top of page

Haftalık Psikoloji Bülteni'ne üye ol

Teşekkürler.

HUZURSUZ EMOŞ.jpg

Normal İnsanlar: Aldığınız tavsiye ve hayatınıza etkisi




Bu haftanın normal insanlar konusu "aldığınız biğr tavsiye ve hayatınıza etkisi" idi. Katılan bütün yazar arkadaşlarıma saygılarımı sunuyor, emeklerine sağlık diyorum.



Haftanın yazıları




 

İLKEL AÇIKLAMALAR

-huzursuz beyin-


İlkel kabilelerin olayları açıklama şeklini komik bulurum; yok, tanrıyı kızdırdın şimşek çaktı, yok, hanım doğum yaparken yanından tavşan geçti bu çocuk hızlı koşacak, yok, şu öküzü yedikten sonra resmini yapalım ki diğer tarafta olayı çok büyütmesin. Oysa kendi ilkel açıklamalarımdan çok da uzakta yaşamıyorum.


Yirmili yaşlara geldiğimde bana düşüncenin kaynağını sorsaydınız size bilinçten, bilinçaltından, bastırılmış isteklerden, arzulardan, korkulardan bahsederdim. Yani balkonda otururken birden bire peydahlanan “atlasam ne olur?” sorusu, içimdeki gizli bir ölme isteğimi barındırıyordu. Sıradan penetrasyon dışında her şeyin yer aldığı cinsel düşüncelerim ise elbette çirkin varlığımın bir işaretiydi.


Benim düşüncelerim, benim karakterim.


İntihar, katliam isteği, uygunsuz cinsel düşünceler: bu insan sevilebilir mi?


Daha sonra, online bir psikoloji dersinde profesör, kameraya bakarak “her düşüncenizi sahiplenmeyin öyle” dediğinde afallamıştım. Beynin her bölümünün işlevini, istemsiz düşüncelerin nasıl peydahlandığını, amigdalaya hafif baskının bile nasıl düşünceler doğurabileceğini, hormonların düşünceler üzerine etkisini uzun uzun anlatmıştı. Dersler bittiğinde artık hem düşünceleri hem de dünyayı farklı bir şekilde açıklıyordum.


Düşünceleri nadiren çağırdığımızı, onların, sıklıkla maruz kaldığımız senaryolar olduğunu öğrenmek hayatımı değiştirdi. Üstelik bu bilgiyi ve tavsiyeyi rehberlik - danışmanlık verdiğim insanlarla paylaştığımda da benzer etkiyle karşılaştım. Sanki evrenin sırrını veriyordum:


“Nasıl yani,” dedi M; “masanın üstünde bıçak görünce annemi bıçaklamaktan korkmam ona yönelik öfkemden kaynaklanmıyor mu?” “Demek, metro yaklaşırken önüne atlasam ne olur diye hayaller kurmam ölme isteğimi göstermiyor,” dedi Z.


En çok T için sevindim; yakın arkadaşının sevgilisi sürekli rüyalarına geliyordu. Oysa onu arzulamıyordu bile. Arkadaşının yüzüne bakamaz olmuştu. Eagleman’ın Incognito’sunu ve Winston – Seif’in “Saplantılı Düşünceleri”ni önermiştim. Okuduktan sonra yüzü parlamıştı:


“Sana anlatması bile zordu. Her an nasıl berbat insan olduğumu düşünerek yaşıyordum.”


Artık düşünceleri elinde asası Gandalf gibi bekliyorum. Bazılarına bağırıyorum: “Buradan geçemezsin!” Bazısı duruyor. Bazısıyla günlerce dövüşüyoruz sonsuz çukurda. Bazen galip geliyorum, bazen yeniliyorum. Ama ne kadar uygunsuz, utanç verici olursa olsun, zihnimde doğan hiçbir düşünceden dolayı kendimi suçlamıyorum.


Yediği öküz diğer tarafta ona saldırmasın diye korkudan duvara resmini yapan Mozambikli atalarımdan çok uzakta değilim ama iyi ki internetim var.



 

SAKIN BİR KADINI REDDETME

-edward bloom-


Aylardan mayıs günlerden cumartesi. Evimde boş boş oturuyorum. Akşam üzeri olmak üzere. Az sonra serinlik başlayacak ve yüksek olasılıkla bira açıp televizyonun karşısına kurulacağım. Geç saate kadar biramı içip sonra zıbaracağım. Sosyal medyanın şimdiki kadar yaygın olmadığı, dolayısıyla da insanların sosyalleşmek için bir araya gelip sohbet etmeyi tercih ettikleri zamanlardan bir zamandı. Bunu tercih etmeyip evinde yalnız bir cumartesi geçirmek isteyenler içinse bir diğer yol, telefonun rehberine girip A'dan Z'ye kadar inip mesaj atacak birileri var mı diye bakınıp, şansı yaver giderse de atacağı SMS'e muhabbete dönüşebilirliği mümkün bir cevap almaktı. Benim için ikinci yol bulutsuz bir gecedeki dolunay gibi aydınlanıyordu önümde. Ve fakat bu kez ilk SMS telefon rehberini kurcalayan ve karşı cinsim olan bir kadından geldi. Heteroseksüel olduğum için de ilgimi çeken bir SMS'ti bu. Girizgâhı geçtikten sonra yaşadığı yere davet etti. (Evet tanrının yokluğunu sorguladığım ve varlığına inanmaya yaklaştığım nadir anlardandı) Sahilde şarap içiyordu ve yanında bir arkadaşı da vardı. (Al işte, tanrı var olsaydı yalnız olurdu) Onlar çakırkeyif olmaya başlamıştı bile ve ben yanlarına gidip onlara yetişene kadar sarhoş olacaklar ve ben de ortama sonradan giren ikinci erkek olarak komik olmayan şeylere gülüyormuş gibi yapıp sıkılacaktım. Kibarca yorgun olduğumu belirtip, başka bir zaman görüşebileceğimizi söyleyip reddettim. Ve o anda karşı taraftan bana hayatımın en önemli ve asla unutamayacağım tavsiyesi geldi; "Bir kadın seni deniz kenarında şarap içmeye davet ediyorsa -üstelik de yanında bir kadın daha varken- sakın onu reddetme!" Tabii ki yanındaki arkadaşını erkek sandığımı söyleyip bir şans daha isteyemedim. "Bugünkü salaklığın çok pahalıya patladı ama çok iyi bir tecrübe satın aldın" dedim kendi kendime ve günün ilk birasını erken açarak rehberimi kurcalamaya başladım. Hayatımın geri kalanında bu tavsiyeyi aklıma getirip bu kez doğru hamleyi yapacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum.



 

KARANFİL

-rojda aksoy-


Güneşli bir günde, yemyeşil uçsuz bucaksız çimenlerin üzerinde uzanıyorum. Etrafım oldukça kalabalık. Umudumu kaybettikçe bir kitabına sarıldığım Ursula orada. Hayattan bunaldığımda açıp bir filmini izlediğim Agnes orada. Zaman zaman yüzünü ve sesini unutur gibi olduğum babam da orada… Bakmaya devam ettikçe etrafımdaki herkesi bir şekilde tanıdığımı fark ediyorum! Kimi benden yüzlerce yıl önce yaşamış, kimini daha dün başka bir dünyaya uğurlamışız. Herkes sakin ve huzurlu görünüyor. Yüzlerindeki hafif tebessümle birbirleri ile sohbet ediyorlar. Bakmaya biraz daha devam ettikçe geçen gün youtube’da eski bir konser kaydını izlerken rastladığım Hrant’ı görüyorum, kuşlara ekmek atmakla meşgul Berkin’i, yarım kalan kahvaltısına devam eden Deniz Poyrazı’ı ve diğerlerini…


Ben niye oradayım? Bir şeyleri anlamaya çalışıyor gibiyim, şaşkın ve meraklı gözlerle izliyorum etrafımda olan biteni. Sonra ayağa kalkıp geziniyorum aralarında. Bir hayalet gibi geziyorum. Beni görmüyorlar ama ben onları görüyorum. Neden orada olduğumu kısa bir süre sonra anlıyorum ve Gazapizm’in Karanfil şarkısı geliyor aklıma;


Gördüler, yaşam nedir gördüler.

Bir umuda yürüyenler ulu orta öldüler.

En güzeli sevdiler

Gökyüzüne bakmayı ve hep yarına güldüler.


Bir dönem terapi odasında sürekli bu hayatın adaletsizliğine, insanların sömürülmesine, yoksulluğa dair meseleler anlatıp bunlarla nasıl baş edebileceğimi sorguluyordum. Bu düşüncelerle baş etmenin kolay, kestirme bir yolu yoktu ama çaresiz hissetmektense, hayatım boyunca derinlerden gelen ama duymakta zorlandığım bir sese kulak vermeyi denedim zamanla. Bazen bir filmde bazen bir şarkıda duyar gibi olduğum sözleri anlamak için daha dikkatli incelemeye başladım. Söyleyenler farklı ama söylenen hep aynıydı. İşte o zaman yavaş yavaş yükselmeye başladı derinlerden gelen ses.


Duyduklarım netleştikçe neden bu zamana kadar kaçtığımı da anladım. Çünkü o çağrıyı apaçık duyduktan sonra harekete geçmem, risk almam, bedel ödemeyi kabul etmem gerektiği ortadaydı ve bunlar bana epey korkutucu gelmişti. Artık kaçamayacak bir noktaya geldikten sonra derin bir nefes aldım ve yaşamak için kendimce direnmem gerektiğini kabul ettim. Umuda doğru giden bu yolda aramızdan ayrılanlar için, kendim için, sevdiklerim için ve beni bugünlere getiren, yolumu aydınlatanlar için.


Kısacık ama hayatımı değiştiren bir cümle bıraktılar geride,


berxwedan jiyane…

 

YETER

-herzi-


Duygularımın kabul görmesini beklemek artık canımı sıkıyor.


Eskiden beri çok ve çabuk ağlayan biriyim. Ağlamak istediğimde kendimi tutmuyorum. Bunun beni iyileştirdiğine inanıyorum. Ama etrafımdaki insanlar genelde zayıflık olarak algılıyor bunu.


“Ağlama!” Ne kadar çok duydum bu lafı... “Ne gerek var ağlamaya” bunu da. Hala da duyuyorum. Eskiden savunurdum kendimi, ağlamamı haklı çıkarmaya çalışırdım. Artık savunmuyorum, bıraktım.


En sevdiğim ise “seni etkilemesine izin verme”. Stresli, üzücü, sarsıcı bir şey yaşadığımda duyduğum ilk laf. Tabii ki ölüm, ayrılık gibi insanların çoğunluğu tarafından kabul gören ve acı çekmeye izin verilen olaylar dışında bir şey yaşadığımda söylüyorlar bunu. Eğer onlara göre ortada büyük bir olay yoksa, o olaydan etkilenmemelisin.


“Seni etkilemesine izin verme!” Neden vermiyorum? Ben insanüstü bir varlık mıyım? İncinemez miyim? Ya da taş mıyım, kaya mıyım? Koca dağ mıyım ben de etkilenmeyeyim?


