.

Sahte ruhsal hayat ise, en olmadık zamanda çöker ve bizi mutsuzlukla dehşet içinde bırakır.


Hayattan daha fazlasını isteyebiliriz, daha fazlasını arzulayabiliriz. Ama sahte bir hayatı yaşamaktansa gerçek anlam taşıyan ve bizim için sağlıklı olan şeylere tutunmayı bilmeliyiz.




ree


Ana fikir: Son on senede epey değiştiğimizi kabul edebiliyoruz. Gelecek on senede o kadar değişmeyeceğimizi öngörüyoruz. Üstelik on sekiz yaşında da, kırk yaşında da, elli beş yaşında da böyle düşünüyoruz. Ama değişiyoruz.



Leonard Cohen’in “Görkemli Kaybedenler” adlı romanının ortalarına doğru, etkileyici bulduğum bir Kızılderili duası geçer:


“Değişiyorum.

Aynıyım.

Değişiyorum.

Aynıyım.

Değişiyorum.

Aynıyım.

Değişiyorum.

Aynıyım...”

...



Büyüdükçe değişiriz ancak değişim oranımız yaş aldıkça azalır. Bir noktada değişim hızımız büyük bir düşüş gerçekleştirir. Peki ne zaman olur bu? Tuhaf gelecek ama birçoğumuza göre; şu an.


Bilim insanları iki soruyla çıkar karşımıza:


Birinci soru: Önümüzdeki on sene içinde zevklerin, yaşam stilin, iletişim kurduğun insanlar ve değer yargıların ne kadar değişecek?


İkinci soru: Geçtiğimiz on sene içinde zevklerin, yaşam stilin, iletişim kurduğun insanlar ve değer yargıların ne kadar değişti?


Binlerce kişinin katıldığı araştırmalarda, yaşları ister yirmi olsun, ister elli beş, katılımcılar gelecek on sene içerisinde "çok değişmeyeceklerini" düşündüklerini söylediler.


Ancak yaşları kaç olursa olsun katılımcılar, geçmiş on sene içinde "epey değiştiklerini" iddia ettiler.


Yani, genç-yaşlı herkes öyle büyülü bir noktadaydı ki; bu noktadan geriye doğru gittiklerinde büyük değişim geçiriyorlar ama ileriye baktıklarında pek bir değişim öngöremiyorlardı.


Peki neden büyülü noktada olduğumuza inanıyoruz?


Geleceği tahmin etmemiz istendiğinde; kendimizi - yani zevklerimizi, tanıdıklarımızı, yaşam stilimizi sabit bırakıyor ama çevremizi, teknolojiyi, dünyayı değiştiriyoruz.


On yıl içinde de, dünya ne kadar değişirse değişsin, zevklerimizde, çevremizde, yaşam stilimizde değişiklik olmayacağını varsayıyoruz.


Ama oluyor.


İşimiz, medeni durumumuz, en sevdiğimiz sanatçı, önceliklerimiz, en hoşlandığımız eylemler, en yakın arkadaşlarımız bile değişebiliyor.


Üstelik en temel, en sağlam, en değişmez bulduğumuz konularda bile düşüncelerimiz değişiyor. Çocuklar konusunda, kadınlar konusunda, eşcinseller konusunda, azınlıklar konusunda, hayvanlar konusunda on yıl öncesine göre bambaşka bir perspektiften bakabiliyoruz.


Peki bu yanılgıya düşebildiğimizi fark edebilmemiz neden önemli?


Birinci nedeni; geleceğimizle ilgili kararlar alırken, şu anki halimizin geçiciliğini ve faniliğini unutuyoruz. (Yüksek boşanma oranları bunu destekliyor.)


İkinci nedeni; bu yanılsama, derinlerde bir inanç özü barındırıyor. Aslında şunu diyoruz:


"Değiştiğim dönemler artık geride kaldı."


Ama kalmadı.


Hala değişebiliyor olduğumuzu fark edebilirsek, bu konuda daha esnek ve bilinçli olabilir, değişimimizin akıbetine biraz olsun yön verebiliriz.


Çevremizdeki insanların değişimlerine de daha hoşgörülü yaklaşabiliriz.


“İnsanoğlu, sürekli gelişim halinde olan bir mekanizma olmasına rağmen, sehven tamamlandığını sanan bir varlıktır.”


Araştırmacılardan Dan Gilbert konuyu böyle özetliyor.


Ve kim bilir, belki bir yerlerde, bir Kızılderili, zamanla ne kadar değişirse değişsin, aynı duayı okumaya devam ediyor:


“Değişiyorum.

Aynıyım.

Değişiyorum.

Aynıyım.

Değişiyorum.

Aynıyım...”



ree

Ana fikir: Bir makalede Amerikalı bir psikoloğun, yaşamla mücadele etmekten

vazgeçme kararı almış danışanının düşüncelerine denk geldim. Çevremde

duyduklarıma, gördüklerime ve okuduklarıma tanıdık, hatta epey tanıdık geldi.

Paylaşmak istedim.


Dünyayla sürekli kavga halindeyim. İnsanların aptallığı, medyanın taraflılığı, vasatın tahakkümü, niteliksizlerin ödüllendirilmesi... Sokakta yürürken bile deliriyorum; milletin saçına bıyığına takıyorum. Şişman bir adamın elinde kocaman cips poşetleri görünce mesela, çıldırıyorum.


Yoruldum dostum. Bu savaşı kaybettim. Teslim bayrağını çekiyorum. Sakın endişelenme, intihar edecek değilim. Bana uymaz. Ama her şeyi, evet her şeyi kabulleneceğim. Artık kavga yok. Omuz silkip geçeceğim.


Açacağım biramı, geçeceğim televizyonun karşısına, kimin kazandığını önemsemeden izleyeceğim maçımı.


Hakem taraf tutmuş, saçma karar vermiş, umurumda olmayacak.





Danışanının bu olumsuz düşüncelerini dinleyen psikolog onu “iki avukat oyunu” oynamaya davet ediyor.


Bu oyunda iki avukat var. İlk avukat danışanın teslimiyet kararını savunuyor. Diğer avukat ise mücadeleye devam etmesi gerektiğini söylüyor.


Birinci avukat şöyle diyor: “Hiç olmazsa denemek için bile teslim bayrağını kaldırmalısın. Bakalım ne olacak. Nasıl olsa dilediğin zaman mücadeleye geri dönebilirsin.”


İkinci avukat ise: “Elbette her muharebe, savaşmaya değer değildir. Ama savaşmaya değer kavgalarımız yok mu? Belki de yapman gereken, sahip olduğun duygusal kaynakları hangi alanı korumak için kullanman gerektiğini yeniden düzenlemek ve savaşlarını seçmek.”


“Bu hafta iki avukatı da dinle.” diyor psikolog. “Haftaya hangisini seçtiğini görelim. ”




30.000 üyeli haftalık Huzursuz Bülten'e ücretsiz abone olabilirsin:

Teşekkürler.

HUZURSUZ BEYİN

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn
bottom of page