
Geçenlerde klima bir kez daha beni yarı yolda bıraktı ve birden bire ısıtmamaya başladı. Ben pek sorun etmiyorum ama önceki hayatında kışları fırın kürekliği, yazları ise penguen eğitimciliği yaptığından şüphelendiğim eşim için kışları yeterince ısınmamak ve yazları yeterince soğuyamamak bir tür kabusa dönüşebiliyor.
Birkaç ay önce de aynı sorun çıkmıştı ve internetten okuduklarım sayesinde olayı çözmüştüm ama nasıl çözdüğümü unuttum. Yine benzer fasıllardan geçtim ve iki yüzüncü denemede çalıştırmayı başardım. Çok zor değildi: üstündeki filtreyi tazyikli suyla yıkayıp kurutuyorsun, kumandasında bir tuşa 5 saniyeden fazla basıyorsun ve basarken kumantum enerji taktikleri uygulayıp evrenden bunu nazik bir dille istiyorsun.
Büyük ihtimalle yine unutacağım. Öğrenip unuttuğum binlerce şey gibi. Çünkü bir şeyi hafızada tutmak ve derinlemesine öğrenmek sanki bir yükmüş / zaman kaybıymış gibi geliyor. Dünyanın bütün bilgisine tek tıkla ulaşabiliyorum, Youtube “Nasıl Yapılır” videolarıyla dolu. Dönem, hafızana alma dönemi değil, bilgiye en kolay ve en çabuk yoldan nasıl ulaşabileceğini bilme devri. Teorik olarak evde elektrik ve internet olduğu sürece hiçbir sorun yok yani.
Ama pratikte neredeyse ölüyordum. Eşim şehir dışındayken birden bire gelen tuhaf bir istekle daha makarnayı doğru düzgün yapamıyorken sakallı poğaça yapmaya çalıştım ( videoda çok kolay görünüyordu) ve yoğunlaşmamış hamur canavarı tarafından neredeyse yok ediliyordum. O hamur bir yandan gittikçe yapışkan bir hale gelip bir yandan da bütün vücudumu sarmalarken ben Ortadoğu bataklığına saplanmış naif bir İzlandalı gibi boş yere çırpınıyordum. Son anda kendimi duvara vura vura ve yere ata ata kurtuldum hamurun elinden.
Olayı kabiliyetlerimin limitleri hakkında eşsiz deneyime sahip olan dostum Artun’a anlatınca “abi sen ne yaptın, hamur işi çok zor” dedi. Dedim cahillik işte bu, bir şeyi bilmemek değil, bir şeyin zor olduğunu bile anlayamamak. Oysa videoda bilmemnenin bilmemne mutfağındaki kadın çok kolay ovuyordu hamurları. Teori ile pratik arasındaki derin farkı bir kez daha deneyimledim böylece.
Sokrates’in Phaidrus’a anlattığı hikayeye göre sayıların, damanın, geometrinin, astronominin ve yazının yaratıcısı olan Mısır tanrısı Tot, firavunu ziyaret edip, bu buluşları insanlara aktarmasını önerir. Yazıya gelene dek tanrının bu armağanlarının iyi ve kötü yanlarını tartışa tartışa ilerlerler. Yazıya gelince “Burada” der Tot,“insanların belleklerini iyileştirici bir öğrenme dalı var. Buluşum hem akıl hem de bellek için gerçek bir ilaç.” Ama firavun pek hoşlanmaz “Bunu öğrenirlerse,” karşılığını verir, “ruhlarına unutkanlık yerleşir. Belleklerini kullanmaz olurlar çünkü yazılı olana güveneceklerdir.”
“İçlerinde olanı ortaya çıkaramayacak, dışta olan işaretlere bakacaklar. Keşfettiğin şey hafıza için çare değil, hatırlatıcı... Kullara sunduğun gerçek akıl değil, onun yalnızca bir görüntüsü. Çünkü onlara gerçekten öğretmeden birçok şey anlatmakla, onları çok şey bilir gibi yapacaksın ama çoğu pek bir şey bilmeyecek. Bilge olmak yerine, sahtekar ve ukala olanlar gibi başkalarına yük olacaklar.”
Yalana gerek yok, geçmişte msn’de tartışırken bir yandan okuduğum ekşi sözlük başlıkları sayesinde kendimi bilge gibi gösterdiğim çok oldu. Bugün de yüzlerce makaleden oluşan arşivim var. Arama motorlarına ve arama operatörlerine hakimim, çoğu arkadaşım internette bir şey arayıp bulamadığında bana danışır ve Pulp Fiction’daki spor arabalı adam gibi çözerim sorunlarını.
Ama iş pratiğe geldiğinde, kara cahilliğin verdiği özgüvenle, Fatih’in İstanbul’u aldığı yaştan iki kat daha uzun yaşamış biri olarak evimin ortasında bir hamur tarafından öldürülüyordum neredeyse.
Yazan: Emre Özarslan (Huzursuz Beyin)
Alıntılar: Platon - Phaidros
Instagram: https://www.instagram.com/huzursuz.beyin/
Facebook: https://www.facebook.com/huzursuzbeyin/
Twitter: https://twitter.com/huzursuz_beyin
Comentários