İnsanım hepi topu. Rüzgar hafif sert esse, başım ağrıyor benim. Kimi kandırıyorum?

Akılları sıra bana tavsiye veriyorlar, benim “iyiliğimi” istiyorlar.

Sen sevgili tavsiye veren arkadaşım, sen seni etkilemesine izin vermedin de ne oldu? Eline ne geçti? Artık daha mı güçlü görünüyorsun? Çevrendekiler seni daha dayanıklı mı sanıyor artık? Peki sen, daha güçlü ve dayanıklı hissediyor musun? Yoksa hepsi bir kandırmaca mı? Belki de etkilenmeyi o kadar istemedin ki, bir yerden sonra taş kesildin ve artık hiçbir şey hissetmiyorsun. Yaşamında olan tek şey koca bir boşluk. Olabilir mi?

Sinirliyim! Hepinize!


Beni yalnız bıraktınız. Kendi hissizliğinizi bana dayattınız. Beni anormal hissettirdiniz. Hep düşündüm sizin yüzünüzden, bende mi bir sorun var diye.


Artık biliyorum, sorun bende değil. Sorun sizde mi, o da umurumda değil. Ben yalnızca hislerimi doyasıya yaşamak istiyorum. Kahkahalarla gülüp, hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Çünkü hüngür hüngür ağlayamadığımda kahkahalarla gülemiyorum.


 

BİR BAK NASIL OLUYORMUŞ

- ayşe çetinkaya -



Lise hazırlık sınıfını tamamlamıştım. Benim için çok eğlenceli, çok çalışmalı ve öğrencilik hayatımdaki en parlak seneydi. Yaz tatilinde ne zamandır çok istediğim piyano derslerine başlayacaktım. Ezgi Abla konservatuvarda viyolonsel bölümünde öğrenciydi. Küçükken halama hayrandım, o da müzik okuyordu. Ezgi Abla’ya da hayran olmam çok uzun sürmedi.


Ezgi Abla’nın ilk özel öğrencisiydim. Sanırım o yüzden bana biraz daha heyecanlı ve özenli öğretiyordu. Bir dersimiz üç saat sürüyordu. Kulak çalışıyorduk, solfej ve dikte yapıyorduk. Bir çay-kahve arası verip sohbet ediyorduk. Sonra da geçen hafta ödev verdiği parçaları çalıyordum. Ders hiç bitmesin istiyordum. O zamanlar ergenlik hezeyanları içindeki ben, Ezgi Abla’nın lüle lüle saçlarına, özgüvenli tavırlarına, tatlı sohbetine, hazırcevaplığına, çapkınlık hikayelerine, sanırım her şeyine bayılıyordum. Müzik öğrenmeyi mi, o sohbetleri mi daha çok seviyordum, karar veremiyorum.


Derslere bir sene düzenli devam ettik. Sonrasında okul dersleri, üniversiteye hazırlık derken, çok aralıklı görüşebildik. Fakat üniversiteye başlar başlamaz tekrar Ezgi Abla’ya koştum.


İlkokulda birbirimize ilan-ı aşk ettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatlarımıza devam ettiğimiz sevgilimi saymazsak, üniversiteye kadar hiç sevgilim olmamıştı. Ergenlikte burnum şişmişti ve sivilcelerim çıkmıştı, ama çok tipsiz de değildim. Ara sıra benden hoşlananlar da kulağıma geliyordu, ama ben karşı cinsi kendimden uzak tutmaya yemin etmiştim adeta. Orta okulda bu gaflete düşenleri bir bahaneyle pataklıyordum, lisede de hızlıca “friend zone”a sokuyordum. Sanırım ikili ilişkilerden ödüm kopuyordu ve “başıma iş açılmasın” bahanesine sığınıp platonik takılıyordum.


Üniversitedeki ilk yılımda, tüm engel olma çabalarıma rağmen bana açılmayı başaran biri oldu. Ben de bir dersimizde Ezgi Abla’ya bahsettim. Niyetim, kibarca nasıl savuşturacağımla ilgili tavsiye almaktı. Dedi ki; hadi artık bir sevgilin olsun, öpüşün, sevişin, annenlerden habersiz tatile gidin, kavga edin, sonra barışın ya da ayrılın, ama bir bak nasıl oluyormuş. Sonra bir baktım. Başta iyi gibiydi, kısa sürede çok kötü oldu, sonra daha da kötü oldu. Böylece bir ilişkinin nasıl olmaması gerektiğini öğrendim. Keşke öğrenmeye daha önce başlasaymışım dedim.




 

ARKADAŞLARIMIN AŞKLARI

-canderel-


Anne ve babamın tavsiyelerini dinlemeyi ilk ne zaman bıraktığımı hatırlamıyorum, onlara yalan söylemenin benim için en doğrusu olduğundan emin olduğum yıl olabilir mesela. Hatta zaman içinde, karar veremediğim durumlarda söylediklerinin tersini yapmayı denediğimi bile hatırlıyorum. Sonra zaten giderek silikleştiler.


İlginçtir ki, hayatımı etkileyen iki önemli tavsiye yakın kız arkadaşlarımın erkek arkadaşlarından geldi. Belki öyle denk gelmiştir ya da belki daha yakınlarımızın tavsiyelerinin bize yönelik bir takım beklentiler de içerdiğini hissettiğimizden direnç gösteriyoruzdur, bilemiyorum.


İlki, bir tavsiye ve aynı zamanda bir müdahaleydi. Hiç anlam veremediğim bir şeyler yaşıyordum o dönem. Ya da tam tersine çok değişik anlamlar veriyordum. Okuldan uzaklaşmıştım, kaydımı sildirmeye uğraşıyordum, yemiyordum, içmiyordum, sokaklarda kendi kendime konuşarak geziyordum ve sürekli ağlıyordum. Arkadaşımın aslında pek de anlaşamadığım sevgilisi beni bir kenara çekip kısa bir konuşma yaptı. Sözler çok önemli değil, kısaca 'halin hal değil' konuşmasıydı. Bundan yaklaşık 30 yıl öncesinden bahsediyorum, şimdilerde birini biraz durgun gördüğümüzde rahatça adını telaffuz edip ''Nen var kuzum, depresyona mı girdin yoksa?'' dediğimiz yıllara henüz çok uzun süre vardı. Tavsiye ile yetinmeyip bir de neredeyse kolumdan tutup psikiyatriste kadar götürmesi de unutulmayacak bir hareketti, o zaman dillendiremediğim minnettarlık duygusunu ise hala içimde taşıyorum..


''Olmayan duvarlardan atlamaya çalışıyorsun, görünmez engellerle mücadele ediyorsun, dur biraz dedi'' bana, bu sefer başka bir arkadaşımın sevgilisi. Çok yakın değildik, ona uzun uzun kendimden bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum. Benim bu huyum geçmedi bu tavsiyeyle elbette, ama anladım işte kendimi, ne zaman durup dururken çırpındığımı hissetsem beni sakinleştirir bu konuşmanın anısı. Ve çok sade, çok basit bir şey daha söylemişti o gün, yürekten bağlı olduğum bir arkadaşım vardı o zamanlar, yolunda gitmeyen şeyler için kendimi suçladığım, uzaklaşmaktan ödümün koptuğu. Düpedüz bağımlıydım demek istemesem de belli ki öyleydi. ''Farklısınız'' demişti sadece, '' O da çok iyi bir insan, sen de öylesin, ama farklısınız işte, bunu unuma''. Daha önce bu kadar anlaşılmış mıydım bilmiyorum, bu çok kısa konuşma aklımın bir köşesinde kaldı, başka tavsiyeler de almışımdır muhakkak ama en çok ihtiyacım olan bunlardı sanırım, beni bu yaşıma kadar getirdiler.



 

BENCE BENSİZ DAHA MUTLUSUN

-eta carinae-


Nüfusu yüz binin altında Orta Anadolu’nun ücra ilçelerinden birinde, artık 2018 yılında olmanın verdiği özgürlükle el ele yürürken birden durup “sıpa, bence sen bensiz daha mutlu olursun” dedi. Bu gerçeği kendime yüksek sesle söylemeye ben bile çekinirken, pazardan aldıklarımızla sallanarak yürürken, üstelik dünyanın en normal şeyini, mesela “Hayatım gördün mü? Kirazın kilosu burada beş liraymış, keşke buradan alsaydık” diyormuşçasına rahat söylemesi beni hem şaşırtmış hem de korkutmuştu.


Şaşırmıştım; çünkü bunun sadece ben farkındayım sanıyordum. İki haftada bir gördüğüm adama ne kadar mutsuz olduğumu hissettirmediğimi, hayatın zaten böyle bir şey olduğu gerçeğiyle kendimce başa çıktığımı ve hatta bunun beni güçlendirdiğini düşünüyordum. Korkmuştum çünkü; artık bu gerçeği bilen tek kişi değildim. Ve er ya da geç bu konu bir sonuca bağlanmak üzere açılacaktı. Hadi Eta, yıllardır yaptığın gibi, rolünü iyi oyna, hızlı ama doğal bir tepki ver dedim kendime, mili saniyeler içinde.


"Hayır tatlım saçmalama!" demeli, söylediği saçma şeye hem şaşırmış hem de üzülmüş gibi yapmalı, dudağımı bir kaç saniyeliğine büküp, “Allah’ım, ben bu tatlı, bana aşık kadına neler söylüyorum, tabi ki bensiz yaşayamaz” dedirtmeliydim bu artık içindekileri saklayamayan adama. Yapamadım. Dudaklarımdan bir “olabilir, haklısın!” sözü döküldü. Sessizce yürümeye devam ettik, ama ikimiz de hissettik, ellerimiz o kadar da sıkı tutmuyordu artık birbirini.


Onun kafasından neler geçtiğinden habersiz, makul sevgili Eta beynimi kemirmeye başlamıştı. “Olabilir haklısın mı? Bu mu yani en iyi cevabın. Adam sana ne sordu kızım farkında mısın? “aşkım, evlenince iki balkonlu evde oturmayalım, hem biliyorsun ikinci balkon hep en dandik odada ve manzarasız oluyor. Üstelik kiler gibi kullanılıyor. Kim yıkayacak orayı sürekli” mi ? dedi. Alooooo! Kendine gelsene. İlişki elden gidiyor. 3 yıldır sürdürmek için didindiğin yegane şey. Senin bu ilişkiden başka hiçbir şeyin yok!


Düşündüklerini bilmiyordum ama bir yandan yürüyüp sol gözünün ucuyla da yüzümü izlediğinin farkındaydım. Sağ tarafım kuşatma altındaydı, çaresiz sola çevirdim yüzümü. Çarşıda hasbelkader ayakta kalmış, saatçiye, kitapçıya, döne.. Beni çıldırtacaksın sen! Yahu adam gidiyor ha, yarın gidecek bu adam, bir daha da gelir mi Allah bilsin, sen daha minik esnafın vitrinlerini izleyip, neden gelişemedi ki bu ülkenin ufak şehirleri, hala dönere niye bu kadar düşkünüz, gerçekten Yunan döneri daha mı güzel acaba diye geçir dur içinden. Koca diye de tavuk döner alır oturtursun nikah masasına kafasız kız! dedi diğer ses. Hoş geldin anne Eta, zaten ilk gelen nasıl sen olmadın, şaşırttın beni. Nefes alışverişlerim hızlandı. Sıcak mıydı hava çok, hatırlamıyorum. Ama sıcak hissediyordum. Cehennem böyle bir şey miydi? Tanıdığım herkes ses olup kafama girmiş, etrafıma büyük bir ateş yakmış boş bakışlarla benim sıradaki hamlemi bekliyordu. Ben de bekliyordum da, ne yapacağımı bilmiyordum ki.


Ama bildiğim şeyler vardı. Mesela; yumurtanın beyazını yiyememesi tamamen cinselliği ile alakalı bir mevzuydu. Babasına çok kızıyormuş gibi yapsa da annesinden daha çok seviyordu onu ve suçlu bulmuyordu. Godivada “sizde sütlaç var mı?” diye sorunca çok utanmıştı ve bu anı kolay kolay unutamayacaktı. En mühimi de, haklı olmasıydı. Onsuz daha mutlu olabilirdim, belki gittiği zamanlarda daha mutluydum da gerçekten.


Ama söylesenize dostlar. Kim o kadar hızlı kurtulmak ister ki onu saran zincirlerinden, hem kurtulup ne yapacaktım. Bu küçücük ilçede günümü gün edip hayatımı mı yaşayacaktım. Kendimi cezalandırmak konforlu geliyordu. Şikayet edilecek bir sürü şey vardı mis gibi. Beni çalışmaktan, denemekten ve büyük ihtimalle bunların sonucunda hayal kırıklığına uğramaktan alıkoyan bir sürü engelim. Günah keçilerim sayısızdı. Çok rahattım.


Caddeden evin olduğu sokağa döndük. Yüzüne baktım, yüzüme baktı. “Cesur olmalısın, kendin olmalısın Eta, seni kısıtlayan kimse bırakıp gidebilmelisin, beni bile” dedi. Birinin sadece beni düşünerek söylediği ilk cümle olabilirdi bu. “Haklısın, ama o kadar alıştım ki varlığına, sensiz kendimle ne yapacağımı bilmiyorum” dedim. Gözlerimle. O da gözleriyle söylemişti zaten. Sorun yoktu.


Birkaç ay içinde bu sessiz anlaşmayı uygulamaya başladık, içimizden biliyorduk da mevzunun ne olduğunu, kimse dışından söyleyemiyor, sorumluluğu üzerine açıkça alamıyordu. Sonrası öfke nöbetleri, kavgalar, beni bırakmalar, ağlamalar, barışmalar, yeniden küsmeler ve benzeri bildiğimiz ayrılık öyküleri. Kısa küsmeler yerini uzun küsmelere; uzun küsmeler yerini başkalarıyla vakit geçirmelere bıraktı.


Bugün dönüp bakınca neredeyse üç yıl geçmiş üstünden, yani kendi kısa tarihimizde birbirimize ayırdığımız vakitle eş. O kadar zaman akıp gitmiş. İçtenlikle teşekkür ederim sana, benim için yaptığın en doğru şey bana bu gerçeği hatırlatmandı. Haklıydın. Sensiz yaşamaya cesaret ettiğim günden beri daha mutluyum.


 

EN SEVDİĞİM ŞARKILARIN NOTASISIN

-iki-


Bir yazıda okumuştum: Yersiz tavsiye, faydasız eleştiridir.


Yersiz yere tavsiye vermeyi hadsiz ve kibirli bulurum. Bu nedenledir ki, biri fikrimi açıkça merak etmiyorsa onun sınırını kendi bilgiçliğimle zorlamam. Beni bu biçimde iteni, çekiştireni sınırlarımın dışında tutmakta beis görmem. Tavsiye sevmediğim çok belli ama bir tanesi benim kimliğimi şekillendirdi. İtirafım olsun. Hepimizin çocuklukla yetişkinlik arasında geçirdiği, o kara deliklerce yutulası evrede, ben hayatım boyunca uyduğum tek tavsiyeyi duydum babamdan.


Babam biraz değişik biri öyle çok konuşmaz, boşa konuşanı sevmez. Hayatı, insanları belgesel izler gibi izler, gözlemler, kendince çıkarımlar yapar. Fikri sorulsa bile anlamsız buluyorsa fikrini beyan etmez. Beni de her ne kadar kendi kızı olsam da bağımsız bir canlı gibi izlediğinden eminim, bunu hep hissettim. Tepkilerimi, meraklarımı, karakterimin yapısını oluşturan temelleri… neyse işte onlar, hep izledi. Hiç müdahale etmedi, yoluma çıkmadı. Bir derdim olduğunda zorla soru sormadı, karışmadı ama hissetti benim babam. Salondaki koltuğunda sessizce yan yana oturmayı severim babamla. İki insanın arasındaki paylaşımın illa konuşma yoluyla olmasına gerek olmadığını da ondan öğrendim. Zoraki olmayan konuşmalar geçer o sessizlikten. Bir ‘‘iyi misin’’le dünyaları sorar, ‘’iyiyim’’le dünyaları anlatırsın. Bir kalp kırıldıysa o sessizlikte karşılıklı ağlarsın bile.


Yine sessizce oturduğumuz bir gün bana ‘Kızım’ dedi, ‘Seni bu yaşına kadar getirdik. Hasta etmedik, sakat etmedik… Akıllı bir kızsın, annen gibi cesursun, yapmak istediklerin var, istediklerini yapabilirsin güçlüsün. Ama yapmak istediğin şeyler için seçimler yapman gerekecek. Biz sana hiç bir şey için yapma demek istemiyoruz. Hep senin yanında da olamayız. Bu saatten sonra kendi kararlarını kendin vereceksin.’ Uzun bir es koyup araya devam etti. ‘Bil ki biz sana hep çok güzel şeyleri yakıştırdık. Sen de düşün kendin için, sor -neyi kendime yakıştırıyorum?- kararlarını buna göre ver. Kendine yakıştırdığın şeyler yaşa.’


Bu çok büyük bir sorumluluk baba. Bu bir genç kızın kafasına soktuğun ciddi bir muhakeme. Ettiğin bu lafın on beş yaşındaki bir kızın neredeyse her adımında, kendine sorduğu ilk soru olacağının farkında mıydın? Arkadaş seçerken, eğlenirken, iş yaparken, patronla tartışırken, bir yabancıyla konuşurken, bir sokak köpeğiyle tanışırken bir seçim yapmak gerektiğinde, nasıl biri olmayı seçtim? Neyi kendime yakıştırdım? İstediğim birçok şeyi yaptım ama hep ikinci bir kez düşündüm, içime sinmeyen hiç bir şeyi yapmadım. Neyi istediğimi bilmesem de ne istemediğimi hep bildim. Bu yüzden hayır demeyi de becerebildim. Zor yerleri var ama fena gitmiyorum sanırım baba. Günün sonunda kendi yetiştirdiğin birini değil, kendi kendini iyi yetiştirebilmiş birini görmek istediğini bu yaşımda anlayabiliyorum. Görece çok eksiği olan bir baba olarak, benim için sadece bu yüzden bile tam olduğunu bilmeni istiyorum: Bir baba olarak bana kendi ayaklarımı verdin.


 

YAZSANA

-funda özdemir-


Yakın zamanda bir arkadaşımla laflıyorduk ve birden kendimi kariyerimden dert yanarken buldum. 15 yıldır bu mesleği yapıyordum ancak mutlu olamıyordum. Mesleğim hem maddi hem de manevi anlamda beni tatmin etmekten çok uzak kalıyordu. Anlattıkça, bu işin beni ne kadar rahatsız ettiğini fark ettim. Fark ettikçe de çözüm bulma yoluna gitmem gerektiğini anladım.


Yine başka bir arkadaşımla da çözüm odaklı konuşmaya başladım. Bu işi çözecek, kendimi mutlu edecektim. “Yazsana,” dedi. “Sen hem pedagojiden anlıyorsun hem de matraksın.” “Deneyeyim,” dedim.


Denemenin düşüncesi bile içimi ferahlatmış, bende bir bahar esintisi etkisi yaratmıştı. Karar verdim, deneyecektim. Ama bilmediğim bir şey vardı: Denemenin bu kadar uzun süreceğini bilmiyordum.


 

ASLINDA BİR RÜYA

-san-


Hayatımı olumlu etkileyecek bir tavsiye aldığımı güçlükle hatırlamaya çalıştım ve bu tavsiyeyi rüyamda aldığımı fark edince şaşırdım. Üzücü ve biraz da yalnız hissettiren bu durumun sebebini bir süre önce anladım. Karşılaştığım birçok insan tavsiye verirken faydacı davranıyor. Elde edilecek kazançlar değerlendirilse de tavsiye alan kişinin içinde bulunduğu psikolojik durum gözetilmiyor. Bazen de tavsiye görünümlü diktalar söz konusu oluyor.


Kişisel karantinamı biraz dozunu kaçırarak uyguladığım, hiç evden çıkmadığım, insanlarla görüşmediğim ve pandemiyi bahane ettiğim bir süreçti. Her gün hayatın sonsuza kadar böyle sürmeyeceğini düşünüyor ama yine de bir adım atamıyordum. Ertelemekten yorgun düşene kadar erteledim bu durumu çözmeyi Bir yandan sorgularım da devam ediyordu. İşte böyle bir zamanda, bir sabah, rüyamda çok sevdiğim bir hocamı gördüm. Gerçek hayatta da susup saatlerce dinleyebildiğim bu insan, bilinçaltımda acil durum butonu hâline gelmişti.


Rüyamda, eskiden yaşadığım şeylerin, gittiğim yerlerin olduğu fotoğrafları önüme serdi. Sadece bir soru sordu; "İzlemek yaşamak gibi oluyor mu Bilge?"

Uyandığımda şaşırdım ve gülümsedim. Sonra yürüyüşe çıktım. İnsanlarla iletişim kurdum ve eski zamanları hatırladım. Artık hayata başlamak için işleri tamamlamam gerektiğini düşünmüyordum. Hepsi birer yapboz parçası gibiydi. Ne kontrolcü yapıma ne de mükemmelliyetçiliğime izin verdim. İpleri gevşetebilmek için aradığım tavsiyeyi kendi bilinçaltım aracılığıyla güzel bir insandan aldım. Aslında bir rüya olmasına rağmen, normalde başlamayacağım işlere başladım, hayatım yeni bir form aldı. Ama hâlâ gerçek hayatta da alacağım o samimi, empatik ve düşünceli tavsiyeyi bekliyorum. Belki de herkes gibi buna ihtiyacım var.



 

NASİHATLER GÜZERGAHI

-sehvenli-


Zihnim beni geçmişim ve geleceğim arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Unutulmuş, terk edilmiş, harap olmuş bir şehre girer gibi bakıyorum o zamanlara. Biraz hüzün biraz gülümseme eşlik ediyor hislerime. Tedirginim biraz da. Tanıdık gelen izler var şehrin kaldırım taşlarında. Takip ediyorum izleri. Çocukluğumun mahallesindeyim ve hayatıma temas etmiş herkes de orada şimdi. Ve ben seyre dalmışım izliyorum kendimi ve diğerlerini.


Sürekli hasta olan ufacık tefecik bir kız çocuğuydum. Ebeveynlerim geçim derdiyle uğraşan pek de çocuklar ve gelecekleri ilgili planlar yapacak bilinç düzeyinde bireyler değildiler. Ben kendi halinde yaşayıp gidiyordum sanki. Derslerimde başarılıydım ama geleceğim için pek de önemi yoktu bu başarının. Engelli bir bireydim. Sınırlarım çizilmişti çoktan. Hayallerimin, düşüncelerimin kimse için önemi yoktu. Ticaret lisesine gitmeme karar verildi. Mahallemizde, ticaret lisesini okuduktan sonra, devlet dairesinde memur olan engelli bir abla vardı. Bana biçilen rol model de bu abla olmuştu. Ben ise hukuk okumak istiyordum. O kadar uzak bir ihtimaldi ki bu isteğim, beni ne duydular ne de dinlediler. Açıkçası ben de fazla direnç gösteremedim. Çünkü hiç okula gönderilmemek de vardı. Neden bu kadar kolay razı geldim onların beni bu şekilde yönlendirmelerine bilmiyorum. Neden benim için çizdikleri sınırları aşmak için çabalamadım ki? İnsan sınırları olan bir varlık ama sınırımızın nereye kadar uzadığını ya da nerede bittiğini bilmiyoruz ki… Hayal gücümüz, emellerimiz, beklentilerimiz sonsuza kadar uzanıyor. İnsan kendini aşabilen bir varlık iken birileri size ‘’buraya kadar senin işin ya da ancak bu kadarını yapabilir bu kadarıyla yetinebilirsin’’ diyor. Veya sana bir etiket yapıştırıp kendilerince seni bir şeylere layık görüyorlar ya da onun dışında tutmaya çalışıyorlar. Heveslerin kırılmış bir şekilde sen de bu duruma razı geliyorsun.


Geriye dönüp baktığımda, olup bitenler karşısında böyle duyarsız kalışımın tek açıklaması, bir şekilde hayatımdan keyif alıyordum diyebilirim. Hayat zordu ama bir o kadar da eğlenceli geçiyordu. Çok iyi anlaştığım arkadaşlarım oldu hep. Birlikte oynarken, güler eğlenirken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Herhalde bu eğlenceli anlar bana hayatımda olan biten şeyleri sorgulama imkânı vermiyordu. Ya da ben kolay yolu seçiyordum. Düşünmüyordum. Lise son sınıf zamanlarında bir abla ile tanıştım. Filiz abla bizi sürekli yanına çağırır, oturur sohbet ederdi. Sonra daha çok vakit geçirmeye başladık. Kendisi çok zeki, geleceğe dair planları olan, ileri görüşlü bir kişiliğe sahipti. Bize hem ablalık yaptı hem de çok samimi bir dost oldu her zaman. Lise son sınıfta girdiğim üniversite sınavını kaybettim. Hiçbir hazırlığım yoktu. Mesleki lisede okuduğum için matematiğim de iyi değildi. Her zamanki gibi olan biten durumları kayıtsız bir şekilde yaşıyordum ve bulunduğum anların keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Aradan geçen üç sene sonrası Filiz abla beni sürekli yönlendirmeye çalıştı. Tekrar sınava hazırlanmamı, üniversiteye gitmem gerektiğini, ailemin bir şekilde bu konuda ikna olabileceğini telkin etti. Bir ayna tuttu bana; kendimi görebilmem fark edebilmem için. Eğer beni bu konuda cesaretlendirmeseydi sonraki yaşantıma ait deneyimleri tecrübe etme şansım olmayacaktı. Ancak kendimi sınava hazırlayabilmem o kadar da kolay değildi. Gerekli kaynaklar ve ortamdan yoksundum. O dönem ve imkânlara göre iyi bir bölüm kazanma şansım olmadı. Burada kendi hırsımın ve çabamın yetersizliğini de göz ardı edemem. İki yıllık bir yüksekokula gittim. Bana getirisi iyi bir iş ya da kariyer olmadı belki ama evden uzakta farklı yerler ve dostluklar kazanma fırsatı sundu. Kısa sürse de evden uzakta hür bir birey olarak yaşama imkânı buldum. Kendime ait bir dünya kendime ait sorumluluklar ve sorunlarla kendi doğrularım ve yanlışlarımla bir süre beraber yaşadım. Keyifli zamanlardı. Küçük dünyama başka bir dünya katmış oldum. Tavsiyeler güzel de, insanı ciddi anlamda harekete geçiren şey tutkuları ve hırsları oluyor. Onlarda yerinde olaydı, güzel bir hikâyem olacaktı.


 

GELECEK NEREDE?

-bir başka dünyadaki-


Birinden tavsiye almak için sözel olarak herhangi bir talepte bulunmamama karşın hayatımda karşılaştığım sorunlarla ilgili kafamdaki sorunun cevabı bir şekilde karşıma gelir. Genellikle böyle olur. Sanki bir rüzgar benim sorumu alıp uçurur ve cevabı bulup geri getirir. Bu doğal hali çok seviyorum ve tavsiyelerin peşine düşmüyorum. Şimdi buna benzer yaşadığım bir olayı anlatmak isterim.


Bir gün katıldığım bir kutlamada tanıştığım bir adam vardı. Yetmiş yaşlarındaydı, neşeli, şahane hoş sohbet, fazla konuşmadan insanın içini okuyan biriydi. Soru sorma sanatçısı gibiydi kendisi. Bir anda o kadar doğru bir soru sorardı ki, insan kendini, eylemlerini sorgulardı. Bu özelliği çok etkileyiciydi ve onunla buluşmak, karşılaşmak her zaman çok özeldi.


Hayatımın en zorlu dönemlerinden birini yaşıyordum. Yıllardır büyük bir özlemle yapmayı hayal ettiğim mesleğimi yapamıyor ve uzaklaştıkça da kendimi giderek daha çaresiz ve yetersiz hissediyordum. Aklıma gelen tüm çözümleri denediğimi düşünüyordum. Olmuyordu işte. Geçmişi ve verdiğim hatalı kararları evirip çevirip zihnimde canlandırıyordum. Geldiğim noktada ise artık düşünmekten adım atamayan, yeni bir şey denemeye korkan bir ben vardı. Bu sancılı günlerden birinde, o adamla karşılaştım. Kalabalık ve neşeli bir ortamdı. Ben pek mutlu olmasam da içinde bulunduğum yere uygun davranmaya çalışıyordum. Bununla birlikte ruh halim bakışımdan, sesimden, davranışlarımın ürkekliğinden okunuyor olmalıydı ki kendisinden bana bir soru geldi. “Kızım” dedi, “Gelecek nerededir?” Cevabım hazırdı tabi ki “gelecek önümdedir” dedim. Çünkü öyle öğretilmişti bana, önümde uzun bir gelecek var diye bellemiştim. “Peki ya geçmiş nerededir?” diye ekledi. “Geçmiş geride kalandır, geçip gitmiş olandır.” diye devam ettim. Oturduğu yerden kalktı usulca, elimden tutup beni de kaldırdı. İkimiz de ayakta duruyorduk ve benim önüme geçip şunları söyledi. “Ben geçmişim, eskiyim ve senin önündeyim, sen geleceksin, benim arkamdan gelensin. Geçmişini, ne yapıp yapmadığını çok iyi biliyorsun. Çünkü her an gözünün önünde, şu an benim de olduğum gibi. Gelecek arkanda ve o bir bilinmez. Sürekli önündekilere bakıp onları irdelersen şu an yapman gerekeni kaçırırsın. Bir an için kapat gözlerini geçmişe ve sana yaklaşmakta olan geleceği şu anın içinde hisset” dedi.


Evet, gerçekten de tüm ayrıntısıyla geçmişi, anın içinde yeniden yaşatıyordum. Mağdurun dilini konuşmaktan öteye gidemiyordum. Geleceği bilemem dedim kendi kendime ama şu an geçmişe bakmaya biraz ara verip bir adım atabilirim. Bu olaydan sonra yaşadığım ve mesleğimden uzaklaştığım şehirden kısa süreliğine ayrılıp başka bir şehre gittim. Orada kendi mesleğimle ilgili küçük bir adım attım. Bu hareketimin sonrasında, hayat çok güzel hediyeler sundu bana. Ne zaman geçmişe takılıp kalsam bu tavsiyeyi hatırlarım. Derin bir nefes alıp hadi diyerek ayağa kalkarım.


 

ILIK GÖT

-karahindiba-


Türkiye’nin 1960, 1970, 1980’lerini yaşamış pek çok ailede olduğu gibi ben de ebeveynlerimden siyasete karışmama tavsiyesi almışımdır. Eminim 1930, 1940, 1950’leri yaşayan dedelerim de anne-babama aynı tavsiyeyi vermiştir. Eh, ondan öncesi de Osmanlı zaten. Siyasete karışmak için Bandırma Vapuru’na binip Samsun’a çıkmak gerekiyormuş o zamanlar. Ben son 80 yılda sürekli verilen siyasete karışmama tavsiyesini 80’lerde legal bir siyasi partiye üye oldukları için canı burnundan gelen anne-babamdan aldım. Oldukça siyasi kişiler olmalarına rağmen bizim politikayla uğraşmamızı pek istemezlerdi. Çok sonraları yaşadıkları hikayeleri başka akrabalarımdan duydum. Ya anlatıp üzülmek istemediler ya da bizi cesaretlendirmek istemediler emin olamıyorum. Ancak şu bir gerçek ki çok da oturmuş politik bir görüşüm olmadan büyüdüm. Siyaset hep öcü gibiydi benim gibi 80 ve sonrasında büyüyenler için. Ortada gencecik çocukları asmış öcü gibi siyasetçiler olduğundan bu çok da şaşılacak bir sonuç değildi.


Sanırım ilk hatırladığım siyasi görüşüm başörtüsünün kötü bir şey olduğuydu.


Ortaokuldaydım. Okul çıkışı bahçeden çıkınca başörtüsünü bağlayan Türkçe hocamı görünce şok içinde yanımdaki arkadaşıma ‘vay be! Ben de bu kadını iyi biri sanıyordum’ dedim. O da bana ‘ne var benim annemin de başı kapalı’ diyerek ikinci şoku yaşattı. Çocuk yaşımda başörtüsü kötü bir şey olmayabilir mi acaba? düşüncesine kapılmak yerine tabii ki arkadaşım ve annesini dallama ilan ettim. Karşılığında sınıf arkadaşlarım tarafından küpe takıp Allah’a inanmadığım için ibne ilan edilmiştim. Ailelerin verdiği tavsiye pek işe yaramıyordu.


Lisedeyken her zaman olduğu gibi evde sürekli tartışma programı izleniyordu. Uzman diye abidik gubidik adamları tv de izleyen babamın televizyona karşı ana-avrat sövdüğüne çok sefer şahit oldum. Dönek, liboş, faşist gibi kelimeler havada uçuşuyordu. Neyse ki ben tavsiyemi almış şekilde hiç oralı olmuyordum. Bir gün okuldayken oldukça milliyetçi yetiştirilmeye çalışıldıysa da tepki vermeyip tam zıddına giderek kafası karman çorman olan sıra arkadaşım “nasıl yani baban da mı namaz kılmıyor? Hiç bayram namazı da mı kılmadınız?” diye bana şaşırmıştı. Ben de birinin buna şaşırmasına şaşırmıştım. Sonra tüm sınıfta opera ve cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası dinlemiş tek kişi olduğumu öğrendik. Herkes dinlemiş olmama şaşırdı. Ben de onların dinlememiş olmasına şaşırdım. Bir gün seçim zamanı MHP’nin adayının reklam panosundaki resmine kaş ve bıyık eklediklerini görüp okul servisinde sesli şekilde güldüm. Öndeki çocuk bana dönüp “gülmeyeceksin o benim reisim!” demişti. Ben daha da çok güldüm çünkü kaşı bıyığı o kadar komik olan birine reisim diye tapınmak bana çok komik gelmişti. Üniversitede başka birisi “ben Kürt’üm ama Türkiyeliyim” gibi bir cümle kurduğunda yine şoktan şoka koşmaktan geri kalmadım. Toplumla alakam yoktu. Dolayısıyla siyasetle ilgili anlamlı bir düşünce oluşturma şansım da yoktu. Hayatımın geri kalanında ulusalcı, elitist piç, cehape zihniyetli, concon gibi birçok yakıştırmaya maruz kaldım.


Ezildim, itildim falan diyecek değilim. En mutlu olduğum şey zihnimde ırk, din, cinsiyet gibi kökenlerden gelen zehirli genellemelerin az oluşması oldu. Yaşadıklarım sayesinde insanları ikiye ayırdım. Kafası çalışanlar ve çalışmayanlar. Siyasetle uğraşanlar genellikle kafası çalışmayanların tarafında kaldı. Kendimce siyasi bir düşünce üretebildim, halen kafası çalışmayanlarla bunu tartışmak zorunda kaldığım durumlar oluyor. Ancak siyasetle uğraşma denen ve sonunda seni anaların korktuğu o olaylara karıştıran aptal çamura hiç saplanmadım. Bilimsel doğrulardan yola çıkmayan ve sübjektif hiçbir düşünceye kapılmadım. Mesela gezi olaylarını destekledim ama bir işe yaramadığını görünce evime döndüm. Desteklediğim için terörist, desteklemediğim için ılık götlü ilan edildim. İletişim seviyesi ortaokuldaki ilk siyasi tecrübemin ötesine hiç geçemedi. Biraz barışçıl yetiştiğim için Ortadoğu siyaseti beni aştı. Yaşım henüz siyaset için genç. Kürsüde konuşurken “ılık göt! ılık göt!” diye bana bağıracak milyonlara şaşırmanın nasip olmamasını umuyorum.



 

KUŞ YUVALARI

-dalgın canbaz-


Okulun ikinci senesiydi. Yeterince çamur tozu yutmuş, klasikler ve modeller üzerinden kopyalarımızı yapmıştık. Artık bölüm seçme zamanıydı. Benim için ahşap her zaman sıcak bir malzeme olmuştu. Ahşap da, taş da, bütünden parçaya giden malzemelerdi. İlk işim, yontularak üretilmiş figüratif bir işti. Daha sonra, daha da dışa vurumcu figürler ortaya koymak istedim. Ama olmuyordu da, olmuyordu. Zatı değer sevgili ahşap hocamız, sert ama eleştirileri net ve geliştirici biriydi. Bir gün tırnaklarımı ojeli görüp bu tırnaklarla heykel mi yapılır diye eleştirdiğini bile bilirim. Her ders arasında ağlıyordum. Neden daha iyisini yapamıyorum, ben nasıl bir yol izlemeliyim, diye. Bir gün otobüste, kenar kısımda kafamı yaslamış dönerken, restore edilen bir minare gördüm ve çok etkilendim. Hayatta ne ile çok fazla uğraşırsan, neyi amaç edinirsen, her yerde onla ilgili bir şey görmeye başlarsın, sanatta tamamen öyle. Yani ilham her an bence, yemek içmek gibi, hayatının her anında onu düşünür hale geliyorsun. Bir gölgede, bir yaprağın düşüşünde üretimine dair izler arıyorsun. O gün gördüğüm o minare bende, daha sonraki üretimlerimin ışığını yakmıştı. Ben inşa etmeyi seviyordum, ekleyerek ilerlemeyi seviyordum, bütünden parçaya gitmeyi değil. Hayatı da, rastlantıları bolca severek, ekleyerek ilerliyordum. Daha sonra ahşap ve doğal iplerle kuş yuvaları örmeye başladım ve ahşap hocamız bunları çok beğendi. Metal atölyesine neden geçmediğimi sordu. Hatta o dönem beni atölye dersinden geçirmedi.


İlk başta çok alınmış, üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. Daha sonra bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu anlamıştım. Metal soğuk ve sert görünümlü olsa da, gayet sıcak ve narin bir malzemeydi. Bir anda inşa isteğimi destekleyebilecek, ince ve kırılgan görünüp, bir o kadar sağlam hisler veren görselleri ortaya çıkarmamı sağlayacak harika bir malzemeyle tanıştığımı fark ettim. Taşıdığım soyadının kaynağı olan dedemin dökümcülüğünün de, babamın temelini attığı mimari sevgisinin de, kendimde devam eden izlerini sevdim. Artık çizgisel, havada uçuşan formlarım vardı. Evler, kentler yapıyordum, yıkılan ve yeniden inşa edilen, ütopyalarla ve bilimkurgularla beslenen. İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler’i de vücut bulabiliyordu işlerimde, Ursula K. Le. Guin’in metinleri de. Charlotte Perkins’in Kadınlar Ülkesi adlı kitabında kadınlar bıçak yerine makas kullanıyor ve her şeyi dikerek bağlıyordu. Bir anda, dikmenin, örmenin, ne kadar hayata, doğaya bağlı olduğunu ve kadınsı olduğunu düşündüm. Kadınların, avcı dönemden beri, avın paylaşımını üstlenip, çılgın bir iletişim ağı kurdukları bilgisini almıştım. İletişimin, bağ kurmanın, örmenin ve dikmenin ne kadar birbiriyle ilişkili olduğunu düşündüm. Hepimizin birbirine bağlı olduğunu, örerek, dikerek yüzyıllardır anlatıyor kadınlar. Ben de kendi işlerimde bu bağı, metali, ekleyerek, örerek yapmaya çalıştığımı gördüm. Yeni kent hayallerimde, başka bir dünyanın düşünü taşıyordu sessizce. Bu dünyayı değiştiremiyorsak, kendimize yeni bir dünya yaratırız demek değilse, ne idi sanat? Başta hocamın acıtıcı gördüğüm tavsiyesi, yönümü bulmamda önemli bir adım olmuştu benim için.


 

ANLAMSIZLIĞIN KEŞFİ

-saturnuslog-



Yıllarca anksiyeteyi doruklarında yaşamış, krizler geçirmiş, üstüne de fazla düşünme hastalığına yakalanmış biri olarak, hayatın ve intiharın anlamı benim kilit noktamdı.

Hayatın absürt ve anlamsız olduğunu beden yaşıma göre erken, zihin yaşıma göre ise

geç fark ediyordum.


Üstelik pek tavsiye ya da öğüt dinleyen biri de değilim. Öğüt veren birinin, düşünceleri ve kendini ifade ediş şekli bile bende irdeleme isteği yaratıyor (fazla düşünme). Eğer tanıdığım biriyse, yaşamına bakıyorum, sonra bana verdiği tavsiyeye. Çoğunlukla (benim gözlemlediğim) kendi hayatlarında uygulayamadıkları tavsiyeleri veren insanlar olduğuna kanaat getirmemle kafamın dikine gitmem arasında milisaniyeler oynuyor.


Üstelik kimse ben değil. Benim deneyimlerimi benim gözümden görebilme ihtimalleri bile tez konusu. İşin saçma yanı ise kimse tanımaya ya da anlamaya da çalışmıyor.

Yine bir ara, hayatın anlamını sorgularken Albert Camus’nün Sisifos Söyleni kitabıyla tanıştım. Kitap, okuması ağır ancak elden düşmeyen bir üsluptaydı. İnce olmasına rağmen okuyup bitirmem, sonrasında da sindirmem yaklaşık bir ayımı aldı.


Sizi temin ederim ki hayatımda ilk defa, o kitaptan edindiğim bir tavsiyeyi bu kadar uzun zamandır uyguluyor ya da uygulama çalışıyorum.


“Hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız.”


Bu sözü kendi içimde sindirip, gerçekten anlamaya çalışmak ciddi bir emekti benim için.


Aslında bir tavsiye değil, bir çıkarım olan bu söz, ne zaman çıkmaza girsem hatırladığım ve beni o çıkmazdan çekip çıkaran bir kurtarıcı. Böyle anlarda kendime iki soru soruyorum artık.


1- Ucunda ölüm var mı?

2- Bu kadar tepki verip kendimi düşürmemin anlamı var mı?


Eğer ikisinin de cevabı hayır ise içinde bulunduğum durum absürttür ve her şey gibi geçer.


Hayat anlamsız, absürt, hiçlikten ibaret, kontrol edemediğimiz olaylar zinciri ama en önemlisi bir hediye. Üzerine dikkat kırılır ibaresi koymamız, itinayla muhafaza etmemiz gereken bir kıymetli eşya.


 

YÜKÜN NE OLURSA OLSUN DİK YÜRÜ

-clementine-


Bir gün geçmişime dair binlerce yanlışım olduğunu düşündüğüm bir anda, derdimi birine anlatamayacak kadar utanç duymam gerektiğini sanıp kendimi cehennemlik ilan etmiştim. Günden güne soluyor, bana yuvam dediğim evde yapılan psikolojik işkenceyi kabul edip eksik kalanını kendim telafi ediyordum.


Yine böyle dipsiz kuyularda hissettiğim bir anda, annemi ziyarete gitmiştim. Annem insanları çok iyi tanır, karşıdakini okumayı bilir. Söz konusu evladı olunca bu konuda daha da ustadır. Gözlerimin içini sapsarı görünce beni karşısına oturttu. "Bak kızım, sırtında bir yük var da ne o yükü indirebiliyor, ne de artık taşıyabiliyor gibisin. Derdin ne bilmiyorum. Belli ki bana anlatamıyorsun da... Sırtındaki yük ne olursa olsun, o yükün belini bükmesine izin verme. Yaptığın her şeyin arkasında dur, her şeye rağmen dimdik yürü! "dedi. O gün kendimi de hatalarımı da affettim. Arkama bakmadan, yanlışlarımın belimi bükmesine, beni güçsüz bırakmasına izin vermeden, hatta tam tersi onlara sırtımı dayayıp daha da güçlenerek yoluma devam etmeyi başardım.


Annem okumayı öğrendiğimden beri bana sürekli kitaplar alırdı, ben o kitaplardan çok şey öğrendim. Yüzlerce kitap okumama rağmen hiçbiri o gün annemin derdimi dahi bilmeden bana söylediği o söz kadar belimi doğrultmadı. Sanırım söyleyenin annem olması omuzuma kondurulmuş eleştirel ebeveyni azat etmemi sağladı. O gün bugündür yükümü daha bir gururla taşıyorum. Kendim de dahil hiç kimsenin sırtımdaki yükler yüzünden bana kendimi kötü hissettirmesine, beni yargılamasına, benim belimi bükmesine izin vermiyorum.


 

BU HAYATTAN ALACAKLI GİTMEYECEĞİM

-mutlu-



Yorgundum hatta oldukça da umutsuz...


Hiç çıkamadığım o derin kuyunun içindeydim yine. Tepemde gördüğüm ışık iyi gelmiyordu. Tam tersi ne kadar karanlıkta olduğumu görüyordum ve bu çok ağır geliyordu.


Büyürken öğretilen doğrular ve kuralların içinde boğuluyordum. Benden başka her şey ve herkes kıymetliydi!


Ben çizilen sınırları, uymam gereken kuralları kabul etmişken o günlerde şans eseri tanıdığımı düşündüğüm ama şimdilerde benim için çok önemli olan bir arkadaşımın kurduğu bir cümle ile güç buldum.


“Ben bu hayattan alacaklı olarak gitmeyeceğim!”


“Kim olursak olalım, nerede yaşarsak yaşayalım bu hayat sadece bir defa var ve ben giderken alacaklı olmak istemiyorum” demişti.


Uyuyamadım o gece. Ben hayata ve insanlara hatta insanların ‘doğrularına’ neden bu kadar teslim olmuştum ki? Şimşekler çakıyordu sanki beynimde. Derin bir uykudan bir anda uyanmak gibi bir şeydi bu. Düşünmekten yorgun ama kaybolduğum yerde sanki yolumu bulmuş gibi mutlu ve heyecanlıydım.


Öyle etkilendim ki bu düşünceden. İçinde bulunduğum durum, konumum, şartlar, beklentiler ne olursa olsun artık hislerime ket vurmuyorum. Benim hayatım, benim doğrularım ve benim hislerim var.


Şimdi ara ara yine o kuyunun içindeyim belki ama artık karanlıkta değilim, ellerimi başımın altına koyup gökyüzündeki yıldızları izliyorum.



 

GELENİ KABUL ET!

-voila-


Sanki daha dün kulaklarımda çınlamış gibi bu söz, zihnime kazınmış adeta. İçinden çıkılamaz tüm o anların, bir ton cevapsız sorumun, belirsizliğin yanında inci gibi parlayan ve bir anda tüm hayat dayanağım olan bir cümle, yalnızca üç kelime…


Yirmili yaşlarımın ortasından hayatımın tamamına şöyle dönüp baktığımda bu yaşlara dair hiç de hayal etmediğim bir noktada bulunca kendimi başladı ilk çırpınış. Devamında da debelenip durmayla süregelen zaman örüntüleri işte. Sağlık sorunları, hayal ettiğin hayatı yaratamamanın incitmesi, çekilen fiziksel acıların sonunda neşemi, sevgimi ve sahip olmaktan övündüğüm daha birçok güzel özelliğimi kenara sıyırıp avuçlarıma koskocaman bir vazgeçişin bırakılması. Hiç de tanıdık gelmeyen negatif duygular ve ardından ‘’ben bunlarla ne yapacağım?’’ bilinmezliği ile doldu bir anda heybem. Tüm hayatımız boyunca inşa ettiğimiz bütün o iyi duyguların bir anda silinip gitmesinin yarattığı şaşkınlıkla kalakalmıştım. Beni bu kadar çabuk terk edebileceklerini hiç düşünmemiştim. Aksine umutsuzluk ne kadar da ısrarcı, ne kadar da hızlı en derinlerimize işliyor ve söküp atmak için adeta kazımaya ihtiyaç duyuyoruz; yine canımızı acıta acıta. Tüm bu hisler yanında her gün biraz daha silinip gidiyordu sanki bana dair iyi olan ne varsa. Yerini de çok da ısrarcı olan ve bir ton gözyaşıma mal olacak üzerimde pek de eğreti duran mutsuzluk, umutsuzluk, korku hisleri alıyordu gün be gün.


Ardında tek başıma kalmak zorunda olduğum o hastane kapıları dahi bu kadar çaresizce hissetmeme sebep olmamıştı oysa ki. Her ne olursa, hangi şartlar içindeysem yine de kendi kendimin elinden tutmayı başarmış, durup bir şekilde kendime omuz vermişken bir anda hayatıma dair yüreklendirici tek bir kelime fısıldayamaz hale gelmiştim. Belli ki ertelemiştim olan ve olmayan her şeyin üzerimdeki sahici etkisini. Alıştım ve kabullendim sanıyordum, aslında olan yalnızca öylesine yaşayıp gidiyordum. Hayatım boyunca tutunduğum ve sahip olduğum tek hayalimin elimden kayıp gidişini seyrettim bir müddet. Gündemim hani şu hepimizin diline pelesenk olmuş ‘’sağlık olsun’’ lafından oluştuğu için fark edememiştim belki de beni nelerin beklediğini. Daha sadece 20 yaşındaydım ‘’çok mutlu olacağım’’ diye sabitlediğim yaşam planını tamamen silmek mi? Hem hiç hazır değildim ki hayallerimi elden geçirmeye, daha gerçekleşmemişti ki nasıl vazgeçerdim sıkıca sarıldığım o ihtimallerden.


Sular durulunca kıyılarımın yerle bir olduğunu ancak anlayabildim. Çaresizlik, korku iliklerime kadar işlemiş ve beni bekleyen, yaşanmayı bekleyen hayattan koşar adımlarla kaçar hale gelmiştim. Başka insanlar için dahi adalet, eşitlik ve daha birçok insani hak, güzel hayat talep edip en önlerde yüksek özgüvenle, kimseden korkmadan her şeyin mücadelesini verirken kendi hayatımdan, güzel şeylerin yaşanabilme ihtimalinden vazgeçmiş olmayı yakıştıramıyordum kendime. Ancak başka türlüsünü de yaratamıyordum bir türlü. Mücadele içinde olduğum tek şey ‘’dün’’ olmuştu. Sürekli neler oldu, neler yaşadım ve neden bunlar oldu çatışması içerisinde buluyordum zihnimi.


Anlayacağınız hayalsizliğime, işsizliğime, güçsüzlüğüme yani biraz ümitsizliğime denk geldi bu hayat değiştiren üç kelime. Tam dibin dibinde hissettiğim bir anda öylesine birinin dudaklarının arasından dökülüverdi ‘’ geleni kabul et voila…’’ O anda dibin dibinden sıçrayacak ve en tepeye suyun yüzeyine ulaşmamı sağlayacak gücü hissetmiştim iliklerimde. Olan olmayan her şeyle barışmış, hayatın öğreticiliğine kendimi bırakmış ve tüm o hadiseleri kabul etmiş biri olarak buldum kendimi. Peşi sıra hayat akışım da değişti, yeniden içimde var oldukları için gururlandığım o duygular kapımı çalmaya başladı.


Şimdi dönüp bakınca vazgeçmekten korktuğum hayaller şu an olduğum insandan daha kıymetli değil elbette. Çok şey öğretildi bana, bir sürü güzel keşfim oldu kendimle ilgili. Yaratıcı gücümü keşfettim, ezberletilmiş bir hayattan daha kıymetli işte bu. Kendim için planladığım şeylerden çok hayatın benim için planladıklarına, akışa bırakmayı öğreniyorum şimdi de bakalım yol bizi nasıl güzel bir bahçeye çıkaracak. Her şey geçiyor, yeniden bahçemin çiçeklendiğini hissediyorum. Biraz sabır, çokça inanç, belki daha da fazlası çabayla cesaretimi yeniden buldum. Beni daha iyi bir insan yaptığı için, çiçeğinden böceğine, bir insanı, bir rengi, bir meyveyi, yaşamayı, birilerine iyi gelmeyi ve dahası her şeyi çok sevebilmeyi bana öğrettiği için olana, olmayana yani hayatıma teşekkür ederim…


 

SIKI İPLER

-nehir niş-


Annemin halası ‘’ İnsanlarla aranda mesafe bırakmalısın. ’’derdi. Ve şöyle sürdürürdü; ‘’ Kastettiğim şey çıkar ilişkisi değil elbette. İnsanın kurduğu arkadaşlıkta bir denge kurup kendini de gözetebilmesi’’. Ben de; ‘’ Aman hala kafamda formüllerle arkadaş olamam ki insanlarla’’ diye tepki gösterirdim.


Çünkü insanlarla çok çabuk arkadaş olur, emek harcar, samimi davranırım. Ha birde hep çözümcü bir kafam vardır. Birisi bana bir problemini anlatmış, bir derdini paylaşmış, bir yarasını açmışsa eğer tez vakit o yaranın sarılması, problemin çözülmesi gerekir. Laf osun diye anlatmaz dimi insanlar gerçek sorunlarını? Laf olsun diye havadan sudan konuşulur benim bildiğim.


Aynı iş yerinde çalışmaya başladığım ve benden bir kaç yaş büyük Berma ile çok çabuk kaynaştık ve hemen arkadaş olduk. Artık bütün molalarda birlikte sigara içiyor, yemeği birlikte yiyor, mesai bitimi birlikte çıkıyoruz. Berma eşini kaybetmiş 10 yaşlarında bir kızı var. İkisi birlikte yaşıyor. Anneanneden kalma bir evleri var. Berma’yla aynı kitapları okuyoruz. Ben okuduklarımı her gün büyük bir heyecanla anlatıyorum ona. İş yerinde geçirdiğimiz zaman yetmeyince dışarda buluşmaya başladık. Birlikte tiyatrolara, sinemalara gidiyoruz. Bazen kızını da getiriyor onun yaşına uygun etkinlikler yapıyoruz. Berma ile sevgilimden daha sık görüşüyordum desem abartı olmaz. Zamanla zayıflayıp bitmeye yüz tutmuş ilişkimi zamanın akışına usulca bırakmıştım. Kendiliğinden sürüyordu. İki tarafta birbirinden şikayetçi değildi. Berma’yla en çok paylaştığım derdim buydu herhalde. Berma ekonomik sorunlar yaşıyordu. Ara sıra baba tarafı çocuk için küçük destekler yapıyordu. Bende elimden geleni yapıyordum. Evin bütün faturalarını üstlenmiştim. Berma’nın pek umrunda değildi böyle şeyler. O biraz vurdum duymaz, mizahı seven komik bir kadındı. Fellini’nin ‘’La Strada’’ filminde oynayan Gelsomina karakterinin gerçekte vuku bulmuş hali gibi. Birlikte çok eğleniyorduk.

Berma bir sene sonra iş yerinden çıkarılmıştı. Kendi evine yakın bir iş bakıyordu. Bende onun için uygun ilanlara cv gönderiyor, eşe dosta haber ediyordum. Her gün Berma’lara gidiyor çoğu zaman da orada kalıp işe oradan geçiyordum. Sürekli onu da davet ediyordum bizim eve. Ama onun gelmesi zor oluyordu. Genellikle ben onun evine gidiyordum.


Bu süre zarfında hem iş yerinden ayrılmıştım hem de var olan ama sürmeyen on yıllık ilişkimi sonlandırmıştım. Kötü bir süreç geçiriyordum. Deyim yerindeyse depresyondaydım. Hemen başka bir iş bulmuş başlamıştım bile. Yeni iş yeri yaşadığım semte biraz uzaktı. Berma’yla bütün gün telefonda konuşuyorduk. Ve fırsat buldukça yine onlara gidiyordum.


Ruhen pek iyi değildim. Ve Berma’ya da gitmiyordum artık. Beni aradığında onunla konuşuyor her seferinde bize davet ediyordum. Berma hep çok meşguldü. Ya sevgilisine zaman ayırıyordu ya da diğer arkadaşlarına. Sanki bana ayıracak zamanı yoktu. Ben onun evine gittiğim sürece aramızdaki dostluk ve bağ sürüyor, ben gitmediğim zaman kopuyordu. Zamana bırakmak iyidir deyip bıraktım. Berma beni; ne aradı, ne evime geldi. Aradan neredeyse altı ay geçmişti. Kendi sorunlarımı çözmüş, depresyonu atlatmıştım. Yeni iş yerime de alışmıştım artık.


Berma’ya onunla özel bir şey konuşmak istediğimi söyleyip cafeye davet ettim. Buluştuk birlikte çay içtik. Ve dostluğumuzun sanki tek taraflı sürdüğünü, devamlı benim onun evine gittiğimi, kendisinin çok nadir geldiğini ve bu durumun beni rahatsız ettiğini anlattım. Sonuçta birlikte vakit geçirmekten keyif aldığım ve sevdiğim bir arkadaşımdı. Kendisinin de emek harcayıp zaman ayırmasını yoksa dostluğumuzun böyle tek taraflı süremeyeceğini anlattım. Evet haklısın kendime çeki düzen vereceğim falanlar havada uçuştu. Gayet güzel vakit geçirip her birimiz evine gitti. Bekliyorum ki Berma arasın ya da gelsin. O günden sonra bir daha hiç görüşmedik. Ben sürdürmeyince sürmediğini sonunda fark edebilmiştim.


İnsanlarla yine dost, arkadaş, sevgili oluyorum elbette ama halamın bana verdiği nasihatleri dinlemeyişimin eksiklerini hayatımda hissederek. Çünkü mesafe daima soluk aldırır. Ben kurduğum ilişkileri yaşayıp tüketmeye uğraşıyormuşum. Bir durup soluklansam her şey dengeli olacak.


İnsanlar birbiriyle tanışırlar önce, ilişkiyi sonradan birlikte üretirler. Birlikte örmek önemli. Mesafe o yüzden gerekliymiş. Bunu artık daha iyi anlıyorum.



 

AYNA

-madame solo-


-Haline bak. Yorgun görünüyorsun. Gel otur şöyle, ben de bir çay koyayım.


-Yok iyiyim ben. Biraz başım döndü insanların ruhsuzluklarından. Geçer şimdi.


-Nasıl geçecek? İçlerine ruh üflenecek değil ya bir anda. Gel dinlen diyorum. Neden dinlemiyorsun beni?


-Yorgun değilim de. Güçsüz gibiyim aslında. Ne kadardır burda duruyorum ben? Ne zaman buldun beni?


-En başından beri.


-En başı neresi ki?


-Baş işte en baş. Dünya bir toz bulutuyken. Sana kaçtır sesleniyorum. Hiç duymadın ki beni. Sesimi duyurabilsem bu kadar yorulmayacaktın.


-Seslendin mi bana sahiden?


-Seslendim tabii. Gerçi.. Belki yanlış zamandı. Belki daha çok çabalamalıydım. Bende de hata var.


-Ne diye seslendin?


-“Dur.” dedim mesela. “Durma.” da dedim bazen.


-Anlamadım.


-Anlamayacak ne var canım bunda. Durman gereken yerde gidiyorsun, gitmen gereken yerde kalıyorsun. Bu işte, hepsi bu.


-Ama ben nasıl bileyim ki hangisinin doğru olduğunu.


-E söylüyorum işte ben. Beni dinlemeyi neden reddediyorsun inatla?


-Yok öyle de değil de.. Duyamıyorum galiba. Halbuki insan içindeki sesi nasıl duymaz?


-İşte ben de onu diyorum.


-Bana bir şey söyle ne olursun. Çok yorgunum.


-Yorulmak için vakit kalmadı. Beni dinlemen lazım artık.


-Tamam dinliyorum. Söz. Ne yapayım?

-Doğrul önce. Bak aynaya. Baksana şu aynaya!


-Neden kızıyorsun ki? Böyle söyleyince üzülüyorum.


-Tamam tamam. Sana da bir şey denmiyor. Kendiyle konuşurken bile kelime seçeni de ilk kez görüyorum. Sen daha kendinle sorununu çözemiyorsun. Dünyayla nasıl halledeceksin bu işi?


-Hiç doğru bir şey yapamıyorum sanki. Yaptığım her şey yanlış. Neden böyle?


-Sürekli kendini dışardan izliyorsun. Sence neden böyle?


-Öyle mi yapıyorum?


-Öyle tabii. Bırak kendine bakmayı biraz. O kadar çok kendine bakıyorsun ki dışarda olanları kaçırıyorsun. Sürekli ne doğru ne yanlış diye düşünmekten başka bir şey yapamıyorsun. Senin sorunun bu. Bakma kendine artık. Çevir yüzünü içinden dışarı. Hem ne diyor şarkı “Hiç yara almadan aynadan geçemezsin.”

...


Soluklanmak için durdu. Kolay değil, günlerdir yürüyor gibiydi, ama duruyor da gibiydi. Bir yere tutunması gerekti. Etrafına bakındı. Üstü başı kırık doluydu. Can mı, cam mı, kalp mi, hayal mi.. Her ne kırığı ise bir yerlerinin acıdığını biliyordu artık. O an anladı. Aynanın öteki tarafındaydı.


 

BAŞARI(SIZLIK)

-msy-



Tavsiye üzerine kurulu hayatımızda, bazı tavsiyelerin yeri büyükken bazılarının ise kafamızda durma süresi on saniye falandır. Bir kulağından girip ötekinden çıkma misali. Bu tavsiye bazen bir kitabın öylesine okuduğumuz sayfasından, bazen yolda karşılaştığımız bir teyzeden, bazen sosyal medyada dolaşırken öylesine denk geldiğimiz bir gönderiden olabiliyor. Bazı tavsiyeler ise çok geç fark edilebiliyor. Bir söz var ya “yaramazlıktan sonra tavsiye, ölümden sonra tıp gibidir.” Tam olarak bu işte. Zamanında doğru algılayıp hayatımıza geçirmeliyiz. Sonrasında hiçbir önemi kalmayabiliyor.


Benim hayatımı değiştiren tavsiye youtube’dan oldu. Hayatımın en zor zamanlarında haliyle pişkinliğin getirdiği bir rehavetle kendimi çok saldığım zamanlardaydım. Yeni bir başlangıç yapmalıyım ama bu, benim için, nasıl desem, tamamen kırılmış bir aynanın tam ortasına yapıştırılan yara bandının tüm aynayı tutması kadar zor ve imkansızdı. Ama bir yerden başlamalıydım bunun farkındaydım. Youtube’a başarı hikayesi yazdım (bilirsiniz o insanlar diğer insanları çok iyi gaza getirebilirler, çünkü bilirler o dönemlerden geçmişlerdir) ve karşıma Mümin Sekman’ın “Başarı(sızlık) adlı yazılımımız nasıl çalışıyor?” adlı tedx videosu geldi ama asıl olan oradaki söylediği bir cümleydi "Başarının bedelini bir dönem için ödemeyenler, başaramamanın bedelini ömür boyu öderler" bu söz beni bir süre boşluğa baktırdı. Çok haklıydı. Pişkinliğimin sebebi karşılaştığım başarısızlıktı ama bunun bir dönüm noktası olması da benim elimdeydi. Bu evrenin bana bir işareti olmalıydı. Kalktım, silkelendim ve içinde bulunduğum başarısızlığın bedelini o an için ödedim ve ödemeye devam ediyorum. Şunu demeliyim ki, başardığım zamanlar kendi benliğime ulaştığım zamanlar oluyor, bunu tüm benliğimle hissedebiliyorum. Emin olun başarının bedeli her şeyin bedelinden çok daha keyif veriyor. Başardıkça daha çok başarmaya, daha çok başardıkça, kendinizi fark etmeye başlıyorsunuz, yani en azından bende öyleydi. Herkes katlanabileceği kadarının bedelini ister. Eminim ki başarısızlık asla katlanılabilir gibi değil.


 

ALICE HARİKALAR DİYARINDA

-seyyan uslu-

“Büyük insanların, büyük hataları olur.” Bu söz kulağa çelişkili gelebilir. Ama bu söz bana hayata bakacağım birçok pencere açtı. Ve bana insanlara nasıl bakmam gerektiğini öğretti. Bu sözü kıymetli bir hocamdan nasihat aldım. İlk olarak hatasıyla, sevabıyla insanı anlamakta bana yardımcı oldu.


İnsan, eşref-i mahlukat, varlığın en üstün cevheridir. Peki bu sözde geçen büyük insan da neyin nesi? Büyük insan, tüm insanlığın kalbine dokunan, aldığı kararlarla nesilleri kurtaran ve bunun gibi daha birçok eylemleri olandır. Büyük insan kimi zaman bir alim, kimi zaman bir komutan, kimi zaman da bir evliyadır.


Biz büyük insanları ya görür tanırız ya da görmeden tanırız. Tarihi şahsiyetler arasında pek fazla büyük insan vardır. Biz bunları kitaplardan, araştırmalardan öğreniyoruz. Bir tarih dersinde hocamız tarih alanında yaptığımız araştırmaları, tartışmaları bir ameliyata benzeterek, tarihi şahsiyetlere, savaşlara soğuk kanlılıkla bakmamız gerektiğini vurgulamıştı. Hakkı vardı elbette ama bir adım sonrasında, bu büyük insanlara bakışı değiştirmez miydi? Onların insan olduklarını unutturmaz mıydı? Bu bakış, yaptıkları işlerin büyüklüğüyle öne çıkmış insanların, küçük hatalarını da büyütüyordu.


Aslında bir bakış ve perspektif bozukluğu yaşatıyordu. Tıpkı Alice harikalar diyarında sendromunda olduğu gibi. Bu sendroma sahip olanlar, nesneleri olduğundan daha büyük veya daha küçük şekilde, olduklarından daha uzak ya da daha yakın algılayabilirler. Burada ise zihni olarak bu sendromdan bahsedebiliriz. İnsanları bir kalıba sokmak için onların eylemlerini, fikirlerini, doğru ve yanlışlarını olduklarından daha büyük veya daha küçük algılatıyordu bu zihni sendrom.


Fütursuzca eleştirmenin, insan olduklarını unutup acımasızca yargılamanın kapısı sonuna kadar açılmıştı. İşte yukarıdaki söze ihtiyaç vardı. Ta ki bir kıymetli hocam bu sözü söyleyene kadar bu hal devam etti benim için. İtiraf etmeliyim ki bu sözü ilk duyunca anlamamıştım. Üzerine düşündükten sonra aydınlanma yaşadım. Evet, insanlar çok büyük işler yapabilir hatta yaptıkları işler onların isimlerini geçebilir. Ama her insan hata da yapabilir. Büyük insan olmaları onların bundan müstağni olmalarını gerektirmez. Onlar da hata yapar. Yaptıkları küçük veya büyük hatalar onları sırf büyük oldukları için yerin dibine sokmamızı gerektirmez. Ve onları yargılamamızı da.

Büyük insanlar da hata yapar. Eğer bunu anlamlandıramıyorsak şöyle söyleyelim; büyüklerin büyük hataları olur.


 

YAPABİLEN YAPSIN

-melike yılmaz-


Üniversite sınavına hazırlanırken ya da üniversitede sınavlara hazırlandığım zamanlar için beni gördüğünde çok içten bir şekilde evrenin sırrını veren bir komşumuz vardı: ‘Sakın bildiklerini başkalarına söyleme!’. Büyük ihtimalle bunu işe girince de söyleyecek. Bu söz birkaç kişi tarafından da tasdik edilince acaba böyle mi yapılmalı diye düşündüm aslında. Sır gibi sakla, bende yok de, yalan söyle. Böyle yaparsan çok başarılı olursun. Aslında yapmayı da denedim. Ve her şeyin sadece benim bildiklerimden ibaret olduğunu zannettim. Vermedikçe bende olanı korumuyordum, azalıyordum aslında. Verdikçe çoğaldığımı da çok sonra fark ettim. Bu sadece notlarla da ilgili değil tabi. Sürdüğüm ojenin rengi, elime geçen çıkmış sorular daha kısa olan kestirme yol. Bu sözün saçmalığını fark ettikten sonra başkası da zorlanmasın benim yaşadığımı yaşamasın diye düşündüm hep. Ya da hepimiz aynı anda iyi olalım. Böyle düşünmek belki çok saçma gelebilir ya da safça. Ama inanın öyle değil. Bana okuduğum bölümü sorup bazen küçümsüyorlar. ‘Şimdi hukuk okumak vardı valla her yere açıldı sınava girsem bi yeri kazanır yata yata okurum.’ Bunu duyunca kocaman gülümsüyorum ve içtenlikle lütfen yapın diyorum. Lütfen sınava girin ve okuyun. Yapabiliyorsanız lütfen yapın. Küçümsemek için söylemiyorum. Sınava girip başarılı olan derslerini veren meslektaşım olsun, benim verdiğim nota bakıp benden yüksek alan çok mutlu olsun, aldığım kıyafetin markasını söylediğimde daha çok yakışan güle güle giysin. Yani demek istediğim benim bir şeyleri başarmam ya da mutlu olmam bencillik yaparak olmamalı. O yüzden ‘sakın bildiklerini başkalarına söyleme!’ sözünü ilk ortaya atan kişinin tembel ve özgüven eksikliği olan birisi olduğunu düşünüyorum. Ve aslında buna benzer bir cümle daha var. Gerçekten bir ara buna inandığım ve ciddi ciddi savunduğum için utanıyorum kendimden: ‘Staj yaptığınız yerdeki müvekkileri çalacaksınız. Bu devran böyle dönüyor.’ Süper etik bir cümle. Ve hocam bunu derste söylediğinde büyük bir aydınlanma yaşadım. Evet işte ya çalmak lazım çok iyi vay be(ıslıklar falan). Ve insanlarla konuşurken de konu geldiğinde söylüyordum işte onların müvekkillerini çalacağız böyle oluyor bu işler diye gururlanarak. Sonra bir büroda gönüllü stajyerlik yapmaya başladım. Ve staj biterken ben başka bir yerde çalışmak istediğimi nasıl söyleyeceğim diye karnıma ağrılar girdi. Evet benim kadar duygusallaştırmayın o ayrı bir konu ama demek istediğim yapabileceğimizi rahatlıkla söylediğimiz şeyleri o kadar rahat yapabilecek miyiz gerçekten? Bazen annem karar vermemiz gereken bir durumda yanlış olanı desteklerdi. Acaba benim dediğimi mi yapacak yani benim etkimde mi kalacak yoksa doğruyu mu seçecek diye. Bu durumda tam öyle işte. Bize öğretilenler ya da herkesin doğru dediği doğru olmayabilir. Hayatta artık bir yerden sonra yaptığımız seçimler karakterimizle ilgilidir. Ben bu bencilliği seçmemeyi seçiyorum.. Kimsenin bir şeyini çalamam, çalmam gelmek isteyen bana gelsin. Benden yardım istenildiğinde özellikle saklayamam, yalan söyleyemem. Bir şeyleri saklamak, gizlemek ve bununla tatmin olmak benim karakterimle örtüşen şeyler değil. Başarılı olmak için başkasının başarısızlığına ihtiyacım yok. Yapabilen yapsın.


 

ZEHİR

-altum-


Yıllar önce, daha ben bu tavsiyeleri şu yaşımdaki gibi idrak edemezken, düzenli olarak arkadaş çevremi iyi seçmem gerektiğini söyleyen bir babam vardı. Çocukluktan gençliğe yeni atılmanın verdiği umursamazlıkla bu tavsiyeler üzerine çok da düşünmez, hatta sırf öğüt olduğu için yok sayardım. Çoğu genç gibi ben de nasılsa babamın beni anlamadığını düşünürdüm. O çok uzaktan bakıyordu benim dünyama. Benim gözümle göremiyordu arkadaşlıklarımı. Yaşadığım olaylar onun için bir an önce kurtulmam gereken engellerdi. Başarıma ket vuran, sorun yaratan insanlar… Hepsi bu kadar zehirli olmasa bile, onun nezdinde işe yaramayan tipler oldukları kesindi. Boş zihinlerin sahibi bu şahısların beni iyiye teşvik etmeleri imkansızdı. Çoğuyla ne yapıp edip bağımı kesmem gerekiyordu. Sevilecek, eğlenilecek dost her zaman bulunurdu ya; önemli olan o dostların başarılı, düzgün, tertipli olmasıydı. Ben de hep haylaz tipleri buluyordum!


Babama bir noktada hak veriyordum. Çevremde biri vardı ki, benim için zaman ve enerji israfının vücut bulmuş hali gibiydi. Böyle gördüğümüz insanların ortak bir özelliği vardır. Onlardan uzak dursak bile dibimizde biterler. Ta ki hayat şartları bir şekilde yollarımızı ayırana kadar. Benim kurtuluş hikayem de bu.



 

ANNE SÖZÜ

-mon cher-


Canımdan çok sevdiğim kişiden, annemden aldığım bir tavsiye “insanlara olduğundan fazla değer verme, değmez”. Değmiyor ”muş” gerçekten. Neye değmiyor, nasıl değmiyor oraya gelelim. Konuya biraz küt diye daldım ama en özetlenebilir şekli buydu. Hayatımda haklı olsam bile yaptığım şeylerden bazıları üzülmek. Buna rağmen haksız taraf üzülür, kalbi kırılır olmaz öyle diye diye kendime verdiğim değeri unuttum sanırım. Acaba “tek ben miyim?” diye çok düşünüyorum ama sanmam. Bence bunun ana kaynağı insanların hata yapmayacağını düşünerek hareket etmek, yani konduramamak diyebilirim. Hani deriz ya “ nasıl olur, nasıl yapar böyle bir şeyi ?” işte tam orada başlıyor macera. Yahu diyorum ben buna bu kadar değer verirken böyle bir şey yapması bende imkân dahilide değil gibi avuntulara başvuruyorum. Nerden bileyim dünyanın böyle dönmediğini.. Resmen gelecek olan sancıya hazırlık yapıyorum. Ama aşama aşama işte. İçime düşen bir şüphe ile başlıyor sancı. Beraberinde getirdiği kalp çarpıntısı, ve son olarak bitmeyen manik ataklar. Yaşadığım kaçınılmaz şeylerden birkaçı bunlar. E artık geçmiş olsun nur topu gibi ihanet ve hayal kırıklığı… Tamam diyorum bu sefer akıllandım ben, bir daha aynı hataya düşmem. Ve böylece devamı geleceğinden habersiz bir yenisini ekliyorum hatalar zincirime.



 

EVLİLİK

-inci sumsal-


Evliliğimin beşinci yılıydı. Kötü gidiyordu. İki çocuğum vardı ama onlar bile mutsuzluğumu azaltamıyordu. Beni anlamayan, ne düşündüğümü önemsemeyen, isteklerimi yerine getirmeyen bir adamla beraberdim ve bu beni kahrediyordu. Er geç boşanacaktım. Kesin kararlıydım ve hiçbir şey kararımı değiştiremedi.


Yeni bir işe başlamıştım. Benimle aynı gün başlayan biri daha vardı. Neşeli, ne dediğini bilen, biraz da kimseyi umursamayan biriydi. Tanıştığımız gün çok iyi anlaşacağımızı hissetmiştim. Ve ilk günden uzun sohbetler etmeye başlamıştık. Yolumuz uzundu ve onun arabasıyla gidip gelmeye başladık. O uzun yolculuklarda birbirimizi tanıdık. Ne kadar benzer hayatlar yaşamışız. Birbirimizi tanıdıkça hayatlarımız hakkında daha çok şeyler paylaştık.


O uzun sohbetlerden birinde bana, biz kadınlar her şeyi hep bize yapılsın istiyoruz ama karşımızdakinin de bizden beklentileri olabileceğini düşünmüyoruz dedi. O ufacık tavsiye hayatımı, ilişkime bakış açımı değiştirdi. Eşimden sadece almak üzerine bir ilişki beklentisi içindeydim ama vermek nedir bilmiyordum. Sonra bunu telafi etmeye karar verdim. Önceleri bilinçli olarak eşimin isteklerini fark etmeye ve yerine getirmeye odaklandım. Bir süre sonra otomatiğe aldım. Üstelik bir beklentiye de girmemiştim. Ama aradan biraz zaman geçince eşimin bu durumdan ne kadar memnun olduğunu fark ettim. Eşim de zaman içinde benim beklentilerimi yerine getirmeye başladı. Üstelik zorlamayla değil içinden gelerek.


Şu sıralar evliliğimizin on ikinci yılını kutluyoruz. Her geçen gün ilişkimiz güçleniyor ve mutluluğumuz artıyor. Anladım ki çabasız mutluluk olmuyor, birazcık emekle kurumuş dallar bile çiçekleniyor.


 

bottom of page